๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Muvatta => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Ekim 2011, 20:14:05



Konu Başlığı: Oruca Başlarken Ve Bitirirken Hilâle Göre Hareket Edilmesi 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Ekim 2011, 20:14:05
1. Oruca Başlarken Ve Bitirirken Hilâle Göre Hareket Edilmesi  2


Bilindiği üzere Cenab-ı Hak bütün kâinatı belli bir düzen içinde yaratmış­tır. Kâinatta mevcut, değişmeyen bu nizam ve düzene Kur'an-ı Kerim diliyle «SÜNNETULLAH» [9] denilmektedir. Güneş, ay ve yıldızlar da bu değişmeyen nizam içinde ALLAH'ın emrine ram olmuşlardır.[10] İnsan oğluna düşen, gerekli es lışma ve araştırmayı yapıp kâinattaki değişmeyen düzenin sırrını kavramak­tır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

«Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan, yıllann sayısını ve hesabı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O'dur. ALLAH bunları ancak gerçeğe göre yarat­mıştır... Bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. Gece ile gündüzün birbiri ardına gelmesinde, ALLAH'ın göklerde ve yerde yarattıklarında O'na karşı gel­mekten sakınan kimseler için ayetler vardır.» [11] buyurulmaktadır.

Bir başka ayet-i celilede ise: «Güneş ve ay belli ve sabit bir hesaba göre ha­reket ederler.» [12] Duyurulmuştur.


Görüldüğü üzere, bu ayetlerin ilkinde, insanların ay ve yıllan hesaplaya­bilmeleri için kamere menzileler tayin edildiği açıklanmaktadır. Ayrıca ilahî kudret ve azametin anlaşılabilmesi için Güneş ve Ay'ın hareketlerinin öğrenil­mesi, gök bilime Önem verilmesi teşvik edilmiştir.

İkinci ayet-i celilede ise, Güneş ve Ay'ın gelişi güzel değil, sabit bir düzen ve hesap uyarınca hareket etmekte oldukları beyan buyumlmuştur.

Ayet-i kerimelerdeki bu açıklık karşısında, güneşin ve ayın hareketlerini sâlisesine kadar tesbit edebilen günümüz astronomisine karşı menfi tavır al­mak, istiğna göstermek ve dini günlerin tayininde bu unsurdan yararlanmaya­rak, yalnız RÜ'YET üzerinde ısrar etmek, kanaatimizce Kur'an'ın ve sünnetin ruhuna aykırı davranmaktır.

Resûluîlah (s.a.v.) Efendimiz birhadis-i şeriflerinde: «Biz ümmî bir mille­tiz. Ne yazı biliriz, ne de hesap yapmayı. Bize gerekli olan, ayın bazan 29, bazan da 30 gün olduğunu bilmekten ibarettir.» buyurulmustur.[13]

Bu hadis-î şerifle yukarıda geçen «Ramazan hilâlini görünce oruca başla­yın. Şevval hilâlini görünce iftar edin. Hava ve atmosfer şartlan dolayısiyle hilâl görülemediğinde ayı 30 güne tamamlayın.» anlamındaki hadis-i şerif bir­likte incelenecek olursa, Resûluîlah (s.a.v.)'in kamerî ayların başlangıçlarını tayinde RÜ'YET'i esas almasındaki sebebin, o günkü toplumda yazının ve ayın hareketleri ile ilgili hesapların bilinmemesi olduğu görülür.

O günkü toplumun içinde bulunduğu şartlara ve imkânlara uygun olarak gösterilen bilgi yolu üzerinde bugün de ısrar göstermek ve îslâmm her vesile ile teşvik ettiği müsbet bilimin sonuçları karşısında müstağni davranmak, doğru olmasa gerektir. Bu hadis-i şerif açıkça göstermektedir ki, kamerî aybaşlarmın tayininde hilâl gözleme yolunun gösterilmesi, o günkü şartların ortaya koydu­ğu bir zarurettir. Görüldüğü üzere hadis-i şerif bir illete bağlıdır. Yani hilâlin görülmesi kaidesini bir sebebe bağlı olarak vazetmiştir. Çünkü; Şari'in gayesi oruçtur, iftardır ve bunların vaktinde yapılmasıdır. Hilâlin görülmesi ile vak­tin tayini, onun gayesi değildir. Dinî hükümler Mekâsıd ve «Vesâil» olmak üzere iki kısımdır. Ramazan ayında oruç tutmak, Şevvalin ilk günü Arafatta vakfe yapmak gibi hükümler mekâsıd; bu ibadetlerin ifa edileceği günlerin ve vakitlerin tesbiti için uygula­nacak metodlar ise, vesâildir. Dinin vesâil kısmına giren hükümleri zaman, mekân ve şartların değişmesi ile değişebilir. Çünkü bunlar maksat değil, mak­sada götüren vasıtalardır. Fukaha beyan etmiştir ki, «Şer'i hükümler, illet ve sebeplere bağlıdır. İllet sabit olduğu zaman, hüküm de sabit olur. İllet ortadan kalkınca, bu illete bağlı olan hüküm de ortadan kalkar.» [14]

Bunun îslâm hukukunda pek çok örnekleri vardır. Bir kaçina değinmeyi uygun buluyorum.

a) Zeyd b. Halid el Cühenî'in rivayet ettiğine göre Resûluîlah (s.a.v.) den bir kimse lükata'nın (yani yitiğin) hükmünü sormuş, Resûluîlah (s.a.v.) de yanında bir yıl muhafaza ederek ilan etmesini, bir yıl içinde sahibi çıkmazsa bu yitiğin, bulana ait olacağım beyan etmiştir. Aynı kişi, yitik koyunun hükmünü sormuş, Resûlullah (s.a.v.) aynı mealde cevapta bulunmuştur. Daha sonra yitik deveyi de sorunca: «Ondan sana ne... O hayvanın su tulumu ve gezecek tabam beraberindedir. Sahibi buluncaya kadar kendi kendine barınabilir.» [15]buyurulmuştur.

Bu hadis-i şerife göre, bulan tarafından alınıp muhafaza edilmediği tak­dirde yok olacak lukatalann, bulunduğu yerden alınarak muhafaza ve ilân edil­mesi, deve gibi kendini yırtıcılara karşı koruyabilecek ve sahibi tarafından bu­lununcaya kadar yaşayışını sürdürebilecek hayvanların ise kendi hallerine terkedilmeleri gerekmektedir.

Bu uygulamaya, Hz. Osman'ın hilafetine kadar devam edilmiştir. Hz. Os­man, yitik develerin de bulan tarafından muhafaza edilmesini, gerekirse satıl­masını, sahibi ortaya çıktığında satış bedelinin ödenmesini emretmiştir.[16]

Çünkü Hz. Osman, halkın ve cemiyetin ahlâkında bozulma başladığını görmüş, böyle bir tedbirle yitik develerin hırsız bir kimsenin eline geçmesini ön­lemek istemiştir.

Bu tedbir, zahiren Resûlullah (s.a.v.) efendimizin yukarıdaki emrine aykı­rı görünüyorsa da, gerçekte Şari'in gaye ve maksadına uygundur. Çünkü bunda asi olan, mal sahibinin malını yok olmaktan kurtarmak ve onun eline geçmesi­ni sağlamaktır.

b) Resûlullah (s.a.v.) sünnetin ve kendi sözlerinin Kur'an-ı Kerim'le karış­tırılması endişesiyle «Benden, Kur'an-ı Kerim'den başka hiç bir şey yazmayı­nız. Kim böyle bir şey yapmışsa, onu imha etsin.»[17] buyurmuştur.

Bu yasak gereğince, ashap ve tabîûn devirlerinde hadis-i şerifler yazı ile zapt olunmamış, şifahen nakl ve hıfz edilegelmiştir.

Kur'an-ı Kerim nüshaları her tarafa yayıldıktan ve hafızalara yerleştik­ten sonradır ki, sünnet ve hadisin yazılmasını gerektiren sebepler ortadan kalkmış, halife Ömer b. Abdülaziz, sünnetin yazı ile tesbitini emretmiş, İslâm âlimlerince de sünnetin yazı ile tesbiti vacib hükmünde görülmüştür. Çünkü onu zayi olmaktan kurtarmak, ancak yazmakla mümkündür.

c) Tevbe suresinin 60. ayetinde «masnf-ı zekât» arasında zikredilen müellefe-i kulûba zekât verilmesi şeklindeki uygulama, Hz. Ömer'in içtihadı ile durdurulmuş, Hz. Ömer'in bu içtihadı ashaptan hiç kimse tarafından red ve inkâr edilmemiş, müellefe-i kulûba zekât verilmemesi hususunda icma vaki ol­muştur. [18]

Riba ile ilgili hadis-i şeriflerde, altın ile gümüşün cinsleri ele mübadelele­rinin tartı ile, buğday, arpa, hurma ve tuzun ise ölçek ile yapılması emredilmiş­tir. [19]

Bu sebeple, başta Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed olmak üze­re Hanefî müctehitleri, «halk bu konudaki uygulamasını değiştirmiş de olsalar, Resululîah (s.a.v.)'ın -riba ve fazlalığı önlemek için- Ölçek ile mübadelelerini ta­yin etmiş olduğu buğday, arpa, hurma ve tuzun ebediyyen Ölçek ile mübadele edilebileceği, altın ve gümüşün de ebediyen tartı ile mübadele edilmesi gerekti­ği, hadis-i şerifte tasrih edilmeyen diğer eşyaların ise halkın örf ve âdetine göre Ölçü, tartı ve sayı ile mübadelelerinin caiz olduğu» içtihadında bulunmuşlardır.

Ancak Ebû Yusuf, Harun Reşit devrinin başkadısı olduktan sonra, müslü-manlarm yaşadıkları çeşitli bölgelerde birbirinden farklı örf ve âdetlerin bu­lunduğunu görerek, söz konusu hadis-i şerifleri «bazı şeylerin ölçek, bazı şeyle­rin de tartı ile mübadelesini tayin etmek için değil, Asr-ı Saadette halkın cari olan örf ve âdeti üzere varit olduğu görüşüne varmıştır. Bu konudaki naslan da örf ile talil ederek, ilk içtihadından rücu etmiştir. Onun ikinci içtihadına göre hadis-i şeriflerde zikredilmeyen diğer eşyada olduğu gibi eşyay-ı sittenin de (6 çeşit eşya) halkın Örf ve âdetine göre Ölçek, tartı veya sayı ile mübadeleleri caiz­dir. Başta Kemal b. Hümam olmak üzere, Ebû Yusuf un bu ikinci içtihadını muhakkik fakihlerden bir çoğu halkın maslahatına daha uygun ..bul ar ak Ebû Ha-nife ve îmam Muhammed'in içtihadına tercih etmişlerdir.[20]

Görüldüğü üzere, özel bir durum veya sebebe bağlı olan hükümler, bu özel durum ve sebeplerin zail olması ile ortadan kalkmakta, her hüküm kendi sebep ve illeti ile devam etmektedir. Sebep ve illet zail olunca, buna bağlı hüküm de son bulmaktadır.

Kamerî aybaşların tesbıtinde, fakihlerin «Hilâli gördüğünüzde oruca başlayın...» ve benzeri hadis-i şeriflere istinaden rü'yet'i esas almaları o devir­lerde yapılabilen astronomik hesapların aybaşlarını tesbitte yeterli olmadığındandır. Bu illet Hz. Peygamber (s.a.v.)'in -daha önce zikrettiğimiz- «Biz ümmî bir milletiz. Ne yazı biliriz ne de hesap yapmayı...» mealindeki hadis-i şerifinde açıkça görülmektedir. Aybaşlarınin tayininde hilâl gözleme yolunun seçilmiş olması, hesapla bunu yapmanın -o gün için- mümkün olmadığındandır, özel­likle günümüzde ise, artık Ayin bütün hareketleri, en ince teferruatına kadar hesaplanabilmekte, gerek kavuşum (içtima), gerekse yeryüzünden hilâl halin­de ilk defa görülebileceği yer ve zaman kesinlikle bilinebilmektedir.

Mutlaka rü'yete bağlı kalmayı ve hesabı reddetmeyi gerektiren sebep ve il­let ortadan kalktığına göre, astronomik hesapların sağladığı imkân ve kolay­lıklardan yararlanmamak için herhangi bir sebep mevcut değildir.

Esasen -daha önce de işaret edildiği üzere- Tabiî ve müsbet ilimlerin îslâm dünyasında gelişmeğe başladığı Tabiûn devrinden itibaren her asırda -sayıca az da olsalar- bir kısım muhakkik fakihler Ramazan, Şevval ve Zilhicce hilâlle­rinin tesbitlerinde hesapla amelin caiz olduğu içtihadında bulunmuşlardır. Nitekim Aynî'nin [21] naklettiğine göre tabiûn'un büyüklerinden bazı kimseler, hesap yolu ile kamerin menzillerinin tesbitine itibar edilebileceğini kabul etmişlerdir. İbn Süreyc'in rivayetine göre, Mutarnf b. Abdillah b. Şıhhir ile îbn Kuteybe bunlardandır.[22] Bu zatlar, yukarıda çeşitli vesilelerle zikredilen ha­dis-i şerifteki «hava kapalı olursa, takdir yoluna başvurun» cümlesini, cumhu­run anladığı «sayıyı 30 güne tamamlayarak takdir edin.» şeklinde değil, «ayın menzillerini hesapla tayin ve takdir edin» diye tefsir ve izah etmişlerdir.

Ahmet b. Hambel ise, bu sözü «hava kapalı olduğu zaman, hilâli bulutların altında varmış gibi kabul edin» şeklinde anlamıştır; Onun içtihadına göre, Şaban'in 29'uncu günü havanın kapalılığı sebebiyle hilâl görülemezse, ertesi gü­nü Ramazan'in 1. günü itibar edilerek oruca başlanması gerekir. Abdullah b.

Ömer'in görüşü de budur,

Hadis-i şerifteki «onu takdir ediniz» tabirinin, «hesapla tayin ve takdir ediniz» şeklinde anlaşılması, özellikle yılın çoğu günlerinde havanın kapalı ol­duğu, güneşin bile ayda ancak birkaç gün görülebildiği coğrafi bölgeler için de, uygulamada kolaylık sağlayıcı niteliktedir. Aksi halde, bu bölgelerde Ramazan hilâlini görmek çoğu zaman mümkün olmadığı gibi, Şaban hilâli için de aynı durum söz konusu olduğundan Önceki ayı 30 güne tamamlamak da genellikle mümkün olmayacaktır.

îbn Süreyc'in nakline göre, îmam Şafii de ayın hilâl durumunun astrono­mik hesaplarla tayin edilebileceği kanaatini benimseyen kimselerin, hesapla amel etmelerinin caiz olduğunu söylemiştir. [23]

Yedinci Hicri asrın içtihat derecesine ulaşılmış fakihlerinden Takıyyûddin b. Dakıki'l-îd ise şu görüşleri ileri sürmüştür:

«Ayın kavuşum zamanının hesapla tesbitine göre Ramazan otuzuna başlanamaz. Çünkü, ayın hilâl halinde yeryüzünden görülebilmesi kavuşum za­manından 1-2 gün daha sonra vaki olur. Şeriat, kavuşursa (içtima) anını değil, hilâl halini aybaşma esas almıştır. Fakat, bulut, toz, sis vs. gibi görüşe mani bir sebeple görülemeyen hilâlin ufuktaki varlığı hesapla tayin edilebilir­se, şer'î sebep meydana geldiği için, yeni ayın başlaması gerçekleşmiş olur. Çünkü yeni ayın başlamasında şart olan, hilâlin bizzat görülmesi değil, Ayın hilâl halinde ufukta mevcut olmasıdır. Görülmüş olsa da, olmasa da, İlk hilâl hali ile, dinen yeni ay başlamıştır, Bu durum, kesinlikle bilindiğinde, bu bilgi ile amel vacip olur.» [24]

Şeyh Bahît ise îbn Dakik'in yukardaki sözlerini teyit ederek: «Ben de he­sap ile amel edilmesi görüşünde olanlara katılıyorum. Çünkü, hangi bir mesele­de o konudaki bilgi ve tecrübesi olan kimselere baş vururlar. Meselâ: Kur'an-ı Kerîm ve hadisi şeriflerin lâfızları, dilcilerin sözlerine göre açıklanmış; müte­hassıs bir doktorun tavsiyesi halinde Ramazanda oruç tutmamak veya tutulan orucu bozmak caiz görülmüştür. O halde, Ramazan, Şevval ve diğer ayların hilâllerinin tayinlerinde bu konuda yetkili astronomi uzmanlarının bilgi, tec­rübe ve hesaplarından yararlanmaktan bizi alakoyan sebep ne olabilir? Kaldı ki, «Güneş ve Ay, sabit, değişmeyen bir hesapla seyrederler.» [25] «Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmemiz İçin Aya konak yerleri dü­zenleyen O'dur. ALLAH bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır. Bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, ALLAH'ın göklerde ve yerde yarattıklarında, Ona karşı gelmekten sakınan kim­seler için ayetler vardır.» [26] mealindeki ayet-i kerimeler, Güneş ve Ayın değiş­meyen sabit bir düzen için hesapla seyrettiğini beyan etmektedir. Astronomla­rın verdikleri bilgilerin kesinliği ise, ay ve güneş tutulmaları konusunda önce­den verdikleri bilgilerin., aynen gerçekleşmesi ile sabittir.

Rüyete engel çeşitli sebepler yüzünden hilâl görülememiş de olsa, astronomların, rüyete mani sebepler olmasaydı ayın ilk hilâl halinde görülebilecek durumda olduğunu ittifakla haber vermeleri, hilâlin ufukta mevcudiyeti konu­sunda kesin ilim ifade eder.

Ramazan orucuna başlama konusunda Bakara sûresinde «sizden kim Ra­mazan ayma şahit olursa, oruç tutsun.» buyurulmuştur. «Ramazana şahit ol­mak» demek, ya «O ayda seferde olmayıp mukim olmak» veya «Ramazan ayında bulunduğu ve bu aym başladığım kesin şekilde bilmek» demektir. Ayetten za­hir olan, ikinci manadır. Çünkü «Şuhût», «ilim» anlamındadır. îşte bu ilim, yani Ramazan ayının başladığım (bu aya ait hilâlin ufukta görülebilecek hale geldi­ğini) kesinlikle bilmek, oruç tutmanın vacip oluşunun sebebidir. Bu açıklama­ya göre, söz konusu ayet-i celilenin ifade ettiği mana, «içinizden kim, Ramazan aymın başladığını kesinlikle bilirse, bu ayda oruç tutmakla yükümlü olur» de­mektir.

Hesapla aybaşlarımn tayini prensibi kabul edildikten sonra, akla gelen ilk mesele bu ayların başlangıç sınırı ne olacaktır? sorusudur. Başka bir deyim­le, ayın başı için sınır, içtima (kavuşum) anı mı, yoksa ayın hilâl halinde yeryü­zünde ilk defa görülebilecek bir durumda olması hali mi olacaktır?

Konuşmamızın ilk bölümünde de zikredildiği üzere, Bakara sûresinin 185. ayetinde «sizden kim, Ramazanın başladığıni kesinlikle bilirse, oruç tut­sun» buyurulmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) de hadis-i şeriflerinde: «Ramazan hilâlini görünce oru­ca başlayın. Şevval hilâlini görünce orucu bırakıp bayram edin...» buyurmuş­tur.

Ayet-i celileden, Ramazan ayının girmesi ile oruca başlamanın farz oldu­ğunu, hadis-i şeriften ise, aybaşmm hilâlin görülmesi ile sabit olduğunu anla­maktayız. Hadis-i şerife göre, eski ayın çıkıp yeni ayın girmesi, Aym hilâl halin­de yeryüzünde görülebilir durumda ufukta mevcut olmasına bağlanmıştır.

Kur'an-ı Kerim'de: «Ey Muhammed, sana hilâl halindeki aylan sorarlar. Söyle onlara: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür..» buyurulmuştur. [27]

Bilindiği üzere hilâl, Ayın ilk ve son günlerinde, yeryüzünden ince bir kavs halindeki görüntüsüne denir. Kavuşum (içtima) zamanında Ay, dünyanın hiç bir yerinden görülemediğinden kavuşum durumundaki Aya hilâl deniîemeyecektir. Gerek Ayet-i Celilede, gerekse hadis-i şerifte ayın başlangıcını tayin için hilâlden ve rü'yetten söz edildiğine göre, ayın kavuşum (içtima) halinin, aybaslarına mebde' olarak alınması söz konusu olamayacaktır. Ayın kavuşum hali­nin, aybaşlarına mebde' kabul edilmesi, kanaatimizce ayet-i celile ve hadis-i şe­riflerin sarahatine aykırı düşmektedir.

Naslarm zahirinden uzaklaşıp rü'yet ölçüsünü (hilâlin yeryüzünden görülebilme ölçüsünü) terkederek kavuşum kaidesine yönelmek için ortada hiç bir dini maslahat da bulunmamaktadır. Hesap görüşü prensip olarak kabul edildikten sonra, verilecek talimata göre astronomi uzmanlarının bu iki Ölçü­nün ikisine göre de aybaşlannı tesbiti mümkündür.

Kameri aybaşlannın hesapla tesbitinde, hilâlin yeryüzünden görülme ölçüsüne uyulması halinde, gözlem yaparak hilâl arayanların elde edecekleri sonuçlarla, hesabın ortaya koyduğu sonuçlar arasında tam bir uygunluk ta meydana gelecektir. Böylece, "hesabı kabul etmeyenlerle, hesap taraftarları arasındaki ayrılık ta, uygulama açısından son bulmuş olacaktır.

Hesapların kavuşum anı ölçüsüne dayandırılması halinde ise, dinî günle­rin tayin ve ilânı genellikle bir gün önce olacak, rü'yet üzerinde ısrar edenlerin «hilâl görülmeden oruca başlandı veya iftar edildi» şeklindeki iddiaları, top­lumları huzursuz etmeğe devam edecektir.O halde şer'an ayın başlaması, Kamerin hilâl halinde yeryüzünden görü­lebilecek duruma gelmesi ile sabit olacaktır. Ancak, bazı kardeş İslâm ülkele­rinde, Ayın kavuşun anı esas alınarak, Ramazan ve Bayram ilânları yapıldığı da bir gerçektir. Nitekim, 1398 H./1978 M. Yılının Ramazan, Şevval ve Zilhicce aylanmıı ilânında durum böyle olmuştur. 3 Eylülü Ramazan Bayramı, 10 Ka­sım ise Kurban Bayramı ilân eden ülkeler, hilâlin yeryüzünden görülebilmesi ölçüsüne değil, aym içtima haline itibar etmişlerdir.

Kameri aybaşlarinın mebdei için, aym yeryüzünden hilâl halinde ilk defa görülebileceği zamanın esas alınması gerektiğinin prensip olarak kabul edil­mesi konusundaki görüşümüzü de kısaca arzetmiş bulunuyoruz.

Kanaatimizce üzerinde durulacak bir başka konu da, hilâlin görülmesin­de, yeryüzünün hangi bölgesinin esas alınması gerektiği hususudur. Başka de­yişle, hilâlin görülebileceği noktanın mutlaka İslâm ülkeleri sınırları içinde bu­lunması zorunlu mudur, yoksa bu nokta, yer yüzünün herhangi bir yeri de ola­bilecek midir? Bu sorunun vuzuha kavuşturulması da zorunludur.

Görüşümüz odur ki, bu noktanın mutlaka İslâm ülkeleri sınırları içinde bulunmasını gerekli kılacak şer'î bir sebep mevcut değildir. Gerçi, «Hilâli gör­düğünüzde oruca başlayın...» ve benzeri hadis-i şeriflerdeki rüyet emrinin mu­hatapları müslünıanlardır. Bu itibarla, hilâlin tayininde hesabın yeterli olma­dığı ilk devirler için , bu noktanın İslâm ülkeleri sınırları içinde bulunması za­rureti söz konusu olabilir. Fakat, rüyet anının hesapla kesin şekilde tayin edile­bildiği günümüzde ise, böyle bir zaruret yoktur. Üstelik, bugün hemen dünya­nın her bölgesinde az veya çok müslüman vardır. Yakın bir gelecekte bunların sayılarının artması da muhtemeldir.

Söz konusu noktanın, mutlaka İslâm ülkeleri sınırları içinde bulunması gerektiği prensip olarak kabul edildiği takdirde, İslâm ülkeleri dışındaki bir bölgeden hilâli daha önce görecek olan bir müslüman, «Hilâli gördüğünüzde oruca başlayın...» enirine uyarak, İslâm ülkelerinden önce oruca başlayacak ve­ya daha önce bayram yapmak durumunda kalacaktır. Böylece, müslümanlar arasında arzu edilen ibadet birliği de tam olarak sağlanmış olmayacaktır.

Arzedilen sebepler dolayısiyle, kamerî aybaşlarnım tayini için, bu aylara ait ilk hilâllerin görülebilecekleri bölgelerin, İslâm ülkeleri sınırları içinde bu­lunması şartı aranmaksızın, yeryüzünün herhangi bir yerinden görülmesi ve­ya hesap sonucu görülebilecek durumda olduğunun tesbiti ile yetiniierek, ka­merî aybaşları ilân edilmelidir.

Burada dikkate alınması gereken husus, dünyanın herhangi bir bölgesin­de ayın ilk hilâli görüldüğünde, yeryüzünün bütün bölgelerinde vakit ve saatin aynı olmadığıdır. Söz gelimi, 1398 H. /1978 M. yılı Şevval hilâli ilk defa 3 Eylül günü (Pazan-Pazartesiye bağlayan gece) Avustralya'nın güneydoğu deniz böl­gesinde, Greemvich saati ile 7.17 de görülmüştür. Bu anda, söz konusu bölgede Güneş batmış durumda iken, meselâ daha batıda bulunan Mekke'de gündüz mahalli saat henüz 10.17'yi göstermektedir. Bu duruma göre, 3 Eylül Pazar gü­nü hilâlin görüldüğü bölgenin gecesine iştirak eden yerlerde bayram ilân edil­mesi mümkün iken, böyle olmayan yer ve ülkelerde (meselâ Türkiye, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Cezayir, Tunus, Fas gibi hemen bütün İslâm ülkele­rinde) bayram ilâm mümkün değildir. O halde meselenin çözümünde uygula­nacak hal tarzı kanaatimizce şöyle olacaktır;Kavuşum anını takıbcden guruptan sonra, hilâlin görüldüğü üîkenin ge­cesine iştirak eden, (yani hilâl sabit olduğunda henüz imsak vakti girmemiş olan) diğer bütün ülkelerdeki müsKimanlar bu sübuta uyacak, o geceyi takibe-den günü, yeni ayın ilk günü olarak kabul ve ilân edeceklerdir.

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız düşünce ve görüşlerimizi şöylece özetlemek istiyorum:

1- Çeşitli asırlar içinde yaşamış İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, ka­merî aybaşlarımn tesbitinde rüyetin esas alınması, hesaba (astronomiye) iti­bar edilmemesi görüşünü savunmuşlardır. Buna karşılık, her asırda, rüyetten başka, dini ölçülere uygun olarak hesapla da aybaşlarımn tayininin mümkün olduğu, yapılan hesaplara göre Ramazan ve bayram ilânlarının caiz bulunduğu görüşünü benimseyen ve savunan muhakkik âlimler de bulunmuştur.Aslında, rüyet üzerinde ısrar eden âlimlerin büyük çoğunluğu da, hesabın değerini inkâr ettikleri için değil, kendi devirlerinde astronomi ilminin pek çok konularda yetersiz olması, hesap bilenlerin azlığı, bu yolun benimsenmesi ha­linde müslümanlarm sıkıntıya düşecekleri gibi... düşünce ve endişelerle hesap metodunu benimsememişlerdir. Daha sonraki asırlarda yetişen ve aynı yolu benimseyen âlimler de -genellikle öncekilerin rüyet üzerinde ısrar göstermelerindeki gerçek sebebi araştırmadan- onların savundukları yola bağlı kalmış­lardır.

Günümüzde artık Ayın bütün hareket ve menzilleri en ince teferruatına kadar bilinip kolaylıkla hesap edilebildiği ve dini Ölçülere uygun olarak, hilâlin ilk görüleceği yer ve zamanın kesinlikle bilinebildiği cihetle, kamerî aybaşlanrinin tesbit ve ilânında astronomiye itibar edilmelidir. Ancak dinî bir geleneğin yaşatılması düşüncesinden hareketle de ayrıca yetkili ve sorumlu merciler ta­rafından, hilâlin usulüne göre gözlenmesi de mümkündür. Hesaplar, hilâlin yeryüzünden görülebilme ölçüsüne dayandırıldığı takdirde, -ihtilâf-ı metalı-'ya itibar etmemek şartı ile- hesap ile bu gözlem arasında bir mübayenet de ol­mayacaktır.

2- Kamerî ayların başlamasına esas alınacak sır, kavuşum (içtima) za­manı değil, Aym hilâl halinde, yeryüzünden ilk defa görülebileceği zaman ol­malıdır. Çünkü, bu konudaki ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde «RÜYET» ve «HİLAL» lafızları kullanılmıştır. Bilindiği üzere içtima halinde, Aym yeryüzü­nün hiçbir yerinden rü'yeti mümkün değildir. Hilâl ise, Aym yeryüzünden ince bir kavs halindeki görüntüsü demektir.

3- Karnen ay başlarınin tesbiti için, hilâlin yeryüzünün herhangi bir bölge­sinden görülmesi (veya bu durumun hesapla bilinmesi) yeterli görülmeli, bu bölgenin İslâm ülkeleri sınırları içinde bulunması şartı aranmamalıdır. Çünkü artık asrımızda dünyanın her noktasında çok sayıda müslümanlar vardır. İslâm ülkeleri sınırları dışındaki rü'yete itibar edilmediği takdirde, bu bölge­lerde yaşayan müslümanlarla İslâm ülkeleri arasında Ramazan ve bayram bir­liği sağlanamayacaktır.

4- İçtima anını takibeden guruptan sonra hilâlin ilk defa görüldüğü ülke­lerin gecesine iştirak eden diğer bütün ülkelerde bu rü'yete uyularak, o geceyi takibeden gün, yeni kamerî aym ilk günü sayılmalıdır. Birliğin temini için ihtilaf-ı metali'a itibar edilmemelidir. Esasen, şafîi mezhebi istisna edilecek olur­sa, diğer üç mezhepte cumhurun görüşü, ihtilaf-ı metali'a itibar edilmemesi yolundadır.

Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının ve Başkanının Konu ile ilgili Teklif ve Düşünceleridir



[9] Fatır süresi, 35.

[10] el-Araf sûresi, 54,

[11] Yunus sûrsi, 6-6

[12] er-Iîahman süresi, 5

[13] el-Buharf, age., II, 229; Müslim, age., II, 579; Miras Kâmil, Tecriıl-i Sarih lerccmesi, VI, 308 (Hadis no: 908) istanbul, 1945.

[14] Bkz. Mustafa Ahmet Ez-Zerka, el-Fıkhü'1-îslâmi ff sevbihil-Cedid, İT, 905, Di mask, 1395/1965

[15] el-Buhari, age., III, 93; Müslim, age:, III, 1346; Malik, el-Muvatta, II, 759, Kahire, 1370/1951.

[16] Bkz. Malik, ago, II, 759.

[17] Müslim, age., IV, 2298; ed-Darimî, age., 1,119.

[18] el-Mergînanî, el-Hidayc maa FeÜri'l-kadir, II, 14, Mısır (Buİak) 1315.

[19] Konu ile ilgili hadisleri topluca görmek için bk., Ebû Cafer'it-Tahavi, Şerhu Meânil-âsar, IV, 4 ve IV, 65-68; eş-Şevkanî, Neylü'l-evtar, V. 202-208, Mısır, 138A961.

[20] Bkz. Kemâl b.Hılmnn, Fet.hu'l-Kadfr, V. 283; M. Ahmet ez-Zerka, age., II, 889-894.

[21] el-Aynî,umdetü'l-KAri, X, 271, Mısır, ta.

[22] el-Kurtübî, el-Cfimi li ahkâmil-Kur'an, II, 293, Kahire, 1354/1935.

[23] Muhammedb. Abdi'l Vflhhab cl-Endclû sî, el-azbü'z-Zülâl, I, 244, Katar, 1973; (el-Hidaye Der­gisi, 1398/1978, Sayı: 6, Sayfa: 82, Tunus)

[24] el-Azbü'z-Züiâl, I, 249-250, Katar, 1973.

[25] Er-Rahman sûresi, 5.

[26] Yunus Sûresi, 5-6.

[27] el-Bakara Sûresi, 189.