Konu Başlığı: Batı Eğitim Sisteminde Disiplin, Mükâfat ve Ceza Gönderen: Ekvan üzerinde 06 Kasım 2010, 02:01:40 B. Batı Eğitim Sisteminde Disiplin, Mükâfat ve Ceza Günümüz Batı eğitim sisteminde, genellikle demokratik anlayış şemsiyesi altında, baskı ve cezalandırma yerine, çalışmayı motive eden ölçülü bir disiplin anlayışının hakim olduğu söylenebilir. Ancak Batının bu günlere, birçok evrimden geçerek ulaştığı da gözden uzak tutulmamalıdır. Özellikle filozof ve eğitimcilerin zaman zaman eğitimde devrim yaparak yeni bir çığır açan görüşleri, Batı eğitim sistemindeki evrimi gerçekleştiren en önemli dinamiklerdir. Bu dinamiklerin tesbiti amacıyla, Batı eğitim sisteminin,Orta Çağ öncesi ve sonrasındaki durumunu ve bu süreç içinde yaşayan filozof ve eğitimcilerin görüşlerini belirleyici bilgiler aynı görüşü paylaşanlar arasında kronolojik sıra gözetilerek verilecektir. 1. Ceza Anlayışına Karşı Olanlar Eğitimde dayak anlayışına ilk olarak Romalı pedagog M. Fabius Quintilianus'un (M.S.35-96) karşı çıktığı söylenmektedir. O, eğitim-öğretimde bedenî cezalar verilmesine karşı çıkarak, çocukları hiçbir zaman dövmemeyi, dayağın çocuğu yüzsüz ve korkak yapacağını, uyarı ve azarlama ile uslanmayan çocuğun esirler gibi dayağa da alışabileceğini savunarak dayak cezasına başvurmayı öğretmenlerin kayıtsızlığına bağlamaktaydı. Quintilianus, disiplin metodu olarak çocukları birşeylerle meşgul etmek ve bu meşguliyetleri esnasında onları devamlı denetim altında tutmak yolunu tavsiye etmekteydi. [64] Antik Roma eğitimcilerinden C. Plutarch (M.S.46-125) da çocuklara yararlı bilimlerin öğretilmesini, dayak ve kötü sözler yoluyla değil, iyi tasarımlar ve iyi öğütler aracılığıyla gerçekleştirmenin doğru olduğuna inanmaktaydı. [65] M.S. 500'lere kadar uzanan zaman dilimi içinde "Antik Çağın" Hristiyanlaştırılmasıyla, Antik kültüre ve bu kültürün eğitim unsurlarına karşı Hristiyanlık belirli bir cephe almaya başladı. Bu arada, Antik eğitimin, Hristiyanlık ilkelerine uygun düşecek tarzda değiştirilmesi için çaba sarfedildi. Ancak Hristiyanlık kültürü, din olarak müesseseleştiği andan itibaren insana aslında hiç değer vermemiş, onu geri plâna itmiştir. Hatta "ilk günah"[66] teorisi yoluyla insanı günahkâr bir varlık haline düşürmüştür. [67] İşte bu devrede Antik kültür ile Hristiyanlık arasındaki ilk önemli sentezi yapan Aurelius Agustinus (354-430), o devrin okullarında verilen cezaları hatırlayarak, "tekrar çocuk olması teklif edilse, herkesin dehşetten irkileceğini ve ölümü tercih edeceğini" ifade etmektedir.[68] M.S. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla birlikte başlayan ve 1500'lere kadar varan zaman dilimi, Orta Çağ olarak adlandırılmaktadır.[69] Orta Çağ'ın düşünce sistemi gibi eğitimi de "skolastik" [70] kavramı ile karakterize edilir. Bu yönüyle Orta Çağ, kendinden önceki ve sonraki devirlerden tamamiyle ayrılmaktadır. Eğitim tarihçisi Kansu, skolastik devrin özelliklerini şu ifadeleriyle açıklamaktadır: "Skolastik devrin taallüm, tefekkür ve talim tarzı, mütemadi kitaplara, üstadlara, otoritelere dayanmak ve onların buldukları-hakikatler dairesinde mahsur ve mevkuf kalmaktır. (...) Skolastiğin ilim cephesi bu kadar dar olduğu gibi, inzibatı da pek sertti, itaati temin etmek için, işkencelerin bütün şekillerine müracaat olunurdu. Aç tutmak, hapsetmek, değnekle dövmek, kamçılamak., hepsi vardı."[71] "Antik kültürün yeniden doğuşu ya da yenileştirilmesi"[72] olarak kabul edilen Rönesans, daha Orta Çağ'ın içinde ve özellikle son iki yüzyılında (1300-1500) oluşmaya başlamıştı. Özellikle XIII ve XIV. yüzyıllarda kurulan önemli üniversitelerin bu konuda büyük rolü vardı. [73] Bu süreç içinde Rönesansla birlikte gelişen hümanizm akımı,[74] Orta Çağ'ın pedagojik anlayışına radikal bir şekilde karşı çıkarak Yunan ve Roma felsefeleri ve eserlerinden faydalanarak, insan tabiatına uygun bir pedagoji anlayışını savunmaktaydı. [75] Hümanistler, eğitimin merkezinde tanrı ya da kilise doğmaları yerine "insanı" kabul etmekteydiler. Böylece Rönesansın ferdiyetçiliği eğitim alanında da yankısını bulmuştu. Buna göre, Orta Çağ'ın geleneksel otoriter eğitim stili yerine, ferdiyetçilikten güç alan yeni bir liberal eğitim üslubu geçmişti. Bunu, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde ve özellikle "dayakla eğitim" anlayışına karşı takınılan tavırda açıkça görmek kabil idi. [76] Rönesans akımının ilk olarak çıktığı yer olan İtalya'da XV ve XVI. yüzyıllarda hümanist pedagogların varlığı bilinmekteydi. Ancak bu pedagoglar genellikle prens ve aristokratların eğitimiyle ilgilendikleri için, onların hümanist eğitim teorileri yalnızca seçkin zümrelere yönelmiş ve halka ulaşamamıştı. Ne var ki, İtalyan hümanizminin en geniş sistematik eserini, "Çocukların Eğitimi Üzerine" adıyla, yine İtalyan pedagog Maffeo Vegio (1406-1458) yazmıştı. İnsanın doğuştan ne "mutlak iyi" ve ne de "mutlak kötü" olduğunu, ancak her iki unsuru da içinde taşıdığını ifade eden Vegio, bu görüşüyle Hristiyanlıktaki klasik "aslî günah" ve "insanın kötü oluşu" fikirlerine karşı çıkmıştır. Öte yandan dayağın aleyhinde bulunmuş ve eğitim öğretimde anne babaların örnek olmaları gerektiğini savunmuştu. [77] XV. yüzyılda çok sayıda Alman öğrencinin, öğrenim görmek üzere İtalyan üniversitelerine gitmeleriyle, hümanizm Almanya'ya da taşınmış oldu. Avrupa hümanizmi pedagoji alanında Quintilianus'a bağlılığıyla bilinen Hollandalı Desiderus Erasmus (1467-1536) ile en yüksek noktasına ulaştı. [78] Erasmus, öğretimin özel hocalar yoluyla değil, bir kamu kuruluşu olan okulda herkes için ortak olarak yapılmasını istemekteydi. Diğer hümanistler gibi, o da bedenî cezalar verilmesine karşıydı. Gençliğinde yakından tanıdığı Orta Çağ tarzı eğitim-öğretimi reddederek, okulu bir "dayakhane" durumuna düşüren, içinde sopa şakırtıları, ağlayış ve hıçkırık sesleri, tehdit ve azarlamalardan başka birşey duyulmayan bu eğitim tarzına karşıydı. Hatta, "bir yığın kötek, tehdit ve hakaretlerle, öğrencilerin kafasına alfabeyi sokmak için 3-4 yıl uğraşan öğretmenlerden" bahsederek şöyle demişti: "Çocuklarla müzakere ederken aman ne müthiş patırtı yapar, ne kadar çok dayak atarlar!.. Bunlar gençliğin eğitimcileri değil, birer cellat ve kasaptır."[79] Rönesans, hümanizm ve reform akımlarına sahne olan XIV-XV. yüzyıllardan sonra XVII. yüzyıl tarihe "Metod Çağı" olarak geçmiştir. Bu yüzyılın reformcu eğitimcilerinden biri olan [80] Wolfgang Ratke (1571-1635) kendi didaktik ilkelerini belirlerken, çocuklarda öğrenme isteğini artırmak için, eskiden beri uygulanagelen geleneksel "bedenî ceza'ların kaldırılması gerektiğini ifade etmekteydi. Almanya'daki reform hareketlerine de öncülük eden Ratke, baskı ve zorlama ile hiçbir şey yaptırılmaması kanaatindeydi. Çünkü çocukları okutmak için dövmek ona göre doğru bir davranış değildi. [81] XVII. yüzyılın önemli pedagoglarından J. Amos Comenius (1592-1670) da öğretimin sert ve sıkıcı olmaması gerektiğini savunmaktaydı. Comenius'a göre, dayak cezası okullardan kalkmalıdır.Çocuklar baskı altında bulunmadan en kolay bir tarzda, adeta kendiliğinden ilerlemeye götürülmelidir Bununla birlikte çocuk, dayağa başvurmamak şartıyla sık sık denetlenmelidir. Comenius, okulda bütün öğretmenlerin güleryüzlü ve yumuşak olmalarının gereğine de inanmaktaydı. [82] Metod Çağı'nın bir başka filozofu olan François Fenelon (1651-1715) eğitim üslubu olarak otoriter bir eğitim tarzını değil, ılımlı bir eğitimi öngörmekteydi. Ona göre, çocuğa emirler vermekten kaçınılmalıdır. Fenelon, bir okulda disiplin ve intizamın sağlanabilmesi için öncelikle öğretmenin, öğrencisinin sevgi ve saygısını kazanması gerektiğini ifade etmekteydi. Cezalar ve tehdit yerine, öğrencinin onur duygularına başvurulmalıdır. Bunun için onlardan iyi hareket edeceklerine dair sözler alınmalı ve okulun bütün disiplin ve intizamı bu sözler üzerine dayandırılmalıdır. [83] XVII. ve XVIII.yüzyıllarda hakim cereyanlardan biri olan "Aydınlanma Akımı'nın ana kaynaklarından birisi İngiliz Ampirist Felsefesi ve İngiliz ahlâk filozoflarıdır. İngiliz aydınlanma devrinin eğitim alanındaki en büyük temsilcisi ise John Locke (1632-1704) dur.[84] Locke, eğitimin etkinlik derecesine büyük bir iyimserlikle bakmaktaydı. Ona göre, "on insandan dokuzunun, iyi yada kötü, faydalı ya da faydasız ...vs. oluşu, onların aldıkları eğitimin bir sonucudur." [85] Pedagoji alanında önemli görüşleri olan ve Rousseau'yu da etkileyen Locke, çocuklara bedenî cezalar verilmesinin kesinlikle karşısındaydı."Dayak ve kamçı pek bayağı bir disiplin vasıtasıdır. Karakteri de bayağı yapar" demekteydi. [86] Dayakla eğitime karşı olan Locke'a göre aşırı sertlik, çocuğun hür olan tabiatını yıkar. Köleci bir disiplin anlayışı da onda kölelik ruhu meydana getirir. Çocuklara sert muamele edilmesini tavsiye etmek bir yana, eğitimde sert cezaların pek az fayda sağlayacağı, buna karşılık çok kötü sonuçlar vereceği kanısında olan Locke, bu arada çocuk ruhunu da anlamak gerektiğine dikkat çekerek, şöyle demekteydi: "Kabul etmek lazımdır ki, her çeşit karaktere sahip çocuklarla karşılaşmak mümkündür; bazıları ile başka türlü başa çıkılamaz." Bu sözleriyle Locke, bazen cezaya da başvurulabileceğini ifade etmişti. Ancak o, bu gibi durumlarda öncelikle çocuğu utandırarak cezalandırma ve dayağa pek nadir başvurma taraftarıydı. Dayak cezasının da eğitimciler değil, hizmetçiler tarafından uygulanmasının daha doğru olacağı kanaatindeydi. [87] Locke, çocuğun yetişmesinde menfaat, korku veya cezanın bir eğitim unsuru olarak kullanılmamasını ve çocuğun yalnızca onur kaygısıyla hareket etmesini istemekteydi. Ona göre başlangıçta çocuklardan mutlak bir itaat istemek iyidir; fakat mümkün olduğu kadar ona büyük insan gibi muamele etmeli ve emirlerin yerine de nasihatler ve tartışmalar koymalıdır. Okullarda dayağın tek disiplin vasıtası olduğu bir devirde dayağa karşı çıkan Locke, disiplinin ve iyi ders vermenin sırrını, eğitimde ciddiyet ile şefkati birleştirerek kullanmakta görmekteydi. [88] Aydınlanma akımının Fransa'daki etkisi "Ansiklopediciler" olarak bilinen filozof-eğitimcilerde görüldü. Ansiklopedicilerin lideri durumundaki Deniş Diderot (1713-1784)da, eğitimde bedenî cezaların tamamen yasaklanmasını istemekteydi. [89] Aydınlanma Çağının en önemli ismi şüphesiz Jean Jacques Rousseau [90] idi (1712-1778). "Emile" adlı eseri pedagoji tarihinin önemli kaynaklarından biri olup,Rousseau'nun eğitimle ilgili görüşleri bu eserde bulunmaktaydı. Onun, daha eserinin başında, "Herşey aslında iyi olarak doğar, sonra insanların elinde bozulur. İnsan kalbinde, doğuştan gelen hiçbir ahlâksızlık yoktur" [91] şeklindeki görüşleri, oldukça dikkat çekmişti. O güne kadar, "aslî günah" anlayışıyla insanın kötü ve tabiatının da bozuk olduğunu kabul eden Hristiyan anlayışına bu kez de Rousseau radikal bir bakış açısıyla karşı çıkmıştı. Rousseau'nun eğitim yöntemleri ve disiplin anlayışında aşırı denecek derecede bir özgürlük vardı. Çünkü O, Emile'in, tabiatın kucağında ve tam bir hürriyet içinde yetiştirilmesini istemekteydi. Bedenî cezaya karşıydı. Eğer mutlaka bir ceza verilecekse bu ancak "tabii ceza" [92] olmalıydı.[93] O ağlayan bir çocuğun teskin edilerek şımartılmasına veya tehdit edilip dövülmesine de karşıydı. Ona göre, çocuk ne emir vermeli, ne de emir almalıdır. Eğitimdeki geleneksel baskı metodunun terkedilmesini ve baskının bir eğitim vasıtası olarak kullanılmamasını öngören Rousseau, çocukların baskı yoluyla değil, yalnızca açıklamalar yoluyla yönetilmeleri gerektiğini savunmaktaydı. [94] Aydınlanma akımı, Almanya'daki yankısını Philantrop akımında bulmuştu. Aydınlanma akımının faydacılık ilkesi, en açık ifadesine Philantroplar ile kavuştu. Bunlar belirli dinî görüşleri aşan bir "tabiî din" görüşünü esas almaktaydılar. Hareket noktaları, insanları ayırıcı özellikler değil, daha çok birleştirici "genel nitelikler" idi. Bu nedenle, kendilerini "Philantroplar" (insan dostları) olarak adlandırmaktaydılar. [95] Bu akımın Almanya'da ortaya çıkmasından önce okulların durumuna bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılırdı: Hizmetçiler, ordudan izin almış askerler, mesleğinde muvaffak olamamış sanatkarlar, üniversiteyi terkeden öğrenciler... ilkokullarda görev almışlardı. Öğretmenlerin yetersiz oluşu ve okullarda değnek, kamçı ve tokadın bir eğitim aracı olarak kullanılması, eğitimin seviyesini oldukça düşürmüştü. [96] Böylesine bir sisteme karşı çıkan Philantroplar, bu kez disiplinde kayıtsızlık derecesinde yumuşak davranmışlar ve sopayı okula kesinlikle sokmamak görüşünü benimsemişlerdi. Bu akımın kurucusu olan J. Bernard Basedow (1724-1790) büyük ölçüde Locke ve Rousseau'nun görüşlerinden etkilenmişti.[97] Nitekim Philantroplar'ın eğitimde yumuşak davranmayı istemeleri ve tabiî cezaları savunmaları da bunun bir göstergesidir. [98] Philantroplar'a göre insan, tabiatın elinden iyi olarak dünyaya gelir. Dolayısıyla, çekirdeği iyi olan çocukları makul bir eğitimle iyi hareketlere alıştırmak kolaydır. Bunun için eğitimde cezaya ve tekdire gerek yoktur. Buna karşı çocukları mükâfatlarla sevindirmek mükemmel bir eğitim vasıtasıdır. [99] 1691-1761 yıllarında yaşayan J. Matthias Gesner de Philantroplar gibi, çocukların eğitiminde bedenî cezaların uygulanmasına şiddetle karşıydı.Ona göre eğitim, mümkün mertebe yumuşak olmalıdır. Cezaların en iyisi, haysiyet cezası da denilen manevî cezalardır. [100] Pedagoji tarihinde Rousseau yeni bir çığır açmıştı. Ancak onun fikirlerini pratiğe aktaran ve çeşitli pedagojik faaliyetleriyle uygulama safhasına koyan J. H. Pestalozzi (1746-1827) olmuştur.[101] Pestalozzi sınırsız bir eğitici, sevgi ve iyilikseverlik duygularıyla dolu bir şahsiyettir. Onun eğitiminin başlıca özellikleri aile hayatında şefkat ve dinî-manevî değerlere saygı duyulmasıydı. Pestalozzi'ye göre öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişki sevgi ve saygı esasına dayanmalıydı. [102] Pestalozzi için en önemli nokta, öğretmen ve eğitmenlerin çocuğun ferdiyetine saygı göstermeleri, çocuğun evrimine karışmamaları ve özellikle kendi isteklerine göre çocuğun yeteneklerine başka yön vermemeleridir. Çocuğun özelliklerini tesbit etmeye çalışmak eğiticilerin en eğlenceli işi olmalıdır. [103] Buraya kadar aktarılan bilgilerden sonra denilebilir ki, hümanist filozof ve pedagogların karşı çıkmalarına rağmen, XIX.yüzyıla kadar okullarda dayak cezasına sık sık başvurulagelmiştir.XIX. yüzyılda ise, eğitim-öğretim derinden derine değişerek, sert olan disiplin, yerini daha yumuşak ve insanî olana terketmiştir. Daha iyi anlaşılan "şahsî haysiyet", çocuğun haysiyetine de saygı gösterilmesine imkan tanımıştır. Gelişmiş ülkelerin pek çoğunun eğitimle ilgili kanunlarında bedenî cezalar yasaklanmıştır. Bu ülkelerde çocukları döven ve şiddete başvuran öğretmenler hakkında cezaî müeyyideler konulmuştur. [104] XIX.yüzyılda da eğitimciler,eğitim-öğretimde disiplin, mükâfat ve ceza konularında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Sözgelimi Paul Lacombe (1833-1919) okuldaki tüm cezaların kaldırılması taraftarıydı. Ona göre ceza, öğretmenle öğrenci arasındaki şahsî münasebeti bozmaktadır. Çocuk, belki ailesinden aldığı cezaları affedebilir. Ancak cezayı hak ettiğini takdir etse bile bunun yabancı bir şahıs tarafından verildiğini gördüğü anda üzülerek isyan eder. Çocuklara ceza vermeyi öğretmene söyleseler bile öğretmen bu işi kabul etmemelidir. Zira düşünmelidir ki, öğrencilerle öğretmen arasındaki arkadaşlık ve karşılıklı emniyet bozularak, araya soğukluk girecektir.[105] Kitle psikolojisi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Gustave Le Bon (1841-1931) ise, karakter teşekkülünde okul disiplininin, büyük önemi olduğu kanaatindedir. Ancak ona göre bu disiplin, liselerdeki gibi pek sıkı olmamalıdır. İlk önce dış eğitim emniyet altına alınmalıdır. İç eğitim veya kendi kendini eğitim ondan sonra gelir. En değerli eğitim vasıtaları ise taklit, telkin, sempati ve örnek olmadır.[106] XIX. yüzyılda gerçekleşen "Çağdaş Eğitim Reformu" akımının başlangıcına ve ilk devresine damgasını vuran "Çocuktan Hareket Akımı[107] sayesinde çocuk adeta yeniden keşfedilmişti. Bu akımın temsilcileri "eski okul" adını verdikleri geleneksel okulu, adeta yıkılışa mahkum ettiler. Onlara göre eski okullar birer esaret okulu idi. Reformcuların eski okula karşı yaptıkları diğer bir önemli tenkit de bunların birer ceza müesseseleri oluşu ve buralarda uygulanan eğitim vasıtalarının da birer ceza vasıtaları oluşu noktasında toplanmaktaydı. Bu nedenle onlar, "cezalandıran okul" yerine "cezalandırmayan okul" anlayışını hakim kılmışlardır.[108] Bu akımın çağımızdaki ilk sözcülüğünü "Çocuk Asrı" adlı eseriyle Ellen Key (1849-1926) yapmıştır. Ellen Key de eğitimde hürriyet taraftarıdır. Fikirleriyle zaman zaman Rousseau'yu hatırlatan bu pedagog, çocuğu kendi haline bırakmak gerektiğine inanmaktadır. Ona göre bugünkü eğitimin çocuğa karşı yaptığı en büyük cinayet, çocuğu eğitmek amacıyla rahat bırakmamaktır. [109] Ellen Key'e göre eğitimin en fena tarafı ihtardır. İhtar vasıtasıyla çocuğa ahlâk verilmek istenir; halbuki ihtarlar çocukta fena etki yapar. Bedenî cezalara da katiyyen müsade edilmemelidir. Ancak ilk üç yaşta bedenî cezalara az miktarda yer verilebilir.Bu yaşlardaki çocuklar tamamiyle duygusal olduğundan birtakım alışkanlıkların kazandırılabilmesi için bedenî cezalar çocuğa anlatılabilecek biricik dildir. Fakat üç yaşından sonra artık bedenî cezalar eğitimden tamamen kaldırılmalıdır. [110] Ellen Key'den sonra onun görüşlerini devam ettiren ve hür eğitim taraftarı olan Maria-Montessori (1870-1952) de hürriyetle disiplinin birbirine zıt iki kavram olduklarını, bunlardan birinin ötekini yok ettiğini söyleyerek, hürriyetin bulunduğu yerde disipline yer olamayacağını savunmaktaydı. Aynı zamanda "Çocuktan Hareket Akımı temsilcilerinden de olan Montessori, kendi kurduğu "Çocuk Evi"nde, çocukların kendiliklerinden, kendi kendini eğitmek (autoeducation) iradesine sahip olduklarını keşfetmişti. Onun buluşları daha sonra açılan ve kendi adını taşıyan "Montessori Okulları’nda denenmiş ve başarılı sonuçlar alınmıştı.[111] Montessori yönteminin temel ilkesi, çocuğu iç disipline yönelten bir özgürlük anlayışıdır. Çocuğun kendi kendini geliştirmesine ve eğitmesine imkan tanınması ve bu imkanın alabildiğince kolaylaştırılması temel prensiptir. Ona göre öğretmen hiçbir zaman şiddete gerek görmemelidir. Çocuğu hür bırakmak fakat hareketlerini uzaktan gözetlemek en iyi eğitim vasıtasıdır.[112] Ellen Key ve Montessori'nin yaşadığı yıllarda Amerika'da, getirdiği yeni görüşlerle John Dewey (1858-1952) önemli eğitim reformları gerçekleştirmişti. Filozof olarak pragmatizm [113] akımına bağlı olan Dewey'e göre eğitim, hayatta kullanılacak şekle uygun düşmek üzere, düşüncenin geliştirilmesi ve yetiştirilmesidir. Ona göre okul küçük boyutlar içinde bir cemiyet olmalı ve burada eski disiplin tarzına yer verilmemelidir. Herkesin bir görevi olmalı, böylece iş disiplini bir demokratik disiplin şekline dönüşmelidir. [114] John Dewey'e göre çocuk dışarıdan zorlayarak eğitilmemeli, onun kendi kendisini eğitmesine yardım edilmelidir. Çocuk dış etkilerle değil, kendi kendini olgunlaştırmalıdır. [115] Son olarak ele alacağımız pedagog Angelo Patri, [116] öğrencilik yıllarında John Dewey'in eserlerinden yararlanmış, kendi fikirlerini bu bilgi birikimiyle oluşturmuştur. Patri, bir süre öğretmenlik yapmış olması, daha sonra üniversiteye devam ederek görüşlerini olgunlaştırması yönüyle, teoriyle pratiği bilen bir pedagogdur. Ona göre disiplin ancak çocukların içten gelen etkinliklerinden doğmalıdır. Çocukları birbirine bağlayan sempati bağları, karşılıklı yardımdan birlikte çalışmaktan ve müşterek oyunlardan oluşur.[117] Gerçek disiplin, düşünen ve anlayan bir ruhtan fışkıran canlı bir şeydir. Okulda öğretmenin sorumluluğuna dayanan bir disiplin yerine çocuğun sorumluluğuna dayanan bir disiplin kurmak gerekir. Çünkü bir okulun ana problemi disiplindir. Disiplin ise genç ruhları perişanlıktan kurtarmakta ve iradelere belli bir yön vermektedir. Bencil temayüllerin susturulması ve sosyalleşme yönünde geliştirilmesi ancak disiplinle sağlanabilir. Disiplinsiz okullarda kör kuvvet, zulüm ve baskı hakim rol oynamakta ve karakter hiçbir zaman teşekkül etmemektedir. Angelo Patri'nin orijinal yönü, aileleri okul işleriyle ilgilendirmesi ve okulu başlı başına bir varlık değil sosyal çevrenin yardımıyla yaşayan ve gelişen bir kurum olarak kabul etmesidir. Ona göre sosyal çevre ile hiçbir ilişkisi olmayan kendi kabuğu içinde gömülü kalarak çalışan okullar tam bir eğitim kurumu sayılamazlar. Okulu ne pahasına olursa olsun aileye ve sosyal çevreye yaklaştırmak gerekir.[118] 2. Ceza Anlayışına Taraftar Olanlar Rönesansla birlikte, kilisenin otoritesinin sarsılması ve reformasyon isteklerine karşı duramayışı sonucunda XVI. yüzyılda "reformasyon" adı altındaki hareketler, bir bakıma din-kilise yönündeki yenileşme hareketlerini teşkil etmekteydi. Hümanizm ve reformasyon, genelde Orta Çağ Skolastiği ile savaşarak insan kişiliğine değer verdiği halde, ikisi arasındaki en önemli fark, hümanizmin, antik kültürü; reformasyonun ise antik Hristiyanlığı ön plana almak istemeleriydi.Bu nedenle M.Luther, hümanistleri birer "kâfir kişi" olarak görmekteydi. Öte yandan reformasyonun insan ideali, bilimsel yönde gelişmiş ve hümanist anlayışa sahip bir insan değil, Katolik kilisesinin dogmalarına karşı ve yeni bir kilise-din ilişkisini gerçekleştirmeye yönelmiş bir "Hristiyan insan" tipi teşkil etmekti. Böylece, bir aristokrat eğitimi değil, yeni bir halk eğitimini esas almaktaydı. [119] Reformasyon akımının en önemli temsilcisi Martin Luther'dir [120] (1483-1546). Luther, baştan itibaren çocukların dinî bir eğitim-öğretimden geçirilmelerini savunmaktaydı. Bu eğitimin amacını, Tanrı’ya yöneltip dünyalık tutkulardan kurtulma olarak görmekteydi. Luther'in eğitim anlayışına, cezaya da yer veren sıkı bir disiplin tarzı hakimdi. [121] İnsan tabiatı hakkında temelden kötümser görüşe sahip olan Protestanlığın, özellikle eğitim konusunda sahip olduğu anlayış, Luther'in ilginç sayılabilecek görüşlerinde daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. "Eskiden gençliğin fazla sert bir şekilde yetiştirildiğini hatta okullarda mazlumlardan söz edildiğini" kabul eden Luther, bu kez cezaları "iyilikseverliğin eseri" olarak görmekte ve yaramaz çocukların üstesinden gelmek için "iyi bir meşe sopası alıp onunla vücutlarını adamakıllı okşamak lazımdır." demekteydi. Luther'e göre "sopada ruh hastalıklarına karşı manevî bir merhem vardır." [122] Katolik kilisesi, Protestanlığın gerçekleştirdiği reformasyon akımından oldukça etkilenmişti. Kaybettiği imtiyazları tekrar kazanabilmek amacıyla "karşıt reformasyon" kararı olan Katolikler, Papalık kilisesi dışındaki tehlikeli girişimleri önlemek, her türlü Protestan rafızîliğine (!) karşı Katolik ilkeleri tesbit etmek... yönünde karar aldı. Protestanlığa karşı savaşta, Papalığın en büyük gücünü, Ignatus Van Loyola (1451-1556) tarafından 1540'ta kurulan "Cizvitler Tarikatı" teşkil etmekteydi. Bu tarikatın amacı vaaz vermek, günah çıkarmak ve öğretim faaliyetlerinde bulunarak "baştan çıkarılmış kafaları" tekrar kiliseye kazandırmaktı.[123] Cizvitler, çocukları uyarmak ve teşvik etmek için uyguladıkları disiplinle ün salmışlardı. Cizvit okullarında "dayakçı" denilen ve Cizvit topluluğuna mensup olmayan, fakat gerektiği zaman cezalan uygulamak ve dövülmek istemeyenlere zor kullanarak, bunu gerektiği şekilde tatbik eden biri bulunurdu.[124] Cizvitlere nazaran daha hoşgörülü bir tutum içinde olan ve temelde Saint Agustinus'u benimseyen Janjenistler'in başkanı, Saint Cyran bile insanın, fıtraten kötü ve tabiatının da bozuk olduğunu kabul etmekte ve şöyle demekteydi: "Şeytan çocuğun ruhunu anasının karnındayken hüküm ve nüfuzu altına alır."[125] Bu konuda daha sert bir tutuma sahip olan Calvinizm [126] şeytanın devamlı olarak musallat olduğuna inandığı ruhları kurtarma kaygısındadır. Bu görüşün temsilcilerinden Vesley "Çocuğun mahvolmasını istemiyorsanız, iradesini kırınız. Onu günde on defa kırbaçlamak zorunda kalsanız dahi, emrettiğiniz şeyleri yapmaya zorlayınız. İradesini kırınız ki, ruhu yaşasın" demektedir.[127] Görüldüğü üzere, Hristiyan eğitim kurumlarında gerçekleştirilen eğitim-öğretimde, sert disiplin ve dayak cezası mutlaka yer almakta ve bunlar savunulmaktadır. Bu sert tutuma sevkeden sebebin, sadece pedagojik hedeflere ulaşmak olmadığı açıktır. O halde, işlenen hatalara uygun düşen, bir diğer ifadeyle, hak edilen cezayı mutlaka verme düşüncesi de bunda rol oynamıştır denilebilir. Nitekim bu kurumlardaki öğrenciler 28 Aralık "Saînt-İnnocents" gününde "bilinmeyen hataları" için sopa ile genel bir sıra dayağından geçirilirdi. [128] Çocukları dövmeye sevkeden bir diğer âmilin, Hristiyan dünyasına hâkim olan "aslî günah" anlayışı olduğu da söylenebilir. Özellikle Kitâb-ı Mukaddes'de yer alan ve çocuğun eğitilmesi için mutlaka dövülmesi gerektiğinden bahseden ifadelere [129] ek olarak, "Değnek ve te'dîb hikmet verir" [130] şeklindeki tavsiyeler ve insan tabiatının yaratılıştan kötü ve günahkar oluşunun kabul edilmesi de bu konuda önemli rol oynamaktadır. Bu düşüncenin bir uzantısı olarak,"insan Tanrı'nın gazabına uğramaya mahkum ve fenalıklarla dolu olarak dünyaya gelmiştir. İyi insanlar olabilmek için Tanrı'nın sevgili kulları olmak zorundadır: Bu ise sık sık cezaya uğramakla hızlandırılır" denilmektedir.[131] Şu halde, çocuğun dünyaya dizginlenmesi gereken birtakım vahşi kabiliyetlerle geldiği ve tabiatının kötü olduğu kabul edilmektedir.Bundan dolayı Saint Benoit,Tevrat'taki ifadelere dayanarak şöyle demektedir:"Delilik çocuğun kalbine bağlıdır. Onu ancak disiplin sopası oradan söküp atacaktır." [132] 3. Cezaya Belirli Şartlarla İzin Verenler Bazı filozof ve pedagoglar, ne kesinlikle dayağa karşı olanlar gibi dayak aleyhinde ne de dayağı savunan pedagoglar gibi düşünmeyip, yeri gelince belirli şartlar dahilinde buna izin verilebileceği kanaatindedirler. Şimdi bu pedagogların görüşlerine yer verilecektir: Fransa'da ilk defa öğretmen okulunu açan Jean Baptiste de La Salle (1651-1719) eğitim-öğretimdeki cezaları hafifletmiş ise de kaldıramamıştı. Bu devirlerde bedenî cezalar her yerde kabul edilmiş ve en ince noktasına kadar nizam altına alınmıştı. La Salle de beş türlü cezayı kabul etmekteydi. Bunlar: uyarı, mahrumiyet, değnekle ellerini dövmek, değnekle dayak ve son olarak okuldan uzaklaştırmak. En çok başvuruları, mahrumiyet cezası idi. La Salle, dövme işinde el ve ayak kullanılmasının karşısında idi. Ona göre ancak resmen kabul edilmiş dövme aletleri kullanılabilirdi. [133] 1663-1727 yıllarında yaşayan Herman Francke [134] ise, okulda çocukların kişiliğine dikkat edilmesini, hatta ceza verirken bile çocukların özelliklerinin ve yeteneklerinin gözönünde bulundurulmasını ileri sürmekteydi. Ona göre okulda en önemli eğitim vasıtalarından biri gözetimdir. Bu, okulda gereği gibi olursa, çok vakit cezayı gerektiren fenalıkların önüne geçilecektir. Çünkü gözetim, fenalık işlemeye imkan tanımayacaktır. Francke, çocuğun dersini bilmediğinden dolayı dövülmesine karşıdır. Ancak çalmak, yalan söylemek gibi ahlâksızlıklar yapacak olursa dövülebilir. O, okullardaki disiplinin mümkün mertebe yumuşak olması taraftarıydı. [135] Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden biri olan Immanuel Kant da, (1724-1804) cezanın inceden inceye bir psikolojisini yapmıştı. Ona göre bedenî cezalar, tedbir ve ihtiyatla uygulanmalıdır ki, kötü sonuçlara yol açmasın. Manevî cezalar en iyisi ve en etkili olanıdır. Bunlar ise çocuğu utandırmak onu soğuk karşılamak, hoşgörülmeyen temayülünü, sevimli ve iyi olmak yönünde teşvik ve kolaylaştırmaktan ibarettir. Kant'a göre, tatbik olunan ceza ne olursa olsun bir intikam mahiyetinde ve öğretmenin hiddetini teskin maksadıyla olmamalıdır. [136] Disiplin konusundaki kendine has görüşleriyle adından sıkça bahsedilen bir filozof-pedagog olan J. Friedrich Herbart (1776-1841) ise disiplini "dış nizamı korumak, herhangi bir zarara meydan vermemek için çocuğun vahşi ve başıboş arzularını ve heveslerini dizgin altında bulundurmak" şeklinde anlamaktaydı. Ona göre disiplin, iradenin izleri görünmeden önce, yani ilk çocukluk devresinde uygulanmalıdır. Çocuk dünyaya iradesiz bir şekilde geldiği için herhangi bir ahlakî kurala uyma yeteneğine sahip değildir. Çocukta gerçek iradeden önce, yenilmesi gereken vahşi bir hâl vardır, işte bu hâli ancak disiplinle yenmek mümkündür. [137] Bu düşüncede olan Herbart'a göre disiplinin temeli çocukları meşgul etmektir. [138] O, çocukların hareket etme ihtiyacının bu meşguliyetlerle giderilmesini ve yaş ilerledikçe bu meşguliyetlerin büyük bir kısmının öğretim veya öğretime hazırlık şeklini alması gerektiğini savunmaktaydı. [139] Disiplinde meşguliyet yanında ayrıca denetim'in de önemli bir yeri olduğunu belirten Herbart,ancak bunun çocuğun hürriyetine açık kapı bırakacak şekilde olması, üzücü bir baskı şeklinde dönüşmemesi için, yumuşak veya sert bazı vasıtalarla,disiplinin etkili bir hale getirilmesi taraftarıydı. Bu vasıtaların başlıcalarının korkutma vb. cezalar olduğunu ifade eden Herbart, yasağın ve korkutmanın fayda vermediği yerlerde bedenî cezalara başvurulabileceğini, ancak bu cezaların oldukça az olması gerektiğini savunarak "çocuk bunu vücudunda duymaktan ziyade onun düşüncesinden korkmalıdır" demekteydi. [140] Herbart, disiplinin sert vasıtalar yerine otorite ve sevgi ile güven altına alınmasının daha doğru olacağı kanaatindeydi. Ona göre otoritede şart, çocuğun kendi karşısında gerek bedence ve gerek iradece üstün bir kuvvet görmesidir. Sevgi ise normal olmalı kayıtsızlığa ve görmemezliğe yol açmamalıdır. [141] Rousseau'nun fikirlerinden etkilenen bir başka filozof da Herbert Spencer'dir (1820-1903). Spencer cezaların işlenen suçlar ölçüsünde olmasını ve çocuğun hayatta sert, katı ve şiddetli bir disiplin bulunduğuna inanmasını istemekteydi. Bu yönüyle Spencer disiplinde cezaya taraftardır. Ancak onun disiplin teorisi -gerçekte- koruyucu bir mahiyet arzetmekte, bir başka ifadeyle çocuğu fenalıklardan sakındırma yolunu araştırmaktı. Spencer'in disiplin anlayışında güttüğü amaç, kişilere bîr başkasının iradesine uyma ihtiyacını duymadan kendini sevk ve kontrol etmek; kendi iradesine uymak yeteneğini kazandırmaktır. Bu nedenle, çocuklar hareketlerinin iyi ve kötü sonuçlarını, kendi tecrübeleriyle öğrenmeye sevkedilmelidirler. Aynı zamanda eğiticinin çocuk üzerindeki hakimiyet ve müdahalesinin tedrîcî surette azaltılması ve çocukların tam bir hürriyet içinde eğitilmeleri gereklidir. Çünkü Spencer'e göre "başkaları tarafından idare edilen insan yetiştirme sanatı, asla eğitimin amacı olamaz." [142] Buraya kadar Batı eğitim sisteminde disiplin, mükâfat ve ceza konusundaki bilgiler,-lehte ve aleyhte görüşlerle- kronolojik sıraya uyularak aktarıldı. Amaç, bu konuda filozof ve pedagogların görüşlerini ortaya koymaktı. Görüldüğü üzere Batı eğitim sistemi, Hristiyanlıktaki aslî günah anlayışının bir uzantısı olan ve insanın doğuştan kötü ve günahkâr oluşu sebebiyle cezalandırmaya mahkum edilmesi gerektiği görüşüyle, buna karşı çıkan filozof pedagogların fikirlerinin tartışma zemininde olmuştur. Bu iki zıt kutup arasında, bazen belirli ölçüler içinde cezaya yer verilebileceğini ifade eden pedagoglar da vardır. Bu konudan sonra İslâm eğitim sistemi çeşitli yönlerden ele alınacak, akabinde Batı eğitim sistemiyle İslâm eğitim sisteminin kısa bir mukayesesinin yapıldığı değerlendirmeye yer verilecektir. |