๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 08 Ocak 2010, 18:25:47



Konu Başlığı: Peygamberimizin Vefatını Müteakib Vukua Gelen Fevkaladelikler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 08 Ocak 2010, 18:25:47
Peygamberimizin Vefatını Müteakib Vukua Gelen Fevkaladelikler


Peygamber´in (s.a.v.) vefatını müteâkıb, ashâb-ı kirâm´in savaşla rında ve diğer benzeri yerlerde de birtakım fevkalâde olaylar vukua gelmiştir. Buna daîr çeşitli haber ve rivayetler bulunmaktadır. Şimdi bunları sırayla zikredelim:

Ebû Nuaym´in rivayetine göre; Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ben, Alâ bin el-Hadramî ile birlikte sefere çıktım. Bu seferimiz esnasında kendisinden öyle şaşılacak fevkalâdelikler gördüm ki, bunların hangisi diğerinden daha üstün idi bilemem... Dicle kıyısına vardığımız zaman, karşı tarafa geçmek için gemimiz yoktu... O bu sırada dedi ki: "Haydi, besmele çekip yüce Allah´ın adım anarak, develerimiz üzerinde karşı tarafa geçiyoruz!" O, bu enirini verdi. Bizler de ona uyarak "Bismillah!" deyip develerimizi suyun üzerine sürdük. Salimen karşı tarafa geçtik... Baktık ki, sâdece develerimizin ayaklarının altı ıslanmıştı... Seferden dönüş sırasındaydı. Çölde gidiyorduk... Suyumuz kalmamıştı. Kendisi ne durumu haber verdik... O hemen iki rek´at namaz kılıp dua etmeye başladı. Derken kalkan büyüklüğünde bir bulut belirdi. Sonra kırbadan dökülürcesine yağmur yağdı. Biz de hem suya kandık, hem de bütün su kablarımızı doldurduk... Hayvanlarımızı da bir güzel suya kandırdık... Derken Alâ bin el-Hadramî vefat etti... Biz de onun namazını kılıp def nettik. Sonra yolumuza devam etmeye başladık... Derken, yırtıcı hay vanların gelip onun kumsaldaki kabrini deşerler ve cesedini yerler diye endişe edip geri döndük... Ne kadar aradıksa da onun kabrini bulama dık..."

(îbni Sa´d´ın rivayetinde de Ebû Hüreyre´nin: "Aradık fakat kabri nin yerini bulamadık" dediği kaydedilmiştir.)

Ebû Nuaym Îbnü´d-Dakîl´den nakleder. O şöyle der: îslâm başku mandanı Sa´d Ibni Ebu´l-Vakkâs, trân fütuhatına giriştiği zaman, Neh-reşîr´e vardığında karşı tarafa geçebilmeleri için gemi bulamadı. Emir verdi ise de, hiç bir gemi te´mîn edilemedi. Safer ayının bâzı günlerini beklemekle geçirdiler, Birgün rü´yâsında islâm askerinin atlarının Dicle suyu üzerinden karşı tarafa geçtiklerini gördü... Dicle´de o günlerde büyük bir medd olayı yaşanmakta idi. Suyu çok kabarmıştı... Sa´d, gör düğü rü´yâ üzerine hayli düşündü. Sonra askerlerini toplayıp onlara dedi ki: "Ben, bu nehrin üzerinden geçmeye kesin karar verdim! İnşâallah salimen nehri geçip Medâin´i fethedeceğiz!" Askerlerin ileri gelenleri de onun bu kararını iyi ve yerinde buldular. Bütün askerlere ilân edildi ve denildi ki:

"Haydi hepiniz, "Allah´a sığınıp O´na tevekkül ettik! Allah bize kâfidir! Ve O, ne güzel vekildir!... Bütün güç ve kuvvet, sâdece ve sâdece yüce ve büyük olan Allah iledir" deyiniz."

Bütün askerler; böyle diyerek Allah´a sığınıp tevekkül ettiler. Sonra atlarını Dicle´nin azmış ve kabarmış suyuna sürdüler. Sanki on lar, atlarına değil de kabaran ve coşan dalgalara binmişlerdi. Dalgalar, etrafa köpük saçıyordu. Suyun yüzü, koyu karanlık idi. Müslümanlar ise, sanki karada gidiyorlarmış gibi, birbirleriyle konuşup şakalaşarak, neşe ve huzur içinde karşıya geçiyorlardı ve geçmişlerdi bile... Tabiî karşı tarafın hesabında böyle bir şey yoktu... Netice islâm askerlerinin kesin zaferiydi. Tek ve kesin bir hamle ile Medâin´i ele geçirmişlerdi. Iran kralının (Kisrâ) Şîrîn´in ve daha sonrakilerin köşklerindeki bütün mallar, müslümanların ganimeti oluvermişti. Artık, Kisrâ´nm başşehri diye bir Medâin yoktu... İşte müslümanlar, Sa'd´ın kumandasında bu şekilde bu şehri; hicretin on altıncı yılında, Safer ayı içinde fethetmiş o-luyorlardı. [39]

Ebû Nuaym, Ebû Osman en-Nehdî´den, Sa´d´ın, askerlerini atları nı suya sürerek Dicle´yi geçmeye davet edişiyle ilgili olarak şöyle nakle der: "Atlarımızı ve bütün hayvanlarımızı Sa´d´ın daveti (emri) üzerine Dicle suyuna sürdük. Dicle´nin yüzünü öylesine kapladık ki, bu taraftan öbür tarafa kadar asker dolu idi. Hiç kimse suyun yüzünü göremiyordu. Öbür tarafa geçtiğimiz zaman, atlarımız yelelerini silkeliyor, kişneyerek karşı tarafa ses veriyordu. Bunu gören iranlılar, hiç arkalarına dönüp bakmadan kaçıyorlardı. Biz bu şekilde Dicle´den geçerken, hiç bir zâyiât da vermedik... Sâdece askerin birinin su kabı, bağı koparak düşmüştü... Aynı asker, suyun Öbür tarafına çıktığı zaman, su kabını kenarda gör müş ve eğilip almıştır..."

Ebû Nuaym´ın, Ebû Bekir bin Hafs bin Ömer´den rivayeti de şöy ledir: Biz bu şekilde Dicle´nin karşı tarafına geçerken, komutanımız Sa´d´m yanında Selmân gitmekteydi. Sa´d şöyle diyordu: "Hasbünallahü ve ni´melvekîl! Allah bize yeter, O ne güzel vekîl´dir! Vallahi, Allah kendi dostlarına yardım edecek, kendi dînini muzaffer kılacak, düşmanı hezimete uğratacaktır!... Eğer, bu orduda, sevablanmıza baskın çıkan günahlar yoksa, muhakkak bu böyle olacaktır!... Sa´d´ın bu sözünden sonra Selmân da şöyle diyordu: "Vallahi, Allah´ın bu dostları (evliyası) için, denizlerin bu şekilde itaat etmesi kadar lâyık ve güzel bir şey ola maz! Baksanıza, deniz kendilerine bir kara parçası gibi itaat etmekte dir" işte onlar; böylece karşıya geçtiler. Salimen öbür yakaya çıkıp hiç bir zâyiât vermediler. Suyun yüzünden geçerken konuşup şakalaşmaları da, karada giderken yaptıkları konuşmalardan hiç de az değildi..."

Yine Ebû Nuaym, Umeyr el-Sâidî´den şu nakilde bulunur: "Müs lümanlar komutanları Sa´d´ın emriyle, atlarını suya sürdüler. Selmân, Sa´d´ın yambaşmda idi. Sa´d: "Bu, hiç şüphesiz, Azız ve Alîm olan Al lah´ın bir takdiridir!" diyordu. Dicle ise, son derece coşkun, dolup taş makta idi. Atlarımız ise elbette yoruluyordu. Dalgalar sanki küçük tepecikler gibiydi. Yorulan atım da, sanki kara parçasında topraktan bir tepecik üzerinde dinlenircesine bu dalgalar üzerinde istirahat ediyor, sonra yüzmeye başlıyordu. İşte bizim Medâin seferimizde; bundan daha hayret verici bir fevkaladelik olmamıştır. Bu sebeptendir ki, bizim bu seferimize ve günümüze "Yevmü´l-Cerâsîm" denilmiştir ki bununla, Dicle´nin kabaran dalgaları anlatılmak istenilmiştir. Zira yorulan atla rımız, sanki önlerine çıkan bir küçük tepe üzerinde dinleniyor, sonra yüzmeye devam ediyordu..."

Ebû Nuaym´in rivayetine göre, Habîb bin Sahbân da bir noktayı belirtmek üzere şöyle demiştir: "İslâm askerinin Medâin seferi sırasında, atlarını suya sürerek Dicle´nin öbür yakasına geçtiklerini gören iran lı´lar; gördüklerine inanamayıp şaşırmışlar ve: "Bunlar, insan değildir! Olsa olsa cinler ve perilerdir" demekten kendilerini alamamışlardır..."

Ahmed el-Zühd adlı kitabında, Beyhakî sahihtir kaydıyle Sü leyman bin Mugîra´dan şöyle rivayet ederler: "Humeyd´in dediğine göre, Ebû Müslim el-Havlânî Dicle´ye geldiği zaman, Dicle´nin suyu kabarmış, dalgalar odun taşımakta ve atmakta imiş... Buna rağmen Ebû Müslim suyun üzerinden geçip gitmiş... Ahmed´in rivâyetindeki ifâde şöyledir: "Dicle´nin kenarına geldiği zaman durup Allah´a ham´d ü senada bulun muş ve Allah´ı zikretmiş... Sonra Isrâîl Oğullarının denizi geçmelerini Allah´ın nasıl kolaylaştırdığım yâdetmiş... Sonra hayvanını suya süre rek selâmetle karşı tarafa geçmiştir.... Tabiî arkasındaki insanlar da ona tabî olarak hayvanlarını Dicle´ye sürmüşler ve onunla birlikte geçmislerdir. Karşıya geçildiği sırada Ebû Müslim, arkadaşlarına dönmüş ve demiştir ki: "Bir şeyiniz zayi olduysa söyleyiniz: Allah´a dua edeyim de neyiniz kayıpsa iade etsin."

Ebû Yâlâ, Beyhaki ve Ebû Nuaym Ebû´s-Sefer´den şöyle nakleder ler: Hâlid bin Velîd, el-Hîra´yı ele geçirdiği zaman, kendisine: "Sakın buranın ânında insanı öldüren zehirleriyle düşmanlar, bir hilesini yapıp seni Öldürmesinler!" şeklinde bir uyarıda bulundular. Hâlid: "Peki siz şimdi bana, o dediğiniz zehirden getiriniz!" dedi. Getirdiler. Halid zehiri eline aldı ve: "Bismillah!" diyerek içti... Zehirin ona hiç bir zararı do­kunmadı."

(Bu haberi, Ebû Nuaym, diğer vecihlerden de rivayet etmiştir.)

Yine Ebû Nuaym´ın çıkardığı bir habere göre, el-Kelbl şöyle demiş tir: "Hâlid bin Velîd, Ebû Bekr´in halifeliği zamanında el-Hîra´yı fethet mek üzere yürüdüğü zaman, Hıra´lılar Abdü´l-Mesîh adındaki adamı ona elçi olarak gönderdiler. Abdü´l-Mesîh yanında, insanı ânında öldü ren zehir taşıyordu. Halîd´i bu hususta uyarıp dikkatli olmaya çağır­mışlardı. Hâlid ona: "Yanında, insanı ânında öldüren zehirden var mı?" dedi. Abdü´l-Mesîh de "evet" karşılığını verdi. Hâlid: "Peki onu bana ver bakayım!" dedi. O da verdi. Hâlid, ondan aldığı zehire baktı, sonra "Bis millah" diyerek o zehiri içti... "Bismillah!" diyerek Allah´a sığınan bir kimseye, Allah´ın adıyla birlikte hiç bir şeyin zarar veremeyeceğini de söyledi. Baktılar ki, Hâlid´e içtiği bu zehir, hiç bir zarar vermedi. Bunu böylece ve şaşkınlıkla izleyen Abdü´l-Mesîh, derhal kavminin yanına döndü ve onlara hitaben şöyle dedi: "Ey kavmim, sizin beni elçi olarak gönderdiğiniz müsllümanlann lideri ve sahih adamları; bizce meşhur olan o ânında adamı öldüren zehiri alıp içti de, kendisine hiç bir zarar vermedi!... Bu, onlara bahşedilmiş fevkalade bir şey değil midir?"

îbni Ebü´d-Dünyâ da sahih bir senedle Hayseme´nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Adamın biri Hâlid bin Velid´in yanına geldi. Adamın yanında şarap tulumu vardı. Hâlid adama hitaben: "Tulumunda ne var?" dedi. Adam: "Sirke var" dedi. Hâlid de: "Allah onu gerçekten sirke kılsın!" dedi. Açıp baktılar, hakîkaten içindeki sirke olmuştu... Halbuki o, sirke değil, şarap idi." (Bir defasında da birinin şarabı, Halid´in duası ile bala dönüşmüştü.)

Muharib bin Disâr´dan îbni Sa´d´ın naklettiği haber de şöyledir: "Bir gün şikâyeti olanlardan biri Halid bin Velid´e gelip: "Senin askeri nin içinde şarap içen var!" dedi. Bunun üzerine Hâlid, derhal askerin i-çine teftişe çıktı... Dolaşırken, tulumunda şarap olan birinin yanma geldi. Ona dedi ki: "Senin şu tulumunun içinde ne var?" Adam: "Bunun içinde sirke var" cevabını verdi. Hâlid de dedi ki: "Ey Allah´ım, şu kulunu yalancı çıkarma! Tulumun içindekini sirke eyle." Halid´in bu duasından sonra, tulumun içinde ne olduğuna baktılar. îçindekinin sirke olduğunu gördüler. Tulumun sahibi dedi ki: "Bu, Hâlid´in duasının neticesidir..."

Ebû Nuaym Haris bin Abdullah el-Ezdî´den naklediyor. O şöyle diyor: "Ebû Ubeydetü´bnül-Cerrâh Yermûk´e indiği zaman, Rum askeri nin komutanı, kendi adamlarının sayılılarından birini ona gönderdi. Gönderilen bu adamın adı Cercîr idi. Ebû Ubeyde´ye geldiği zaman dedi ki: "Ben, Rum Kıralı´nın Samdaki Valisi tarafından sana gönderilmiş bir elçiyim. Beni sana elçi olarak gönderen der ki: "Bana, akıllılarınızdan bir adam gönder. Ben onunla konuşayım ve sizin ne istediğinizi ondan öğ reneyim?´1 Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Hâlid´e hitaben: "Hâlid, ona elçi olarak sen git" dedi. Hâlid de: "Sabah olunca erkenden giderim!" dedi. Namaz vakti olduğu için, müslümanlar namazlarım kıldılar. Rumların elçisi Cercîr ise, müslümanlann namaz kılışlarım hayranlık ve dikkatle izliyordu. Namaz kılınıp, dua edildikten sonra Cercîr, Ebû Ubeyde´ye: ´Yirmi küsur sene oldu. Kimimiz, Peygamberimizin davetinin ilk yılla rında, kimimiz de son yıllarında müslümanlığı kabul etmiştir" diye ce-vablandırdı. Cercîr: "Peki, Peygamberiniz kendisinden sonra peygamber geleceğini de haber verdi mi?" diye sordu. Ebu Ubeyd ise şu cevabı verdi: "Hayır, böyle bir şey demedi. Bilakis, kendisinden sonra bir daha pey gamber gelmeyeceğini haber verdi. Aynı zamanda îsâ Ibni Meryem´in, kendisinin geleceğini kavmine bildirmiş olduğunu da bize haber verdi..." Rûm elçisi bunun üzerine dedi ki: "Ben buna, candan şehâdet ederim. Evet, Isa (a.s.), bize Râkib-i Cemel´in (deveye binen bir peygamberin) geleceğini haber vermiştir. Ben bunun, sizin peygamberiniz olduğunu zannediyorum. Eğer peygamberiniz Isâ hakkında bir şey söylemişse, onu bana haber veriniz! Hem müslümanlar olarak sizin îsâ hakkındaki sözünüz nedir? Ben bunu da sizden duymak istiyorum..." Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki: "Bizim îsâ hakkındaki sözümüz, Allah´ın bu hu sustaki âyetlerinin haber verdiği şeylerdir. Onlardan bâzılarını sana haber vereyim: Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah indinde isa´nın meseli, Adem´in meseli gibidir. O onu, topraktan yarat mıştır." [40] Yüce Allah, bir âyetinde de şöyle buyurur: "De ki: "Ey kitâb ehli olanlar! Sakın dîninizde aşırılığa gitmeyiniz..." [41]

Ebû Ubeyde´nin bu söylediklerini tercüman; Rum´un elçisi Cercîr´e Rumca´ya aktararak anlattı... Cercîr bunun üzerine çok duygulandı ve hemen şöyle dedi: "Ben, bunun gerçekten isa´nın sıfatım haber verdiğine inanıyorum ve ben hiç tereddüde yer vermeksizin sizin peygamberinizin doğruluğunu da tasdik ediyorum! Ve O, gerçekten bizim Peygamberimiz isa´nın bize haber verdiği peygamberdir!" Cercîr, işte bunları söyledik ten sonra orada, müslümanlığı kabul etti..."

Ebû Yalanın Amr bin el-As´tan rivayeti ise şöyledir: "Başlarında ben olmak üzere, bir miktar islâm askeri yola çıktık ve iskenderiye´ye geldik. Buranın büyüklerinden biri dedi ki: "Kendisiyle konuşmak üzere, akıllılarınızdan birini bana elçi olarak gönderiniz..." Ben de bunun üze rine, onunla konuşmak üzere gittim. Kendisine dedim ki: "Biz, Arabız ve Allah´ın evi olan Kabe´nin adamlarıyız... Bizim arazîmiz çok dar, geliri miz de pek az idi. Mecburen leş ve kan yiyorduk... Bâzan da birbirimize baskınlar yapıp elimize ne geçerse yağmalıyorduk... Derken bizim içi mizden bir adam çıktı. Bu adam, zengin birisi değildi. Fakat kendisinin peygamber olduğunu îlân etti... Bize, o zamana kadar bizim bilmediği miz şeyler emderiyor ve bâzı şeyleri de bize yasaklıyordu. Bizim ve a-talanmızın üzerinde bulunduğumuz puta tapıcılığı da, çok açık bir şekilde menediyordu. Biz, bu sebeble kendisine karşı koyduk ve O´nun bize söylediklerini kabule yanaşmadık... Fakat başkaları O´na inandı ve arka çıktı... O´na inananlar dediler ki: "Ey Allah´ın Resulü, biz seni, bü tün söylediklerinde tasdik ediyoruz! Sana inanıyor ve tâbi oluyoruz! Seni ve senin dînini, malımız ve canımızla koruyacağımıza kesin olarak söz veriyoruz." Bunun üzerine O da, bizden ayrılıp onlara katıldı. (Onların şehri olan Medine´ye göç etti...) Biz de kendisiyle savaştık... Fakat O bize gâlib geldi ve Beytüllah´m bulunduğu Mekke´yi fethetti... Biz de sonunda hepimiz müslümanhğı kabul ettik ve şimdi de müslümanlık uğrunda savaşmaya başladık..." O, benim bu sözlerimi dikkatle dinledi ve bana dedi ki: "Evet, Allah´ın Resulü sizlere hep doğruyu söylemiştir. Bizim peygamberlerimiz de, hep bunları tebliğ etmişlerdir, aslında... Fakat bizim aramızdan iki adam çıkıp, bizim dînimizin aslım bozarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde insanları sevketmişlerdir. Eğer sizler, başkalarının te´sîrinde kalmadan, aynen peygamberinizin gös terdiği yoldan giderseniz, mücâdelelerinizde sizi kimse mağlûb ede mez... Eğer siz de sonradan hevâ ve hevesinize uyar, peygamberinizin yolundan ayrıhrsanız, sayınız ne kadar çok da olsa, yine sonunda perişan olursunuz..."

Buharı ve Beyhakl Enes´ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ömer bin el-Hattâb, kıtlık ve kuraklık sebebiyle yağmur duasına çıkıldığı za man, Peygamberimiz´in amcası Abbâs ile istiskâda bulunurdu. Onu öne geçirip dua ettirerek, yağmur yağdırması için Allah´a tevessül ederdi. işte birgün böyle yağmur duasına çıkıldığında, şöyle dedi:

"Allah´ım, bizler Sana, peygamberimiz ile tevessül ederdik de Sen bize yağmurunu indirerek lutufda bulunurdun! işte şimdi ise, Peygam berimiz´in amcası ile Sana tevessülde bulunuyoruz! Ey Allah´ım, bize bugün dahî yağmurunu yağdırmakla ihsanda bulun!..." Ve bunun üze rine yağmur yağdı..."

İbni Sa ´d ve Beyhakl Sabit el-Benânî ´den şöyle rivayet ederler: Enes bin Mâlik´in arazisine bakan adamı gelip dedi ki: "Ey Enes, arazîn yağ-mursuzluktan kurumuştur." Bunun üzerine Enes, kalkıp namaz kıldı ve Yüce Allah´a dua ve niyazda bulundu. Derken bulutlar belirmeye başla dı. Çok geçmeden de yağmur yağmaya başladı. O kadar bol yağdı ki, Enes´in büyük su havuzu dahi dolmuştu... Enes, durumu görüp sevindi ve adamlarından birini göndererek yağmurun nerelere kadar yağmış olduğunu anlamak istedi. Fakat adamın getirdiği haber çok hayret verici idi. Zira Enes´in adamı kontroldan döndüğünde dedi ki: "Yağan yağmur, senin arazînin sınırından dışarı düşmemiştir!"[42]

(Bu mealdeki bir rivayeti de îbni Sa´d, Sümâme bin Abdullah´tan nakletmiş tir.)

îbni Sa´d, îbni Ömer´in âzadlısı Nafi´ ile Zeyd bin Eşlemden şu haberi nakletmiştir: "Bir Cuma günü, Ömer bin el-Hattâb hutbesini o-kumakta iken:

"Ey Sariye bin Zenîm! Dağa dikkat et dağa! (dağa tırmanınız ve kurtulunuz!) Bilesin ki, sürünün başına çoban diye kurtları bırakan bi risi, gerçekten de zulmetmiş olur" diye bir söz söyledi. Sonra hutbesine kaldığı yerden devam ederek tamamladı. Oradakiler ise, bu-arada söy lenen sözden bir şey anhyamadılar. Nihayet Sâriye seferinden dönüp Medine´ye geldi ve gidip Ömer´i gördü... O´na dedi ki: "Ey mü´minlerin emiri, ben askerlerimle birlikte düşmanı muhasara ettiğim bir sırada, dağın eteğinde bulunuyorduk. Bulunduğumuz yer de biraz çukur idi. Düşman ise, kalenin içindeydi. Kale oldukça yüksekte idi. işte tam bu sırada ben bir ses duydum! Duyduğum ses bağırarak diyordu ki: "Yâ Sâriye bin Zenim, dağa tırman» dağa!" Ben de arkadaşlarımla birlikte dağın zirvesine doğru tırmanışa geçtim... Sonra aradan fazla bir zaman geçmeden, o kal´anın fethini Yüce Allah bize müyesser kıldı..."

Bir ara Ömer´e soruldu: "Senin o Cuma hutbesi esnasında, "Ey Sâriye!..." diye söylediğin söz ne idi?" Ömer de şu karşılığı verdi: "Val lahi ben o sözü, düşünüp hazırhyarak söylemiş değilim! Öyle.bir söz işte... Dilime geldi, ben de söyleyiverdim." [43]

Bârûdl ve îbni Seken îbni Ömer´den rivayet eder: O şöyle demiştir: Halife Osman minberde hutbe okumakta iken, Cahcâh el-Gıfârî ayağa kalkarak halîfe Osman´ın yanma gitti. Onun asâsmı elinden alıp dizleri üzerine vurarak kırdı. Bir sene geçmemişti ki Cahcah´ın elinde uyuz hastalığı çıkıp eli dökülmeye başladı. Hastalık ilerledi. Senesi dolmadan da bu yüzden ölüp gitti..."

(Yine îbni Sekenin Füleyh bin Selimden nakline göre, Füleyh´in babası ve amcası bu olayda hazır bulunmuşlardır ve şöyle anlatmışlar dır: "O gün Cahcah Hz. Osman´ın elinden asâsmı alıp kırdı, insanlar şaşkınlıkla bağırdılar. Cenâb-ı Allah, Cahcâh´m dizlerine ve eline bir uyuz hastalığı verdi. Senesini doldurmadan bu yüzden Ölüp gitti...) [44]

Beyhaki´nin nakline göre, Hubeyb bin Mesleme, kendi başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır: "Ben, bir grup askerin komutanı olarak gazaya çıkmıştım... Düşmanla karşılaştığımızda, Sevgili Peygamberi mizin bir hadîsini hatırladım. Peygamberimiz bu hadîslerinde şöyle buyuruyorlardı:

"Bazı müslümanlar bir araya toplanır, içlerinden biri dua eder, diğerleri de bu duaya âmîn derlerse; Allah teâla onların bu duasını mu hakkak kabul buyurur." Ben de buna göre dua etmek üzere Yüce. Allah´a hamd ü senada bulundum ve şöyle dua ettim: "Ey Allah´ım, biz müslü-man kullarının kanlarını sen muhafaza eyle! Bizi öldürmeleri için düş mana fırsat verme! Bununla birlikte bize yine şehid sevabı ver." Biz bu durumda, gerçekten büyük bir tehlike ile karşı karşıya idik... Sonra baktık, düşman askerlerinin komutanı atından inip çadırına girdi ve bize saldırmaktan vazgeçti..."

îbni Ebü´d-dünyâ ve Beyhakî, yine Hubeyb´den şöyle rivayet eder ler: Ben bir defasında bir kaleyi kuşatmış fethe çalışıyordum... Düşman da bütün gücüyle dayanıp mukavemet ediyordu. Ben de bütün îmân ve ruhumla: "Lâ havle vela kuvvete illa billahi" diyerek, güç ve kuvvetin ancak Allah ile olduğunu dile getirdim... Bütün askerin de böyle söylemelerini emrettim. Onlar da bunu söylediler. Bu şekilde hep beraber Allah´a sığındıktan sonra, bir hamle daha yaptık, kale yerle bir oluver di..."

Ebû Nuaym´in rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Ebû Talha, gazaya çıkmıştı... Denizde giderken hastalanıp öldü... Arkadaşları bir kara parçası veya adaya rastladıklarında cenazesini defnetmek üzere yola devam ettiler. Fakat yedi gün gittikleri halde, bir adaya rastlama dılar. Bu müddet zarfında Ebû Talha´nm cesedi hiç bozulmadı. Onu, ancak yedi gün sonra defnedebildiler..."[45]




[39] Rivayet edilen bu ve benzeri haberler için bizim kısaca diyeceğimiz şudur: "Bunlardan sahih ve sabit olanları, şüphesiz Allah yolunda candan ve cihandan geçerek ci-had eden bu islâm askerlerinin, bu büyük kahramanların kerametleri; sevgili ve büyük Pey-gamberimiz´in de birer mûcizesidir. Allah, bu büyük İslâm mücâhidlerinden razı olsun! Sevgili Peygamberimizi de salat ü selâmlar kılsın."

[40] Al-i Imran suresi, 59

[41] Maide suresi, 77

[42] İşte bu, meşhur Tevessül Hadisi´dir. Bazıları bunu yanlış anlıyarak kişiler ve şahıslar ile tevessül etmek ve onlar adına Allah´a iksamda bulunmak gibi yanlış neticeler çıkarıyorlar. Hayatta olmayan kişi ve şeyhlerin zâtları ile tevessülde bulunuyorlar ve her ne zaman başları dara düşse, türbe ve yatırlara koşup onlardan meded diliyorlar. Güya kendil erince caiz olan ve pek te´sirli (!) bulunan bir tevessülde bulunuyorlar. Halbuki onların bu yaptıkları caiz değildir ve kendilerinin yaptıkları hakkında, bu Tevessül Hadisinde bir delil de yoktur. Çünkü öyle bir şey caiz olsaydı, Hz. Ömer gibi bir zat; Peygamber1! (s.a.v.) bırakıp da, O´nun amcası ile tevessülde bulunmazdı. Bu hadis, tam tersine, ölülerle tevessülde bulun manın caiz olmadığına delalet etmektedir! Halbuki sevgili Peygamberimiz; ölümü halinde de, hayattaki hali gibidir. Böyleyken, O´nunla tevessülün terkedilmesi ve hayatta olanlardan bi riyle tevessülde bulunulmuş olması; nasıl olur da türbe ve yatırdakilerle tevessülde bulun manın caiz olduğuna delil olabilir? Kaldı ki tevessül; insanların zatları ile değil, yapı vere cekleri dualarıyla olmaktadır. Yâni Hz. Ömer, dua etmesi için Abbas´ı öne geçirdiği zaman, onun zatıyla değil, ediverdiği duası ile Allah´a tevessülde bulunmuş idi. Nitekim rivayetlerde, onun Abbas´a hitaben: "Haydi elini kaldır, bizler için dua ediver!" dediği kayıtlıdır. O gün, Abbas´ın ediverdiği dua dahi Hyıtlara geçirilmiştir ve şöyledir: "Allah´ım, belalar günahlar sebebiyle inmekte, tevbe ve dua ile de kalkmaktadır! İşte günahkar ellerimizi biz de sana açtık! Günahlarımızdan tevbe ediyor, Senden yağmur dileniyoruz! Bizlere rahmetini indir Allah´ım!" işte Hz. Abbas´ın duasında, bu cümleler de vardı. Ömer´in onunla tevessülde bu lunmasının manası da; onun bu çok manalı ve bereketli duası İdi. Nitekim o da dua ettikten sonra, müslümanlar yağmura kavuşmuşlardı. Keza sevgili Peygamberimiz dahi sağlığında, yağmurunu indirmesi için, böylece Allah´a dua eder, Yüce Allah da yağmurunu lütfeder yağ dırırdı.

[43] Bu Sâriye İle ilgili hadisi, sahihlerde rivayet edilmiş olarak bulamıyoruz. Ancak, bizzat sahih olması halinde, hiç şüphesiz Ömer hakkında ve bu islâm askeriyle ilgili olarak Allah´ın lütfettiği büyük bir keramettir. Aradaki mesafe çok uzak olmakla beraber, Hz. Ömer´in sesinin onlara´ ulaşmış olması da, mücerred akla dayanılarak red ve inkar edilemez! Allah, dileyince, dilediği-manevi vasıta ile, bunu onlara ulaştırmıştır.

[44] Demekki Cahcâh, bu suretle, Resûlüllah in minberinde hutbesini okumakta olan Resûlüllah´ın halifesine karşı yaptığı saygısızlığın j/# zulmünün cezasını, kısa zamanda bulmuş oldu.

[45] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 552-560.