๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Aralık 2009, 17:01:46



Konu Başlığı: Tebük Gazvesinde Vukua Gelen Bazı Mucizeler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Aralık 2009, 17:01:46
Tebük Gazvesinde Vukua Gelen Bazı Mucizeler


îbn-i îshak, Hâkim ve Beyhakî îbn-i Mes´ud´tan naklederler. O diyor ki: "Peygamber (s.a.v.) Tebük Seferi´ne çıktığı zaman, ashâbdan bâzıları geri kalmıştı... Ebû Zerr de, geri kalıp sonradan yetişmişti...

Müslümanlardan biri, arkadan bir adamın gelmekte olduğunu gördü ve: "Ey Allah´ın Resulü, arkadan bir adam yola düşmüş, yürüyerek gelmektedir" dedi. Resûlüîîah Efendimiz bunun üzerine: "Bu gelen Ebü Zerr olsun!" buyurdular... Ashâb, yürüyerek gelmekte olana bakıyorlardı. Onun biraz daha yaklaşması ile, Ebû Zerr olduğunu tanıdılar ve: "Ey Allah´ın Resulü, gerçekten gelen adam Ebû Zerr´dir" dediler. Bunun üzerine peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah Ebû Zerr´e merhamet buyursun! O, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız olarak dirilir!´

Aradan bir müddet geçmişti ki, Ebû Zerr, Rabze´ye sürgüne gönderildi. [144]Orada yalnız olarak vefat etti... Ölürken yanında, hanımı ve bir hizmetçisinden başka kimseler yoktu... Cenazesi yol kenarına konulmuş, gerekenleri yapacak birisini bekliyordu...İleriden bir kafile görünmüş. Kafilede tbn-i Mes´ûd da bulunuyordu. Cenazenin bulunduğu yere geldiği aman, "Bu nedir?" diye sordu... "Ebû Zerr´in cenazesidir" dediler, tbn-i Mes´ûd ağlamaya başladı ve Hz. Peygambe rin yukarıdaki sözünü hatırlayıp: "Allah´ın Resulü gerçeği söylemiştir. O, Ebû Zerr ile ilgili olarak: "Allah Eb´û Zerr´e merhamet buyursun! O, yalnız yürür, yalnız Ölür, yalnız dirilir!" buyurmuştu" dedi. Sonra binitinden inen Ibn-i Mes´ûd, Ebû Zerr´in cenazesini kaldırmak için gerekli vazifeleri, bizzat kendisi edâ etti..."

Beyhakî, îbn-i îshak tarikiyle Ebû Bekir bin Hazm´ın oğlu Abdullah´tan şöyle nakleder: Tebük Seferi´nde geri kalanlar arasında Ebû Has´amada bulunuyordu. Peygamberimiz Tebük´e varıp konakladı ğı zaman o da arkadan gelip orada Peygamberimiz´e yetişti... Uzaktan bir gelen olduğu görüldüğü zaman, müslümanîar: "Ey Allah´ın Resulü, arkadan bir gelen var!" diye haber verdiler. Peygamberimiz de bunun üzerine: "Gelen. Ebû Has´ama olsun!" buyurdu... Derken gelen adam hayli yaklaştı. Bu sırada gelenin kim olduğuna dikkat eden müslüman îar, onun gerçekten Ebû Has´ama olduğuna şahit oldular..."

Beykakî ve Ebû Nuaym Urve´nin şöyle dediğini naklederler: "Peygamber sallalâhü aleyhi vesellem Tebük´a indiği zaman, oradaki su kaynağında çok az miktarda su bulunuyordu... Peygamberimiz eliyle kaynaktan biraz su aldı ve bu suyu ağzına koyarak çalkaladı, sonra kaynağa bıraktı... Kaynağın derhal coştuğu görüldü».. Kaynak iyice doldu... O, şimdi dahî hâlâ dolu bulunmaktadır..."

Müslim Muâz bin Cebel´den şöyle rivayet eder; Ashâb, Feygamber (s.a.v.) ile birlikte Tebük´e çıktıkları zaman, Peygamberimiz kendilerine dedi ki* "Yarın inşallah Tebük kaynağına varmış olacaksınız, kuşluk varki oraya vardığınızda, suyuna hiç dokunmayınız!". Ertesi günü oraya vardıklarında, suyun ancak kuş gözü gibi azıcık kaynadığını gördüler... Peygamberimiz bu sudan avucuyla azar azar alıp bir kabda topladı. Sonra bu kahdaki suda, yüzünü ve elİerini yıkadı. Daha sonra bu suyu, kaynağa döktü... Kaynak öylesine coştu ki, herkes bu sudan ihtiyâcım te´ınin etti... Suyun bu kadar zengin kaynadığını gören Hz. Peygamber buyurdu ki:

"Ey Muâz, ömrün uzun olursa, burasının yakında yemyeşil bahçelerle donatıldığını görürsün." [145]

îbn-i îshak da bunun benzeri bir haberi rivayet eder. Farklı olarak der ki: "Kaynağın suyu Öylesine coştu ki, bundan bir su harkı meydana geldi... Suyun kaynarken çıkardığı sesi duyan, sanki gök gürüldüyor sanırdı... Şimdiki halde Tebük´te kaynamakta olan su» işte bu sudur... Hatıb´in "Ruvât-ı Mâlik" adlı kitabında da bu rivayet vardır... Ancak burada da farklı olarak şu ifade bulunmaktadır: "Biz, susuzluktan Hz. Peygamber´e şikayetçi olduk... O da, bizden aldığı bâzı okları, buradaki kaynağa sapladı... Sonra su, bolca fışkırmaya başladı. Hz. peygamber de Muâz´a hitaben o sözünü söyledi..."

Müslim Ebü Hüreyre´den rivayet eder, O demiştir ki: Tebük Gazvesi olduğu zaman, insanlar aç kaldılar... Hz. Peygamber´e mürâcât ederek: "Ey Allah´ın Resulü, izin verseniz de develerimizden bir kısmını kessek" dediler. Ömer derhal ortaya atılarak: "Bu takdirde binit sıkıntı sı çekeriz. Ifakat siz yâ Resûleîlah, ashabın arta kalan yiyeceklerini bir yere toplasanız, sonra bunun bereketlenmesi için dua buyursamz, ümüd ederiz ki Allah onu bize yetecek hale getirir" dedi. Peygamberimiz de derhal öyle yapılmasını emretti. Arta kalan yiyecekler toplandıktan sonra bereketlenmesi için Allah´a duada bulundu.,. Baktılar ki yaygı üzerinde toplanmış bulunan azıcık yiyecek, herkese yetecek şekilde bereketlenivermiş... Resûlüllah (s.a.v.) "Herkesi çağırınız, ihtiyacı kadar alsınlar, kablarmı doldursunlar" buyurdu... Herkes gelip ihtiyacı kadar cüdı... Askerlerin kabları içinde doldurulmayan kalmadı... Hepsi de yiyip doydular... Yine de ortada duran yaygının tilerinde jâyecek arttı... Durumu böylece müşahede buyuran Hz. Peygamber: "Her Müslüman gibi hen de şehâdet ederim ki, Allah´tan başka ilah yoktur! Muhammed de O´nun eîçİoi´dir" buyurdu. Ve her kimin bu şehadeti; kalbden inanarak olursa, cennete gideceğini müjde eyleyip duyurdu../´

îbn-i Râhûye, Ehû Yâiâ, Ebû Nuaym ve tkn-i Asâkîr, Ömer bin. el-Eattâb´ksn rivayet ederler, O demiştir ki: Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Tehük´e çıktığımızda, bize açhk isabet etti... Ben Hz. Peygamber´e mürâcât edip; "Yâ Resûiallah, düşmanlarımız Rumlar, hiçbir yiyecek sıkıntısı olmadan bize karşı sefere çıkmışlar. Halbuki bizler açız... Bu sebeble Ansârdan bâzıları, develerinin bir kısmını boğazlamak istiyorlar..." dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, önüne bir yaygı yayılıp bütün artakalan yiyeceklerin getirilip bunun üzerine dökülmesini emretti Nihayet az miktarda bir şey toplandı. Peygamberi miz bunun yanıbaşına oturdu ve bereketlenmesi için Allah´a dua etti. Sonra buyurdu ki: "Ey insanlar, haydi berkes ihtiyacı kadar alsın! Ancak kapışır gibi almak yok!". Bunun üzerine bütün askerler gelip ihtiyâcı kadar aldılar. Torba ve çuvallarını bundan doldurdular. Dolduracak bir kabı olmayanlar da eteğini doldurdular... Herkes aldıktan sonra, yine eskisi kadar yaygının üzerinde yiyecek arttı... Peygamber (s.a.v.) bunun üzerine sürür ve müjde ile buyurdular ki:

"Ben şehâdet ederim ki: Allah´tan başka ilâh yoktur! Ve Ben de Allah´ın elçisi´yim! işte hangi kul, bu iki îmân esâsına kalbden ve ger çekten şehâdet ederse, muhakkak o kulu Allah cehennemden korur!

Ebû Nuaym´in Ebû Hâlid et-Huzel tarikiyle Muhammed bin Hamza´nm dedesinden şu haberi naklettiğini görüyoruz: Tebük seferine çıkıldığında benim vazifem, tulumların korunması idi. Yağ tulumuna baktığım zaman, onun azaldığını gördüm. Halbuki ben, Hz. Peygamber için yemeklik hazırlamıştım... Yağ tulumunu içindeki erisin ve toplansın diye güneşe koydum ve uzanıp uyudum. Fakat tulumdan akmakta olan yağın çıkardığı sesle uyandım. Hemen tulumun ağzını elimle kapattım. Beni görmekte olan peygamber (s.a.v.): "Eğer ona engel olmasaydın, bir dere gibi yağ aktığını görecektin!" buyurdu.

îbn-i Sa´d da Muhammed bin Hamza´nm babası Hamza´dan şu haberi nakletmiştir: Biz Tebük´te iken Akabe´ye varıldığı sırada münafıklar Peygamber (s.a.v.)´in devesini ürküttüler... Deve ürkünce üzerindeki eşyadan bazıları da kaybolmuştu. Bir de ne göreyim, sağ elimin baş parmağı ucundan lamba gibi ışık çıkmaktadır! Ben, elimde beliren bu ışığın yardımıyla, gece karanlığında kaybolan o eşyayı arayıp buldum... Kamçı, ip ve benzeri şeyleri, birer birer toplayıp getirdim..."

Vâkıdi ve Ebû Nuaym, Ebü Katâde´den naklederler. O şöyle der: Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Tebük Seferine çıktığımızda, yolda giderken bütün ordu büyük bir susuzluk sıkıntısına ^âruz kaldık... O´

derece ki, insanlar ve hayvanların, susuzluğun şiddetinden boyunları kopacak gibiydi... Hepsi, susuzluğun şiddetinden sallanıp kalmıştı... Peygamberimiz içinde su bulunan bir kab istedi. Mübarek parmaklarım bu suyun içine koydu ve suyun bereketlenmesi için dua buyurdular... Parmakları arasından su fışkırmaya başladı. Bunun üzerine insanlar ihtiyâcı kadar su aldılar, hem kendileri bol bol içtiler, hem de bütün hayvanlarını bol bol suladılar... Askerin sayısı ise otuz bin idi. Hayvanların sayısı da: on iki bin at, on iki bin de deve idi..."

Peygamberimiz Tebük dönüşü sırasında da çok şiddetli bir sıcak altında susuzluk sıkıntısı geçirmiştir... Daha önce iki defa mâruz kalınan susuzluktan sonra, bu üçüncü defa mâruz kalınan susuzluk oluyordu... Bütün ordu, susuzluktan kırılacak hâle gelmişti... Yol, hem çok uzundu hem de suyu bulunmayan çöllerden geçiyordu... Su, bâzan çok az bulunuyor, bâzan da hiç bulunmuyordu... Peygamberimiz bu sırada Üseyd bin Hudayr´ı su araması için göndermişti. Üseyd, Tebük ile Hıcır arasında hayli su aradı... Sonra rastladığı bir kadına su aradığını söyledi. Kadının sırtında su kırbası vardı. Onu alıp Hz. Peygamber´e getirdi. Peygamberimiz bu suyun bereketlenmesi için dua buyurdular... Sonra:

"Haydi herkes, su kabını getirip suyunu alsın!" dediler... Herkes gelip su kırbasını doldurdu. Bol bol kendileri içtikleri gibi, hayvanlarını da kanmcaya kadar suladılar...

Suyun, bu dönüş sırasındaki bereketlenmesini rivayet edenler derler ki: Bu sırada Hz. Peygamber, Üseyd´in bulup getirdiği suyu, geniş bir kaba döktü. Elini bu suyun içine sokup yüzünü ve ayaklarım bunda yıkadı. Yâni abdest aldı. Sonra iki rek´at namaz kıldı, sonra ellerini kaldırıp Allah´a yalvardı.... Sonra baktılar ki, içinde su bulunan kabdan kuvvetle su fışkırmaktadır. Peygamberimiz: "Herkes ihtiyâcı olan suyunu alsın" buyurdu. Asker de sıraya girerek ihtiyacı olan suyu aldı... Sırada yüz veya iki yüz kişinin su almak üzere saf oldukları görülüyordu... Hepsi teker teker suyunu aldı... Yine de o kabta su kaynamağa devam etti ve tükenmedi..."

îbn-i Huzeyme, îbn-i Hıbbân, Beyhakî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Ebû Nuaym, îbn-i Abbas´ın şöyle dediğini kaydederler: Bir gün Ömer bin el-Hattâb´a, "O, susuzluk çekilen güçlük zamanını anlatır mısın?" dediler. O da dedi ki: Biz, şiddetli bir sıcak altında Tebük´e çıktığımız zaman, mola verip bir yere indik. Hiç suyumuz yoktu. Susuzluktan boyunlarımızın kopacağım zannettik. Hatta içimizden bâzıları, devesini kesip işkembesi içindekini sıkarak ondan çıkan sıvıyı içmek zorunda kalmıştı... Ve bu sırada Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz´e mürâcât ederek: "Ey Allah´ın Resulü, şüphesiz yüce Allah sizin dualarınızı kabul buyurur. Şu sıkıntımızın giderilmesi için Allah´a dua etseniz" dedi. Peygamberimiz de ellerini kaldırarak duaya başladı. Daha Peygamberi miz duasını bitirmeden bulutlar peyda oldu... Sonra iyice bulutlar sıklaşıp yağmur yağmaya başladı... Ordudaki askerler de kablarını doldurmaya başladılar... Hem kendileri, hem de hayvanları yeterince suya kandılar... Sonra önümüzde ki vadiye bakmaya gittik. O kadar sel akıyordu ki, askerin geçmesi mümkin değildi..." (Keza Ebû Nuaym´in, Ayyaş bin Süheyl´den sevkettiği haber de bu mealdedir..."

îbn-i Ebû Hatim, Ebû Hazra´dan şu haberi nakleder: Peygamberi miz Tebük Gazvesine çıktığı zaman, Hıcır denilen yerde askerine mola vermişti. Fakat oranın suyundan taşımamaları için de emir vermişti... İşte oradan su alm´adan yola çıkılmış, bundan sonraki konaklama zamanında da büyük bir su sıkıntısı çekilmişti. Yanlarında su olmadığı gibi, mola verdikleri yerde de su bulunmamakta idi. Durumu Hz. peygamber´e arz ettiler. Peygamber Efendimiz, kalkıp iki rek´at namaz kıldı, sonra dua ederek yüce Allah´a yalvardı... Cenâb-ı Hakk da bulutlarını gönderdi ve yağmurunu yağdırdı... Asker, bol bol suya kandı, ihtiyacı olan suyu da alıp kablarını doldurdu..."

Bu sırada Ansardan biri, kendisi münafıklık ile itham edilen birine dedi ki: "Yazıklar olsun sana! îşte gözlerinle görüyorsun, Hz. Peygamber dua ediyor, Cenâb-ı Hakk da O´nun duasını kabul buyurup yağmurunu veriyor! Sen, böyle bir mucizeyi gözlerinle gördüğün halde hâlâ münafıklıktan vaz geçip, samimî bir müslüman olmayacak mısın?"

O adam da şu karşılığı verdi: "Biz, yağmur yağması için bâzı yıldızların te´siri ve yağmur yağdıracağı zamana rastlaması neticesi yağmura kavuştuk!".

îşte o münafığın bu şekilde bâtıl cevâbı üzerine, Kur´ân-ı Kerîm´deki şu âyet nazil oldu. "Şimdi siz, nasibinizi hakikati yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?" [146]

Beyhakî ve Ebû Nuaym îbn-i îshak tarikiyle, Abdü´l-Eşhel Oğullarından bâzı kimselerden şu haberi nakletmişler-dir: Mola verdik ten sonra istirahata geçildi... Sabah olduğu zaman hiç su bulunmadığı anlaşıldı. Susuz kaldıklarını Hz. Peygamber´e haber verdiler. Peygamber Efendimiz de Allah´a dua ettiler.,. Derken bulutlar belirdi ve yağmur yağmaya başladı. İnsanlar da suya kandılar, ihtiyaç duydukları kadar su aldılar...

Bu hususu anlatan Asım der ki: "Kendi kavmimden bâzıları bana şöyle ifâde ettiler: O sırada orada münafıklardan biri de bulunmakta imiş. Peygamberimiz´in duası üzerine Allah´ın yağmurunu yağdırması karşısında, nifaktan vazgeçip samîmi bir şekilde inanması için kendisini uyaranlar olmuş. O da demiş ki: "Üzerimizden geçen bir bulut! Hepsi bu kadar!?" Yâni vukua gelen mucizeyi, kendi gözleriyle gördüğü halde, münafıklıktan vazgeçmemiştir..."

Müslim Ebû Humeyd´ten rivayet ediyor. O diyor ki: "Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Tebük´e çıktığımız zaman, Vâdil-Kurâ denilen yere gelip konakladık... Burada bir kadına âit bir hurmalık vardı. Peygamberimiz, bu bahçede ne kadar hurma bulunduğunun tahminini yapmamızı istedi. Biz ve kendisi tahminde bulunduk, on vesak olduğuna karar verdik. (Bir vesak: 200 kg. civarında bir ölçek). Sonra Peygamberimiz bahçe sahibi kadına: "Biz dönünceye kadar hurmanın ne kadar olduğunu, ölçerek sayımda bulununuz" buyurdu. Sonra yolumuza devam edip Tebük´e vardık. Resûlüllah askere hitaben buyurdular ki: "Bu gece çok şiddetli fırtına esecek! Geceleyin hiçbiriniz kalkmasın. Herkes devesini sımsıkı bağlasın."

Geceleyin hakikaten çok şiddetli fırtına esti. Tedbirsizlik edip kalkan bir kimseyi fırtına tâ Tay Dağı´na kadar sürüklemiştir. Sonra Vâdil-Kurâ´ya dönüşümüzde Hz. Peygamber, kadının hurmasının ne kadar geldiğini sordular. "On vesak" geldiği, kendisine bildirildi..."

îbn-i Sa´d, sahih bir senedle Muğıra bin Şube´den şöyle nakleder: Muğıra´ya "Peygamber Efendimiz´e namaz kılarken, Ebû Bekir´den başka imamlık eden oldu mu?" diye sordular. O şu cevabı verdi: "Evet, oldu. Biz, bir seferde idik. Seher vakti idi. Peygamberimiz ve ben in sanlardan ayrılıp uzaklaştık, iyice kaybolduktan sonra devesinden inen Peygamberimiz deveyi bana teslim edip kendileri, bana dahî görün-meyecek kadar uzaklaştı. Hacetini yapıp bir müddet sonra geldi. Ben kendisine su döktüm. O da abdestini aldı. Ayaklarında mestleri vardı, onların üzerine meshetti... Sonra her ikimiz develerimize binerek insanlara yetiştik. Fakat onlar namaza durmuşlar idi. Ben, kendisi için Ezan okumak istedimse de, beni bundan menetti... Her ikimiz cemâate uyduk. Yetişebildiğimiz rek´ati onlarla birlikte kıldık, kaçırdığımız rek´ati de kaza ettik... Bu namazda insanlara imamlık eden, dolayısıyla Peygamber Efendimiz´e de imamlık yapmış bulunan zât, Abdurrahmân bin Avf idi. Orada bu vesile ile Abdurrahmân bin Avf hakkında şöyle buyurdular:

"Hiçbir peygamberin; ümmetinden sâlih (iyi) bir kimsenin .arkasında namaz kılmadan ruhu kabzedilmemiştir!".

(îbn-i Sa´d der ki: Ben bu hadîsi Vâkıdî´ye hatırlattım. O da bana: "Bu hadîs Tebük Gazvesi´nde irâd buyurulmuştur" cevabını verdi...) [147]

Bezzâr, Ebû Bekir el-Sıddik´tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber (s.a.u.) bir hadislerinde: "Hiçbir Peygamberin; ümmetinden birinin arkasında namaz kılmadan ruhu kabzedilmemiştir."

îbn-i îshak ve Beyhakı Sehl bin Sa´d el-Sâidî´den nakleder. O demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) el-Hıcr´da konakladığı zaman, "Hiçbiriniz geceleyin yanma bir arkadaşını almadan dışarıya çıkmasın!" buyurmuştu. Herkes bu tenbîhe uydu, fakat iki kişi uymadı. Bunlardan biri, yalnız olarak haceti için çıkmıştı. Diğeri de kaybolan devesini aramaya gitmişti... Haceti için giden, fırtınanın şiddetinden geri dönememişti. Devesini aramaya giden de fırtına tarafından Tay Dağı´na savrulmuştu... Durum Peygamber Efendimiz´e haber verildiği zaman, şöyle buyurdular: "Ben sizlere, hiçbiriniz yanına arkadaşını almadan dışarı çıkmasın, diye tenbihte bulunmadım mı?" Sonra haceti için gidip de kumlara boğulan kimsenin iyileşmesi için dua buyurdular. O da şifâya kavuşup iyileşti... Diğeri ise, ancak Peygamberimiz Tebük´ten dönerken yetişe bildi..."

Taberânî, Fedâle bin Ubeyd´ten sahih bir senedle şu haberi nakleder: Resulüllah (s.a.v.) Tebük Gazvesi´ne çıktıkları zaman, sıcağın ve susuzluğun şiddetiyle binek ve yük hayvanları yürütmek ve taşımakta çok zorluk çekiyorlardı... Durumu Hz. Peygamber´e arz ettikleri zaman, o baktı, o sırada insanlar dar bir geçitten geçmekteler ve hayvanlarını zorlukla sevketmekteler... Derhal bulunduğu yerde durdu ve derince bir nefes aldı... Sonra şu şekilde duada bulundu:

"Allah´ım, şu hayvancağızların yükünü taşımalarına kolaylık ve güç ver! Bunlar şüphesiz Senin yolundadır. Sen, senin yolundakilere dilediğini kolayca taşıttırırsın! Onlar, ister zayıf olsunlar, ister kuvvetli... ister yaş, ister kuru... İster denizde bulunsunlar, ister karada!..."

Resûlüllah´m bu şekilde dua buyurmalarından sonra onlar öylesine güçlendiler ki, Medine´ye dönüş sırasında biz, onların yularından tutup zor zaptediyorduk... Sıkıca tutmasak, neredeyse bizi geçip gideceklerdi..."

Ebû Nuaym Vâkıdl´den, Abdullah Zü´l-Bicâdeyn´in şöyle dediğini nakleder: Ben, Tebük´e Peygamber (s.a.v.) ile birlikte çıktım. Bir ara Hz. Peygamber´e dedim ki: "Ey Allah´ın Resulü, dua buyurunuz da Allah bana şehitlik nasîb etsin!" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: ´"Allah´ım, Zü´l-Bicâdeyn´in kanını dökmelerini kâfirlere nasîb etme!" şeklinde dua buyurdular. Ayrıca dediler ki: "Sen, Allah yolunda cihâda çıktığın zaman, sıtma hastalığına tutulsan da bu hastalık sebebiyle vefat etmiş olsan, şehîd olarak ölmüş olursun!"

Tebük Gavzesi´ne çıkıldığı zaman, bir müddet orda kalınmıştı, işte o günlerde hastalanan Abdullah Zü´l-Bicâdeyn, orda vefat etmiştir..´[148]

îbn-i Sa´d ve Beyhakî Alâ bin Muhammed el-Sekafî tarikiyle Enes´ten şu haberi nakleder: Biz Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bulunuyorduk. Güneş doğduğu zaman, her zamankinden fazla ve farklı olarak daha parlak vp daha ışıklı olarak doğmuştu... Bu sırda Cebrâîl gelip Hz. Peygamber´e mülâki olmuştu. Peygamberimiz Cebrail´e sordu: "Bugün Güneş´in hiç görülmemiş şekilde nurlu ve ışıklı doğmasının sebebi nedir?" Cebrâîl de şu cevabı verdi: "Bunun sebebi, Muaviye bin Muâviye´nin bugün Medine´de vefat etmiş olmasıdır. Onun cenaze namazında bulunmaları için Allah yetmiş bin melek göndermiştir." Peygamberiniz de bunun üzerine: "Peki bunun hikmeti nedir?" diye tekrar sordu. Cebrâîl şu cevabı verdi: "O, Kul hüvallahü ehad" Sûresini çok okuyordu; gecede ve gündüzde, yürürken, dikilirken ve otururken hep buna devam ediyordu." Sonra Cebrâîl Peygamberimizi hitaben: ´"İstersen arzı senin için kabzederim, sen de onun namazını kılarsın!" dedi... Peygamberimiz de "Evet, isterim" dedi ve onun cenaze namazını kıldı..." [149]

İbn-i Sa´d, Ebû Yâlâ ve Beyhakî, diğer bir tarîkten ve Atâ bin Ebû Meymene´den, o da Enes´ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Cebrâîl gelip: Ey Muhammed, Muâviye bin Muâviye vefat etti. Onun cenaze namazını kılmak ister misin?" Peygamberimiz de: "Evet" dedi. Cebrâîl, her iki kanadını yere vurdu, ne kadar ağaç ve tepe varsa hepsi ona itaat etti... Muâviye bin Muâviye´nin tabutunu kaldırıp yükseltti. Peygambe rimiz de ona bakarak namazını kıldı... Arkasında meleklerden iki saf vardı ve her bir safda yetmiş bin melek bulunmakta idi..."

Peygamberimiz buyurur ki: "Ben Cebrail´e: Muâviye bin Muâviye´nin bu mertebeye nasıl ulaştığını" sordum. O da bana dedi ki: "O kul hüvallahü ehad sûresini çok severdi! Ayakta iken, otururken, giderken ve gelirken, hep onu okurdu!" [150]

Beyhakî´nin Urve´den rivayeti ise şöyledir; Peygamber (s.a.v.) Tebük´ten Medine´ye dönüşü sırasında, Hâlid bin Velîd´i dört yüz yirmi atlı asker ile Dûmetü´l-Cendel´deki Ukeydir´e gönderdi. Bu sırada Hâlid, "Ey Allah´ın Resulü, Dûmetü´l-Cendel´de Ükeydir gibi bir hükümdar varken, biz orasını nasıl ele geçirelim? Meğer oraya yeterince askerî kuvvetle gitmiş olalım..." demişti. Hz. Peygamber de kendisine: "Allah´tan ümîd edilir ki, sen yola çıktığında Ükeydiri ava çıkmış bulursun! Kendisini yakalayıp kal´anm anahtarını ondan alır, gider kal´anın kapısını açıp fethedersin!" buyunmuş idi...

Hâlid yola çıkıp hayli ilerledikten sonra Dûmetü´l-Cendel yakınlarına kadar geldi ve beklemeye başladı... Peygamberimizin kendisine söylediği gibi, Ükeydir´in kal´a dışına çıkarak vahşî sığır avı peşinden giderken kolayca ele geçirilmesini ümîd ediyordu... Hâlid askerleriyle birlikte herlerken, bir sığır gelip kal´anm kapısına boyniızlarıyla vurmaya başladı... Ükeydir ise bu sırada iki kadını arasında kal´ade içki içmekle meşgul idi... Kadınlarından biri dışarı sarkıp da baktığı zaman, bir yaban sığırının kal´a kapısını vurmakta olduğunu gördü. Durumu Ükeydir´e haber verdi ve: "Böylesi etli bir sığırı şimdiye kadar hiç görmemiştim!" dedi... Bunun üzerine Ükeydir köşkünden inerek atını hazırlattı, hizmetçileri ve kendi ev halkından bazıları ile birlikte o sığırı avlamaya çıktı... Biraz gidince Halid bin Velid´in askerî birliği ile karşılaştı... Halîd, onları kolayca ele geçirip teslim aldı... Ve olayın aynen Hz. Peygamber´in kendisine haber verdiği gibi cereyan edişini, ibretle müşahede etti..."

Ükeydir Hâlid´e dedi ki: "VAllahi ben bu yaban sığırının dün geceden Önce hiç geldiğini görmedim, işte iki gecedir gelmekte, ben de kendisi için tedbirler almakta idim. Zira bu yaban sığırı çok hızlı koşup kayboluyordu... Onu yakalayalım diye yola çıktık, fakat size yakalandık..."

Beyhakî ve "ei-Sahâbe" adlı kitabında îbn-i Mende îbn-i tshak´tan aynı haberi naklederler. Farklı olarak şu ilave vardır:

"Tay kabilesinden Büceyre bin Becre adında biri vardı. Bu durumla ilgili şunları (şiir halinde) söylemişti: "Sığırları sürüp götüren, mübarektir. Ben, Allah´ın her hidayet isteyeni hidâyete kavuşturduğu-nugörüyorum! Her kim Tebük Gâzîsinin yolundan saparsa, biz onunla cihad etmekle me´mûruz!". Onun bu sözleri üzerine Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştu:

"Allah, senin (şu güzel sözleri söyleyen) ağzını gümüşe muhtaç eylemesin! O günden sonra o adam, doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki hiç bir dişi sallanmadı..." [151]

îbn-i Mende, îbn-i Seken ve Ebû Nuayn Es-Sahâbe adlı eserlerinde, Tay Kabilesinden olan Büceyre bin Becre´nin ahfadından Ebu´l-Meârik el-Şemmâh tarikiyle şu haberi vermektedirler: Büceyre demiştir ki: "Peygamber E fendimiz´in Ükeydir´e karşı gönderdiği Halid bin Velîd´in askerleri arasında ben de vardım. Peygamber (s.a.v.) Hâlid´e hitaben: "Sen onu, sığır avına çıkmış iken bulacaksın!" buyurmuştu. Nitekim öyle de oldu. Biz ona, mehtaplı bir gecede raslayıp kolayca kendisini teslim almıştık... Dönüşte Peygamber Efendimiz´e geldiğimiz zaman, ben O´nun huzurunda bazı beyitler söylemiştim. Bu beyitler arasında: "Sığırları sürüp getiren mübarektir. Ben, Allah´ın hidayet isteyen her kulunu hidâyete kavuşturduğunu görüyorum!" anlamındaki beyit de vardı..."

Büceyre´nin bu sözleri üzerine Hz. Peygamber de kendisi için şu mealde dua etmişti; "Allah, senin şu ağzına, gümüşe muhtaç olmayı göstermesin!" Büceyre, bu olaydan sonra doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki dişlerden hiç biri sallanıp da gümüşle bağlanmaya muhtaç olmadı..."[152]

Beyhaki Ukbe´den şu haberi vermektedir: Peygamber (s.a.v.) Tebük´ten dönerken bazıları kendisine tuzak kurdular. Münafıklar, yolda tam yokuşu inerken Hz. Peygamber´i aşağı yuvarlamak üzere kendi aralarında anlaştılar... Bunun için hazırlandılar ve yüzlerini maskeliyerek kendilerini gizlediler... Tam yokuşun başına geldiği sırada, Hz. Peygamber, Huzayfe´ye emrederek onları geri çevirmesini istedi. Huzayfe de bu maskeli adamlara koşarak elindeki değnekle hayvanlarının yüzlerine vurmaya ve onları döndürmeye çalıştı... Ve bu adamların yüzlerinin maskeli olduğunu bizzat gördü... Allah da onların kalbine büyük bir korku verdi... Kendi aralarında kurdukları tuzağın ortaya çıktığını zannederek paniğe kapıldılar... Hızla geri dönüp askerin arasına karıştılar... Huzayfe de arkalarından geri geldi. Bu sırada Hz. Peygamber kendisine: "Ey Huzayfe, onların hâlini ve ne yapmak istediklerini bilebildin mi?" buyurdu... Huzayfe "Hayı yâ Resûlallah" cevabını verdi... Peygamberimiz bunun üzerine buyurdu ki: "Onlar bana tuzak kurmuşlardı. Ben yokuşun zirv .ne doğru çıkarken benimle birlikte yürüyecekler, tam zirveye çıktığımız zaman beni aşağı yuvarlayacaklardı!..."

(Beyhakî, îbn-i îshak tarikiyle de bunun benzeri bir haberi vermektedir. Fakat onda şu farklı ifâde bulunmaktadır... Bu sırada Peygamber Efendimiz Huzayfe´ye: "Yüce Allah, bana onların isimlerini bildirmiştir. Onların kimler olduğunu ileride ben sana haber vereceğim" buyurmuştur...)

Beyhakl sahih bir senedle Huzeyfetü´b-nül-Yemân´dan şöyle rivayet eder: Tebük´ten dönerken Hz. Peygamber´in devesinin yularını ben çekiyordum. Ammâr da arkadan sürüyordu. Akabeye geldiğimiz zaman ansızın önümde on iki kişi belirdi. Bunlar bize doğru yönelmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz kendilerine karşı yüksek sesle haykırmca hepsi kaçıştılar. Peygamberimiz bize dedi ki: "Onları tanıyabildiniz mi?" Biz, "Hayır tanıyamadık" diye cevap verdik. Buyurdular ki: "Bunlar, ta kıyamete kadar münafıklardır!" Sonra Peygamber Efendimiz bize, "Onların ne yapmak istediklerini biliyor musunuz?" buyurdu. Biz de "Hayır" diye cevap verdik. Buyurdu ki: "Onlar, yokuşun tepesine vardığımız zaman, develerini üzerimize sürerek izdiham meydana getirip Allah´ın Resûlü´nü aşağıya yuvarlamak istiyorlardı..." (Ve onlar buna, bir kaza süsü vereceklerdi...) Sonra Peygamberimiz onlar hakkında bedduada bulundu ve: "Ey Allah´ım, onlara dübeyle belâsı ver!" dedi. Biz, "Ey Allah´ın Resulü, dübeyle nedir?" diye sorduk. Peygamber Efendimiz de: "Onlardan birinin kalb köküne (damarına) düşecek olan bir ateş parçasıdır ki, onun helak olmasına yetecektir" buyurdu.

Huzeyfe´den Müslim´in rivayeti ise şöyledir: Huzeyfe demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:

"Ashabım içinde on iki münafık vardır! Bunlar, deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremeyeceklerdir! İçlerinden sekizine dübeyle kâfi gelecektir... Dübeyle, onlardan birinin iki omuzu arasında belirip, sonra kalbini yakacaktır!"[153]






[144] Rabze, Medîne´den oldukça uzakta ve Irak´tan dönüş yolu üzerinde bulunan küçük bir kasabadır. Oraya Hz. Osman tarafından sürgüne gönderilmişti. Sebebi şu İdi: Ebû Zer, zenginlerin ihtiyacından fazla olan mallarının kendilerinin olmadığını, binâen aleyh fazla olanını vermeleri gerektiğini söylüyor ve buna davette bulunuyordu... Onun bu daveti, Muâviye tarafından Halîfe Osman´a bildirilmiş, Halîfe de böyle bir davetten korkarak Ebû Zer´i Rabze´ye sürüp orada ikâmete mecbur tutmuştu... İşte Ebû Zerr, orada mecburî İkâmette iken vefat etmiştir..

[145] Sevgili ve büyük Peygamberimiz´in kıyamet alâmetlerıyle ilgili hadîsleri arasında şu hadis-i şerif de bulunmaktad;r ki, bütün Hicaz arazisine şâmildir. "Arabistan arazîsi, bitek (bağhk-bahçeiik), su kanalları İle sulanır bir arazî haline gelmedikçe kıyamet kopmaz!". (Şerhu´l-Meşârık, 1/228-Amire, 1328).

Bazıları, hadis metnindeki "Merc" kelimesine, "Hayvanların gezindiği boş ve faydasız arazî" manasını vermek istemişlerss de, Şârih ibn-i Melek Tirevî merhum bunu: "Hadis´dekİ "Nehirler su kanalları" kaydı reddeder. Münâsip olan manâ: Bitek ve sulak bir arazî haline gelmesidir..." diyerek kabule şayan görmemiştir... Yâni birinci tevcîhi kabul etmiştir ki, doğru olan da budur... (Bakınız, ilgili kaynak.) (M.).

[146] Vakıa suresi, 82. el-Vâkıa Sûresi, İttifakla Mekke´de nazil olmuştur. Tebük Gazvesi ise, Peygamberimiz´in en son gazvesidir... Yani yukarıdaki ayetin Tebük´te nazil olduğu sözü, kesin değlidir. Fakat âyet-i kerîmenin hükmü umûmî ve ebedîdir... Tebük´teki olaya da, benzeri bütün olaylara da şamildir... Nitekim benzeri bir olay da, Mekke´nin Fethinden önce Hudeybiye´de vukua gelmişti. Ve Hz. peygamber´in, bu sebeble şöyle buyurduğu ittifakla sabittir: "...Rabbİmiz Yüce Allah: "Bu yağmur bize Allah´ın lütuf ve ihsanı değil, filan yıldızın yağdırması ve vergisidir" diyenlerin yıldıza inanıp, Allah´a küfrettiklerini bildirmiştir." (Tefsîru´l-Hazîn Ve´l-Medarik, 4/224 - Mısır, 1312).

[147] Bu hadîsi, Imam-ı Mâlik el-Muvatta adındaki kitabında Muğîra bin Şube´nin oğlu tarikiyle Ibn-i Şihab´tan rivayet etmiştir. Ve buradaki rivayetin sonunda şöyle denilmiştir: Peygamber Efendimiz´in sonradan gelip Abdurrahmân bin Avf´a uyduğunu gören insanlar, bundan ürpermişlerdi; Peygamberimiz ise: "Güzel yaptınız!" buyurmuştur.

Bu hadis sahihtir. Imam-ı Mâfik´inde bunu rivayet etmiş olması, buna ve olayın Tebük/te geçmiş olduğuna açıkça delil saydır

[148] Bu hadîs, İbn-i Mes´ûd tarîkinden de rivayet edilmiş ve burada şöyle denilmiştir: "Onun cenazesini bizzat Peygamberimiz kaldırdı. Duasında: "Allahım, ben ondan razî oldum..." dedi... İbn-i Mes´ûd da: "Keşke, onun yerinde ben olsa idim" diyerek ona imrendi

[149] Bu haberin râvîsi Alâ bin Muhammed el-Sekafî, hadis uydurmakla müttehem bir râvîdir, rivayeti makbul değildir... (Tefsîr-i ibn-i Kesîr, 4/569 - Beyrut, 1388).

[150] Bu haberin râvîsi (Atâ´dan rivayet eden) Mahbûb bin Hilâl, her ne kadar hadis uydurmakla müttehem değilse de, sahih haberler rivayet etmekle tanınmış da değildir...

Eğer bu rivayet haddi zâtında sahih ise, bunu Peygamberimiz´in askerini Tebükte bırakarak Medîne´ye gitmesi ve onun cenaze namazını orada kılması şeklinde değil, bulunduğu yerde onun cenazesini görerek kıldığı şeklinde anlamak yerinde olur... Nitekim rivayet metninde buna işaret vardır... (M.), (ibn-i Kesir, ayni yer)

[151] Bazıları, rivayet metnindeki "Ve mâ teharreke lehû sinnün" metnini, yalnız kımıldayan dişlerin gümüşle bağlanabileceği şeklinde alıp, dişteki arızaya göre, kaplatma veya yapıştırma şeklindeki işlemlere kesinlikle cevaz yoktur sanmışlardır... Fakat onların bu zan ve iddiaları hiçbir delile dayanmamaktadır. Hz. Osman´ın çürüyen dişine altın yapıştırttığı, Hafs bin Gıyas´ın dişlerinin altınla kaplanmış olduğu İlmen sabittir... Geniş bilgi için (islâm´da Gusül Adabı ve Diş Yaptırma Mes´elesi) adlı kitaba bakılabilir... (M.)

[152] Yukarıdaki dipnota bakınız.

[153] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/476-487.