๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Aralık 2009, 17:10:05



Konu Başlığı: Peygamberimizin Kaysere (Bizans Kralına) Gönderdiği Mektub
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Aralık 2009, 17:10:05
Peygamberimizin Kaysere (Bizans Kralına) Gönderdiği Mektub Ve Bu Sırada Meydana Gelen Bazı Fevkaladelikler


Buhâri ve Müslim îbn-i Abbas´tan şöyle rivayet ederler: Ebû Süfyân bana, kendisinin içinde bulunduğu o haberi, şu şekilde anlattı: Biz, Peygamber (s.a.v.)´ın Kureyş ile akdettiği Hudeybiye andlaşması gereği on senelik sulh zamanında, Şam´a Kureyş tüccarları olarak gitmiştik. Bu sırada Hz. Peygamber, Bizans Krah´na bir mektub gönderip kendi sini İslâm´a davette bulunmuş... Kral bu sırada Kudüs´de bulunuyor­muş... Bizim de o yakınlarda olduğumuzu haber almış bulunan Kral kendi adamlarını topladıktan sonra, bizlerin de huzuruna celbini em retmiş. Biz de gittik. Bütün Rum büyükleri, Kral´ın huzurunda idi. Kral, tercümanına emrederek onun vasıtasıyla bize birtakım önemli sorular yöneltti... Kral´ın tercümanı vasıtasıyla bize sorduğu ilk soru şu idi:

- Peygamber olduğunu söyleyen ve bizleri Allah´ın dinine davette bulunan, bu maksatla elçisi vasıtasıyla bize bir mektub gönderen şu adam (yâni Muhammed); içinizden hangisinin daha yakını oluyor?"

Ben, kendisine şu cevabı verdim:

- Buradaki arkadaşlar içinde Muhammed´e neseb bakımından en yakın olan benim.

Bunun üzerine Kral, benim kendisine daha yakın oturmamı, diğer arkadaşlarımın da arkamda oturmalarını emretti... Biz de öyle yaptık. Sonra Kral, tercümanına emrederek, bize şöyle söylemesini istedi:

- Bu adamlara söyle, ben, Muhammed hakkında şu en önde oturan adama sorular soracağım, eğer yalan söyliyecek olursa, arkasında otu ranlar onun yalan söylediğini muhakkak bana bildirsinler!".

Kral´ın böyle söylemesine rağmen, vallahi ben, arkamdaki arka daşların hep benim yalan söylediğimi tekrarlayıp adımı yalancıya çıka racaklarından korkmasa idim, yalan söylemeyi göze almış idim... Fakat bu korku ve utanma duygusu ile Kral´m sorularına karşı yalan cevablar vermeye cesaret edemedim... Kral´m bana yönelttiği ilk soru da şöyle olmuştur:

-Muhammed´in sizin içinizdeki soy-sop bakımından durumu nasıl dır?

Ben kendisine şu karşılığı verdim:

- O´nun aramızdaki soy-sop şerefi ve asaleti, gerçekten çok yük sektir!

Kral sormaya devam ederek:

- Daha önceleri, içinizden böyle peygamberlik dâvasına kalkışan olmuş mudur?

- Hayır, olmamıştır, dedim. Kral:

- "O´nun atalarından hükümdar var mıdır?" diye sordu, ben de

- "Hayır" dedim. Sorularına devam eden Kral:

- insanların Önde gelenleri mi, yoksa zayıf olan kısımları mı ken disine tabî oluyorlar? Ben:

- O´na, insanların zayıfları tabî oluyor... Kral:

- Zaman ilerledikçe müslüman olanların sayısı artıyor mu, yoksa eksiliyor mu? Btr*

- Bil´akis fazlalaşıyorlar... Kral:

- Müslüman olduktan sonra, islâm´dan nefret ederek dinîni terke-den oluyor mu? Ben:

- Hayır! Kral:

- Peki O, böyle peygamberlik dâvasını ortaya atmazdan önce, sizin kendisini yalancılıkla itham etmeniz olmuş mudur? Ben:

- Kesinlikle böyle bir şey olmamıştır! Kral:

- Hiç, O´nun haksızlık ettiği olmuş mudur? Ben:

- Hayır! Kendisini bildik bileli böyle bir şey hiç olmamıştır... Kral:

- Hiç O´nunla savaşmanız olmuş mudur? Ben:

- Evet, savaştık... Kral:

- Peki, savaşın neticesi nasıl olmuştur?

- Bazan O bizi yenmiştir, bazen da biz O´nu yenmişizdir. Kral:

- Peki, O´nun size esas itibariyle neyi emrettiğini söyler misin? Ben:

- O´nun bize emrettikleri şunlardır: "Yalnız Allah´a ibâdet ediniz! Hiç bir şeyi Allah´a eş koşmayınız! Atalarımızın dediklerini, putperestlik izlerini kesinlikle bırakınız!..." İşte O´nun bize başlıca emri budur... Fa kat ayrıca O bize: "Namaz kılmayı, zekat vermeyi, dâima doğru sözlü olmayı, iffet ve namuslarımızı titizlikle korumayı ve özellikle de yakın larımızı görüp gözetmeyi" de emretmektedir..."

Kral, bu sırada soruları bitmiş gibi bir tavırla tercümanına iltifat edip onun vasıtasıyla bizlere şunları söyleyip tekrarladı:

- Ben sana, O´nun nesebinin nasıl olduğunu sordum, sen de cevâbında bana: "O´nun soy-sop bakımından içimizdeki durumu, çok yüksektir" dedin. Zaten bütün peygamberler, bu şekilde kavminin en şerefli ve soylu aileleri içinden seçilerek gönderilir... Ben sana, "Kav minizde daha Önce, böyle bir iddiada bulunan olmuş mudur?" diye sor dum, sen de bana "Hayır, olmamıştır" dedin... Ben sana: "O´nun atalarından hükümdar olan var mıdır?" diye sordum^ sen de bana "Ha yır" cevabını verdin... Eğer "Evet" deseydin, ben de bu hususta, "Demek ki bu da, atalarından hükümdar olan gibi, hükümdarlık davasına kal-kışmışdır" diye düşünecektim... Ben sana, "Bundan önce, hiç kendisinin yalan söylediği olmuş mudur?" diye sordum, sen de bana "Olmamıştır" diye cevap verdin... Ben de biliyorum ki, insanlara karşı herhangi bir hususta asla yalan söylememiş bir kimse, Allah´a karşı yalan söyle­mekten de son derece uzaktır... Ben sana, O´na uyanların, insanların önde gelenleri mi, yoksa zayıf olanları mı olduğunu sorduğumda, sen de bana "zayıf olanları" diye cevap vermiştin... Ben de biliyorum ki, zâten bidayette peygamberlere hep insanların zayıf olanları tâbi olmuşlar dır...

Bu arada ben sana, "dîninden dönenler oluyor mu?" diye sormuş tum. Sen de bana, "Hayır, hiç dîninden dönen olmuyor" diye cevap ver-" mistin. Ben de zâten biliyordum ki, sıhhatli ve esaslı bir inanç bir defa kalbe yerleşti de kalb onun tadını ve güzelliğini duydu mu, bir daha bu kalbler, böyle bir îmandan dönmezler! Yine ben sana, "O´nun herhangi bir kimseye haksızlık yapması olmuş mudur?" diye sorduğumda, sen bana "hayır, asla böyle bir hâli hiç görülmemiştir" diye cevab vermiş tin... Ben de bu sırada, hiç bir peygamber´in hiç bir kimseye haksızlık yapmıyacağını hatırlamıştım..."

Ey Ebû Süfyân, ben sana: "O, başlıca size neyi emrediyor?" diye sordum. Sen de bana verdiğin cevabında: "O bize, yalnız Allah´a ibâdet etmemizi ve ibâdetimizde hiç bir şeyi Allah´a ortak koşmamamızı emre diyor!" demiştin... Ayrıca O´nun sizlere, "namaz kılmakla, zekat ver mekle, dâima doğru söylemekle, iffet ve namusun titizlikle korunması ile özellikle akrabayı görüp gözetmekle" emrettiğini söylemiştin... Ey Ebû Süfyân, senin şu dediklerin eğer doğru ise, hiç şüphe etmem, Mu-hammed´in dîni ve mülkü buralara kadar uzanacak, şu bastığım yerler de O´nun olacaktır!... Ben O´nun çıkacağını biliyordum, fakat sizin içi nizden çıkacağına dair bir bilgim yoktu... Ve aslında böyle olacağını da sanmıyordum... Eğer şimdi kendisine ulaşabileceğimi bilsem, hiç dur mam giderim, O´na ulaşmak için bütün zorlukları canıma minnet bili­rim!... O´na ulaştığım takdirde, O´nun ayaklarına su dökmeyi kendim için bir şeref sayardım..." , -

Kral, bunları söyledikten sonra, Resûlüllah´m kendisine gönderdi ği mektubu istedi. Getirip verdiler... O da okumaya başladı. Mektûb şöyle idi:

"Rahman ve rahîm olan Allah´ın adıyla. Allah´ın kulu ve Resulü Muhammed´ten Rûm diyarı´nın ulu hükümdarı Herakliyus´a!"

"Allah´ın selâmı, Allah´ın hidâyetine tâbi olanlara olsun! Bundan sonra derim ki, ey hükümdar, ben seni Allah´ın dîni islam´a davet edi yorum! Müslüman ol da selâmete er! Bu takdirde Allah senin mükâfatını da iki kat verecektir. Eğer İslâm´a yüz çevirip onu kabul etmezsen, bü tün emrindeki insanların vebali de senin omuzlarmdadır..."

"Ey kitâb ehli olanlar! Geliniz, sizinle bizim aramızda müsâvî olan bir kelime üzerinde (tevhîd kelimesi) üzerinde birleşip kardeş olalım! Şöyle ki: Allah´tan başkasına ibâdet etmeyelim ve hiçbir şeyi Allah´a or tak koşmayalım! Bâzımız bazısını tanrı edinmesin! İçimizden hiç biri, Allah´tan başka hiçbir varlığı tanrı edinmesin!".

"Eğer onlar, yüz çevirip islâm´ı kabul etmiyecek olurlarsa; siz de yiniz ki: Hepiniz şahit olunuz, bizler müslümanlarız!".

(işte Resûlüllah´m Kayser´e yazdığı mektûb, Al-i Imran Sûresinin bu mealdeki ayetiyle sona eriyordu... Ve olayın kalan kısmını anlatmak üzere Ebû Süfyân diyor ki:)

Kral, sözlerini bitirip mektubu da okuttuktan sonra, etrafındakiler müthiş bir gürültü kopardılar... Seslerini iyice yükselttiler, çağırıp ba ğırdılar... Ve bizi dışarı çıkardılar... Dışarı çıkarıldığımız zaman ben yanımdaki arkadaşlarıma dedim ki: "Arkadaşlar, sizde gördünüz ki, îbni Ebû Kebşe´nuı (yâni Muhammed´in) şanı; koskoca Bizans Kralını kor kutacak bir hâle gelmiştir!" Ve ben, o günden itibaren O´nun davasında mutlaka muvaffak olacağında zerre kadar şüphe etmedim. Bu durum bende, tâ islâm´ı kabul ettiğim güne kadar hiç zâiî olmamıştır..."

îbn-i Nâtûr, Kudüs ve Şam´ın metropoliti idi. Herakliyus´unda çok samimi arkadaşı idi... Onun anlattığına göre, Herakliyus Kudüs´e gel diği zaman, sabahleyin neşesiz olarak kalkmış. Durumu farkeden pat riklerden bâzısı, niçin neşesiz olduğunu sormuş. Herakliyus; aslında falcılık ve kehanette bulunan birisiymiş. Onarın bu- sorusuna karşılık olarak demiştir ki:

"Bu gece ben, yıldızlara bakmıştım. Gördüğüm şey, benim neşemi kaçırdı... Zira sünnet olan bîr kavmin, şu millete hâkim olduğunu gör düm." Etrafındakiler de: "Hükümdarımız, siz hiç üzülmeyiniz, zira şu bir avuç yahûdîlerden başka sünnet olan bir kavim bulunmamaktadır. Bunların ise, korkulacak bir tarafı bulunmadığı sizce de malûmdur..." diyerek Kral´ı teselliye çalışmışlar... Ayrıca Kral´a, bütün valilerine nâmeler göndererek, vilâyetlerdeki bir avuç yahûdînin öldürülmesini de tavsiye etmişlerdir; Derken, Kral Herakliyus´un huzuruna bir adam ge tirilmiş. Bu adam, Gassân Emîri´nin bir elçisi olarak gelmiş ve kendisine peygamber (s.a.v.)´ın zuhurundan ve davasının ilerlemekte olduğundan haber getirmiştir... Herakliyus, bu haberi alır almaz adamlar gönderip bu peygamberin ve kavminin sünnet olup olmadıklarını araştırmalarını emretmiştir. Adamları araştırıp soruşturmuşlar ve Hz. Peygamber´in ve kavminin sünnet olduklarına dâir haberlerle geri gelmişler. Haberi He-rakliyus´a ulaştırdıkları zaman o, "Demek ki, şu âhir zaman milletinin peygamber´i zuhur etmiş oluyor!" demekten kendisini alamamıştır. Bir de ayrıca Rûmiyye (İtalya) kralına mektub yazarak durumu ondan da sormuştur... Bu sırada Kudüs´ten ayrılıp Humus´a gitmiştir. Ve Hu-mus´ta bulunduğu sırada Rûmiyye Kralından da cevap gelmiştir. O da, Hz. Muhammed´in peygamber olduğu ve âhir zaman ümmetimin pey­gamberi olduğu şeklindeki Herakliyus´un fikrine katılıyor, bunu kabul ediyordu... Bunun üzerine Herakliyus, ülkesinin büyüklerinin köşk sa lonunda toplanmalarını emretti. Hepsi toplantıktan sonra, kapıların kilitlenmesini emretti. Kendisi de yüksekteki özel yerine geçti ve şu ko nuşmayı yaptı:

"Ey Rûm cemâati, doğru yola kavuşup ebedî felah ve saadete er mek istemez misiniz? Ayrıca şimdi sâhib olduğunuz memleketinizi ko rumak istemez misiniz? Eğer bunda samîmi iseniz, bizi islâm´a çağıran, şu peygamber´e tabî olmalısınız!"

Kralın bu sözleri üzerine Rûm büyükleri, büyük bir telaşla geri çekilip kapıya koşuştular ise de, kapılar kilitli olduğu için çıkamadı lar...

Herakliyus, Rûm büyüklerinin bu hâlini görünce, onların îmana gelmeleri hakkındaki ümidini kaybetti. Ve "Onları bana getiriniz!" di yerek emretti. Onlar tekrar kendisine yaklaştıkları zaman, onlara hitaben dedi ki: "Ben deminki konuşmamda kasden öyle söyledim ve bu sözlerimle sizlerin dîninize ne derece bağlı olup olmadığınızı ölçmek ve imtihan etmek istedim... Yoksa, gerçekten, müslüman olmanızı istemiş değilim?" Rûm büyükleri de, Kral´m bu şekilde konuşmasından çok hoşnud oldular ve eskiden âdetleri olduğu veçhile derhal Kral´a secde e-derek bağlılıklarını gösterdiler...,tşte Bizans Kralı Herakliyus´un son hâli de bu idi... Dünyâ saltanatına aldanıp, islâm´a bile bile arka çevir di..."

Hafız el´Bezzâr´ın veEbâNuaym´in deDıhye el-Kelbî´den bu olayla ilgili bir rivayetleri var... Bazı Önemli farklılıklar arzettiği için bu rivayeti de aynen kaydediyoruz. Bu rivayete göre Dıhye demiştir ki:

"Peygamber (s.a.v.) beni Bizans Kralı Kayser´e gönderdi. Ben, Peygamberimizin yazdırdığı mektubu ona götürüyordum. Gidip Kral´m huzuruna çıkarılmam için izin istedim. Dedim ki: "Kral´m huzuruna çı karılması için Allah Resulünün elçisine izin veriniz!". Gidip Kral´a haber verdiler. Aynen benim söylediğimi naklettikleri için, oradakilerin hepsi ürpermişler... Kral, derhal içeri alınmamı söylemiş. Beni alıp Kral´m huzuruna çıkardılar. Kral´m yanında patrikleri vardı. Ben mektubu kendisine verdim. Mektubun okunmasını emretti, okudular... Mektub aynen şöyle idi:

"Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla. Allah´ın Resulü Muham-med´ten, Rumun sahibine!".

Mektubun bu kısmı okunur okunmaz Kral´m kardeşi itiraz etti ve: "Mektubuna kendi adıyla başlayan ve.KraTınuza "Rum´un Sahibi" diye hitabeden bir adamın mektubunu okumamalısın!" dedi. Kral, onun bu itirazına aldırış etmeksizin okumaya devam etti ve sonuna kadar oku du... Sonra yanmdakilerin dışarı çıkmasını emretti. Beni yakınına alıp bazı sorular sordu, ben de ceyablarmı verdim... Sonra metropoliti ça ğırdı, derhal onu da huzuruna getirdiler. Onlar Metropolit´in emrinden dışarı çıkmazlarmış... Ve her önemli işi, ona danışırlarmış... Kral, mektubu ona karşı okuduktan1 sonra, bu hususta ne düşündüğünü sor du. Metropolit de cevap olarak! "Vallahi bu zât, peygamberimiz Meryem Oğlu isa´nın ve Musa´nın geleceğini haber verip müjdeledikleri zâttır! Ve bundan dolayıdır ki, O´nun geleceği hep beklenmekte idi. V dedi.

Kayser, Metropolit´e hitaben: "Peki, bize ne yapmamızı emreder sin?" dedi... Metropolit de: "Ben, şahsım adına O´na inanır, O´nu tasdik eder ve kendisine tabî olurum" dedi... Kayser bunun üzerine şu sözleri

söyledi: "Doğru söylersin, O´nun beklenen peygamber olduğunu ben de kabul ediyorum. Fakat ben kendisine tabî olacak olursam mülküm e-Hmden gider ve Rumlar beni öldürür..." Kayser, daha sonra Arablar´dan bir adam bulunup getirilmesini emretti... Ebû Süfyân da o sırada ticâret maksadıyla orada bulunuyormuş. Gidip onu getirdiler... Kral´m huzu runa çıkarıldığı zaman Kral kendisine Hz. Peygamber ile ilgili sorular yöneltti ve şunları sordu:

- içinizden çıkan ve peygamberliğini üân eden bu adam hakkında ne dersin?

Ben, onun bu sorusuna şu cevabı verdim:

- O, Kureyş´ten bir gençtir, soyu itibariyle içimizde en şerefli ola nıdır. Bizden hiçbir kimse bu hususta O´nunla boy ölçüşemez!" Kayser:

- Bu, bir peygamberlik alâmetidir... Fakat O´na tabî olanları da sorayım, onlar kimlerdir? Ben:

- Bazı gençler ve zayıf olanlar... Kayser:

- Bu da bir peygamberlik belirtisidir... Peki, Ö´na tabî.olanlardan vazgeçen, dîninden dönen oluyor mu? Ben:

- Hayır, hiç dininden dönen olmaz! Kayser:

- Bu da bir peygamberlik belirtisidir... Peki aranızdaki savaşlarda durum nasıl oluyor? Ben:

- Bâzan O galip geliyor, bâzan da düşmanları... Kayser:

- işte bu da bir peygamberlik alâmetidir. Q halde sen, memleketine döndüğün zaman kendisine bildir ki, O´nun gerçekten bir peygamber olduğunu ben biliyorum! Fakat mülkümü terkederek kendisine tâbi o-lamam..."

Kayser bunu söyledikten sonra mektubu başının üzerine koydu, sonra öptü ve altın işlemeli bir mendile sararak dolaba koydu...

Metropolit´e gelince: Nasrânîler her pazar günü onun yanında toplanırlar, kendisinin verdiği va´z ve dersleri dinlerlermiş... Bir ara beni çağırıp konuşmak istedi... Ve aramızda kalacak bâzı şeyler sorup benden bilgi aldı... Önümüzdeki pazar günü, bütün cemâati toplandığı halde, Metropolit onlara va´z vermeye gelmedi... Kendisine haber gittiği halde, hasta olduğu bahanesiyle çıkmadı. Tekrar tekrar rica edilmesine rağmen va´z vermeye gelmedi... En sonunda va´z vermeye çıkmadığı takdirde, kendisinin yanma cemâat halinde gideceklerini söyleyip zor ladılar... "Şu Arabistan´dan gelen adamın gelişinden sonra, zâten sende bir değişiklik olduğunu hissediyoruz..." diye onu tehdit ettiler... Bu sı rada Metropolit beni çağırttı. Yanma gittiğimde bana dedi ki: "Dönü şünde Peygamberiniz ı Muhammed´e benden selam söyle. Ve kendisine haber ver ki, ben gerçekten: Allah´tan başka ilâh olmadığına ve Mu-hammed´in de Allah´ın kulu ve resulü olduğuna şehadet ediyorum!"

Sonra Metropolit dışarı çıktığında, cemâati kendisine hücum ede rek, orada onu öldürdüler..." [4]

îbn-i Asâkir de Dıhyetil´l-Kelbtden şu haberi rivayet eder: Pey gamber (s.a.v.) beni Rum Meliki´ne elçi olarak gönderdi. Ben, peygam-berimiz´in mektubunu ona götürdüm... Rum Meliki mektubu aldıktan sonra, mührünü açtı ve üzerine oturmakta olduğu minderin altına koy du. Sonra Rum büyüklerini ve patriklerini toplantıya çağırdı. Makamında ayağa kalkarak onlara şu şekilde hitâb etti: "Şu elimdeki, vaktiyle Mesîh İsa´nın bizlere geleceğini müjdelediği Peygamber Mu-hammed´in mektubudur!" Rum büyükleri bunu duyar duymaz büyük bir telaşa kapılarak dağılmak istediler... Melik, kendilerine işaret ederek durdurdu ve onlara şöyle dedi: "Ben sizlerin, kendi dîninize ne derece bağlı olduğunuzu imtihan etmek istedim! Kaçmanıza bir sebep yoktur!" dedi ve onları sükûna davet etti..."

Rum Meliki, ertesi günü beni gözlice çağırtıp büyük bir binaya gö türdü ve orada birtakım suretler gösterdi... Söylendiğine göre orada, tam üçyüz on üç suret (heykel) varmış... Ve bu suretlerin hepsi, nebiler ve resullere âit imiş... Burada Rum Meliki bana dedi ki: "Bak bakalım, şunların hangisi senin peygamberine aittir?" Baktım, Peygamberimiz´in sureti de orada bulunmaktadır! Sanki insana karşı konuşuyor gibiydi... Ben, bu sureti göstererek, "işte budur" dedim... Melik de bana "Doğru söyledin" karşılığını verdi. Sonra Melik bana: "O´nun sağındaki şu suret kimdir?" diye sordu. Ben de: "O´nun kavminden Ebû Bekir adında biri sidir" dedim... Sonra solundaki adamın kim olduğunu sordu, ben de onun, Ömer olduğunu söyledim... Bunun üzerine Rum Meliki şu sözleri söyledi: "Ben de okuduğum kitapta, bu iki zâtın, O´nun dininin yerleşip yayılmasında çok büyük hizmetler-edeceklerini görmüştüm."

Ben elçiliği bitirip Peygamber Efendimizde döndüğüm zaman, o da bana dedi ki: "Evet, Rum Meliki doğru söylüyor, Allah şu dinî, Ebu Bekir ve Ömer ile tamâma erdirecektir! Ve bu ikisinin elleriyle İslâm´a nice fetihler nâsîb eyleyecektir!..."[5]

Beyhâki ve Ebû Nuaym, Ebû Ümâme´den şu haberi rivayet ederler: Hişam bin el-Âs der ki: "Ben ve Kureyş´ten bir adam, Ebû Bekr´in hilâfeti zamanında Rum Meliki Herakliyus´a gönderildik. Vazifemiz, Onu İslâm´a davet etmek idi... Yola çıkıp ilerledik. Dımeşk yakınındaki Gota denilen ve Gassânîler´in oturduğu yere geldiğimizde, bunların, emîri bulunan Cebele bin Eyhüm´un huzuruna çıkarıldık... Aslında o bize elçi gönderip, bu elçi ile konuşmamızı emretmişti... Biz, elçi ile görüşemiyeceğimizi, ancak Melik ile görüşebileceğimizi İsrarla belirtince, bizi kabule mecbur kaldı...Onunla Hişam konuştu ve kendisim islâm´a davet etti. Üzerinde simsiyah bir elbise vardı. Hişam: "Bu üzerindeki nedir?" dedi. O da: "Ben bunu sırtıma giydim ve sizleri Şam´dan çıkar madıkça çıkarmayacağıma da yemin ettim!" dedi... Biz de kendisine de dik ki: "Vallahi, biz müslümanlar senin şu oturduğun yeri de alacağız! înşaallah, buraları dahî en büyük melik olan, sizden alacaktır! Bunun böyle olacağını bize Peygamberimiz haber vermiştir..."

Cebele bize şu mukabelede bulundu: "Buraları alacak olanlar, siz ler değilsiniz! Burasının fatihleri gündüzleri sâim, geceleri de ibâdetle kâim olacaklardır!" Sonra bize oruçlarımızın nasıl olduğunu sordu. Biz den cevabını alınca çok üzüldü... Ve bizi huzurundan kaldırdı. Yanımıza bir adam katarak Rum Meliki´ne yolcu etti. Rum Meliki´ne vardığımız zaman, büyükçe bir odaya alındık.

Hayvanlarımızdan inip eşyamızı yerleştirdik. Sonra dikilip "Lâ îlâhe illallahü vallahü ekber!" diyerek haykırdık... Tekbîr ve tevhîd se siyle bina sanki sarsılıp çatırdamıştı... Melik de bu sırada bize bakmakta imiş... Sonra kılıçlarımız üzerimizde olduğu halde Melik´in huzuruna çıktık... Melik bize dedi ki: "Kendi aranızda selamlaştığımız gibi, bana da aynı şekilde selam verseniz, bir sakıncası mı vardı?" Biz de bunun ü-zerine "Esselâmü aleyk!" diyerek onu selamladık... Sonra bize şunu sor du: "Siz, eğer kendi hükümdarınızı selamlıyor olsaydınız nasıl selamlardınız?" Biz de: "Aynı şekilde selamlardık" diye cevabladık... Bunun üzerine dedi ki: "Siz müslümanların en büyük sözü nedir?" Biz de dedik ki: "Lâ ilahe illallahü vallahü ekber!" dir.

Biz, müslümanların en büyük sözü olan bu: "Lâ ilahe illallahü vallahü ekber!" sözünü o kadar kuvvetli ve şiddetli söylemişiz ki, içinde bulunduğumuz bina sanki çökecek gibi çatırdamıştı... Rum Meliki bu nun üzerine başını yukarı kaldırıp bakmak zorunda kalmıştı... Sonra bize dönerek dedi ki: "Siz bu sözü söylediğiniz zaman, hep böyle içinde bulunduğunuz bina yıkılacakmış gibi çatırdar mı?" Biz, "Hayır, daha önceleri böyle bir fevkalâdelik görmemiştik" dedik... Melik de bunun ü-zerine şunları söyledi: Keşke her söyleyişiniz de böyle içinde bulundu ğunuz bina çatırdamış olsaydı! Bu takdirde ben size, mülkümün yarısını teslim ederdim..." Biz bunun sebebini sorduğumuzda, o şunları söyledi: "Çünkü o zaman, bunun bir peygamberlik alâmeti değil de devamlı ola rak vukua gelen hileli ve san,atlı (yapmacık) bir şey olduğunu kabul e-derdim ve kendim için, bütün mülkümün elimden çıkacağı tehlikesini yok sayardım..."

Sonra Melik bize, dilediği bâzı söyleri sormaya başladı. Biz de ce vaplar verdik. Oruç ve namaz ibâdetlerimizin nasıl olduğunu sordu, ce vapladık... Sonra kalkmamızı ve bir güzel yerde ağırlanmamızı emretti. Onun huzurundan böylece ayrıldık. Üç gün güzelce ağırlandık. Sonra Melik bizi geceleyin huzuruna çağırmış, biz de gittik. Bize, ne diyorsu nuz diyerek sözümüzü sordu, biz de aynısını tekrar ettik. Sonra bizim yanımıza dört köşe ve altınlarla işlenmiş büyük bir sandık getirtti. Ka pağım açtıktan sonra, Özel bir bölmeden bir suret çıkardı: Bu kırmızı tenli, gözleri ve kulakları çok büyük bir erkek sureti idi... Boyu çok u-zundu. Sakalı yoktu... îki büyük saç örgüsü sarkıyordu. Çok güzel bir yaratılışta idi... Kral bize, bunu tanıyıp tanımadığımızı sordu. Biz de tam madiğimizi söyledik. Kendisi, bunun Adem aleyhisselâm olduğum söyledi... Sonra sırasıyla Nûh ve îbrahîm peygamberlere âit olduğunu söylediği suretler çıkarıp bize sordu. Biz de tanımadığımızı söyleyince, kimler olduğunu kendisi ifâde etti... Sonra bir suret daha çıkarıp sordu. Biz de: "Bu, bizim peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)´dır" dedik. Sonra kendisi, önce ayağa kalkıp oturdu ve: "Evet, bu odur" dedi... Bir müddet ona baktı ve konuşmadı... Sonra, "Bunu size en son çıkarıp göstermem lazımdı..." dedikten sonra sırasıyla Mûsâ, Hârûh, Lût, îshâk, Yâkûn, îsmâîl, Yusuf, Dâvûd ve Süleyman peygamberlere (Allah´ın selamı hep sinin üzerine olsun) ait suretler çıkardı ve bunların kimlere ait olduğunu bize teker teker söyledi... En sonunda bir sûr,et daha çıkarıp, onu tanıyıp tanımadığımızı sordu. Bizden de tanıma.dığımız şeklinde cevap alınca: "işte bu da, Meryem oğlu Isâ aleyhisselâtü vesselâm´dır!" dedi... Biz de kendisine, "Sen bu suretleri nereden elde ettin?" diye sorduk. O da bize şu cevabı verdi: "Vaktiyle Adem aleyhisselâm Cenab-ı Hakk´tan, kendi neslinden gelecek olan peygamberleri kendisine göstermesini istedi... Cenab-ı Hakk da onların suretlerini semâdan indirip Adem´e verdi ve gösterdi...[6] Adem aleyhisselâm bu suretleri kendi hazînesinde saklıyordu... Sonra kaybolmuştu... Derken Zü´l-Karneyn gelip bunları güneşin battığı yerden (batıdan) bulup çıkardı... Ve Danyâl (a.s.)´a tes lim etti..."

Rum Meliki bunları söyledikten sonra netice olarak dedi ki: "Şid detle arzu ediyorum ki, mülkümden huruç edeyim (hükümdarlığı bıra kayım), ölünceye kadar kölelik yapayım! Ben bir köle olunca, hem de hepinizden iyi kölelik yaparım..." Sonra bize bâzı bağışlarda bulundu ve biz onun huzurundan ayrıldık. Dönüşte Ebû Bekir´i gördüğüm zaman, gördüklerimizi ve Kral´m bize söylediklerini ona anlattım. Bunları du yunca Ebu Bekir ağlamaya başladı ve dedi ki: "O zavallı bir adamdır! Eğer Allah onun hakkında hayır ve hidâyet dilemiş olsaydı, o da dediğini yapardı... Demek ki nasibi yokmuş..." Bundan sonra Ebû Bekir, şu söz leri ilâve etti: "Gerek Hristiyanlarm, gerek Yahudilerin kaplarında Peygamberimizde ait vasıfları okuyup bildiklerini; Peygamjer (s.a.v.) bize haber vermişti..."

Hafız Ebû Nuaym, yukarıda geçen haberi Mûsâ bin Ukbe´den rivayet eder ve bu kıssa ile ilgili olarak der ki: "Bu kıssada geçen: "Ebû Bekir´in elçilerinin orada kuvvetli bir sesle: Lâ ilahe illallahü vallahü ekber!" diye haykırdıkları sırada, içinde bulundukları odanın yıkılacak-mış gibi çatırdaması, delâlet eder ki: peygamberler vefat edip gittikten sonra da bâzı mucizelerin (veya mucizevî hallerin) vukua gelmesi de caizdir... Nitekim, peygamberler gönderilmezden önce de mucizevi hal ler vukua gelmiştir..."

Ebû Yâlâ Abdullah bin Ahrned, Ebû Nuaym ve îbn-i Asakir Saîd bin Ebû Raşid´ten şöyle rivayet ederler: "Ben, Rum Kralı Herakliyus´un Resûlüllah Efendimiz´e elçi olarak gönderdiği el-Tenûhî ile karşılaştığım zaman, kendisine dedim ki: Senin, Herakliyus´un elçisi olarak görevin ne idi?" O da dedi ki: "Resûlüllah (s.a.v.) Tebük´e vardığı zaman, Dıhye-tü´1-Kelbî´yi ona elçi olarak göndermişti. Resûlüllah´m mektubu ona geldiği zaman o, bütün Rum büyüklerini topladı, patrikleri çağırdı ve kapıların kapatılmasını emrettikten sonra onlara şöyle hitap etti: "Ba kınız, bu adam bana mektub göndermiş, beni İslâm´a devet ediyor. Val lahi sizler de daha önce bu peygamberin çıkacağını ve benim ülkemi de eline geçireceğini kitaplarınızda okumuş bulunuyorsunuz. Geliniz biz bu peygambere güzelce tâbi olalım!"

Onun bu sözleri üzerine hepsi yerlerinden fırlayıp kaçmak istedi. Fakat kapılar kapalı olduğu için çıkamadılar. Kral baktı, durumun kendisi için tehlikeli olduğunu gördü, "Bana dönünüz, ben sizleri bu sözlerle imtihan etmek istedim!" dedi ve onların iltifatını tekrar kazan dı... Sonra beni çağırıp dedi ki: "Haydi benim şu mektubumu al ve bu adama götür ve kendisi bu hususta ne derse, hiç bir kelimesini eksik bırakmaksızın aynen bana getir! Bilhassa şu üç şeye çok dikkat et:

1. Daha önce kendisinin bana gönderdiği mektup hakkında bir şey deyip demediğine,

2. Benim bu mektubumu okuduğu zaman, geceden bahsedip et mediğine,

3. îki omuzu arasında seni düşündüren bir başkalık olup olmadı ğına... îşte bu üç şeye de dikkat edip neticelerini bana getir..."

Ben, bu şekilde görevlendirilip yola çıktım. Ve Peygamber henüz Tebük´ten aynlmadan kendisine yetiştim. Mektubu kendisine verdiğim zaman, bana dedi ki: "Ey Tenuhlu kişi, Ben bu Rum Kralı´na bir mektub göndermiştim. O benim bu mektubumu yırtıp parçaladı! Allah da onun mülkünü parçalıyacak ve Ben onun mülkünü ele geçireceğim! Ben, Ye men Kralı´na da mektub gönderdim. O da mektubumu yırttı. Allan da onun mülkünü yırtacak ve orasını da müslümanların mülkü eyleyecek tir... Ben, senin enrîrine de mektub yolladım. O ise, mektubumu sakla maktadır ve yaşadığı müddetçe insanlar ondan bâzı sıkıntılar görecektir..."

Ben, Peygamber´in bu söylediklerini güzelce dinledikten sonra, işte bana tenbih edilen üç şeyden birisi bu dedim. Sonra dikkat ettim Hz. Peygamber benim getirip kendisine verdiğim mektubu sağındaki bir a-dama verdi ve okumasını söyledi, o da okudu. Meğer bu mektubda şöyle yazmakta imiş: "Sen beni, genişliği yerle gökler kadar olan cennete ça ğırıyorsun. Peki bu durumda cehennem nerededir?" Resûlüllah bunun cevabında dedi ki: "Sübhânellâh! Bu ne biçim soru? Acaba gündüz gel diği zaman, gece nereye gitmektedir?" Sonra peygamber beni çağırdı ve: "Ey Tenuhlular´m kardeşi, haydi bana yakın ol!" dedi. Ben kendisine yaklaştığımda, elbisesinin omuzunu örten kısmını aşağı sarkıtarak: "Haydi, sana tenbih edildiği gibi, iki omuzumun arasını görebilirsin!" buyurdu... Ben de baktım ve büyükçe şişe ağzı kadar bir mühür oldu ğunu gördüm..."[7]





[4] Şüphesiz İmam-ı Buharî´nin ibn-i Abbâstan rivayet ettiği bundan önceki Ebû Süfyân hadîsi, bu hususta rivayet edilen haberlerin hem en sahihi, hem de en güzelidir... Ve o rivayette, oradaki hristiyanlann Metropolitlerini öldürdüklerine dair bir kayıt bulunmamakta dır..

[5] Daha önce de gördüğümüz gibi, Buharîve Müslim´in ittifakla rivayet ettikleri ha­berde, peygamberlerin suretleri hakkında herhangi bir ifâde bulunmamaktadır... Ve İbn-i Asâkîr´in bu rivayeti, asla kabule şâyân bulunmamaktadır... Daha Önce de bir kaç kere söy lediğimiz gibi, İbn-i Asakîr ve Ebû Nuaym gibilerin garîb, münker ve hayalî rivayetlerine iltifat etmememiz gerekir... Allah, kendilerinin kusurlarını affetsin!... Bu söylediklerimiz, bundan sonraki Beyhakîve Ebû Nuaym´in Ebû Ümâme´den sevkettikleri rivayet İçin de geçerlidir.

[6] Burada söylendiği gibi Cenâb-ı Hak peygamberlerin suretlerini (heykellerini) semâdan indirmiş değildir! Bu, kesinlikle yalan ve saçmadır! Cenâb-ı Hakk Adem aleyhis-seiâm´â bütün neslinin suretlerini sâdece zerreler hâlinde göstermiştir... Yoksa bu küçük zerreler halindeki görüntüleri, heykeller halinde gökten yere indirmiş değildir... Belki bu hey kelleri, bâzı Rum heykeltraşları, kendi hayallerinde canlandırdıkları şekillere göre, falan peygamberin şekli şöyleydi, filan peygamberin de şekli şöyleydi... gibi düşünüp yapmışlardır. Nitekimonlar, kiliselerini çeşitli mukaddeslerin (!) heyke İleriyi e doldurmuşlardır... Gerisi ise, yâni Zü´1-Karneyn´in batıda bulup Danyâl peygamber´e teslim etmesi de, asilsiz hikâyeler cümlesindendir..

[7] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/7-18..