๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nurdan Damlalar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 18:02:42



Konu Başlığı: Muhâkemat
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 18:02:42
Muhâkemat  


BEŞİNCİ MUKADDEMEMecaz, ilmin elinden cehaletin eline düşse hakikate dönüşür ve hurafeye kapı açar. Şöyle ki: Mecaz ve teşbihi ne zaman cehaletin karanlık sol eli ilmin nurani sağ elinden kaçırıp gasbetse veya mecaz ile teşbih uzun bir ömür sürseler, hakikate dönüşerek, tazelik ve tadını kaybedip, şarab iken serap ve nazenin ve taze bir hanımefendi iken, saçı ağarmış çirkin bir kocakarı olur. Evet, mecazın şeffafiyetinde hakikatin parıltısı görünür. Fakat mecaz, hakikata dönüşmekle kesif bir hal alır ve aslî hakikati de görünmez kılar. Lakin bu dönüşme fıtri bir kanundur. Buna şahid istersen, dildeki yenileşme ve değişme ile birlikte, bazı kelimelerdeki eş anlamlılığın sırlarına müracaat et. İyi kulak versen işiteceksin ki, önceki nesillerin zevkine hitab eden pek çok kelime, hikâye, hayal ve manalar, zamanla ihtiyarlayıp, eski süslerini de yitirdikleri için, yeni neslin gençlik heveslerine uygun gelmemekle, yenileşme meyli, icad düşüncesi ve değiştirme cüretine sebep olmuştur.

Bu kaide dilde olduğu gibi, hayal, mana ve hikâyelerde de geçerlidir. Öyle ise, her şeye zahire göre hükmetmemek gerekir. Gerçeği arayan (araştırmacı), dalgıç gibi olmalı, zamanın tesirlerinden sıyrılarak, mazinin derinliklerine dalmalı; mantığın terazisiyle tartıp, her şeyin kaynağını bulmalıdır. Beni bu gerçeğe ulaştıran şu hadise oldu: Bir vakit çocukluğumda ay tutuldu. Validemdem sordum. Dedi ki: "Yılan ayı yutmuş." Dedim: "Hâlâ neden görünüyor?" Dedi ki: "Göğün yılanı yarı şeffaftır."

İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup, gerçeğin önüne çıkarak, asıl hakikati görünmez yapmıştır. Zira ayın dönüş yörüngesi burçlar mıntıkası ile baş ve kuyruk denilen noktada kesiştiklerinde, bu iki mevhum dairenin iki kavisi yılan gibi göründüğünden, eski astronomlar, ay tutulmasıyla meydana gelen ve yılanı andıran bu şekle yılan manasında "tınnin" demişler. Zaten ay baş ve kuyruğa, güneş de ötekine gelirse, yeryüzünün araya girmesiyle tutulma vuku bulur.

Ey benim şu karışık sözlerimden usanmayan zat! Bu mukaddemeye dahi dikkat et. Bir mikroskop ile bak. Zira bu asıl üzerinde pek çok hurafe ve gerçeğe aykırı şeyler türer. Dolayısıyla mantığı ve belağati rehber etmek gerektir.

Hâtime

Hakiki mananın bir sikkesi olmak gerektir. O sikke de, Şeriat'ın maksatlarının muvazenesinden meydana gelen mücerred güzelliktir. Mecaz ise, belağatin şartları dâhilinde olursa caizdir. Yoksa mecazı hakikat ve hakikati mecaz şeklinde görmek ve göstermek, cehaletin istibdadına kuvvet vermektir. Evet, her şeyi zahiriyle, (yani dış görünüşü, kalıbı ve ilk zâhirî manasıyla) ele alan ve neticede tabiatı gereği yanlış bir zahirilik mesleğini doğuran tefrit meyli ne derecede zararlı ise, her şeye mecaz gözüyle baktıra baktıra, nihayette tabii olarak batıl Batınilik mezhebini doğuran ifrat düşkünlüğü de, aynı derecede, hatta daha fazla zararlıdır.

Orta yolu gösterecek, ifrat ve tefridi kıracak yalnız Şeriat'ın felsefesiyle belagat ve mantık ile hikmettir. Evet, hikmet derim, çünkü büyük hayırdır. Şerri vardır, fakat cüz'idir. Doğruluğu teslim edilmiş esaslardandır ki, cüz'i bir şer var diye, büyük hayır getirecek bir işi terketmek, büyük şer işlemek demektir. Şerrin hafifini tercih etmek gerekir. Evet, eski hikmetin hayrı az, hurafesi çok; zihinler istidatsız, düşünceler taklit ile sınırlı ve avamda cehalet hâkim olduğundan, selef bir derecede hikmetten nehyettiler. Fakat ona nisbetle şimdiki hikmetin hayrı çok, yalanı az; düşünceler dahi hür ve toplumda bilgi ve eğitim hâkimdir. Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.

ALTINCI MUKADDEME

Mesela, tefsirde geçen her bir şey tefsirden olmak lazım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. Delil istemeyen gerçeklerdendir ki, mühendislik gibi bir sanatta mahir olan bir zat, tıb gibi başka bir sanatta âmî ve asalak olabilir. Ve usule ait kaidelerdendir ki, fakih olmayan, fıkıh usulünde müçtehid de olsa, fukahanın icmaında muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmîdir.

Hem de tarihi gerçeklerdendir ki, bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak kabiliyette adeta emsalsiz bir adam, dört veya beş fende mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin hakiki şekil ve mahiyetindedir; onun şeklini almak ve onunla görünmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs olup, başka bildiklerini tamamlayıcı ve yardımcı olarak kullanmazsa, bu takdirde, perişan malumatından tuhaf bir şekil ortaya çıkacaktır.

Tenvir için farazî bir misal: Başka bir dünyadan bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz edelim. Bu küreden ne insan, ne de insanın gayrisi bir varlığın tam şeklini görmemiş. Belki, her bir varlığın azalarından bazısını görmekle, bir insan veya bir ya da birkaç parçasını gördüğü bir eşyanın resmini yapmak istiyor. Diyelim ki, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz, burun ve sarık gibi şeyleri birlikte resmederek bir insan resmi yahut gözüne çarpan atın kuyruğu, devenin boynu, insanın yüzü ve arslanın başından bir hayvan resmi yapsa, bütün bunlar uyumsuzluk sebebiyle hayata mazhar olamayacağı için, "hayatın şartları böyle tuhaf, görülmedik şeylere müsait değil" diyecekler ve nakkaşı suçlayacaklardır.

Bu kaide fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki, bir fenni esas tutup, başka malumatını buna yardım ve destek için bir havuz gibi yapmalıdır. Hem de yerleşmiş adetlerdendir ki, tek bir kitapta pek çok ilim sığışabilir. Zira ilimler birbirini netice verip, birbirinin elinden tutmakla yardımlaşma ve kucaklaşma içinde olduklarından, o derece karmaşık bir haliçe meydana gelir ki, bir fende telif olunan bir kitapta o fenne ait meseleler, kitabın içindekilere göre ancak zekâtı nisbetinde olur. Bu sırdan gaflet iledir ki, bir şeriat veya bir tefsir kitabında, o kitaba antrparantez alınmış bir meseleyi gören bir zahirperest veya demagog der ki: "Şeriat ve tefsir böyle der." Eğer dost olsa diyecek: "Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir." Şayet düşman olsa, o bahane ile der: "Şeriat ve tefsir, -hâşâ- yanlış."

Ey ifrat ve tefsir sahipleri!... Tefsir ve şeriat başkadır, tefsir ve şeriat konusunda telif olunan kitap yine başkadır. Zira kitap daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu anlayabildiysen, ileri-geri konuşmaktan kurtulursun. Dikkat et, nasıl ki bir ev için gerekli araç-gereçler yalnız bir zenaatkardan alınmaz, belki her bir hacet için o zenaatta mütehassıs olana müracaat etmek gerektir. Öyle de: Kemalatın saadet sarayında o kanuna uygun hareket etmek gerekir. Acaba görülmüyor mu ki, birinin saati bozulsa, terziye saatimi dik dese, yuhadan başka cevap var mıdır?

İşaret

Bu mukaddemenin asıl temeli budur ki: Sani-i Zülcelal'in, kâinatın yaratılış ve hayatında geçerli mükemmele ulaşma ve terakki kanunu vardır. O'nun bu kanunda yatan rızası, iş bölümü kaidesine uygun hareket etmekten geçer. Böyle davranmak farz iken, bu hususta gerekli itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: İş bölümü kaidesini gerekli kılan İlahi hikmet, inayet eliyle beşerin mahiyetine birtakım istidat ve meyiller ekmiş ve bunları, yaratılış ve hayat kanunlarının farz-ı kifayesi hükmündeki fen ve teknolojinin edasına yöneltmiştir. Fakat bu istidat ve meyilleri kötüye kullanarak, istidattan kaynaklanan meyle kuvvet ve medet verici şevki yersiz bir hırs ve riyanın en büyüğü demek olan başkalarından üstün olma temayülü ile yok edip, söndürdük. Elbette isyan eden cehenneme müstahak olur. Biz de, bu yaratılış denilen şeriat-ı fıtriyenin emirlerini yerine getirmediğimizden, cehalet cehennemi ile azap olunuyoruz. Bu azaptan bizi kurtaracak, iş bölümü kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz, iş bölümü kanunuyla amel ettikleri için, ilim cennetlerine girmişlerdir.

Hâtime  

Bir gayr-i müslimin Müslüman olması için mescide girmesi yetmediği gibi, fen, felsefe, coğrafya veya tarih gibi ilimlerin bazı meseleleri tefsir veya şeriat kitaplarına girmekle, tefsir ve şeriata dâhil olmaz. Hem de, mütehassıs olmaları şartıyla, bir müfessir veya fakihin hükmü yalnız Şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeyli ve izinsiz olarak tefsir ve şeriat kitaplarına girmiş hususlarda hüccet değildir. Zira onlarda tufeyli olabilir, Nakledene itap yoktur. Evet, bir fende sözü hüccet olanın,

başka fenlerde nakil ve dava cihetiyle verdiği hükümleri de hüccet kabul etmek, güzelliklerin bölüştürülmesi ve mesainin ayrılması, yani herkese yapabileceği işi verme şeklindeki İlahi kanunlara rıza göstermemek demektir.

Hem de mantıkça kabul ve teslim edilmiştir ki, hüküm, herhangi bir metnin konusu ile metne yüklenen ana mananın münasebeti üzerinde cereyan eder. Metin üzerinde yapılacak daha öte çalışma ve açıklamalar, metnin asıl konusu olan ilimden kaynaklanmaz. Onlar, metne karışmış başka ilimlerin meselelerinden olmak gerektir.

Yine yerleşmiş hükümlerdendir ki, umumi olan, hususi olana üç delalet yolunun hiçbiriyle delalet etmez.* Mesela, [(Zülkarneyn,) "Bana demir kütleleri getirin" dedi. Onları iki dağın arasına yatırıp, "körüklerinizle üfleyin" dedi. Nihayet bir ateş yaktıklarında, "Bana erimiş bakır getirin, üzerine dökeyim" dedi (18, Kehf: 93, 96)  ayetinde geçen] "iki dağ arası"ndan kasdın Ermeniye ve Azerbaycan dağları olduğuna dair Beyzavi tefsirinde yer alan te'vile (Bk. Envaru't-Tenzil ve Esrarü't-Te'vil, Beyrut 1996, 3: 522, Darü’l Fikir) mutlak doğru nazarıyla bakmak en büyük mantıksızlıktır. Zira aslı nakildir. Hem de, bunların hangi dağlar olduğuna dair Kur'an'da herhangi bir işaret ve bahis yoktur. Dolayısıyla, tefsirden sayılmaz. Zira o te'vil, ayetteki bir kaydın başka fenne dayanarak yapılan bir açıklamasından ibarettir. Bu sebeple, böyle zayıf noktaları bahane ederek, o büyük müfessirin tefsirdeki derin vukuf ve kabiliyetine şüphe iras etmek insafsızlıktır. İşte, tefsir ve şeriatın asıl hakikatleri
meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor. O hakikatlerdeki netlik ve kuvvet, benim gibi bir âcize cesaret vermektedir, Ben de dava ederim: Tefsirin ve şeriatın ne kadar asli hakikati varsa ve birer birer tetkik edilse görülür ki, her biri bir hakikatten çıkmış, hikmet ile tartılmış ve hak olarak, hak üzerinde dönmekte ve hakka yöneliktir. Ne kadar şüpheli noktalar varsa, hepsi de cerbezeli zihinlerden çıkıp, sonra da asıl hakikatlere karışmış.

Hakikatlerin aslı konusunda kimin bir şüphesi varsa, işte meydan, ortaya çıksın!..

*Bu hükmün Osmanlıca mantık kitaplarındaki ve Muhakemat'ta geçen asıl şekli şöyledir: Âmm, hassa delalet-i selasenin hiç birisi ile delalet etmez. Bir sözde üç delalet vardır: 1. Delalet-i mutabıkıyye: Bir sözün, kendisiyle kastedilen mananın tamamına delalet etmesi; 2. Delalet-i tazammuniye: Bir sözün, kendisiyle kastedilen mananın bir kısmına ya da bu manaya işareten delalet etmesi; 3. Delalet-i iltizamıye: Bir sözün kendi asıl manası dışındaki çağrışımları. Bunlara kısaca, 1. Tam delalet, 2. Zımnen delalet, 3. Çağrışım yoluyla delalet de diyebiliriz.


Sadeleştiren: Ali Ünal

Bediüzzaman Said Nursi