๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mükafat ve Ceza => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 06 Kasım 2010, 02:01:40



Konu Başlığı: Batı Eğitim Sisteminde Disiplin, Mükâfat ve Ceza
Gönderen: Ekvan üzerinde 06 Kasım 2010, 02:01:40

 
B. Batı Eğitim Sisteminde Disiplin, Mükâfat ve Ceza

Günümüz Batı eğitim sisteminde, genellikle demokratik anlayış şemsiyesi altında, baskı ve cezalandırma yerine, çalış­mayı motive eden ölçülü bir disiplin anlayışının hakim olduğu söylenebilir. Ancak Batının bu günlere, birçok evrimden geçe­rek ulaştığı da gözden uzak tutulmamalıdır. Özellikle filozof ve eğitimcilerin zaman zaman eğitimde devrim yaparak yeni bir çığır açan görüşleri, Batı eğitim sistemindeki evrimi gerçekleşti­ren en önemli dinamiklerdir. Bu dinamiklerin tesbiti amacıyla, Batı eğitim sisteminin,Orta Çağ öncesi ve sonrasındaki durumunu ve bu süreç içinde yaşayan filozof ve eğitimcilerin görüş­lerini belirleyici bilgiler aynı görüşü paylaşanlar arasında krono­lojik sıra gözetilerek verilecektir.

 
1. Ceza Anlayışına  Karşı  Olanlar
 

Eğitimde dayak anlayışına ilk olarak Romalı pedagog M. Fabius Quintilianus'un (M.S.35-96) karşı çıktığı söylenmek­tedir. O, eğitim-öğretimde bedenî cezalar verilmesine karşı çı­karak, çocukları hiçbir zaman dövmemeyi, dayağın çocuğu yüzsüz ve korkak yapacağını, uyarı ve azarlama ile uslanmayan çocuğun esirler gibi dayağa da alışabileceğini savunarak dayak cezasına başvurmayı öğretmenlerin kayıtsızlığına bağlamaktay­dı. Quintilianus, disiplin metodu olarak çocukları birşeylerle meşgul etmek ve bu meşguliyetleri esnasında onları devamlı denetim altında tutmak yolunu tavsiye etmekteydi. [64] Antik Ro­ma eğitimcilerinden C. Plutarch (M.S.46-125) da çocuklara yararlı bilimlerin öğretilmesini, dayak ve kötü sözler yoluyla de­ğil, iyi tasarımlar ve iyi öğütler aracılığıyla gerçekleştirmenin doğru olduğuna inanmaktaydı. [65]

M.S. 500'lere kadar uzanan zaman dilimi içinde "Antik Çağın" Hristiyanlaştırılmasıyla, Antik kültüre ve bu kültürün eğitim unsurlarına karşı Hristiyanlık belirli bir cephe almaya başladı. Bu arada, Antik eğitimin, Hristiyanlık ilkelerine uygun düşecek tarzda değiştirilmesi için çaba sarfedildi. Ancak Hristi­yanlık kültürü, din olarak müesseseleştiği andan itibaren insa­na aslında hiç değer vermemiş, onu geri plâna itmiştir. Hatta "ilk günah"[66] teorisi yoluyla insanı günahkâr bir varlık haline düşürmüştür. [67] İşte bu devrede Antik kültür ile Hristiyanlık ara­sındaki ilk önemli sentezi yapan Aurelius Agustinus (354-430), o devrin okullarında verilen cezaları   hatırlayarak, "tekrar çocuk olması teklif edilse, herkesin dehşetten irkileceğini ve ölümü tercih edeceğini" ifade etmektedir.[68]

M.S. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılma­sıyla birlikte başlayan ve 1500'lere kadar varan zaman dilimi, Orta Çağ olarak adlandırılmaktadır.[69] Orta Çağ'ın düşünce sis­temi gibi eğitimi de "skolastik" [70] kavramı ile karakterize edilir. Bu yönüyle Orta Çağ, kendinden önceki ve sonraki devirler­den tamamiyle ayrılmaktadır. Eğitim tarihçisi Kansu, skolastik devrin özelliklerini şu ifadeleriyle açıklamaktadır:

"Skolastik devrin taallüm, tefekkür ve talim tarzı, mütema­di kitaplara, üstadlara, otoritelere dayanmak ve onların bulduk­ları-hakikatler dairesinde mahsur ve mevkuf kalmaktır. (...) Skolastiğin ilim cephesi bu kadar dar olduğu gibi, inzibatı da pek sertti, itaati temin etmek için, işkencelerin bütün şekilleri­ne müracaat olunurdu. Aç tutmak, hapsetmek, değnekle döv­mek, kamçılamak., hepsi vardı."[71]

"Antik kültürün yeniden doğuşu ya da yenileştirilmesi"[72] olarak kabul edilen Rönesans, daha Orta Çağ'ın içinde ve özellikle son iki yüzyılında (1300-1500) oluşmaya başlamıştı. Özellikle XIII ve XIV. yüzyıllarda kurulan önemli üniversitelerin bu konuda büyük rolü vardı. [73] Bu süreç içinde Rönesansla bir­likte gelişen hümanizm akımı,[74] Orta Çağ'ın pedagojik anlayışına radikal bir şekilde karşı çıkarak Yunan ve Roma felsefeleri ve eserlerinden faydalanarak, insan tabiatına uygun bir peda­goji anlayışını savunmaktaydı. [75] Hümanistler, eğitimin merke­zinde tanrı ya da kilise doğmaları yerine "insanı" kabul etmek­teydiler. Böylece Rönesansın ferdiyetçiliği eğitim alanında da yankısını bulmuştu. Buna göre, Orta Çağ'ın geleneksel otori­ter eğitim stili yerine, ferdiyetçilikten güç alan yeni bir liberal eğitim üslubu geçmişti. Bunu, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde ve özellikle "dayakla eğitim" anlayışına karşı takınılan tavırda açık­ça görmek kabil idi. [76]

Rönesans akımının ilk olarak çıktığı yer olan İtalya'da XV ve XVI. yüzyıllarda hümanist pedagogların varlığı bilinmektey­di. Ancak bu pedagoglar genellikle prens ve aristokratların eği­timiyle ilgilendikleri için, onların hümanist eğitim teorileri yal­nızca seçkin zümrelere yönelmiş ve halka ulaşamamıştı. Ne var ki, İtalyan hümanizminin en geniş sistematik eserini, "Çocukla­rın Eğitimi Üzerine" adıyla, yine İtalyan pedagog Maffeo Vegio (1406-1458) yazmıştı. İnsanın doğuştan ne "mutlak iyi" ve ne de "mutlak kötü" olduğunu, ancak her iki unsuru da içinde taşıdığını ifade eden Vegio, bu görüşüyle Hristiyanlıktaki klasik "aslî günah" ve "insanın kötü oluşu" fikirlerine karşı çıkmıştır. Öte yandan dayağın aleyhinde bulunmuş ve eğitim öğre­timde anne babaların örnek olmaları gerektiğini savunmuştu. [77]

XV. yüzyılda çok sayıda Alman öğrencinin, öğrenim gör­mek üzere İtalyan üniversitelerine gitmeleriyle, hümanizm Al­manya'ya da taşınmış oldu. Avrupa hümanizmi pedagoji ala­nında Quintilianus'a bağlılığıyla bilinen Hollandalı Desiderus Erasmus (1467-1536) ile en yüksek noktasına ulaştı. [78]

Erasmus, öğretimin özel hocalar yoluyla değil, bir kamu kuruluşu olan okulda herkes için ortak olarak yapılmasını iste­mekteydi. Diğer hümanistler gibi, o da bedenî cezalar verilme­sine karşıydı. Gençliğinde yakından tanıdığı Orta Çağ tarzı eğitim-öğretimi reddederek, okulu bir "dayakhane" durumuna dü­şüren, içinde sopa şakırtıları, ağlayış ve hıçkırık sesleri, tehdit ve azarlamalardan başka birşey duyulmayan bu eğitim tarzına karşıydı. Hatta, "bir yığın kötek, tehdit ve hakaretlerle, öğren­cilerin kafasına alfabeyi sokmak için 3-4 yıl uğraşan öğretmen­lerden" bahsederek şöyle demişti: "Çocuklarla müzakere ederken aman ne müthiş patırtı yapar, ne kadar çok dayak atarlar!.. Bunlar gençliğin eğitimcileri değil, birer cellat ve kasaptır."[79]

Rönesans, hümanizm ve reform akımlarına sahne olan XIV-XV. yüzyıllardan sonra XVII. yüzyıl tarihe "Metod Çağı" olarak geçmiştir. Bu yüzyılın reformcu eğitimcilerinden biri olan [80] Wolfgang Ratke (1571-1635) kendi didaktik ilkeleri­ni belirlerken, çocuklarda öğrenme isteğini artırmak için, eski­den beri uygulanagelen geleneksel "bedenî ceza'ların kaldırıl­ması gerektiğini ifade etmekteydi. Almanya'daki reform hare­ketlerine de öncülük eden Ratke, baskı ve zorlama ile hiçbir şey yaptırılmaması kanaatindeydi. Çünkü çocukları okutmak için dövmek ona göre doğru bir davranış değildi. [81]

XVII. yüzyılın önemli pedagoglarından J. Amos Comenius (1592-1670) da öğretimin sert ve sıkıcı olmaması gerek­tiğini savunmaktaydı. Comenius'a göre, dayak cezası okullar­dan kalkmalıdır.Çocuklar baskı altında bulunmadan en kolay bir tarzda, adeta kendiliğinden ilerlemeye götürülmelidir

Bununla birlikte çocuk, dayağa başvurmamak şartıyla sık sık denetlenmelidir. Comenius, okulda bütün öğretmenlerin güleryüzlü ve yumuşak olmalarının gereğine de inanmaktaydı. [82]

Metod Çağı'nın bir başka filozofu olan François Fenelon (1651-1715) eğitim üslubu olarak otoriter bir eğitim tarzını değil, ılımlı bir eğitimi öngörmekteydi. Ona göre, çocuğa emirler vermekten kaçınılmalıdır. Fenelon, bir okulda disiplin ve intizamın sağlanabilmesi için öncelikle öğretmenin, öğrenci­sinin sevgi ve saygısını kazanması gerektiğini ifade etmekteydi. Cezalar ve tehdit yerine, öğrencinin onur duygularına başvu­rulmalıdır. Bunun için onlardan iyi hareket edeceklerine dair sözler alınmalı ve okulun bütün disiplin ve intizamı bu sözler üzerine dayandırılmalıdır. [83]

XVII. ve XVIII.yüzyıllarda hakim cereyanlardan biri olan "Aydınlanma Akımı'nın ana kaynaklarından birisi İngiliz Ampirist Felsefesi ve İngiliz ahlâk filozoflarıdır. İngiliz aydınlanma devrinin eğitim alanındaki en büyük temsilcisi ise John Locke (1632-1704) dur.[84]

Locke, eğitimin etkinlik derecesine büyük bir iyimserlikle bakmaktaydı. Ona göre, "on insandan dokuzunun, iyi yada kötü, faydalı ya da faydasız ...vs. oluşu, onların aldıkları eğiti­min bir sonucudur." [85]

Pedagoji alanında önemli görüşleri olan ve Rousseau'yu da etkileyen Locke, çocuklara bedenî cezalar verilmesinin ke­sinlikle karşısındaydı."Dayak ve kamçı pek bayağı bir disip­lin vasıtasıdır. Karakteri de bayağı yapar" demekteydi. [86]

Dayakla eğitime karşı olan Locke'a göre aşırı sertlik, çocu­ğun hür olan tabiatını yıkar. Köleci bir disiplin anlayışı da onda kölelik ruhu meydana getirir. Çocuklara sert muamele edilme­sini tavsiye etmek bir yana, eğitimde sert cezaların pek az fay­da sağlayacağı, buna karşılık çok kötü sonuçlar vereceği kanısında olan Locke, bu arada çocuk ruhunu da anlamak gerekti­ğine dikkat çekerek, şöyle demekteydi: "Kabul etmek lazım­dır ki, her çeşit karaktere sahip çocuklarla karşılaşmak mümkündür; bazıları ile başka türlü başa çıkılamaz." Bu sözleriyle Locke, bazen cezaya da başvurulabileceğini ifade et­mişti. Ancak o, bu gibi durumlarda öncelikle çocuğu utandıra­rak cezalandırma ve dayağa pek nadir başvurma taraftarıydı. Dayak cezasının da eğitimciler değil, hizmetçiler tarafından uy­gulanmasının daha doğru olacağı kanaatindeydi. [87]

Locke, çocuğun yetişmesinde menfaat, korku veya cezanın bir eğitim unsuru olarak kullanılmamasını ve çocuğun yalnızca onur kaygısıyla hareket etmesini istemekteydi. Ona göre baş­langıçta çocuklardan mutlak bir itaat istemek iyidir; fakat müm­kün olduğu kadar ona büyük insan gibi muamele etmeli ve emirlerin yerine de nasihatler ve tartışmalar koymalıdır. Okul­larda dayağın tek disiplin vasıtası olduğu bir devirde dayağa kar­şı çıkan Locke, disiplinin ve iyi ders vermenin sırrını, eğitimde ciddiyet ile şefkati birleştirerek kullanmakta görmekteydi. [88]

Aydınlanma akımının Fransa'daki etkisi "Ansiklopediciler" olarak bilinen filozof-eğitimcilerde görüldü. Ansiklopedicilerin lideri durumundaki Deniş Diderot (1713-1784)da, eğitimde bedenî cezaların tamamen yasaklanmasını istemekteydi. [89]

Aydınlanma Çağının en önemli ismi şüphesiz Jean Jacques Rousseau [90] idi (1712-1778). "Emile" adlı eseri pedagoji tarihinin önemli kaynaklarından biri olup,Rousseau'nun eğitimle ilgili görüşleri bu eserde bulunmaktaydı. Onun, daha ese­rinin başında, "Herşey aslında iyi olarak doğar, sonra insan­ların elinde bozulur. İnsan kalbinde, doğuştan gelen hiçbir ahlâksızlık yoktur" [91] şeklindeki görüşleri, oldukça dikkat çek­mişti. O güne kadar, "aslî günah" anlayışıyla insanın kötü ve tabiatının da bozuk olduğunu kabul eden Hristiyan anlayışına bu kez de Rousseau radikal bir bakış açısıyla karşı çıkmıştı.

Rousseau'nun eğitim yöntemleri ve disiplin anlayışında aşı­rı denecek derecede bir özgürlük vardı. Çünkü O, Emile'in, ta­biatın kucağında ve tam bir hürriyet içinde yetiştirilmesini iste­mekteydi. Bedenî cezaya karşıydı. Eğer mutlaka bir ceza veri­lecekse bu ancak "tabii ceza" [92] olmalıydı.[93] O ağlayan bir çocu­ğun teskin edilerek şımartılmasına veya tehdit edilip dövülmesi­ne de karşıydı. Ona göre, çocuk ne emir vermeli, ne de emir almalıdır. Eğitimdeki geleneksel baskı metodunun terkedilmesini ve baskının bir eğitim vasıtası olarak kullanılmamasını öngö­ren Rousseau, çocukların baskı yoluyla değil, yalnızca açıkla­malar yoluyla yönetilmeleri gerektiğini savunmaktaydı. [94]

Aydınlanma akımı, Almanya'daki yankısını Philantrop akı­mında bulmuştu. Aydınlanma akımının faydacılık ilkesi, en açık ifadesine Philantroplar ile kavuştu. Bunlar belirli dinî görüşleri aşan bir "tabiî din" görüşünü esas almaktaydılar. Hareket nok­taları, insanları ayırıcı özellikler değil, daha çok birleştirici "ge­nel nitelikler" idi. Bu nedenle, kendilerini "Philantroplar" (insan dostları) olarak adlandırmaktaydılar. [95]

Bu akımın Almanya'da ortaya çıkmasından önce okulların durumuna bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılırdı: Hizmet­çiler, ordudan izin almış askerler, mesleğinde muvaffak olama­mış sanatkarlar, üniversiteyi terkeden öğrenciler... ilkokullarda görev almışlardı. Öğretmenlerin yetersiz oluşu ve okullarda değnek, kamçı ve tokadın bir eğitim aracı olarak kullanılması, eğitimin seviyesini oldukça düşürmüştü. [96]

Böylesine bir sisteme karşı çıkan Philantroplar, bu kez disiplinde kayıtsızlık derecesinde yumuşak davranmışlar ve sopa­yı okula kesinlikle sokmamak görüşünü benimsemişlerdi. Bu akımın kurucusu olan J. Bernard Basedow (1724-1790) bü­yük ölçüde Locke ve Rousseau'nun görüşlerinden etkilenmiş­ti.[97] Nitekim Philantroplar'ın eğitimde yumuşak davranmayı is­temeleri ve tabiî cezaları savunmaları da bunun bir göstergesi­dir. [98]

Philantroplar'a göre insan, tabiatın elinden iyi olarak dün­yaya gelir. Dolayısıyla, çekirdeği iyi olan çocukları makul bir eğitimle iyi hareketlere alıştırmak kolaydır. Bunun için eğitim­de cezaya ve tekdire gerek yoktur. Buna karşı çocukları mükâ­fatlarla sevindirmek mükemmel bir eğitim vasıtasıdır. [99]

1691-1761 yıllarında yaşayan J. Matthias Gesner de Philantroplar gibi, çocukların eğitiminde bedenî cezaların uygu­lanmasına şiddetle karşıydı.Ona göre eğitim, mümkün merte­be yumuşak olmalıdır. Cezaların en iyisi, haysiyet cezası da de­nilen manevî cezalardır. [100]

Pedagoji tarihinde Rousseau yeni bir çığır açmıştı. Ancak onun fikirlerini pratiğe aktaran ve çeşitli pedagojik faaliyetleriy­le uygulama safhasına koyan J. H. Pestalozzi (1746-1827) ol­muştur.[101] Pestalozzi sınırsız bir eğitici, sevgi ve iyilikseverlik duygularıyla dolu bir şahsiyettir. Onun eğitiminin başlıca özel­likleri aile hayatında şefkat ve dinî-manevî değerlere saygı duyulmasıydı. Pestalozzi'ye göre öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişki sevgi ve saygı esasına dayanmalıydı. [102]

Pestalozzi için en önemli nokta, öğretmen ve eğitmenlerin çocuğun ferdiyetine saygı göstermeleri, çocuğun evrimine ka­rışmamaları ve özellikle kendi isteklerine göre çocuğun yete­neklerine başka yön vermemeleridir. Çocuğun özelliklerini tesbit etmeye çalışmak eğiticilerin en eğlenceli işi olmalıdır. [103]

Buraya kadar aktarılan bilgilerden sonra denilebilir ki, hü­manist filozof ve pedagogların karşı çıkmalarına rağmen, XIX.yüzyıla kadar okullarda dayak cezasına sık sık başvurulagelmiştir.XIX. yüzyılda ise, eğitim-öğretim derinden derine değişe­rek, sert olan disiplin, yerini daha yumuşak ve insanî olana terketmiştir. Daha iyi anlaşılan "şahsî haysiyet", çocuğun haysiye­tine de saygı gösterilmesine imkan tanımıştır.

Gelişmiş ülkelerin pek çoğunun eğitimle ilgili kanunlarında bedenî cezalar yasaklanmıştır. Bu ülkelerde çocukları döven ve şiddete başvuran öğretmenler hakkında cezaî müeyyideler ko­nulmuştur. [104]

XIX.yüzyılda da eğitimciler,eğitim-öğretimde disiplin, mükâfat ve ceza konularında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Sözgelimi Paul Lacombe (1833-1919) okuldaki tüm cezala­rın kaldırılması taraftarıydı. Ona göre ceza, öğretmenle öğrenci arasındaki şahsî münasebeti bozmaktadır. Çocuk, belki aile­sinden aldığı cezaları affedebilir. Ancak cezayı hak ettiğini tak­dir etse bile bunun yabancı bir şahıs tarafından verildiğini gör­düğü anda üzülerek isyan eder. Çocuklara ceza vermeyi öğret­mene söyleseler bile öğretmen bu işi kabul etmemelidir. Zira düşünmelidir ki, öğrencilerle öğretmen arasındaki arkadaşlık ve karşılıklı emniyet bozularak, araya soğukluk girecektir.[105]

Kitle psikolojisi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Gustave Le Bon (1841-1931) ise, karakter teşekkülünde okul disiplininin, büyük önemi olduğu kanaatindedir. Ancak ona göre bu disiplin, liselerdeki gibi pek sıkı olmamalıdır. İlk önce dış eğitim emniyet altına alınmalıdır. İç eğitim veya kendi kendini eğitim ondan sonra gelir. En değerli eğitim vasıtaları ise taklit, telkin, sempati ve örnek olmadır.[106]

XIX. yüzyılda gerçekleşen "Çağdaş Eğitim Reformu" akı­mının başlangıcına ve ilk devresine damgasını vuran "Çocuktan Hareket Akımı[107] sayesinde çocuk adeta yeniden keşfedilmişti. Bu akımın temsilcileri "eski okul" adını verdikleri geleneksel okulu, adeta yıkılışa mahkum ettiler. Onlara göre eski okullar birer esaret okulu idi. Reformcuların eski okula karşı yaptıkları diğer bir önemli tenkit de bunların birer ceza müesseseleri olu­şu ve buralarda uygulanan eğitim vasıtalarının da birer ceza va­sıtaları oluşu noktasında toplanmaktaydı. Bu nedenle onlar, "cezalandıran okul" yerine "cezalandırmayan okul" anlayışını hakim kılmışlardır.[108]

Bu akımın çağımızdaki ilk sözcülüğünü "Çocuk Asrı" adlı eseriyle Ellen Key (1849-1926) yapmıştır. Ellen Key de eği­timde hürriyet taraftarıdır. Fikirleriyle zaman zaman Rousseau'yu hatırlatan bu pedagog, çocuğu kendi haline bırakmak ge­rektiğine inanmaktadır. Ona göre bugünkü eğitimin çocuğa karşı yaptığı en büyük cinayet, çocuğu eğitmek amacıyla rahat bırakmamaktır. [109]

Ellen Key'e göre eğitimin en fena tarafı ihtardır. İhtar vası­tasıyla çocuğa ahlâk verilmek istenir; halbuki ihtarlar çocukta fena etki yapar. Bedenî cezalara da katiyyen müsade edilme­melidir. Ancak ilk üç yaşta bedenî cezalara az miktarda yer ve­rilebilir.Bu yaşlardaki çocuklar tamamiyle duygusal olduğun­dan birtakım alışkanlıkların kazandırılabilmesi için bedenî ceza­lar çocuğa anlatılabilecek biricik dildir. Fakat üç yaşından son­ra artık bedenî cezalar eğitimden tamamen kaldırılmalıdır. [110] El­len Key'den sonra onun görüşlerini devam ettiren ve hür eğitim taraftarı olan Maria-Montessori (1870-1952) de hürriyetle disiplinin birbirine zıt iki kavram olduklarını, bunlardan birinin ötekini yok ettiğini söyleyerek, hürriyetin bulunduğu yerde di­sipline yer olamayacağını savunmaktaydı. Aynı zamanda "Çocuktan Hareket Akımı temsilcilerinden de olan Montessori, kendi kurduğu "Çocuk Evi"nde, çocukların kendiliklerinden, kendi kendini eğitmek (autoeducation) iradesine sahip oldukla­rını keşfetmişti. Onun buluşları daha sonra açılan ve kendi adı­nı taşıyan "Montessori Okulları’nda denenmiş ve başarılı so­nuçlar alınmıştı.[111]

Montessori yönteminin temel ilkesi, çocuğu iç disipline yönelten bir özgürlük anlayışıdır. Çocuğun kendi kendini geliştirmesine ve eğitmesine imkan tanınması ve bu imkanın alabil­diğince kolaylaştırılması temel prensiptir. Ona göre öğretmen hiçbir zaman şiddete gerek görmemelidir. Çocuğu hür bırak­mak fakat hareketlerini uzaktan gözetlemek en iyi eğitim vası­tasıdır.[112]

Ellen Key ve Montessori'nin yaşadığı yıllarda Amerika'da, getirdiği yeni görüşlerle John Dewey (1858-1952) önemli eğitim reformları gerçekleştirmişti. Filozof olarak pragmatizm [113] akımına bağlı olan Dewey'e göre eğitim, hayatta kullanılacak şekle uygun düşmek üzere, düşüncenin geliştirilmesi ve yetişti­rilmesidir. Ona göre okul küçük boyutlar içinde bir cemiyet ol­malı ve burada eski disiplin tarzına yer verilmemelidir. Herke­sin bir görevi olmalı, böylece iş disiplini bir demokratik disiplin şekline dönüşmelidir. [114]

John Dewey'e göre çocuk dışarıdan zorlayarak eğitilmemeli, onun kendi kendisini eğitmesine yardım edilmelidir. Ço­cuk dış etkilerle değil, kendi kendini olgunlaştırmalıdır. [115]

Son olarak ele alacağımız pedagog Angelo Patri, [116] öğ­rencilik yıllarında John Dewey'in eserlerinden yararlanmış, kendi fikirlerini bu bilgi birikimiyle oluşturmuştur. Patri, bir sü­re öğretmenlik yapmış olması, daha sonra üniversiteye devam ederek görüşlerini olgunlaştırması yönüyle, teoriyle pratiği bi­len bir pedagogdur. Ona göre disiplin ancak çocukların içten gelen etkinliklerinden doğmalıdır. Çocukları birbirine bağlayan sempati bağları, karşılıklı yardımdan birlikte çalışmaktan ve müşterek oyunlardan oluşur.[117]

Gerçek disiplin, düşünen ve anlayan bir ruhtan fışkıran canlı bir şeydir. Okulda öğretmenin sorumluluğuna dayanan bir disiplin yerine çocuğun sorumluluğuna dayanan bir disiplin kurmak gerekir. Çünkü bir okulun ana problemi disiplindir. Di­siplin ise genç ruhları perişanlıktan kurtarmakta ve iradelere belli bir yön vermektedir. Bencil temayüllerin susturulması ve sosyalleşme yönünde geliştirilmesi ancak disiplinle sağlanabilir. Disiplinsiz okullarda kör kuvvet, zulüm ve baskı hakim rol oy­namakta ve karakter hiçbir zaman teşekkül etmemektedir.

Angelo Patri'nin orijinal yönü, aileleri okul işleriyle ilgilen­dirmesi ve okulu başlı başına bir varlık değil sosyal çevrenin yardımıyla yaşayan ve gelişen bir kurum olarak kabul etmesi­dir. Ona göre sosyal çevre ile hiçbir ilişkisi olmayan kendi ka­buğu içinde gömülü kalarak çalışan okullar tam bir eğitim ku­rumu sayılamazlar. Okulu ne pahasına olursa olsun aileye ve sosyal çevreye yaklaştırmak gerekir.[118]


2. Ceza Anlayışına Taraftar Olanlar

 

Rönesansla birlikte, kilisenin otoritesinin sarsılması ve reformasyon isteklerine karşı duramayışı sonucunda XVI. yüzyıl­da "reformasyon" adı altındaki hareketler, bir bakıma din-kilise yönündeki yenileşme hareketlerini teşkil etmekteydi.

Hümanizm ve reformasyon, genelde Orta Çağ Skolas­tiği ile savaşarak insan kişiliğine değer verdiği halde, ikisi ara­sındaki en önemli fark, hümanizmin, antik kültürü; reformasyonun ise antik Hristiyanlığı ön plana almak istemeleriydi.Bu nedenle M.Luther, hümanistleri birer "kâfir kişi" olarak görmekteydi. Öte yandan reformasyonun insan ideali, bilimsel yönde gelişmiş ve hümanist anlayışa sahip bir insan değil, Ka­tolik kilisesinin dogmalarına karşı ve yeni bir kilise-din ilişkisini gerçekleştirmeye yönelmiş bir "Hristiyan insan" tipi teşkil etmekti. Böylece, bir aristokrat eğitimi değil, yeni bir halk eğiti­mini esas almaktaydı. [119]

Reformasyon akımının en önemli temsilcisi Martin Luther'dir [120] (1483-1546). Luther, baştan itibaren çocukların dinî bir eğitim-öğretimden geçirilmelerini savunmaktaydı. Bu eğiti­min amacını, Tanrı’ya yöneltip dünyalık tutkulardan kurtulma olarak görmekteydi. Luther'in eğitim anlayışına, cezaya da yer veren sıkı bir disiplin tarzı hakimdi. [121]

İnsan tabiatı hakkında temelden kötümser görüşe sahip olan Protestanlığın, özellikle eğitim konusunda sahip olduğu anlayış, Luther'in ilginç sayılabilecek görüşlerinde daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. "Eskiden gençliğin fazla sert bir şekilde yetiştirildiğini hatta okullarda mazlumlardan söz edildiğini" kabul eden Luther, bu kez cezaları "iyilikseverliğin eseri" olarak görmekte ve yaramaz çocukların üstesinden gel­mek için "iyi bir meşe sopası alıp onunla vücutlarını adama­kıllı okşamak lazımdır." demekteydi. Luther'e göre "sopada ruh hastalıklarına karşı manevî bir merhem vardır." [122]

Katolik kilisesi, Protestanlığın gerçekleştirdiği reformasyon akımından oldukça etkilenmişti. Kaybettiği imtiyazları tekrar kazanabilmek amacıyla "karşıt reformasyon" kararı olan Ka­tolikler, Papalık kilisesi dışındaki tehlikeli girişimleri önlemek, her türlü Protestan rafızîliğine (!) karşı Katolik ilkeleri tesbit et­mek... yönünde karar aldı. Protestanlığa karşı savaşta, Papalığın en büyük gücünü, Ignatus Van Loyola (1451-1556) ta­rafından 1540'ta kurulan "Cizvitler Tarikatı" teşkil et­mekteydi. Bu tarikatın amacı vaaz vermek, günah çıkarmak ve öğretim faaliyetlerinde bulunarak "baştan çıkarılmış kafaları" tekrar kiliseye kazandırmaktı.[123]

Cizvitler, çocukları uyarmak ve teşvik etmek için uygula­dıkları disiplinle ün salmışlardı. Cizvit okullarında "dayakçı" denilen ve Cizvit topluluğuna mensup olmayan, fakat gerektiği zaman cezalan uygulamak ve dövülmek istemeyenlere zor kul­lanarak, bunu gerektiği şekilde tatbik eden biri bulunurdu.[124]

Cizvitlere nazaran daha hoşgörülü bir tutum içinde olan ve temelde Saint Agustinus'u benimseyen Janjenistler'in başkanı, Saint Cyran bile insanın, fıtraten kötü ve tabiatının da bozuk olduğunu kabul etmekte ve şöyle demekteydi: "Şey­tan çocuğun ruhunu anasının karnındayken hüküm ve nü­fuzu altına alır."[125]

Bu konuda daha sert bir tutuma sahip olan Calvinizm [126] şeytanın devamlı olarak musallat olduğuna inandığı ruhları kur­tarma kaygısındadır. Bu görüşün temsilcilerinden Vesley "Ço­cuğun mahvolmasını istemiyorsanız, iradesini kırınız. Onu günde on defa kırbaçlamak zorunda kalsanız dahi, emret­tiğiniz şeyleri yapmaya zorlayınız. İradesini kırınız ki, ruhu yaşasın" demektedir.[127]

Görüldüğü üzere, Hristiyan eğitim kurumlarında gerçek­leştirilen eğitim-öğretimde, sert disiplin ve dayak cezası mutla­ka yer almakta ve bunlar savunulmaktadır. Bu sert tutuma sevkeden sebebin, sadece pedagojik hedeflere ulaşmak olmadığı açıktır. O halde, işlenen hatalara uygun düşen, bir diğer ifadey­le, hak edilen cezayı mutlaka verme düşüncesi de bunda rol oy­namıştır denilebilir. Nitekim bu kurumlardaki öğrenciler 28 Aralık "Saînt-İnnocents" gününde "bilinmeyen hataları" için sopa ile genel bir sıra dayağından geçirilirdi. [128]

Çocukları dövmeye sevkeden bir diğer âmilin, Hristiyan dünyasına hâkim olan "aslî günah" anlayışı olduğu da söyle­nebilir. Özellikle Kitâb-ı Mukaddes'de yer alan ve çocuğun eği­tilmesi için mutlaka dövülmesi gerektiğinden bahseden ifadelere [129] ek olarak, "Değnek ve te'dîb hikmet verir" [130] şeklindeki tavsiyeler ve insan tabiatının yaratılıştan kötü ve gü­nahkar oluşunun kabul edilmesi de bu konuda önemli rol oyna­maktadır. Bu düşüncenin bir uzantısı olarak,"insan Tanrı'nın gazabına uğramaya mahkum ve fenalıklarla dolu olarak dün­yaya gelmiştir. İyi insanlar olabilmek için Tanrı'nın sevgili kulları olmak zorundadır: Bu ise sık sık cezaya uğramakla hızlandırılır" denilmektedir.[131]

Şu halde, çocuğun dünyaya dizginlenmesi gereken birta­kım vahşi kabiliyetlerle geldiği ve tabiatının kötü olduğu kabul edilmektedir.Bundan dolayı Saint Benoit,Tevrat'taki ifade­lere dayanarak şöyle demektedir:"Delilik çocuğun kalbine bağlıdır. Onu ancak disiplin sopası oradan söküp atacak­tır." [132]

 
3. Cezaya Belirli Şartlarla İzin Verenler

 

Bazı filozof ve pedagoglar, ne kesinlikle dayağa karşı olan­lar gibi dayak aleyhinde ne de dayağı savunan pedagoglar gibi düşünmeyip, yeri gelince belirli şartlar dahilinde buna izin veri­lebileceği kanaatindedirler. Şimdi bu pedagogların görüşlerine yer verilecektir:

Fransa'da ilk defa öğretmen okulunu açan Jean Baptiste de La Salle (1651-1719) eğitim-öğretimdeki cezaları hafifletmiş ise de kaldıramamıştı. Bu devirlerde bedenî cezalar her yerde kabul edilmiş ve en ince noktasına kadar nizam altı­na alınmıştı. La Salle de beş türlü cezayı kabul etmekteydi. Bunlar: uyarı, mahrumiyet, değnekle ellerini dövmek, değnek­le dayak ve son olarak okuldan uzaklaştırmak. En çok başvuru­ları, mahrumiyet cezası idi. La Salle, dövme işinde el ve ayak kullanılmasının karşısında idi. Ona göre ancak resmen kabul edilmiş dövme aletleri kullanılabilirdi. [133]

1663-1727 yıllarında yaşayan Herman Francke [134] ise, okulda çocukların kişiliğine dikkat edilmesini, hatta ceza verir­ken bile çocukların özelliklerinin ve yeteneklerinin gözönünde bulundurulmasını ileri sürmekteydi. Ona göre okulda en önem­li eğitim vasıtalarından biri gözetimdir. Bu, okulda gereği gibi olursa, çok vakit cezayı gerektiren fenalıkların önüne geçile­cektir. Çünkü gözetim, fenalık işlemeye imkan tanımayacaktır. Francke, çocuğun dersini bilmediğinden dolayı dövülmesine karşıdır. Ancak çalmak, yalan söylemek gibi ahlâksızlıklar ya­pacak olursa dövülebilir. O, okullardaki disiplinin mümkün mertebe yumuşak olması taraftarıydı. [135]

Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden biri olan Immanuel Kant da, (1724-1804) cezanın inceden inceye bir psiko­lojisini yapmıştı. Ona göre bedenî cezalar, tedbir ve ihtiyatla uygulanmalıdır ki, kötü sonuçlara yol açmasın. Manevî cezalar en iyisi ve en etkili olanıdır. Bunlar ise çocuğu utandırmak onu soğuk karşılamak, hoşgörülmeyen temayülünü, sevimli ve iyi olmak yönünde teşvik ve kolaylaştırmaktan ibarettir. Kant'a göre, tatbik olunan ceza ne olursa olsun bir intikam mahiyetin­de ve öğretmenin hiddetini teskin maksadıyla olmamalıdır. [136]

Disiplin konusundaki kendine has görüşleriyle adından sık­ça bahsedilen bir filozof-pedagog olan J. Friedrich Herbart (1776-1841) ise disiplini "dış nizamı korumak, herhangi bir zarara meydan vermemek için çocuğun vahşi ve başıboş ar­zularını ve heveslerini dizgin altında bulundurmak" şeklinde anlamaktaydı. Ona göre disiplin, iradenin izleri görünmeden önce, yani ilk çocukluk devresinde uygulanmalıdır. Çocuk dün­yaya iradesiz bir şekilde geldiği için herhangi bir ahlakî kurala uyma yeteneğine sahip değildir. Çocukta gerçek iradeden ön­ce, yenilmesi gereken vahşi bir hâl vardır, işte bu hâli ancak di­siplinle yenmek mümkündür. [137]

Bu düşüncede olan Herbart'a göre disiplinin temeli çocuk­ları meşgul etmektir. [138] O, çocukların hareket etme ihtiyacının bu meşguliyetlerle giderilmesini ve yaş ilerledikçe bu meşguli­yetlerin büyük bir kısmının öğretim veya öğretime hazırlık şek­lini alması gerektiğini savunmaktaydı. [139]

Disiplinde meşguliyet yanında ayrıca denetim'in de önemli bir yeri olduğunu belirten Herbart,ancak bunun çocuğun hürriyetine açık kapı bırakacak şekilde olması, üzücü bir baskı şeklinde dönüşmemesi için, yumuşak veya sert bazı vası­talarla,disiplinin etkili bir hale getirilmesi taraftarıydı. Bu vası­taların başlıcalarının korkutma vb. cezalar olduğunu ifade eden Herbart, yasağın ve korkutmanın fayda vermediği yerlerde be­denî cezalara başvurulabileceğini, ancak bu cezaların oldukça az olması gerektiğini savunarak "çocuk bunu vücudunda duymaktan ziyade onun düşüncesinden korkmalıdır" demekteydi. [140]

Herbart, disiplinin sert vasıtalar yerine otorite ve sevgi ile güven altına alınmasının daha doğru olacağı kanaatindeydi. Ona göre otoritede şart, çocuğun kendi karşısında gerek be­dence ve gerek iradece üstün bir kuvvet görmesidir. Sevgi ise normal olmalı kayıtsızlığa ve görmemezliğe yol açmamalıdır. [141]

Rousseau'nun fikirlerinden etkilenen bir başka filozof da Herbert Spencer'dir (1820-1903). Spencer cezaların işle­nen suçlar ölçüsünde olmasını ve çocuğun hayatta sert, katı ve şiddetli bir disiplin bulunduğuna inanmasını istemekteydi. Bu yönüyle Spencer disiplinde cezaya taraftardır. Ancak onun di­siplin teorisi -gerçekte- koruyucu bir mahiyet arzetmekte, bir başka ifadeyle çocuğu fenalıklardan sakındırma yolunu araştır­maktı.

Spencer'in disiplin anlayışında güttüğü amaç, kişilere bîr başkasının iradesine uyma ihtiyacını duymadan kendini sevk ve kontrol etmek; kendi iradesine uymak yeteneğini kazandır­maktır. Bu nedenle, çocuklar hareketlerinin iyi ve kötü sonuç­larını, kendi tecrübeleriyle öğrenmeye sevkedilmelidirler. Aynı zamanda eğiticinin çocuk üzerindeki hakimiyet ve müdahalesi­nin tedrîcî surette azaltılması ve çocukların tam bir hürriyet içinde eğitilmeleri gereklidir. Çünkü Spencer'e göre "başkala­rı tarafından idare edilen insan yetiştirme sanatı, asla eğiti­min amacı olamaz." [142]

Buraya kadar Batı eğitim sisteminde disiplin, mükâfat ve ceza konusundaki bilgiler,-lehte ve aleyhte görüşlerle- kronolo­jik sıraya uyularak aktarıldı. Amaç, bu konuda filozof ve pedagogların görüşlerini ortaya koymaktı.

Görüldüğü üzere Batı eğitim sistemi, Hristiyanlıktaki aslî günah anlayışının bir uzantısı olan ve insanın doğuştan kötü ve günahkâr oluşu sebebiyle cezalandırmaya mahkum edilmesi gerektiği görüşüyle, buna karşı çıkan filozof pedagogların fikir­lerinin tartışma zemininde olmuştur. Bu iki zıt kutup arasında, bazen belirli ölçüler içinde cezaya yer verilebileceğini ifade eden pedagoglar da vardır.

Bu konudan sonra İslâm eğitim sistemi çeşitli yönlerden ele alınacak, akabinde Batı eğitim sistemiyle İslâm eğitim siste­minin kısa bir mukayesesinin yapıldığı değerlendirmeye yer verilecektir.