๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mükayeseli İbadetler İlmihali => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 20 Ekim 2012, 15:07:58



Konu Başlığı: Rey Ve Eser Mekteplerinin Kaynaşması
Gönderen: Sümeyye üzerinde 20 Ekim 2012, 15:07:58
III. Re'y Ve Eser Mekteplerinin Kaynaşması:

 

Ferdî ve içtimaî hayat şartları, bilhassa müfrit grupları müşkül du­rumlara sokmuş, bunları karşılamak için olağanüstü gayret gösteren re'yci ve esercilerin çalışmaları, hüküm kaynaklarının ve İslâm Hukuku­nun zenginleşip gelişmesini sağlamıştır. Zamanla mutedil gruplara men­sup âlimlerin, ya doğrudan veya kitaplar vasıtasıyla temasa gelmeleri, birbirinden istifade etmeleri farkları azaltmıştır.

Bu iki mesleğin liderleri olarak kabul edilen Ebu Hanife ile Malik'in son zamanlarına doğru, her iki mektep mensuplarının hac ve seyahatler vesilesiyle biraraya gelip ilim alış-verişi yapmaları, hatta birbirlerinden okumaları neticesinde re'y ve hadis mekteplerinde kaynaşma başlamış­tır. Bazı örnekler şunlardır:

1)Malik ile Ebu Hanife, hac mevsiminde biraraya gelmiş, ilmî ve nezih münazaralar yapmışlar, her ikisi de birbirini takdir etmişlerdir.

2)Malik ile re'ycilerden el-Leys b. es-Sa'd söz ve yazıyla ilmî müzake­re ve münakaşalarda bulunmuşlardır.

3)Ebu Hanife'nin vefatından sonra oğlu Hammad, Malik'e gelmiş, bir­çok mesele sorarak ondan istifade etmiş, Malik de yine birçok fıkhı mese­lede ondan Ebu Hanife'nin hüküm ve delillerini sorup öğrenmiştir.

4)Taberî'nin nakline göre, Ebu Hanife'nin talebesinden Ebu Yusuf, sonraları âsârın, hadis, ashab ve tâbi'ûn fetvalarının, daha derinden tet­kikine girişmiş, re'y ile verdiği fetvalara muhalif eser görünce, önceki re'yini terkederek esere uymuştur.

5)Yine Ebu Hanife'nin talebesinden eş-Şeybanî önce es-Sevrî'den, sonra da üç yıl hiç ayrılmaksızın Malik'ten hadis tahsil etmiş, bu arada Malik de ondan Ebu Hanife'nin fıkıh esaslarını öğrenmiştir.

Mezheplerden önceki durumu şöylece özetlemek mümkündür:

Hicrî dördüncü asırdan önce müslümanlar, muayyen bir mezhebin bütün hükümlerine bağlanıp yalnız onu tatbik ve taklid etmezlerdi, toplu olarak böyle bir itiyatları yoktu.

Gerçi sahabe ve tâbi'ûn devrinden sonra bir nevi tahric; yani müctehidin ictihad usûlünü benimseyip, onun istinbat (elde) ettiği hükümleri örnek alarak ictihad etme hareketi başlamıştı. Fakat dördüncü asırda ya­şayanlar tek mezhebe bağlanmak, yalnız onu öğrenip öğretmek ve sadece ona göre fetva vermek gibi davranışlardan uzak kalmışlardır.

Şüphesiz bu devrede yaşayan insanların hepsi müctehid ve âlim de­ğildi; onların da içlerinde avam (halk) ekseriyetteydi. Buna rağmen son­raki devirlerde olduğu gibi kitap ve sünnetle alâkalarını keserek taklide düşmemiş, şöyle bir yol takip etmeyi tercih etmişlerdir:

Avam: Müslümanlar arasında ihtilafa mevzu teşkil etmemiş mesele ve işleri (icmâ meselelerini) aileden veya memleketlerinde bulunan bil­ginlerden öğreniyor; abdest, namaz, oruç, gusül, zekât... gibi meselelerde doğrudan doruya Şâri'e (Allah ve Rasulüne) ittiba etmiş oluyorlardı. Hükmünü bilemedikleri bir mesele ve problemle karşılaştıkları zaman da bunu, mezhep gözetmeden rastgele bir müftiye soruyor, aldıkları cevabı taklid ediyorlardı. Bu cevaplar ekseriyetle kitap ve sünnet delili ile bera­ber verilirdi. Bu sayede avam da zamanla, şahsen alâkalı bulunduğu bir­çok meselenin delilini; yani bunlarla alâkalı âyet ve hadisleri öğrenmiş oluyordu.

Alimler: Bunlardan hadisçiler, problemlerini çözmek için başka bir şeye muhtaç olmayacak sayıda hadis veya sahabe âsârı (söz veya tatbika­tı), yahut sahabe ve tâbi'ûnun ittifak ettikleri re'y buluyor, buna uyuyor­lardı. Tatminkâr bir nakil bulamadıkları zaman da kendilerinden önceki âlimlerin re'ylerine müracaat ediyor, bu mevzuda Kûfe'li, Medine'li... diye bir ayırım yapmıyorlardı.

Fıkıhla meşgul olanlar (üçüncü asırdaki mezhep içinde müctehid olanlarla tahrîc ehli) ise, önceki imamların sözleri arasında sarih hükmü­nü bulamadıkları meseleleri aynı usûle göre hükme bağlıyor, mezhep içinde ictihad ediyorlardı.

Bu devrede müctehid olmayana fakih denmezdi ve bütün müftiler ile kadılar müctehiddi.

Resulullah'ın "nesillerin en hayırlısı" olarak nitelediği ilk üç nesil de bugünkü mânâda imam, mezhep ve mukallid olmadığı, mükelleflerinin bilinmediklerini herhangi bir müctehidden sormaları ve tek müctehide bağlanmamaları tabiî ve meşrudur. Rasul-i Ekrem mü'minlerin sapması­nı mezheplere değil, kitap ve sünnete uymamalarına bağlamıştır. Din âlimlerinin çalışmaları, eserleri, onlara izafeten tesis edilen mezhepler, halkın kitap ve sünnet hükümlerini öğrenme ve buna uymalarına ancak vasıta olabilirler, sözü edilen faaliyetlerin de meşru olmaları buna bağlı­dır. Binaenaleyh, bir âlim bunlara muhtaç olmaksızın doğrudan doğruya Kur'ân-ı Kerim, sünnet ve sahabe tatbikatıyla temas kurabiliyor, bu kay­naklarda aradığı bilgileri bulabiliyor ve bunlara uyuyorsa, bu ümmetin hayırlısı olan ilk üç neslin yoluna düşmüş, istikameti bulmuş oluyordu.