Konu Başlığı: Dünya Hükümleri Açısından Mükelleflik Durumları Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Ağustos 2012, 14:26:48 Dünya Hükümleri Açısından Mükelleflik Durumları: Aslî Kâfir: “Mekke'de nazil olan ilk âyetlerde tek ve semavî bir Allah'a inanmanın sonucu bütün insanlara tevcih edilen zekât mükellefiyeti, Nahl: 16/90'dan da anlaşıldığı gibi, Allah'ın emrettiği bir vecibe manasında vazedilmiş bulunmaktadır. Allah'ı bir Rabb olarak benimsemiş mü’min, bu vecibeyi bir kul sıfatıyla yerine getirmeye kendini mecbur hissedecektir. [282] İnanmayanların aynı şekilde mallarından bir kısmını bu yollarda sarf etmeleri ise, El-Enfal: 8/36'da gösterildiği gibi, Allah katında aynı kabule mazhar olmamakta, onların mal tahsisleri zekât, sadaka, nafaka vs. şeklindeki mükellefiyetlerini yerine getirmesi manasına alınmamaktadır. Acaba gayrimüslimler zekât ismi altında toplanan umumî vergileri ödeyebilirler mi? Kur'ân âyetlerinden en-Nisa: 4/38'de, Allah'a ve ahiret gününe inanmaksızın mallarını sırf gösteriş olsun diye harcayanlar (infak edenler)'ın durumu, bir müslümanın vaziyetinden addedilmekte ve Allah katında makbul olmadığı tebarüz ettirilmektedir. Bu âyet, mekkî olan el-Enfal: 8/36 ile karşılaştırıldığında, daha da tamamlayıcı bilgi elde edilebilmektedir.” [283] Bu konuda, klasik hukukçular, şu açıklamayı yapmaktadırlar: [284] 1) ÜM'e göre, müslüman olmayana (aslî kâfire) -namaz ve oruç gibi- zekât da farz değildir; zira onlar furu ile muhatab olmazlar; müslüman olduğunda önceki durumundan dolayı edasıyla da muhatap değildirler. Bu gibilerin yapacakları en büyük ibadet, iman edip gerçeğe dönmektir. 2) Malikî Mezhebine göre, zekâtla mükellef olmak için, müslüman olmak şart değildir; ancak, ödenen zekâtın sahih olması için, mutlaka müslüman olma şartı aranır. Umumî olarak görülür ki, hiçbir devirde İslâm'ı temsil edenler, yolları üzerindeki hiçbir milleti veya devleti peşinen “şu veya bu vergiyi ödeyin” diye bir mükellefiyet altına sokmamışlardır, ilk teklifleri daima İslâm'a girmeye davet şeklinde kendini göstermiştir. Cevap olumlu veya olumsuz olsun, ancak bunlara bağlı diğer şartlar arkasından gelmiştir. İşte bu teklife olumlu cevap vermenin sonucu olan zekât ödemek, İslâmlığın neticesi, diğer bir deyişle müslüman olmanın tabiî sonucudur; bu bakımdan zekât mükellefleri İslâm devleti içinde daima muslini tebaadan olagelmişlerdir. Olumsuz cevap halinde ise, zekâttan ayrı hususî vergilere (müslüman olmayanlardan zekât yerine devletin takdir edeceği ölçüde adına cizye ve haraç denen vergiler) tâbi tutulmuşlardır. Ancak, akdedilmiş olan muahede ve resmi vesikalar tetkik edildiğinde, bu kaidenin beynelmilel siyaset ve İslâm dininin yayılmasını temin eden bazı istisnalarının bulunduğunu gözleyebiliriz. İlk göstereceğimiz istisna, Hz. Peygamber'in Taif ahalisini İslâm'a girmelerine mukabil zekât ödemekten muaf tutması, diğerleri de çeşitli kabile ve bölgeler ahalisiyle akdedilen anlaşmalarda zekât mükelleflerine dair bazı istisnalardır. Diğer istisnaî ve calibi dikkat bir durum da, Benu Tağlib ile Halife Ömer'in akdettiği sulhtur. Bu sulh akdinin yazılı metni elimizde bulunmamakla beraber, hadis musannafatı arasında bunun mündericatı hakkında bilgi edinebilmekteyiz. Buna göre, mezkur ahaliden İslâm'a girenler umumî zekât kaidelerine tâbi olacaklar ve fakat Hıristiyan olarak kalanlar, gerek vergi mevzuu ve gerekse nispetleri bakımından zekât hükümlerine bağlanacaklardı. Şu hemen ifade edilmeli ki, burada sözkonusu olan vergi cizyedir. [285] Bu sulhnamede, tatbiki gözetilen husus, sadece, mevzu ve nispetler hususunda zekât hükümlerinin tatbik edilmesidir. Hatta vergi nispeti umumî zekâttan farklı olarak, “onlara çifte sadaka yüklenmiştir” şeklinde ifade edilmektedir. Anlaşılacağı gibi, bu gibi vakıalar, bütün gayrı müsait şartlara rağmen, İslâm'ın yayılma azim ve enerrsinden ve bir de toleransından ileri gelen istisnaî tatbikattandır. İslâm'ı kabul eden ve zekât ödeyen bir kimse, artık İslâm devletinin himayesine de (zimmetullah ve zimmetu rasulih) mazhar olmaktadır; bu himaye can, mal ve araziye şamildir. Resmî vesikalarda, İslâm'ı kabul ve zekât ödenmesi şartıyla bu himaye tanındığı gibi, bazı bölgelerle yapılan anlaşmalarda zekât ödenmesine de hacet kalmaksızın sadece Allah'a ve Rasulüne iman bile aynı himaye hakkının doğumuna müncer olmaktadır. Taif misalinde de olduğu gibi bu gibi istisnaî muahedelerden gaye, bu halklara İslâm'ı hakiki cephesiyle tanıtabilmek ve gönüllerini kazanabilmektir. Nitekim, bu gibi halk grupları, hakikaten İslâm kültürü ile bağdaşmalarını müteakip, kendiliklerinden bu nevi istisnaî haklarından vazgeçmişler ve bütün hükümleriyle müslüman camiasına dahil olmuşlardır. [286] Ibn Rüşd'ün belirttiğine göre, çoğunluk zimmîlere zekât yüklenmeyeceği kanaatindedir; içlerinde eş-Şafiî, Ebu Hanife, İbn Hanbel ve Sevrfnin bulunduğu bir grup hukukçu, Hz. Ömer tarafından Benî Tağlib hıristiyanlarına yüklendiği gibi, onlara müslümanların zekâta tâbi mallarından alınan iki katı vergi konulabileceği görüşündedir. İmam Malik'in bu konuda bir görüşü olmadığını belirten İbn Rüşd, kendi görüşünün onlara böyle bir vergi konulmasının usûle aykırı düştüğü yolunda olduğunu ifade eder.[287] Günümüzün değişen şartları karşısında, İslâm devletinin vatandaşı olan gayri müslimlerin zekât mükellefliğiyle ilgili konumlarının ne olacağı tartışmalıdır. [288] Zekât, dinî-malî yönü olan bir farz ibadettir. Bu durum karşısında, müslümanlarla ilgili bir ibadetin gayr-i müslimlere de mecbur kılınması, inanç hürriyetine aykırıdır; buna karşılık, sadece müslüman vatandaşlara özgü kılınıp, sosyal dayanışma alanında kayırılmaları suretiyle de, vatandaşlar arasında eşitlik ilkesine aykırılık sözkonusudur. İşte bu durum, konunun enine boyuna incelenmesini ve günümüz şartlarına uygun bir çözüm üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Yusuf el-Kardavî zekâtla mükellef olmayan İslâm ülkelerindeki gayrimüslimlerden vergi adı altında zekât miktarına eşit herhangi bir vergi tahsil edilip edilemeyeceğini şöylece tartışmaktadır: [289] Konunun Şûra İçtihadına muhtaç bulunduğunu, ancak böyle bir içtihada kadar kendi düşüncesinin, “sosyal dayanışma vergisi” gibi adlar altında, onlardan zekât miktarı vergi tahsil edilebileceği yolunda olduğunu belirtir. Bununla ilgili olarak, Hz. Ömer'in, Benî tağlib hıristiyanlarına zekâtın iki katı vergi tarhettiğini, esasen dinlerinin de bunu gerektirdiğini [290] açıklar. Bu durumda, Hz. Ömer'in uygulaması, bir örnektir, uygulamadaki miktar vb. yönünden bağlayıcılık yanı olmaz, bütün bunlar zaman ve zemin şartlarına göre değişir. Onlardan alınan vergi, yine kendilerine özel bir kuruluşla harcanır. Çağdaş İslâm hukukçularından Abdulkerim Zeydan [291] ve Muhammed Ebu Zehra [292] da gayrimüslimlere böyle bir verginin yüklenebileceğini savunmaktadırlar. Zekât, İslâmî bir ibadettir. İslâm, hiçbir gayri müslimi, İslâm inançlarını benimsemeye ve herhangi bir İslâmî ibadeti yapmaya zorlamayan bir dindir. [293] Ama İslâm devletinde azınlık olarak gayr-i müslim vatandaşların bulunması, bu devletin hiçbir şekilde, İslâm hukukundan ve yönteminden uzaklaşmasını, onun yerine İslâm'a aykırı düşen laik veya dinsiz bir çözümü benimseyip önemli ve sembol bir ibadeti ihmal etmesini haklı kılmaz. Aksi bir davranış, müslüman çoğunluğun din ve onun sosyal ve ekonomik temellerinde kusurlu davrandığı ve devletin azınlığın hakkını çoğunluğunkine üstün tuttuğu, azınlığın çoğunluğa egemen olduğu anlamına gelir. Her iki sonuç da, din, medeniyet ve millet çıkarları açısından kabul edilebilir nitelikte değildir. Zekât, hem bir ibadettir, hem de bir malî mükellefiyettir. Bir ibadet oluşu yüzünden İslâm zekâtı sadece müslümanlara farz kılmış, gayri müslim vatandaşlara farz kılmamıştır. Burada, bir ibadet oluşu, bir malî mükellefiyet oluşuna üstün tutulmuştur. İnanç ve ibadet hürriyeti dikkate alınarak gayri müslimlere farz kıhnmadığma göre, İslâm devletinin zekâtı müslümanlara farz kılmaktan ve onlar için uygulanacak sosyal güvenlik kanunu yapmaktan kaçınması da inanç ve ibadet hürriyetiyle uygunluk göstermez. Bununla birlikte, İslâmî bir ibadet oluşundan dolayı İslâm toplumundaki gayri müslimler zekât mükellefiyetinden muaf tutulmuşlarsa da, bunun yerine kadın, çocuk, yoksul ve âcizlerin muaf olduğu cizye vergisi konulmuştur. Bu vergi sayesinde, tslâm toplumunda koruma, güvenlik ve pekçok başka hizmetlerden art rlanmışlardır. Cizye, gayr-i müslimlerin savunma ve savaş, daha doğrusu askerlik görevinden muaf tutulması dolayısıyla konulmuştur. Oysa günümüzde durum değişmiştir ve İslâm ülkelerindeki gayr-i müsîim vatandaşlar, müslümanlar gibi silahlı kuvvetlerde hizmet etmektedirler. Bu yüzden, İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşları kendi rızalarıyla zekât kurumuna müslüman vatandaşların ödediği zekâta karşılık olacak bir meblağı ödemeyi kabul etmesi mümkündür. Böyle bir düşüncenin kabulü, aynı kurumun gayri müslim vatandaşları için de benzer özellik ve yararı sağlayıcı nitelikte olmasını gerektirir. İşte bu düşünceden hareketle, çağdaş bazı hukukî düzenlemelerde de bu konuya yer verilmiştir. Mısır'da Muhammed Ebu Zehra başkanlığında 1948'de hazırlanan zekât kanun tasarısı (m. 8), hem müslüman, hem de gayr-i müslim vatandaşların zekât mükellefi oldukları yolunda bir kural koymuştur. Bu kanunun gerekçesinde, Hz. Ömer'in Benî Tagleb Araplarına yaptığı uygulama, dayanak olarak gösterilmiştir. Ancak ÜM ile Zahirî Mezhebine mensup İbn Hazm, gayr-i müslim vatandaşlardan zekât alınmasını hiçbir şekilde tasvip etmez. [294] Bu yüzden, gayr-i müslimlerden zekât alınması düşüncesi için fıkhı bir zorluk da sözkonusudur. Ayrıca, gayr-i müslim vatandaşlar da, zekât mükellefi olma yolunu seçmeyebilir ve buna razı olmayabilirler. Bu durumda, zekât, sadece müslümanlara özgü bir mükellefiyet olarak kalır. Bunun sonucunda, aynı amaçla, müslümanların zekâtı ile benzer özellik ve yapıda, sadece gayr-i müslimlere hizmet veren ayrı bir fon oluşturulabilir. Nitekim, Mısır Halk Meclisi'nde 1984'te hazırlanan kanun tasarısından (m. 3) sonra, eşitlik ve sosyal güvenliği sağlama gayesiyle mükelleftik, mevzu, matrah ve tarife açılarından zekâtla ilgili hükümlerin aynen geçerli kılındığı bir tasan daha hazırlanmıştır. Yalnız, bu kanunda tahsil edilen verginin, maliyenin genel gelirlerinden mi, yoksa zekât gelirinden mi olacağı açık bir şekilde belirtilmemiştir. Sudan Demokratik Cumhuriyeti'nde 1984'te yapılan Zekât ve Vergiler Kanunu da gayr-i muslini vatandaşlara “sosyal dayanışma vergisi” yüklemiştir. 1986'daki yeni kanun ise buna yer vermemiştir. Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 91) hem 1948, hem de 1983-1984 tarihli kanun tasarılarını birleştiren bir yol izlemiş ve duruma göre uygulanacak şeklin seçilmesini düzenlemiştir. Kanaatimizce, müslümanların çoğunlukta olmasa da, nüfusun yarısına yakın bir topluluk oluşturduğu ülkelerde de zekât konusu, müslümanların ve hatta diğer vatandaşların hayrına olacağı umuluyorsa, iyi ilişkiler çerçevesinde geliştirilecek mevzuat içerisinde yer alabilir. Böyle bir düzenleme yapılamadığı takdirde, müslümanlar kendi aralarında organizasyona girerek ya da son çare olarak bizzat kendileri zekâtlarını ilgili yerlere öderler. Herhangi bir gayr-i müslim ülkede yoğun ya da yaygın olarak bulunan müslümanlar da, bu son duruma göre hareket edebilirler; en azından İslâm'ı tanıtıcı yayın yapma yolunda zekâtlarını birleştirip harcayabilirler. Mürteci: [295] 1) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, zekâtla mükellef olduktan sonra mal sahibi dinden çıkarsa, zekât mükellefliği düşer. Çünkü mürted, herhangi bir ibadetle yükümlü ve muhatab değildir. Ona farz olan, yeniden iman ederek en büyük gerçeğe dönmektir. Bu sebeple, yeniden müslüman olduğu takdirde, -tıpkı aslî kâfir için olduğu gibi- eski zekât borcunu ödemesi gerekmez. 2) Şafiî Mezhebine göre, müslümanken zekât farzdır. Bu sebeple yeniden müslüman olan mürtede, mürtedlik zamanı içinde gerekli şartları taşıdığı takdirde zekât ödemesi farz olur, ödemeyi müslüman olunca yapmak zorundadır. 3) Maliki Mezhebine göre, müslüman olmak zekâtın farz olmasının değil, sahih olmasının şartıdır. Bu sebeple, mürtedken kendisine farz olan zekât, müslüman olunca düşer 2- Rüşd: Akil: [296] a) Hanefî Mezhebine göre, zekâtın farz olma şartlarından biri de, mükellefin akıllı olmasıdır. Delilerin zekât mükellefiyeti, şu ayrıntıya tâbidir: 1) Sürekli Delilik: Deliliği buluğa ermesinden itibaren devamlı olanlar, zekâtla mükellef olmaz. Böyle biri iyileştiği takdirde, heavelan-ı havi hesabı, -tıpkı buluğa erenler gibi- bu tarihten itibaren başlar. Bu gibilere namaz ve oruç da farz değildir. 2) Geçici Delilik: Deliliği sürekli olmayanların bu durumu tam bir yıl sürerse hüküm yine önceki gibidir. Çünkü zekâttaki yıl, oruçtaki ay gibidir. Bu, aynı zamanda, namaz ve haccın farz olmasına da engeldir. Tam bir yıl sürmeyip zaman zaman ortaya çıkan aklî denge bozukluğunda kişi, Muhammed eş-Şeybanî ve İbn Sema'a'nın naklinde Ebu Yusuf’a göre, -bir an iyileşse- mükellef olurken, diğer nakilde Ebu Yusuf’a göre yılın çoğunluğunun düzgün geçmesi gerekir. Bir iyileşip, bir dengesi bozulanlar -uyuyan ve bayılanlar gibi- sağlam kabul edilir. b) İbn Hanbel'e göre altın, gümüş ve hayvanlarda delilere zekât düşmez, ziraî ürünler için ise zekât ödemeleri gerekir. Ondan nakledilen fetvaya göre ise, deliler bütün mallarda zekât mükellefidir. c) el-Hasenu'1-Basrî ve İbn Şübrüme'ye göre, delilerin yalnızca altın ve gümüşlerinden -nakitlerinden- zekât ödemek gerekmez. Buluğ: [297] Şarttır: Bütün Mallar İçin Şarttır: Nehaî, Şa'bî, Sa'id b. Cübeyr, Şureyh ve Ebu Ca'fer el-Bakır, baliğ olmayanların malına zekâtın asla farz olmayacağını savunur. Kâsânî, Hz. Ali ve İbn Abbas'ın da bu görüşte olduklarını nakleder; ancak İbn Rüşd, Hz. Ali'nin tam tersi görüşte olduğunu belirtir. Belli Mallar İçin Şarttır: a) Ebu Hanife'ye göre, çocukların sadece ziraî ürünleri zekâta tâbidir; Hanefî Mezhebinin tercih edilen görüşü de budur. Zeyd b. Ali, Ca'fer es-Sadık ve en-Nâsır da bu görüşe katılmaktadır. Hanefî Mezhebi görüşüne gerekçe olarak, zekâtın ibadet olmasını esas alır. Çocuklar, ibadetle muhatab olmadıkları gibi, ibadetler niyete muhtaç olduklarından deli ve çocuklar bu niyeti yapamazlar. Ayrıca, bunların menfaatlerinin korunması gerekir. Onların mallarına düşen, sadece kul haklarından olan borç ve nafakaların ödenmesidir. b) el-Hasenu'1-Basrî ve İbn Şübrüme'ye göre, çocukların parası değil, sadece ziraat ürünleri ve hayvanlar vb. para dışındaki malları zekâta tâbidir. c) Mücahid ile maliki hukukçu el-Lahmî'ye göre, çocukların sadece -ticaret vb. yoluyla- arttınlan malları zekâta tâbidir. el-Lahmî, çocuğun malını çoğaltmaktan âciz olduğunu gerekçe gösterir. Ona göre, bu durum sahibini bir malı gömüp sonra bulmasına, sahibi ancak bir veya birkaç yıl sonra bilinebilen miras malına benzer. İbn Beşir, bu gerekçeyi kabul etmez ve acizliğin mal veya mükellef değil, mülkiyet açısından olduğunu, malını çoğaltmaktan âciz mükelleflerden zekâtın düşmediğinde ihtilaf olmadığını belirtir. İbnu'l-Hacib de, el-Lahmi’nin görüşünü zayıf bulmaktadır. Şart Değildir: Cumhur'a (ÜM, Atâ, Cabir b. Zeyd, Tavus, Zuhrî, Rebi'a, Sevrî, İshak b. Raheveyh, el-Hasen b. Salih, İbn Ebi Leyla, İbn Uyeyne, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Şi'a'dan el-Hadi ve el-Mueyyid Billah; sahabeden Hz. Ömer, İbn Ömer, Hz. Âişe ve Cabir b. Abdillah'a) göre, herhangi bir mal ayırımı yapılmaksızın, buluğa ermeyenlerin bütün malları zekâta tâbidir. Çocuğun zekât ödemesi gerektiğini savunanlara göre, zekât, fakir fukaranın hakkıdır. Ayrıca, ictimaî-malî yanıyla da zekât, diğer ibadetlerden ayrı bir özellik taşır. Malî ibadetlerde temsil caizdir, velileri onların namına zekât öderler. Evzâi'ye göre, çocuk bulûğa erince, deli iyileşince, geçmiş yılların zekâtını öder. Böylece, çocuğun zekât mükellefi olmasına, birinci gruptakiler ibadet, ikinci gruptakiler malî mükelleflik (yani vergi) açısından bakmaktadırlar. Reşid olmayanların mallarının zekâta tâbi olmasıyla ilgili olarak, şu ince noktayı gözden kaçırmamak gerekir: Namaz, beden ve akıl sıhhatiyle bizzat yapılması gereken bir ibadettir. Zekât, bu açıdan, değişik bir durum arzeder. Namaz, tamamen ferdin içyapısıyla alâkalıdır. Zekât ise, cemiyetin malî yapısıyla ilgilidir. Namazda kul hakkı sözkonusu değildir. Zekâtta ise, böyle bir hak sözkonusu olmaktadır. Namazda vekâlet ve velayetin tesiri yoktur. Oysa zekâtta olabilir. İşte bu değişik durumlar, bizi, deli ile çocuğun malından zekât ödemesi lazım geldiğini benimseyenlerin görüşünü kabul etmeye zorlar. Çünkü zekât, fakirlerin ve diğer sarfedileceklerin hakkı olan malî bir ibadettir. Zekât, malî bir ibadet olduğundan, velilerce gereken yerlere ödendiği takdirde, fert ve toplumda icra edeceği tesir, meydana getireceği fayda, akıllı ve baliğ insanların ödedikleri zekâttan asla değişik değildir. Delinin malından yapılan yardım ile akıllının malından yapılan yardım netice itibarıyla aynıdır. Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî’ye Yunus Vehbi Yavuz'a göre, deli ve çocukların mallarını da zekâta tâbi tutmak gerektiğini savunan görüş tercih edilmelidir. Çünkü deli ve çocukların zekâttan muaf tutulması, ne kendileri, ne de toplum için bir fayda sağlamadığı gibi, malın bazı ellerde stok edilmesine yol açar, zekâtın ödenme hikmetine aykırı düşer. Miras veya hibe yoluyla bunların çok miktarda mala sahip olduklarını, mallarının stok edildiğini, bunun yanında fakir fukaranın ihtiyaç içinde kıvrandığını düşünürsek, onların mallarından da zekât alınması gerektiğini söylemek daha uygun düşecektir. [298] M. A. Mannan'a göre, reşid olmayanların serveti, onu en iyi bir biçimde değerlendirebilecek bir veli veya vasinin gözetiminde olması halinde, küçük ve deliler de mükellef olmalıdır; dikkatsizlik sebebiyle servetin yitirilmesi sözkonusu ise, mükelleflik dışında tutulmalıdırlar. [299] Modern vergilendirme prensipleri karşısında da, deli ve çocukların zekât mükellefi olacağını savunan görüş doğru ve yerindedir. “Gelir vergisinde gerçek kişi bakımından medeni ehliyet veya yaşın bir etkisi yoktur. Vergi Usul Kanununa göre mükellefiyet ve vergi sorumluluğu için kanuni ehliyet şart değildir (m. 9). Şu halde, Medeni Kanuna göre, kısıtlı veya gayri mümeyyiz sayılan kişiler, her ne şekilde olursa olsun, kendi lehlerine doğan gelirlerden vergiye tabidirler. Ancak, beyanname vermek veya 1 vergiyi zamanında ödemek gibi vergilendirme ile ilgili ödevler, bunların kanuni temsilcisi tarafından yerine getirilir.” [300] 3- Hürriyet: [301] a) İçlerinde İbn Ömer, Cabir, Malik ve İbn Hanbel ile Ebu Ubeyd'in bulunduğu Cumhur'a göre, kölenin malları ve gelirleri dolayısıyla hem köleye, hem de efendisine zekât farz değildir. b) Atâ b. Ebi Rebah, Ebu Sevr ve Zahiri Mezhebine göre, kölelerin de zekât ödemesi farzdır. Ahmed b. Hanbel ve İbn Rüşd, bu görüşün İbn Ömer'den de nakledildiğini belirtir. İbnu'l-Munzir ile İbn Rüşd, Ebu Sevr'in bu görüşünün, mükateb köle için olduğunu belirtirler. [302] Bunlar, tespit edilmiş bir bedel karşılığında, efendilerinden azat imtiyazı almış ve hürriyetlerinin bu bedelini ödemeli üzere ticarete atılmış kölelerdir. Bu yüzden, kazançlarının (mülklerinin) tamamıyla kendilerine ait olduğu söylenemez. c) Ebu Hanife, Sevrî ve eş-Şâfi'î'ye göre, kölelerin zekâtını ödemek efendisine aittir. Çünkü bunların kazançları efendilerinindir. Hür olmayan kimselere zekâtın farz olmamasının sebebi, malî tasarruf hakkına sahip olmamaktır. Zira zekât, tarifi gereği, mülkiyetle ilgilidir. Zekât verenin, zekât alana bir mülkiyet devretmesi sözkonusudur. Bir köle, mülk sahibi olamayacağından, zekât ödemesi düşünülemez. Ayrıca, köleler kendileri mülktürler. Kölenin malına zekât düşmez görüşünde olanların çoğunluğu, mükatep köle için de aynı hükmün geçerli olduğunu düşünürler. [303] “Hz. Peygamber, İslâm'a girenleri, kadın-erkek, hür-köle, [304] büyük-küçük [305] ayırmaksızın zekât ödemeye davet ediyor ve onları devlet lehine vergi şeklinde malî bîr mükellefiyet altına sokuyordu.” Hür olmayanlara, mülkiyetsizliği esas kabul etmiş yönetimlerin vatandaşlığında bulunan müslümanları da örnek verebiliriz. M. A. Mannan, günümüzde kölelik kalktığından, hapse girenlerin, hür olmayanlar kategorisine sokulabileceğini ve böylelikle onların masum ev halkının zekât gelirinden pay alabileceğini belirtir. [306] Kanaatimizce bu konu, hapse giren mükellefin zekât mükellefliği ve zekât alabilme şartlarına göre düşünülmelidir. 4- Zekâtın Farz Olduğunu Bilmek: [307] Hanefî Mezhebine göre, zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de, farz olduğunu bilme sebep ve imkânının bulunmasıdır, ancak hanefî hukukçu Züfer'e göre böyle bir şart aranmaz. Bu açıklama ışığında, bir harbî, daru'l-harpte müslüman olup, İslâm ülkesine göç etmeden orada şartlarını taşıdığı halde zekâtın farz olduğunu bilmeksizin durursa, -yıllarca bu durum sürse bile- Hanefî Mezhebine göre, İslâm ülkesine gelince zekât ödemekle mükellef olmaz, bununla birlikte kendisiyle Allah arasındaki bir ibadet olarak zekâtlarını ödemesi tavsiye edilir; Züfer'e göre, bu kişi, zekâtını ödemek zorundadır. Fakat daru'l-harpte müslüman biri zekât ibadetinin niteliğini ve özelliklerini ona haber verince, artık ittifakla zekât ödemesi gerekir. 5- Borçlu Olmamak: Esasen zekât mevzuu malla ilgili “Tam Mülkiyet” [308] ve “Temel İhtiyaç Fazlası Olma” (zekât indirimi) [309] şartları, kişinin borçlu olmamasını da bir ölçüde içine alır. [310] Borcun, zekât matrahından düşülüp düşülmeyeceği konusunda iki görüş vardır: Borç Matrahtan Düşülür: Matrahtan Düşülen Borç Türleri: Borcun matrahtan düşüleceği görüşünde olanlar, borç türlerini dikkate alarak görüş açıklamaktadırlar [282] Taha: 20/73; Mearic: 70/24, 25; Rum: 30/38. [283] Tuğ, age, s. 50-51, 51-52. [284] Debusî, Esrar, c. I, v. 116-b; Kâsânî, BS, c. II, s. 4; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 99; Tahâvî, Muhtasar, s. 45. [285] Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, s. 150-161. [286] Tuğ, age' s 52-53, Ayrıca bkz. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kardavi, FZ, c. I, s. 99-102. [287] İbn Rüşd, BM, c. I, a. 226. [288] Abdullah, Zekât, s. 61, 85, 86, 154-157, 202, 203, 210, 219, 221, 259. [289] Kardavî, FZ, c. I, s. 99-102. [290] Bakara: 2/43, 83; Nisa; 4/77; el-Maide: 5/12; Meryem: 19/13; Beyyine: 98/5. [291] Zeydan, A., Ahkamu'z-Zimmiyyin ve'l-Muste'minin, s. 149. [292] Ebu Zehre-Şekerci, Zekât. Hukuku, s. 84-85. [293] Bakara: 2/256; Yunus: 10/99 [294] İbn Hazm, Muhallâ, c. VI, s. 111. [295] Cezîrî, Fame, c. I, s. 591; İbn Kudame, Mugni, c. III, s. 50; Kâsânî, BS, c. II, s. 53, 65; Sıddıki, İslâm Devletinde Mail Yapı, s. 53. [296] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 167, no: 630; Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; Debusî, Esrar, c. I, v. 118-a; Kâsânî, BS, c. II, s. 5-6; Mavsılî, İhtiyar, c. 1, s. 99; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 163; Şeybânî, Asl, c. II, s. 61; Tahâvî, Muhtasar, s. 45. [297] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 158-160, no: 591-597; Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; Debusî, Esrar, c. I, v. 116-a ve 126; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 172-173; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225; Kardavî, FZ, c I, s. 105-119; Kâsânî, BS, e. II, s. 4; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 99; Sorahsî, Mebsut, c. II, s. 162; Şafiî, Umm, c. II, s. 27-28; Tahâvî, Muhtasar, s. 49. [298] İAK, m. 4. Ebu Zehra, Ulâm'da Sosyal Dayanışma, s. 173; Kardavî, FZ, c. I, s. 119; Yavuz, İZM, s. 446-447.. [299] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 396. [300] Erginay, Vergi Hukuku, s. 142. [301] Ahmed b. Hanbel, Mesûil, s. 161, no: 603; Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kâsânî, BS, c. II, s. 6; Mavsılî, İhtiyar, c, I, s. 99; Serahsi, age, c. II, s. 164; Şeybanî, Asl, c. II, s. 11-12; Tahâvî, Muhtasar, s. 32; Yavuz, İZM, s. 447. [302] İbn Rüşd, BM. c. I, s. 226; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 32. [303] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 266; Kâsânî, US, c. II, s. 6; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 99. Bugün uygulamadan kalkmış çeşitli örnekler İçin bkz. Kâsânî, BS, c. II, s. 6. [304] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. V, No: 3577; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 53. [305] Ebu Ubeyd, el-Emval, No: 12C0; Yahya b. Adem, Harac, No: 210; Ebu Davud: Zekât, 4; Tuğ, age, s. 53. [306] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 397. [307] Kâsânî, BS, c. II, s. 4; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 181; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 41, 52-53. [308] Bkz. aşağıda 25.1. [309] Bkz. aşağıda 25.3. [310] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225. |