๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 22 Aralık 2009, 15:44:28



Konu Başlığı: Peygamberimizin Süt Emme Çağında Görülen Mucizeler Ve Ayetler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 22 Aralık 2009, 15:44:28
Peygamberimizin Süt Emme Çağında Görülen Mucizeler Ve Ayetler


İbn-i îshak, îbn-i Râhûye, Ebû Yâlâ, Taberarii, Beyhakl, Ebû Nuaym ve Ibn-i Asâkır; Cafer bin Ebî Tâlib´in oğlu Abdullah tarikiyle şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Bana, Efendinıiz´in süt anası olan Halîme´den naklen şu bilgi gelmiştir: O demiştir ki: "Ben o kuraklık yılında kendi kabileme mensûb bâzı kadınlarla birlikte, çocuklarına süt annesi tutacak olan ailelerle anlaşma yapıp emzirmek üzere, çocuk almak için Mekke´ye gittik. Ben, süt emer çocuğumu kucağıma alarak, dişi bir merkebimize birenek ve yine dişi bir devemizi arkamıza takarak yola çıktık... Bütün bir gece müddetince yola devam ettik. Sabaha kadar hiç uyumaksızm gittik. Ne çocuğumu emzirecek göğsümde süt vardı, ne de hayvanlarımıza verecek bir şey... Böylece Mekke´ye geldik... Yemin ederim ki, içimizden hangi kadına Resûlüllâh´ı emzirmek üzere alması teklif edildi ise, hiç biri kabul etmedi. Çünkü, kendilerine: "Bu çocuk, Abdullah´ın yetimidir" deniliyordu. Ve neticede, birlikte Mekke´ye gittiğimiz kadınlardan her biri, bir çocuk aldı. Sadece ben kalmıştım. Başka da çocuk kalmayınca, kocam Hâris´e: "Ben, butun arkadaşlarım birer süt çocuğu alarak dönerken, çocuk almadan dönmek istemiyorum. Gidip o yetim çocuğu almak istiyorum" dedim ve gittim aldım... Çocuğu alıp getirdiğim zaman, süt verdim. Göğüslerim sütle dolmuştu. O doyuncaya kadar emdi. Sonra onun süt kardeşi olan kendi çocuğumu emzirdim. O da doyuncaya kadar emdi. Kocam, dişi devemizi sağmaya gittiği zaman, onun da göğüslerinin sütle dolu olduğunu görmüş ve sağıp getirmişti. Onun sütünü de kocam ve ben doyuncaya kadar içtik... O gece, bizim için gerçekten hayırlı bir gece olmuştu... Kocam bana dedi ki: "Ey Halime, gerçekten sen, çok hayırlı ve mübarek bir çocuk almışsın! Baksana, bu gece ne kadar hayırlı ve berekete nail olduk!" O gece ve ondan sonraki gün ve gecelerde, hayır ve bereketimiz gittikçe artmıştır..."

"Hep birlikte kabilemiz Benî Sa´d´a dönmek üzere yola çıktık. Ben yine aynı dişi merkebe bindim. Merkebim o kadar hızlandı ki, arkadaşlar bize yetişemiyordu... Hattâ kadınlar bana: "Gelirken senin bindiğin merkeb bu mu?" diyorlardı. Ben de: "Evet bu!" diye cevap veriyordum. Nihayet Sa´d Oğulları yurduna geldik. Bizim kabilenin arazisinden daha kurak bir arazi de yok idi. Koyunlarımız yayılmiya gider, dönüşte ise hepsi doygun, sütlü idi. Fakat komşularımızın hayvanları, aç gidip aç dönüyorlardı. Hattâ onlar, çobanlarına: "Yazık size, sizler bu hayvanları nerelerde gezdiriyorsunuz? Halîme´nin çobanına dikkat ediniz, o ne tarafa giderse, siz de o tarafa gidip hayvanları orada otlatınız ki, aç gidip aç dönmesinler." demişlerdir.

"Gerçekten Allah bize, süt çocuğumuz sebebiyle büyük iyilik ve bereketler vermiştir. Biz, bu bereketleri görmeye devam ederek iki senemiz geçti. Süt çocuğumuz iki yaşını doldurduğu zaman, emsaline ve yaşma nisbet edilemeyecek kadar, çok gelişmiş ve serpilmişti... O´nu alıp Mekke´deki anasına götürdük. Fakat kendisini çok sevdiğimizden, bir türlü bırakıp gitmek istemiyorduk. Anası, kendisini gördüğü zaman sevip okşadı. Biz kendisine dedik ki; "Ey kardeş! Bırak da biz bu çocuğumuzla birlikte dönelim, bu sene de bizde kalsın. Biz, Mekke´deki veba hastalığı sebebiyle O´nun hakkında endişeliyiz. îzin ver de o´nunla birlikte gidelim." Anası Amine, hiç duraksamaksızın "olur" dedi. Biz de onu alıp birlikte döndük. Yurdumuzda iki veya üç ay kadar ikâmet - etmiştik ki, o, süt kardeşleriyle oynarken evden biraz uzaklaşmıştı... Süt kardeşi koşarak ve telaş içinde eve geldi ve: "Anacığım, Kureyşli kardeşimin yanma beyaz elbiseli iki adam geldi, onu yere yatırıp karnını yardılar!" diye feryad etti. Ben ve babaları koşarak çocuğun yanma gittik. O´nu rengi uçmuş ayakta dikilir vaziyette bulduk. Babası hemen onu kucaklayıp: "Yavrum sana ne oldu?" diye sordu... O da: "Beyaz elbiseli iki adam geldi, beni yere yatırıp karnımı yardılar, içinden bir şey çıkanp attılar, sonra karnımı dikip eski hâline getirdi ler." dedi. Biz onu alarak birlikte eve geldik. Evde babası bana dedi ki: "Ey Halime, ben bu çocuğun basma bir iş gelmesinden korkuyorum. O´nu alıp götürelim, başına bîr şey gelmeden ailesine teslim edelim." Ben de razı oldum. O´nu alarak Mekke´ye gittik, ailesine teslim ettik... Anası bize dedi ki: "Ne sebeble çocuğu geri getirdiniz? Hani siz O´nu bırakmak istememiştiniz? Ve O´nu çok seviyordunuz?" Biz de dedik ki: "Çocuğun başına bir şey gelmesinden korkuyoruz." Amine bize: "Esas sebeb nedir? Bana doğru söyleyiniz!. Yoksa şeytanın kendisine dokuna cağı zannına mı kapıldınız? Allan´a yemin ederim ki, şeytan ona dokunamaz! Ben inanıyorum ki, benim bu oğlumun sânı ve hâli çok büyük olacaktır. Onu size haber vereyim mi?" Biz: "Evet" dedik. O da dedi ki: "Ben bu yavruma hâmile kaldığım zaman, hiç ağırlık duymadım. O´na hâmile iken gördüğüm rü´yâda, benden bir nurun çıktığım, bütün Şam saraylarım aydınlattığını müşahede ettim... Sonra

doğduğu zaman o da, doğan çocuklarda´âdet olduğu gibi düşmedi, iki eli üzerine düşüp başı da yukarıya doğru idi; başım dikmiş hep semâya bakıyordu... Eğer siz onu, şimdi bırakmak istiyorsanız; bırakabilirsi niz..."

Beyhakî ve îbn-iAsâkır, Muhammed bin Zekeriyyâ el-Gulâbî´den, şöyle rivayet etmiştir: Halime, Peygamberimizin çocukluk hallerim anlatır ve derdi ki: "Ben, Resûlüllâh (s.a.v.) Efendimiz´i sütten ayırdığım zaman, o konuşmuş ve aynen şöyle demiştir: "Allahu ekberu kebiran, vel-hamdü lillâhi kesîran ve subhânellâhi bukraten ve esilen." Yürümeye başlayıp kuvvetlendiği zaman, dışarı çıkar ve oyun tutan çocuklara bakardı. Onların oyunlarına katılmayıp bir kenarda dikilirdi. Birgün bana dedi ki: "Ey anacağım! Benim kardeşlerim, gündüz niçin görünmüyor?" Ben de dedim ki: "Ey canım kendisine feda olasıca yavrum! Kardeşlerin koyunlarımızı güdüyorlar. Onlar ancak geceden geceye dönerler." Bunun üzerine bana: "Onlarla beraber beni de gönder!" diye ricada bulundu. Ben de onu kıramayıp gönderdim... Gün düzün tam ortasmdaydı ki, oğlum Damura koşarak geldi. Adairîakıllı korkmuş, kan-ter içinde kalmış, ağhyarak feryâd ediyor ve: "Babacığım, anacağım koşunuz! Kardeşim Muhammed´e yetişiniz!... Koşunuz, ancak onun ölümüne yetişeceksiniz!..." diye bağırıyordu... Biz, "O´nun nesi var, ne.oldu?" diye sorduk. Damura da dedi ki: "Biz dikiliyorduk, bâzı adamlar geldi, içlerinden biri kardeşimiz Muhammed´i kapıp aldı ve yamacın zirvesine doğru götürdüler. Biz, gözlerimizi kırpmadan onlara bakıyorduk.. Ben, onların, O´nun karnını kasığına kadar yardıklarını görünce çok korktum ve koşarak size geldim... Daha sonra ne yaptıkla rını bilmiyorum..." Ben ve babaları koşarak gittik... Muhammed oturmakta ve gözlerini yukarıya dikmiş bakmakta idi. Kendisi tebessüm ediyor ve gülüyordu... Hemen kendisini kucaklayıp bağrıma bastım ve öpüp kokladım... "Ey benim öz canım kendisine feda olası sevgili yavrum! Sana bir şey mi oldu?" deyip iki gözü arasından öptüm. O bana: "Hayırdır, iyiliktir! Bir kötülük yoktur, anacığım!" diyerek karşılık verdi ve olup biteni şöyle anlattı: "Anacığım, biz ayakta idik. Bâzı adamlar geldi, içlerinden biri beni kapıp aldı ve sonra buraya getirdiler. Bu üç adamdan birinin elinde gümüş bir ibrik, diğerinin elinde yeşil zümrüdden bir tas vardı, içinde kar dolu idi. Beni burada usulca yere yatırıp göğsümü tâ kasığıma kadar yardılar. Ben ne yaptıklarına bakıyor, hiç acı duymuyordum... Sonra göğsümü yaran adam, elini karnımın içine sokup orada ne varsa dışarı çıkardı ve tasdaki kar ile bir güzelce yıkadı. Sonra yerine iade eyledi, ikinci adam buna dedi ki: "Sen çekil bakalım, sen Allah´ın sana emrettiğini yerine getirdin!" Onun çekilmesi üzerine bu ikinci adam da elini karnımın içine sokarak kalbimi dışarı çıkardı, yararak içinden bir şey çıkardı ve: "İşte bu şeytanın nasibidir! Onu senin içinden çıkarıp atıyoruz, ey Allah´ın Habîbî!" diye konuştu... Sonra kalbimi ince bir şeye sararak yerine iade eyledi. Sonra göğsümü kapatıp dikti ve nurdan bir mühür ile mühürledi. Göğsüme vurduğu mühür o kadar soğuk idi ki, hâlâ vücûdumda onun serinliğini duymaktayım, ey anacığım!... Sonra üçüncü şahıs onlara: "Siz ikiniz de şöyle kenarda durun bakayım! Sizler, Allah´ın yapılmasını sizlere emrettiğini ifâ etmiş bulunuyorsu nuz!" dedi. Onlar da çekildiler. Bu üçüncü adam bana yaklaşıp göğsümün yarılıp kapatılan kısmı üzerinde elini gezdirdi ve sonra dedi ki: "Haydin bakalım, Muhammed´i, ümmetinden on kişi ile tartınız!" Taritılar ve ben, ümmetimden on kişiden daha ağır geldim. Sonra o dedi ki: "O´nu bırakınız! Eğer siz O´nu, ümmetinden olan bütün fertler ile tartsanız, o yine bütün ümmetinden daha ağır gelir." Sonra o üçüncü şahıs, elimden tuttu ve usulca beni yerimde doğrulttu. Sonra her üçü beni kucaklayıp alnımdan ve başımdan öperek tebrik ettiler ve son olarak dediler ki: "Ey Allah´ın Habîbi! Sakın korkma ve zâten kokmayacaksın! Eğer sen, Allah tarafından senin hakkında ne büyük hayırlar murâd edildiğini bilmiş olsan, şüphesiz gözlerin aydın olur, ruhun sıimrla dolar1...." îşte böyle deyip beni burada böylece bırakıp gittiler. Uçarak semâya doğru yükseldiler ve sonunda gökkübbede kaybolup gittiler."

"İşte kucağımda öpüp kokladığım yavrum bana bunları anlattı. Ben onu alarak yurduma döndüm. Yurdumun insanları bana dediler ki: "Ey Halime, sen bu çocuğu mutlaka bir kâhine götür! Bu çocuğun başına bir şeyler gelmiş olmasından korkulur. Kâhinler onu tedâvî ederler." Yavrum, insanların bu sözünü duyunca şiddetle karşı çıktı ve: "Ben hasta değilim, bende sizin söylediğiniz şeylerden hiçbir şey yoktur!" diye haykırdı Benim dahî bu hususda hiçbir endişem bulunmamakta idi. Kalbim sahîh ve salim idi. insanların "Belki aklına bir şey olmuştur, belki de ona cin dokunmuştur" diye söyleyip durmaları, nihayet bana te´sîr edip kendisini kâhine götürdüm... Ve kâhine, O´nun bana anlattıklarını baştan sonuna kadar anlattım. Kâhin de bana dedi ki: "Ben, bir de bütün olup bitenleri çocuğun kendisinden dinlemek istiyorum." Bunun üzerine yavrum, bütün olup bitenleri kâhine de anlattı... Bunun üzerine kâhin, hızla ayağa fırlayıp feryâd etmeye ve: "Ey insanlar geliniz, bu çocuğu öldürünüz, beni de öldürünüz!... Eğer bu çocuğu sağ bırakırsanız ve o büyüyüp adam olursa; vay sizlerin hâlinize... işte o zaman bu çocuk, hepinizi akılsız sayacak, sizin atalardan kalma dininizi yalanlayacak ve sizleri, sizin hiç bilmediğiniz, tanımadığınız bir "Rab"a ibâdet etmiye çağıracak! Sizi, hiç hoşlanmayacağınız yepyeni bir dîne davet edecek!... Bütün bunların olmaması için; bu çocuğu öldürmeniz lâzım! Bunda ne kadar samîmi olduğumu biJmeniz için de, kendi kanımı da size helâl ediyorum ki, bu çocukla beraber beni de Öldürünüz!..."

"Kahinin böyle feryad etmesi üzerine çocuğumu çekip elinden aldım ve ben de ona şöyle haykırdım: "Ey Kâhin! Sen, bu çocuktan daha çocuksun! Sen, akılsız delinin birisin! Sen, illâ da öldürülmek istiyorsan, kendini Öldürecek bir adanı bul! Fakat benim yavrum Muhammed´i asla öldüremezsin ve öldürtemezsin!... Evet böyle deyip, çocuğumu alarak oradan uzaklaştım... Kabileme döndüm... Her nereye varsam, hangi eve uğrasam, herkes: "Acaba bu kadar güzel koku da nereden geliyor?" diye hayretle sorardı. Çünkü her tarafı, yavrum Muhammed´in güzel kokusu kaplıyordu... İşin daha da hayret edilecek tarafı, her gün iki beyaz adam geliyor, Muhammed´in yanına sokuluyor, sonra onun elbisesi içinde´ kaybolup görünmez oluyorlardı. Bu fevkalâdeliklerden haberdâr olan komşularımız bize: "Onu götürüp dedesine teslim ederek, üzerinizdeki emânetin uhdesinden çıkınız" diye telkin ediyorlardı. Ben de buna inanmıya başladım ve kesin karar vermiştim ki, tam o "sırada bir ses: "Ey Halime! Ne mutlu sana! Ey Mekke vâdîsi, ne mutlu sana! îşte bugün, sana senin nurun, senin dînin, senin güzellik ve olgunluğun iade ediliyor! Sen bundan ve sana layık olan güzellikten, ebediyen emîn olabilirsin! Ne mutlu sana!" diyordu. Ben, bana seslenen bir varlık görmediğim halde, bu sesi duymuştum... Mekke´ye varıp yavrumu, dedesi Abdü´l-Muttalib´e teslim ettiğim zaman; duyduğum bu sesi de kendisine anlatmış tim... O da bana demişti ki: "Ey Halime, gerçekten benim bu oğlumun sânı çok büyük olacaktır! O günlere yetişmeyi ne kadar arzu ederdim..."

Beyhakî´nin îmâm-ı Zühri´den naklettiği rivayette, yukarda geçen haber ile ilgili olarak, zikri geçen kâhinin Ukâz panayın´nda bulunduğu ve orada halka "onu öldürünüz!" diye feryad ettiği kaydı vardır. Ayrıca, diğer bilgilere yer verilmekle beraber, şu bilgilere de yer verilmiştir: "...Ve Amine çocuğunu teslim aldı. Bir müddet sonra Amine vefat etti... Çocuk, dedesi Abdü´l-Muttalib´in yanında büyüyordu... O, dedesinin sedirine gider, onun minderi üzerine otururdu... dedesi iyice ihtiyarladığı halde O´nu, minderi üzerinde bırakır, kendisi dışarı çıkardı. Evin hizmetçisi çocuğa çıkışır ve: "Dedenin yerinden in!" diye bağırırdı. Dedesi ise; "Çocuğu bırak, o büyük ve hayırlı bir adam olacak" derdi. Derken dedesi de vefat etti. Bundan sonra O, amcası Ebû Tâlib´in yanında kalmaya başladı. O´nun bulûğa yaklaştığı bir zamanda idi. Amcası Şam´a ticâret için gitmeye hazırlandı. Yola çıkarken O´nu da beraberinde götürdü. Şam nahiyelerinden Teymâ denilen yere geldiği zaman yahûdî hahamlarından biri, Peygamberimiz´i gördü. Ebû Tâlib´e hitaben: "Bu çocuk senin neyin oluyor?" dedi. O da: "Bu, benim kardeşimin çocuğudur" dedi. Haham:- "Bu çocuğu sever ve ona acır mısın?" dedi. Ebû Tâlib: "Evet" dedi. Haham: "O halde sakın bu çocuğu Şam´a götürme. Vallahi yahûdîler onu görürlerse öldürürler. Çünkü bu çocuk, onların düşmanıdır" dedi. Ebû Tâlib de orada işini bitirip, Şam´a gitmeden Mekke´ye döndü..."

(...Şeddâd bin Evs´ten gelen rivayet de, bundan Önceki rivayetteki bilgileri vermektedir. Ancak bunda, Peygamberimiz´in annesi Amine´nin ilk çocuğu olduğu kaydı da bulunmaktadır...)

Hafız Ebû Nuaym diyor ki: "Peygamber Efendimizin annesi Amine´nin, Peygamberimize hamileliği zamanına dâir haberlerin bâzılarında Hz. Amine´den naklen; "Ben O´na hamile iken hiç ağırlık duymadım" denilmekte; bâzılarında ise, "O´na hâmile iken, çok ağırlık duyuyordum" denilmektedir.. Bunun izahı şöyle olsa gerek: Hz. Amine, O´na hamile iken ilk günlerinde âdet olanın aksine çok ağırlık duymuş, hamilelik günleri ilerledikçe, aksine ağırlık duymamaya başlamıştır.. Böylece O´nun her iki hali, bilinen ve âdet olanın aksine olmuştur..." (Yani, Peygamberimizin bir özelliği olarak, harikulade bir şekilde geçmiştir.)

Ebû Nuaym el-Vâkıdi tarlkından, o da Abdü´s-Samed bin Muhammed es-Su´dî´den, o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ediyor: O demiştir ki: "Bana Halîme´nin koyunları ile birlikte koyun güden çobanlardan biri söyledi: Onlar koyunları güderken, Halîme´nin koyunları başlarını kaldırmadan ot yer, ağızlarından ot arkalarından dışkı eksik olmazdı. Bizim koyunlarımız ise, ağıldan çıktıklarından daha aç olarak ağıla dönerlerdi. Halîme´nin koyunları ağıla döndükleri zaman, karınlarının şişkinliklerinden pathyacak diye insan korkardı. Halbuki hepimiz aynı mıntıkada otlatıyorduk..."

Yine onlar şöyle anlatırlar: Hz. Peygamber, orada Halîme´nin yanında iki sene kaldı. O, iki yaşına girdiği zaman, en azından dört yaşındaki bir çocuk kadar vardı. Ve bu sırada Annesi Amine´yi ziyarete gitmişlerdi. Tabiî, O´nun yüzünden nail oldukları bereket sebebiyle O´nu yine yurtlarına getirmek ve Mekke´de bırakmak istemiyorlardı. Giderlerken, Sedir Vâdisi´ne vardıkları zaman Habeşistanlı bir gruba rastlamışlar... Bunu nakleden Haîîme derdi ki: "Biz, bu Habeşlilerîe birlikte giderken, çocuğu benden isteyip bakmak arzu ettiler. Resûlüllâh (s.a.v.)´e baktıkları zaman çok dikkatli bakıyorlar ve iki omzu arasındaki hâtem-i nübüvvete, gözlerindeki kırmızılığa şiddetle nazar ediyorlardı. Sonunda: "Gözleri ağrıyor mu?" diye sordular. Ben: "Hayır" diye cevapladım. Onlar: "Gözlerindeki bu kırmızılık, devamlı mıdır?" diye sordular, ben de: "Evet" dedim. Dediler ki: ´´Vallahi bu çocuk ileride peygamber olacaktır!" Nihayet O´nu anasına götürdük ve ricalar edip geri getirdik... Dönüş sırasında yolumuz Zü´1-Mecâz´a uğradı. Orada bir kâhin vardı ki, sabî çocukları ona getirirler, o da çocuklara bakar, onları muayene ederdi. Ben de Resûlüllâh´ı ona götürdüm. O Resûlüllâh´a dikkatle baktı, gözlerindeki kırmızılığı ve iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü gözden geçirdi ve bir sayha kopardı ki, şöyle diyordu: "Ey Arap cemâati! Geliniz bu çocuğu öldürünüz! Bu büyüyüp peygamber olacak, müşrikleri öldürecek, putları kıracak ve yeni bir dîn getirip´ onunla siz Araplara galip ve hâkim olacaktır!... Adamın bu feryadı üzerine ben, hemen oradan yavrumla birlikte sıvışıp kayıplara karıştım. Artık O´nu, kimselere göstermiyordum... Birgün bizim yurda bir kâhin gelmiş. Kabilenin bütün çocuklarını bu arrâfaya (çocukların geleceğini keşfedip tanıdığını iddia eden bu adama) götürüp göstermişler. Bana da: "Arrâf gelmiş, çocuğunu götürüp göster!" diyorlardı. Ben asla götürmedim... Fakat bir ara çocuk kendisi, benim gafletimden faydalanarak çıkıp arrâf m yanına gitmiş. Arrâf ona: "Yavrum bana yaklaş"´demiş. Fakat Resûlüllâh kabul etmemiş ve geri dönerek çadırına gitmiştir. Arrâf, oradaki halka, kendisine görünüp muayene olmadan kaçan çocuğu mutlaka getirmele rini söylemiş... Onlar bize gelerek çocuğu mutlaka arrâfa götürmemi söyledilerse de, ben kesinlikle red ettim ve çocuğumu çıkarmadım... Onlar gidip arrâfa bunu haber vermişler Arrâf da halkı yanına alarak, bizim çadırın yanına kadar gelip şahsen çocuğu görmesi için ricada bulundu. Ben kesinlikle reddettim... Çocuğu muayene edemiyeceğini anlıyan arrâf, ilk defa yakınında görmüş olmasına dayanarak dedi ki: "Ben, gördüğüm kadarıyla söylüyorum ve inanıyorum ki, bu çocuk ileride peygamber olacaktır."

îbn-i Sa´d ve Hasan bin Tarrâh Kitâbü´ş-Şevâir adlı eserinde Zeyd bin Eslem´den şöyle rivayet eder: "Hz. Halime, Peygamber´i (s.a.v.) süt evlâdı olarak aldığı zaman, Hz. Amine kendisine demiş ki: "Ey kardeş, iyi bil ki sen, sânı çok büyük olan çocuğu almış bulunuyorsun. Allah´a yemin ederim ki, ben onu hamile olduğu zaman, hâmile kadınların duyduğu ağırlığı hiç duymadım ve1 bana -gördüğüm rü´yâda- denildi ki; "Ey Amine, sen öyle bir çocuk dünyaya getireceksin ki, O, âlemlerin efendisidir. O´nu dünyaya getirdiğin zaman, O´na "Ahmed" adım ver! Bilesin ki bu çocuk; dünyaya geldiği zaman yere yüzü üstüne düşmemiştir; iki eli üzerine düşmüş ve başını yukarı tutarak devamlı semaya bakmıştır." Hâlime, çocuğu alıp yola çıktığı zaman, Amine´nin kendisine söylediklerini kocasına nakletti. Kocası buna çok sevindi. Yolda bindikleri dişi merkepleri kuvvetli ve hızlı yürür oldu... Dişi develerinin sütü çok artıp berekete kavuştular. Halime bunu nakleder ve şöyle der: "Benim sütüm az idi. Kendi çocuğuma yetmezdi. Sütü yetmediği için oğlum bizi sabaha kadar ağlar ve uyutmazdı. Resûlüllâh´ı süt evladı olarak _ alıp emzirmeye başlayınca, sütüm o kadar bereketlendi ki, her ikisi de iyice doyuyordu... Hattâ bir çocuğumuz daha olsaydı, her üçü de iyice doyardı."

"Halime, Resûlüllâh´ı alarak Hüzeyl kabilesinin rahibine gittiği zaman, râhib ona dikkatle bakmış ve: "Ey Arap topluluğu! Geliniz bu çocuğu öldürünüz! Eğer onu sağ bırakırsanız, sizin dininizden olanları öldürecek, Tanrı edindiğiniz putları kıracak, yeni bir dîn getirip onunla size gâlib ve hâkim olacaktır." diye bağırmaya başlamıştı... Halime de, yavrusunu alarak oradan sıvışıp kaçmıştı..."

îbn-i Sa´d ile îhn-i Tarrâh´ın, Abdullah bin Mâlik´in oğlu îsâ´dan rivayetine göre, Hüzeyl kabilesinin rahibi: "Ey Araplar." diyerek değil de, "Ey Hüzeyl ve onun tanrısı!" diyerek feryad etmiş ve: "Bu çocuk, semâdan vahiy bekliyor! îleride peygamber olacak!" demiştir. "Onu öldürünüz, onu mutlaka öldürünüz!..." diye bağırıp tepiniyormuş... Nihayet hayret ve dehşete kapılarak çıldırmıştır. Az sonra da, aklını ve imanını yitirmiş olarak, küfür hâlinde ölüp helak olmuştur."

Yine îbn-i Sa´d ve îbn-i Tarrâh´ın bir rivayeti, îshâk bin Abdullah´tan olup şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz´in annesi Amine, O´nu Halîme-i Sa´diye´ye süt evladı olarak verdiği zaman, O´na iyi bakmasını hatırlatmış ve O´nun hakkındaki rü´yasını da ona nakletmiştir. O´na çok iyi bakacağına ve O´nu iyi koruyacağına söz veren Halime, bir ara bir grup yahûdî ile karşılaşmış. Resüllüllâh´ı dikkatle gözden geçiren yahûdîler: "Bu çocuk yetim midir?" diyerek sormuşlar. Hz. Halime de uyanık davranıp: "Hayır yetim değil. Ben onun anasıyım, işte bu adam da onun babasıdır!" demiş ve yanındaki kocası Hâris´i de O´nun babası olarak göstermiştir. Hayrete kapılan yahûdîler: "Eğer bu çocuğun yetîm olduğunu söylese idi, muhakkak biz onu öldürür idik!" demişlerdir."

Ibn4 Sa´d, Ebû Nuaym, Ibn-i Asâkîr ve îbn-i Tarrâh, Ata bin Ebi Rebâh´tan şöyle nakleder: îbn-i Abbâs demiştir ki: "Halime, O´nu kendi hâline bırakmaz, uzaklara salmaz idi. Birgün O´nun gafletinden istifâdeyle ve sut kardeşi Şeymâ ile birlikte, Öğlenin sıcağında uzağa gittiler. Halime onların peşinden koşturup kendilerine yetişti ve: "Hem de öğlenin bu sıcağında mı?" diyerek çıkıştı. Şeymâ cevabında dedi ki: "Anacığım, biz hiç sıcak görmedik, kardeşimin üzerinde bir siyah bulut bize gölge edip durdu... Biz yürürsek o da yürüdü, biz durursak o da durdu ve üzerimizi gölgelendirdi." Halime O´na dönüp sordu: "Yavrum, Şeymâ´nin dediği doğru mu?" O, cevap verdi: "Evet, doğru."

îbn-i Sa´d´ın nakline göre Zührî demiştir ki: "Hevâzın heyeti geldiği zaman, aralarında Peygamberimiz´in süt amcası Ebû Sevrân da vardı. Peygamb e rimiz´e hitaben dedi ki: "Ya Resûlallâh, ben Seni süt emer çocuk iken gördüm ki Sen; süt emer çocukların en hayırlısı idin. Sütten kesildiğin zaman da, sütten kesilenlerin en hayırlısı idin. Sonra Senin gençliğini de gördüm ki sen, en hayırlı genç idin... Şimdi olgunlaştımz ve, hayırlı-güzel hasletleri kendinizde topladımz." [27]


[27] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/103-110.