๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Aralık 2009, 23:41:30



Konu Başlığı: Peygamberimizin Bîsetinden Önce Hahamların Verdikleri Haberler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Aralık 2009, 23:41:30
Peygamberimizin Bisetinden (Gönderilmesinden) Önce, Rahib Ve Hahamların Verdikleri Haberler


Bu konuda Hâkim ve Beyhaki, Selmân-ı Fârisî´den şöyle naklederler... Selmân´a sormuşlar: "Müslümanlığı kabul etmezden önceki halin nasıldı?" diye. O şu bilgiyi vermiş: "Ben,. Ramhürmüz halkından bir yetim idim. Babam ise mecûsîlerin dihkanlarından (din adamlarından} biri idi... Ben bir Öğreticiye gidip gelmekteydim. Onun yakınlarından olmak için, kendisinden ayrılmamaya başladım. Yaşça benden büyük bir de kardeşim vardı ki, o kendi hâlinde yaşardı... Bense fakir bir gençtim... Öğretici (muallim), ders halkasından kalktığı zaman, onu koruyanlar da dağılırdı. Onlar dağılınca da muallim kıyafet değiştirerek çıkar ve dağa giderdi... Bunu, sık sık yapardı. Bir gün kendisine, beni de yanında götürmesini söyledim... Dedi ki: "Sen bir gençsin, gizli şeylerden birini açığa vurursun diye korkuyorum." Ben: "Korkma" dedim. O dedi ki: "Gittiğin bu dağda öyle adamlar var ki, devamlı ibâdet edip Allah´ı zikrediyorlar, âhirete inanıyorlar... Ve gerçekten iyi kimseler. Bunlar, bizim ateşe ve puta taptığımızı, Allah´a ortak koştuğumuzu ve bizlerin bir din üzere olmadığımızı söylüyorlar.." Ben: "Bu adamların yanma beni de götür" dedim. O: "Onlardan izin alayım da öyle" dedi ve gittiği zaman kendilerinden benim hakkımda izin istemiş, onlar da kabul etmişler... Derken birlikte dağa gittik. Baktım onlar altı-yedi kişiler... Şiddetli ibâdetten çok cansız düşmüşler. Gündüzleri hep oruç tutup geceleri sabaha kadar ibâdet ediyorlar. Ağaç kabuğu veya ne bulurlarsa onu yiyiyorlar... Bizimle konuştukları zaman, Allah´a hamdettiler ve geçmiş peygamberlerden bahsedip sözü Hz, isa´ya getirdiler ve: "Allah onu peygamber kıldı. O, babasız dünyaya geldi. Allah onu kendisine elçi olarak gönderdi ve ona ölüyü diriltmek, kuş yaratmak, körlerin gözünü açmak gibi mucizeler de verdi... Fakat kavmin bir kısmı kendisini inkâr etti, bazıları da ona inandılar..." diye konuştular. Ve bana hitaben dediler ki: "Ey delikanlı! Bilesin ki senin bir Rabbin var, O´na inanıp bağlanmalısın!... Bu dünyânın bir de âhireti var. Buna da inanmalı ve hazırlanmalısın... Çünkü âhirette yerin yâ cennet olacak, yâ da cehennem. Şu etrafımızdaki ateşe tapan insanlar var ya, bunlar hiç şüphesiz delâlet ve küfür ehli kimselerdir! Bunların yaptıklarından Allah, asla razı değildir ve bunlar dinsizdir ler." Onların bu konuşmalarını dinledikten sonra ayrıldık, sabahleyin yine yanlarına girdik... Yine aynen, daha önceki gibi bize konuştular ve pek güzel şeyler söylediler... Ben onların sohbetine devam ediyordum. Bana dediler ki: "Ey Selmân, sen bir gençsin. Bizim yaptığımızı yapmaya güç yetiremezsin. Sen, hem ibâdet et hem de istirahat eyle, güzelce ye iç..."

Derken onların bu halinden haberdar olan hükümdar, kendi ülkesini terk etmelerini istedi. Onlar orayı terkederken, ben de kendilerinden ayrılmak istemedim. Hep beraber Musul´a geldik. Halk bunların etrafını sardı. Derken yanımıza mağara da yaşamakta olan bir adam geldi. Halk bu sefer onun etrafını sardı ve kendisine´ büyük saygı gösterdiler... O, bunlara dedi ki: "Sizler daha evvel nerede yaşıyordu nuz?" Bunlar bilgi verdiler. O: "Bu genç, niçin sizinle beraberdir?" diye sordu. Bizimkiler de ona benim hakkımda çok iyi şeyler söylediler ve benim kendilerine tabî olduğumu anlattılar... Halkın bu adama olan saygısı öyle büyüktü ki, böylesini hiç görmemiştim... Derken Allah´a hamd edip konuşmaya başladı ve geçmiş peygamber ve onların çektikleri hakkında güzel bilgiler verdi... Sonunda sözü İsa´ya getirip nasîhata başladı: "Ey ahâlî Allah´tan korkunuz ve İsa´nın getirip tebliğ ettiği şeylere muhalefet etmeyiniz! Aksi halde cezasını görürsünüz!..." şeklinde hitap etti... Sonra kalkıp gitmek istedi. Ben kendisine rica edip beni yanından ayırmamasını istedim. Cevabında: "Ey delikanlı, senin benimle birlikte olmaya gücün yetmez. Zira ben yaşadığım mağaradan sadece haftanın pazar günleri çıkarım" dedi. Ben de: "Sizden ayrılmak istemiyorum!" diye İsrar ettim. O da kabul etti ve birlikte mağaraya gittik. Onun ne yemesi vardı ne de uykusu. Hep ibâdet ediyordu... Tâ pazar gününe kadar... Pazar günü gelince birlikte çıktık ve halkın yanına geldik. Halk etrafımızı sardı... O önceki konuşması gibi bir konuşma yaptı... Sonra yine mağaraya döndük. Haftalar hep aynı şekilde geçiyordu.

Nihayet yine bir pazar günü halkın huzuruna geldik. O aynı şekilde bir konuşma yaptı ve dedi ki: "...Biliniz ki ben artık iyice ihtiyarladım, ölümüm yakındır. Ben yıllardır Kudüs´e gitmek hasretiyle yanmaktayım ve mutlaka gitmeliyim." Böyle dedi ve yola çıktı. Ben de kendisinden ayrılamayacağımı söyleyerek onunla birlikte çıktım.

Nihayet Beyt-i Makdis´e geldik. O, mescid´e girip ibâdet etmeğe başladı. O bana demişti ki: "Ey Selmân, Allah yakında bir peygamber gönderecek, adı Ahmed olacak, Mekke´den çıkacak... O, hediyeyi kabul edecek, sadakayı kabul etmeyecek... İki omuzunun biraz sol tarafında mühür bulunacak, işte şu içinde bulunduğumuz zaman, onun gelmesinin yaklaştığı zamandır... Bana gelince, sanmıyorum ki ben ona yetişeyim! Zira iyice ihtiyarladım. Eğer sen ona yetişecek olursan, ona inan ve tabî ol!" Ben kendisine dedim ki: "Efendim, eğer o peygamber, bana sizden öğrendiğim ve şimdi üzerinde bulunduğum dinimi terketmemi emrederse, yine ona tabî olayım mı?" Cevabında: "Evet, benden öğrendiğin dînin terkedilmesini istese dahî, ona uy!" dedi... Sonra Beytü´l-Makdis´ten çıktı. Onun kapısı Önünde bir adam oturuyordu. Onun elinden tutarak: "Kum bismillâh^Allah´m adıyla kalk!" dedi ve o kötürümü ayağa kaldırdı. O da birşeyi yokmuş gibi kalktı... Sonra üstad, kimseye bakmadan çekip gitti. Ben de hemen arkasından koşturmak istedim, fakat oradaki adam bana: ´Tardım et de eşyamı sırtıma alayım, ben de yoluma gideyim" dedi. Ben de kendisine yardım ettim. Sonra üstadın peşinden koştum... Fakat bir türlü kendisine yetişemedim. Kime rastlasam onu soruyordum. Aldığım cevaplarda hep "İleride, ileride!" oluyordu...

Çok gayret ettimse de onun izine rastlamadım. Bir gün bir kervana rastladım, kendilerine üstadımı görüp görmediklerini sordum... Onlar, konuşma tarzımdan benim İranlı olduğumu anladılar. İçlerinden biri, devesini çöktürerek beni o deveye bindirdi. Kendisi de binerek yola koyulduk. Beni ülkelerine, yani Medîne´ye götürdüler. Orada köle olarak sattılar. Sahibem bir kadındı ve beni, kendisine âit bir hurma bahçesinde çalıştırıyordu... Nihayet bir gün, Medîne´ye sevgili peygamberimiz hicret buyurmuşlar. Bunu haber alınca, yanıma bir miktar hurma alarak O´nun huzuruna gittim ve hurmaları önüne koydum. O: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de: "Bir sadakadır" dedim. Peygamberimiz, kendileri yemeyip arkadaşlarına onu yemelerini söyledi. Ben, daha sonra yine bir miktar hurma alarak O´nun huzuruna gittim ve hurmaları önüne koydum. O yine: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de: "Bu bir hediyedir" dedim. Bu sefer hem kendileri Bismillah çekip yedi, hem de ashabına yemelerini söyleyip onlar da yediler... Kendi kendime: "işte bunlar, peygamberlik alâmetlerinden bâzılarıdır" diyordum... Sonra O´nun arka tarafına dolaştım. O, maksadımı sezmiş olacak ki, elbisesinin omuz kısmını sarkıtarak, iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görmemi sağladı. Bu alâmeti de gördükten sonra, tam kanâat getirdim ve tekrar O´nun huzuruna gelip edeple oturdum. "Eşhedü" diyerek alenen şehâdet getirdim: "Allah´tan başka hiç bir ilâh yoktur! Ve sen Allah´ın resulüsün!" diyerek müslüman oldum..."

îbn-i Sa´d, Beyhaki ve Ebâ Nuaym (bu konuda, daha geniş bir şekilde) îbn-i İshâk´tan şöyle rivayet ederler: Bana Asım bin Ömer´in, Mahmud bin Lebid´den, onun da îbn-i Abbas´tan rivayeti şöyledir: O demiştir ki: Bana Selmân-ı Fârisi kendisi anlattı ve dedi ki: Ben faris halkından biri idim. Babam, bulunduğu yerin ağası idi. Beni çok severdi. Hatta bir kız evladı imişim gibi, beni evden dışarı salmazdı. Sonra mecusilikte çok çalışıp ilerledim ve ateşgedede hadim oldum. Zerdüştlük dininin hiç söndürülmeden yandırılan ateşinin başında kalıyor, onu devamlı yakmakla meşgul bulunuyordum. Bu meşguliyetimin dışında herhangi bir işle bir ilgim ve bilgim yoktu. Babamın arazileri vardı. O da bu işlere bakıyordu. Bir gün bana: "Oğlum, ben işlerime bakamaz oldum. Haydi arazime git, adamlarımızın çalışmalarını güzelce kontrol et. Benden de fazla ayrı kalma" dedi. Ben, babamın emri üzerine araziye giderken yolda kiliseye rasladım. Nâsâranın buradaki ibâdetlerinden sesler geliyordu. Merakımı çekti ve "Acaba bu nedir?" diye ilgilendim. Sorduğum kimseler: "Nasrâniler namaz kılıyorlar" dediler. Kiliseye girdim, gördüğüm şeyler beni hayretler içinde bıraktı. Onların yanında ta güneş batıncaya kadar oturdum. Babam, adamlar salıp her tarafta beni aramış. Akşamleyin eve döndüğümde, tabii araziye gidemeden dönmüş oluyordum. Babam bana: "Nerede idin, niçin araziye gitmedin?" diye sordu. Dedim ki: "Babacığım, giderken bir yere rastladım, nasrâniler burada ibâdet edip namaz kılıyorlarmış. Onların namaz ve duaları çok hoşuma gitti. Ben de kendileriyle beraber oturup onların ibâdetlerini seyre daldım." Babam dedi ki: "Oğlum, senin dinin, senin atalarının dini, onların dininden daha hayırlıdır!" Ben dedim ki: "Baba Allah´a yemin ederim ki, bizim dinimiz onların dininden hayırlı değildir. Onlar Öyle kimseler ki, Allah´a ibâdet ediyorlar, namazlar kılıp dualar ediyorlar. Bizler ise, kendi ellerimiz ile yaktığımız eteşe tapıyoruz. Kendi haline bırakacak olsak, ateşimiz sönüp gidecek..." Bunun üzerine babam bana çok kızdı, ayağıma demir zincirler vurarak beni bir odaya hapsetti.

Derken ben, nasrânilere gizlice haber saldım ve dedim ki: "Bu dininizin aslı nerededir?" Onlardan "Şam´dadır" diye cevap geldi. Ben kendilerine, "Şam´dan insanlar geldiği zaman bana haber veriniz, onlarla birlikte Şam´a gitmek istiyorum" dedim. Bir gün Şam´dan tacirler gelmiş, bana haber verdiler. Bunların hangi gün dönecekleri hakkında onlardan bilgi aldım ve o gün, hazırlanıp onlarla birlikte Şam´a kaçtım. Şam´a geldiğimiz zaman; "Burada bu dinin en yetkili ve en faziletli şahsı kimdir?" diye sordum. Kilisedeki baş papazın olduğunu söylediler. Ben de ona giderek, "Ben burada sizinle beraber kalmak, size ve dininize hizmet etmek, Allah´a ibâdet etmek ve iyiliğin ne olduğunu sizlerden güzelce öğrenmek istiyorum" dedim. Papaz, bu ricamı kabul etti. Artık ben, orada onunla kalıyordum. Fakat bu papaz, iyi bir insan değildi. Kiliseye gelenleri hep sadaka ve hayır yapmaya teşvik ediyor, paraları topluyor, fakat fakirlere dağıtmıyordu. Onun bu halini görerek, kendisini hiç sevemedim. Hattâ ona çok kızıyordum.

Derken, adamcağız vefat etti. Nasraniler onu defnetmek için geldiklerinde, durumu kendilerine açıkladım. Onlar, önce bana inanmak istemediler. Paraların gömülü olduğu yeri onlara gösterince, inanmak zorunda kaldılar ve o papazı defnetmeden önce bir ağaca astılar. Karşısına geçip cesedini taşladılar. Yerine bir adam seçtiler. Bu, öyle bir adamdı ki, ondan daha çok ibâdet eden, daha çok kanaatkar olan, daha dürüst olan ve daha çok sevdiğim bir adam yoktu. Kendisinden hiç ayrılmıyordum. Fakat günün birinde o da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, durumunuz ağır görünüyor. Allah´ın emri yakına benzer. Allah´a yemin ederim ki ben, sizi sevdiğim kadar hiç kimseyi sevmiş değilim! Bana ne emredersiniz, kimi tavsiye edersiniz?" Dedi ki: "Evladım, Musul´da iyi yetişmiş bir üstad vardır, ondan başkasını bilmiyorum. Ona git, onu en azından benim kadar iyi ve yetkili bulacaksın..."

Bu zât vefat edince, ben de onun tavsiye ettiği Musul´daki üstad´a gittim ve kendisine dedim ki: "Efendim beni size Şam´daki zât tavsiye etti. Sizinle beraber kalmama izin verir misiniz?" İzin verdi ve ben onunla beraber kalmaya başladım. Baktım, onun hali de, aynen bana söylendiği gibi çok iyi idi. Çok abid ve zâhid bir zât idi. Bir müddet beraber bulunduk.

Bir gün bu da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, beni size Şam´daki meslektaşınız tavsiye etmişti. Şimdi siz bana kimi tavsiye edersiniz?" Cevabında dedi ki: "Oğlum, ben sana Nusaybin´deki üstadı tavsiye ederim. Bir başkasını bilmiyorum."

Üstadı defnettikten sonra, Nusaybin´e gittim. Buradaki üstadı bulup kendisine: "Beni size Musul´daki meslektaşınız, vefatından önce vasiyet ettiler, izniniz olursa sizinle beraber kalacağım" diyerek müracat ettim. Bana: "Peki, bizimle ikâmet edersin" diyerek izin verdiler. Önceki iki üstadımla olduğu gibi, bununla da ölünceye kadar beraber kaldık. Günün birinde bu da hastalanınca, kendisine: "Efendim, hakkın emri yakın görünüyor. Sizden sonra bana kimi tavsiye edersiniz?" diye ricada bulundum. Bana dedi ki: "Yavrum, şu zamanda kimseleri bilmiyorum. Ancak sana Amûriye´deki üstadı tavsiye edebilirim. Onu da bizim halimiz üzere bulacaksın."

Bu üstadı da defnederek Anadoludaki Amûriye´ye gidip buradaki üstada müraâcat ettim. O da ricamı kabul etti. Artık bu üstadla kalıyordum. Bir ara bâzı kazançlarım oldu, koyun ve sığırlarım vardı. Derken bu üstad da ölüme yaklaştı. Kendisine dedim ki; "Efendim, beni en son size havale etmişlerdi, şimdi siz kime havale edeceksiniz? Bana, kimi tavsiye edersiniz?" Üstad da bana dedi ki: "Evladım, yemin ederim ki seni havale edecek kimseleri bilmiyorum. Hâli, bizim halimizi andıran birini tanımıyorum. Fakat Mekke hareminden çıkacak olan peygamberin zamanı yaklaşmıştır. O´nun hicret yeri de hurmalık bir yer olacaktır. Kendisinde, peygamber olduğuna dair alâmetler bulunacaktır. İki omuzu arasında nübüvvet mührü olacak, hediye olanı yiyecek, sadaka olanı yemiyecektir. Eğer, bu ülkeye bir yolunu bulup gitmeye gücün yeterse, gitmeni tavsiye ederim. O´nun zamanının yaklaştığına dâir nice alâmetler belirmiştir..."

Nihayet bu üstad da vefat etti. Kendisini defnettikten sonra, Amûriye´de ikâmete devanı ederek fırsat kolluyordum. Derken buraya Arabistan´dan bir ticâret kafilesi geldi. Kendilerine dedim ki: "Eğer beni ülkenize götürürseniz, size elimde bulunan şu koyun ve sığırlarımın hepsini veririm!" Onlar da bunu kabul ettiler. Birlikte yola çıktık. Fakat Vâdil-Kurâ denilen yere gelince bana zulmettiler ve beni bir yahûdiye köle olarak sattılar. Orada hurmalıkları da görerek bana haber verilen ´yer olmasını da çok ümîd etmiştim. Derken Kurayza Oğullarından bir yahûdî beni, diğer yahûdîden satın alarak Medine´ye getirdi... Vallahi burasını görünce: "Tamam, işte bana söylenen yer burasıdır" diyerek tanımıştım. Efendimin yanında köle olarak kalıyor ve çalışıyordum... Derken Allah Muhammed´i (s.a.v.) Mekke´de peygamber olarak göndermiş... Fakat ben köle olduğum için bu hususta haber alamıyordum.

Nihayet Resûlüllah Medine´ye hicret buyurmuşlar. Gubâ´da ikâmet ediyorlarmış. Bu sırada efendimin amcası oğlu gelerek "Ey fulan! Allah şu Kayla Oğullarının belasını versin! Onlar Gubâ´da bir adamın etrafında toplanmışlar, onun peygamber olduğunu iddia ediyorlar" diye bağırıyordu... Ben, onun bu sözlerini işitir işitmez büyük bir sarsıntı geçirip titremeye başladım ve üzerinde bulunduğum hurma ağacından aşağıdaki efendimin üzerine düşeyazdım... Zorla kendimi toparlayıp aşağı indim ve ona hitaben: "Neler oluyor? Nedir bu haber?" diye sordum... Efendim ise elini kaldırarak suratıma şiddetli bir yumruk attı ve: "Bundan sana ne! Sen işine bak!" diye haykırdı... Ben de kendisine: "Doğru söylüyorsun efendim, ben sâdece merakımı saran bir haberin aslını öğrenmek istemiştim" diyerek işimin başına döndüm.

Sonra bahçeden çıkarak yine bu haberin aslını sormaya başladım. Yolda giderken rastladığım bir kadına sordum, meğer bu kadının bütün ev halkı müslüman olmuşlar... Bana Resûlüllâh´m bulunduğu yeri tarif etti. Ben akşama kadar sabrettim. Akşamleyin yanımda bulunan hurmalardan bir miktar alarak O´nun yanma gittim. O, bu sırada Gubâ´da idi. Huzuruna varıp dedim ki: "Ey Allah´ın resulü, sizin iyi haberiniz bana ulaşmıştır. Yanınızda da garip kimseler bulunmakta

imiş. Sİze bu hurmaları sadaka olarak yemeniz için getirdim.´ Resûlüllah kendileri bu hurmadan yemediler. ashabına yemeleri için söylediler. Ben kendi kendime dedim ki: "îşte bu, peygamberlik alâmetlerinden birisidir."

Sonra dönüp gittim. Resûlüİlah da bu sırada Gubâ´dan ayrılarak Medine´ye gelmişler. [35] Ben, bir miktar daha hurma toplıyarak Resûlüllah´a getirdim ve: "Sizin sadaka olan şeyden yemediğinizi gördüm, bunu bir hediye ve ikram olarak getirdim" dedim. Resûlüİlah ve ashabı bundan yediler... Dedim ki "işte bu, ikinci alâmettir."

Bir defasında ben yine Resûlüllâh´a gelmiştim. O bu sırada bir cenazenin arkasından gitmekte idi... Ben omuzundaki nübüvvet mührünü görebilsem diye, arkasına dolaştım. O benim maksadımı sezerek elbisesini omuzundan aşağıya biraz sarkıtarak benim, nübüvvet mührünü görmemi sağladı... Aynen bana söylendiği gibiydi... Omuzuna kapanarak onu öpüyor ve ağlıyordum... Efendimiz bana hitaben: "Şöyle ön tarafa gel yâ Selmân!" buyurdular. Ben derhal Ön tarafa geçip huzuruna edeple oturdum... O bu sırada, benim başımdan geçenleri ashabına duyurmak istedi... Ben de hepsini anlattım. Sözünü bitirince bana hitaben "Ey Selmân! Efendinin seni azâd etmesi için, kendisiyle anlaşma yap!" buyurdu. Ben de efendime gidip anlaşma yapmasını

istedim, o da kabul etti, Üçyüz adet hurma .fidanının dikilmesi ve kırk okka (çeki) altının kendisine ödenmesi şartı üzerinde karar kıldık. ResûlüIlah.Jın ashabı bu hususta bana yardımcı oldular. Herkes gücünün yettiğince ve yananda bulunan kadarıyla kimi otuz, kimi yirmi, kjjffî! de on aded hurma fidanı getirerek bunu t-affî^TPİaduk... Resûlüll&h da bana: "Selmân, fidanları dikeceğiniz çukurları açınız, fakat dikmeden bana haber veriniz! Her birini ben, kendi elimle dikmek istenm" buyurdular.

Ben ve Resûİüllah´ın ashabı birlikte çukurları açtık ve Resûlüllah´a haber verdik. Geldiler ve kendi elleriyle her bir fidanı yerine koyup düzlediler... Allah´a yemin ederim ki, bu fidanlardan bir tanesi dahi yozmadan hepsi tuttu. Şimdi sıra para borcumun ödemesindeydi... Bir gün adamın biri, bâzı mâdenlerden güğercin yumurtası büyüklüğünde altın parçası getirdi. Resûlüllâh buyurdular ki:

- "Ey Selmân, al bununla da para borcunu öde!" Dedim ki:

- "Ey Allah´ın Resulü, bu küçücük altın parçası ile ben, kırk çeki altın borcunu nasıl ödeyeceğim?" Buyurdular ki:

- "Ey Selmân, sen bunu götür ve tartarak borcunu öde! Şüphen olmasın ki Allah senin borcunu bununla ödeyecektir! Ona Öyle bereket (ve ağırlık) verecektir ki, Allah isterse borcunu ödedikten sonra, bir o kadar daha artırır bile!..." .

(Ben, gittim ve bununla da kalan borcumu ödedim.)

(Imâm-i Ahmed ve Beyhakfnin diğer tarîkten rivayetlerinde böyle tasrîh edilmiştir.)

Yine Ebû Nuaym´ın Ebû Seleme bin Abdurrahman´dan nakline göre, Selmân´ın önceki Ustadlanndan birinin kendisine şöyle dediği anlatılmaktadır:

- "...Ey delikanlı, Meryem oğlu İsa´nın kim olduğunu biliyor musun?" Ben:

- "Hayır, bunu işitmedim" dedim. O dedi ki:

- "İsâ, Allah´ın Resulüdür. Kim İsa´nın ve ondan sonra gelecek olan Ahmed adındaki zatın peygamberliğine inanırsa, Allah o kimseyi dünyanın gamından âhiretin ferahlığına ve nimetine eriştirir..."

Ben bu üstadın çok iyi bir insan olduğuna şahit olmuştum. Onun bana ilk öğrettiği şey şu idi: "Allah´tan başka ilâh yoktur, Meryem oğlu İsa Allah´ın resulüdür. Ondan sonra gelecek olan Muhammed de Allah´ın resulüdür. Öldükten sonra dirilmek de haktır." O bana, namaz kılmayı da öğretmişti ve demişti ki: "Namaz kılacağın zaman kıbleye dön! Ateş sana ürperti verse dahi ona iltifat etme. Sen farz olan namazı kilarken, anan veya baban sana çağırsa bile, namazını kesme! Ancak bir peygamber çağırırsa kesersin. Çünkü Allah´ın Resulü, ancak Allah´ın vahyi ile seni çağırır, kendiliğinden değil... Eğer sen, Tihama dağlarından (Mekke´den) çıkacak olan Muhammed bin Abdullah´ın zamanına yetişecek olursan, muhakkak ona imân et ve kendisine benim selâmımı söyle." Ben de kendisine dedim ki:

- "Efendim bana Muhammed´in sıfatını anlatır mısın?" O dedi ki:

- "O, âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden kendisine "Nebiyyü´r-Rahme" yâni rahmet peygamberi denilecektir, babasının adı Abdullah olacaktır... Tihama dağlarından çıkacaktır... Son derece mütevazı olup deveye, merkebe, ata ve katıra da binecek; hür olanla köle olan yanında eşit olacaktır... Rahmet, O´nun hem kalbinde hem de uzuvlarında dopdolu olacaktır... İki omuzu arasında güvercin yumurtası büyüklüğünde bir mühür bulunacaktır. Bunun zahirinde: "Her nereye teveccüh etsen, Allah´ın yardımı seninle olacaktır" mealinde bir yazı; bâtınında ise: "Allah birdir, O´nun hiçbir ortağı yoktur! Muhammed de O´nun resulüdür!" diye yazılmış olacak... O, hediye olandan yiyecek, sadaka olandan yemiyecek... Ne bir muâhide, ne de bir müslümana, asla zulüm etmiyecek..."

(Nübüvvet mührünün, zahirdeki ve bâtındaki yazılarından söz eden bu rivayet, münker sayılmıştır.)

Beyhakî ve Ebû Nuaym´ın Büreyde tarikiyle yaptıkları rivayette, Selmân demiş ki; "Ben, efendimle muayyen bir miktarda fidan dikilmesi şartı ile anlaşma yapmıştım, bu fidanların tutması ve meyve vermeye başlaması da şart idi. Peygamberimiz geldiler fidanları kendi elleriyle diktiler. Bir tanesini ise Ömer dikmişti.,. Aynı yıl fidanlar tuttu ve meyve verdi. Bir tanesi ise vermedi... Peygamberimiz:

- "Bunu kim dikmişti?" buyurdular. Kendisine:

- "Ömer dikmişti" denildi. O bunu çıkarıp yeniden kendi elleriyle dikti. Bu fidan da yılında meyve verdi..."

İbn-i Sa´d ile Ebu Nuaym´ın Osman en-Nehdî tarikiyle sevkettikleri rivayete göre ise, Selmân: "Bir tanesini de ben dikmiştim. Bu ise, yılında meyve vermedi..." demiştir.

Hâkim ve Beyhakı´nin Ebu´t-Tufeyl´den rivayetlerinde de Selmân, geriye kalan nakit borcunu nasıl ödediği konusunda şunları söylemiştir: "Peygamberimiz (s.a.v.) bana, şu kadar, yâni bir dirhem büyüklüğünde bir altın parçası verdi ve buyurdu ki: "Al bununla da kalan nakit borcunu Öde! Bu o kadar ağır gelecektir ki, karşılığında Uhud dağı olsa bile, yine ağır basacaktır!" ,

(Yâni Selmân, "Benim her iki borcum da, Resûlüllâh´ın birer mucizesi olarak ödendi" demek istiyor...)

Nitekim İmâm-ı Ahmed ile Beyhakî´nin diğer bir tarîkten rivayetlerinde şöyle denilmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz bana bu altın parçasını verdiği ve: "Bununla borcunu öde!" dediği zaman, ben: "Bu azıcık altın ile, borcumu nasıl ödeyeceğim?" demiştim. Bunun üzerine Resûlüllâh bu altın parçasının her iki tarafını mübarek tükrükleri ile ıslatarak bana verdiler ve: "Allah bununla senin borcunu elbette Ödeyecektir!" buyurdular... Ben de bunu alarak gittim ve onu tarttılar, kırk çekilik borcumun yerine yeter buldular ve böylece, borcumu ödemiş oldum..."

Yine îbn-i İshâk ile Beyhakî´nin rivayeti şöyledir: Asım bin Ömer bin Katâde demiştir ki: "Bizim büyüklerimizden bâzıları şöyle anlatırlardı: "Resûlüllâh Efendimiz´in geleceğine dâir haberler konusunda bizden daha bilgili kimse yoktu... Zira bizim aramızda kitap ehli olan yahûdiler yaşardı. Biz ise putlara tapardık... Onlar bize kızdıkları zaman derlerdi ki: "Putları kıracak ve Tevhîd dinini yayacak olan peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır... O çıktığı zaman biz ona îmân edeceğiz ve onunla birlikte sizi öldürüp yok edeceğiz... İşte o zaman, görürsünüz siz." Derken Allah Resulünü gönderdi, bizler kendisine ihlâs ve samimiyetle imân ettik... Yahudiler ise küfür ve inkâr ettiler... Yüce Allah, Kur´ân´daki şu âyetini de işte bu hususta indirmiştir:

"...Onlar, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip duruyorlardı. O bildikleri (Kur´ân) kendilerine gelince onu inkâr

ettiler... Artık Allah´ın laneti, inkarcıların üzerine olsun!" [36]

Beyhakî ve Ebû Nuaym Ali el-Ezdî´den şöyle nakleder: "Yahûdîler dua eder ve derlerdi ki: Ey Allah´ım, bizim için bu peygamberi gönder de, bizimle diğer insanlar arasında hakemlik yapsın..."

Yine Beyhakî ile Hâkim´in îbn-i Abbas´tan rivayeti şöyledir. O demiştir ki: "Hayber yahûdîleri Gatafân ile harbeder ve onlara yenilirler idi. Şu şekilde dua ederek Allah´a sığınırlardı: "Ey Allah´ımız! Bize göndermeyi va´dettiğin şu Nebiyyi Ümmî Muhammed hürmetine düşmanlarımıza karşı bize yardım et!..." Onlarla karşılaştıkları zaman da böyle dua ederler ve neticede zafer kendilerinin olurdu... Ne zaman ki Allah, Resûlü´nü gönderdi; O´nu inkar ettiler... Allah da onlar hakkında: "...Halbuki onlar, inkâr edenlere karşı yardım isteyip "duruyorlardı..." mealindeki âyetini indirmiştir. [37] Ibn-i îshâk, Ahmed, Buharı Târih´inde, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym; Mahmûd bin Lebîd´den, o da Seleme bin Sülâme´den rivayet ederler. O demiştir ki: "Bizim aramızda yahûdiler de yaşardı. Bir gün onlardan biri Abdü´l-Eşhel Oğullarına hitaben şöyle diyordu: "İyi biliniz ki öldükten sonra dirilmek var, kıyamet, cennet ve cehennem var... Hesâb ve mîzân var... Bu azab yeri olan cehennem, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna inanmıyan müşrikler içindir... Onlar burada yanacaklar..."

Bu olay, Peygambetirniz´in gönderilmesinden az önceye rastlıyor du. Kendisine dediler ki: "Sen ne diyorsun? Hiç insanlar öldükten sonra dirilir mi? Yaptıklarından dolayı hesab mı verirler?" O da cevabında dedi ki: "Hakk Teâlâ´ya yemin ederim ki, şimdi sizler bana, âhiretteki cehennemden kurtulmam karşılığı olarak birbirinizin evindeki iyice yandırılmış ve kızdırılmış bir fırına girmemi söyleseniz, hiç tereddüd etmem bu fırına girerim!... Yeterki cehennemden kurtulmuş olayım..." Kendisine dediler ki: "Bu söylediklerinizin doğru olduğunun alâmeti nedir?" O da dedi ki: "Şu Mekke veya Yemen tarafından gönderilecek olan bir peygamberdir... O, bunların doğruluğunu isbât edecektir..." Dediler ki: "Peki sen bunu ne zaman göreceksin?" O da bana işaret ederek dedi ki: "İşte şu genç O´na yetişecektir!"

Sabahtır, akşamdır derken, Allah Resûlü´nü gönderdi... Artık O, aramızdadır... Bizler O´na imân ettik ve O´nun bize getirip tebliğ ettiği şeylerin hepsini tasdik eyledik. O bize hutbeler okuyan yahudi ise O´na inanmıyordu. Şüphesiz bile bile hasedinden inkâr ediyordu. Bir gün kendisine dciik ki: "Ey yahûdî! Sen değil misin, bize Peygamberimizin geleceğine v<- gelmesinin yaklaştığına dâir hutbeler okuyan? Şimdi sana ne oluyor d´ O´nu inkâr´ediyorsun?" Bize cevabında: "Benim dediğim, o değil" diyordu..."

Beyhakî, Taberânî, Ebâ Nuaym ve "El-Hevâtif" adlı eserinde el-Harâitî, Halîfa bin Abde´den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben, Adiyy bin Rabîa´nm oğlu Muhammed´e sordum: "Baban sana o câhiliye devrinde, bu Muhammed adını nasıl vermiş?" dedim. O da dedi ki: "Bunu ben de babama sormuştum. O bana demişti ki: "Ben, Temîm oğullarından Süfyân bin Mücâşı1, Yezîd bin Ömer, Üsâme bin Mâlik ile sefere çıkmıştım. Şam´a vardığımız zaman, üzerinde ağaçlar bulunan bir su birikintisinin yanma indik. Bir din adamı olduğu anlaşılan biri, yukarı tarafımızdan seslenerek: "Kimlersiniz?" diye sordu. Biz: "Mudar kabîlesindeniz" diye cevap verdik. O dedi ki: "Yakında sizin içinizden bir peygamber çıkacak, ona derhal inanınız, bütün kuvvetiniz ve dikkatiniz ile onun söylediklerini kabul ediniz! Bu taktirde doğru yolu bulursunuz!... Biliniz ki, o, peygamberlerin sonuncusudur..." Biz: "Onun adı ne olacak?" diye sorduk. O, "Muhammed olacak" dedi. İşimizi bitirip seferden döndük. Bu dört arkadaştan her birimiz, çocuğu olduğu zaman ona "Muhammed" adını koydu."

îbn-i Sa´d, Saîd bin el-Müseyyib´in şöyle dediğini nakleder: "Araplar, gerek kitap ehli yahûdî ve nasrânîlerden, gerek bâzı kâhinlerden, "Arapların içinden bir peygamber gelecek, adı Muhammed olacak" diye îşitirlerdi... Bunu duyup da çocuğuna Muhammed adı verenler çok olmuştur..."

Yine îbn-i Sa´d, Katâde bin Sekenden şöyle rivayet eder: "Temîm Oğulları içinde Muhammed bin Süfyân bin Mücâşi´ vardı ve kendisi papaz idi... Babasına: "Arabın içinden Muhammed adında bir peygamber gelecek" demişti. Babası da ona Muhammed adım verdi..."

Beyhakt´nin Mervân bin Hakemden nakline göre, Muâviye bin Ebu Süfyân demiştir ki: "Bana babam Ebû Süfyan şöyle anlatmıştı: Ben, Ümeyye bin Ebû´s-Salt ile Şam´a gitmiştim. Nasrânîlerin yaşadığı bir karyeye geldik. Onlar Ümeyye´yi gördükleri zaman ona çok büyük ta´zîm ve tekrimlerde bulundular ve kendileriyle birlikte gitmesini istediler... Ümeyye bana dedi ki: "Ey Ebû Süfyân, benimle beraber sen de git! Öyle bir adamın yanına gidiyoruz ki, nasraniyetle ilgili bütün bilgiler onun yanında toplanmıştır. Ben, "Seninle birlikte gitmek istemiyorum" dedim ve gitmedim. O gitti ve döndüğü zaman bana dedi ki: "Sana söyliyeceklerimi, kimselere anmıyacağına dâir söz verir misin?" Ben: "Söylemem" dedim. O dedi ki: "Yanma gittiğimiz nasrânî âlimi: "Beklenen peygamber gelmiştir!" dedi. Onun bu sözünden, kendimin peygamber olduğunu zannettim. O, sözüne devamla dedi ki: "O, sizden değil Mekke ehlindendir." Ben: "Onun nesebi nedir?" diye sordum. "Kavminin en hayırlı ailesinden" dedi ve ilâve etti: "Eğer alameti nedir, dersen; Şam şehri, İsa´dan sonra tam seksen defa sarsılmıştır... Geride bir sarsıntı daha vardır ve bunun zararı büyük olacaktır..." Biz geriye döndük. Seniyye´ye yaklaştığımız zaman binitli bir adama rastladık, "nereden?" diye sorduk. "Şam´dan" dedi. Yeni bir olayın olup olmadığını sorduk. O: "Evet, Şam´da büyük bir sarsıntı oldu ve pek büyük zarar ve tahribata sebebiyet verdi" diye cevapladı..."

Ebû Nuaym, Ka´b ve Vehb bin Münebbih´ten şöyle nakleder: "Kıral Buhtu Nasr, uykusunda büyük ve korkunç bir rü´yâ görür. Uyandığı zaman, rü´yamn dehşetiyle nasıl bir rü´yâ gördüğünü hatırlıyamaz... Kâhin ve sihirbazlarını çağırıp, çok sıkıntılı ve korkulu bir rüya gördüğünü, uyanınca bunu unuttuğunu ve bu gördüğü rü´yanın yorumunu yapmalarını ister... Onlar da: "Rüyanı anlat da tâbîr edelim" derler. O: "Unuttum" der. Onlar da: "Rü´yanı bize anlatmadıkça bizim onu tabir etmemiz mümkin değildir" derler.

Bunun üzerine o, Danyâl (a.s.)´ı çağırtıp rü´yasınm tâbirini ondan istiyor... Danyâl (a.s.) da diyor ki: "Sen rü´yanda büyük bir put görmüşsün, ayakları yerde, başı semâda olan öyle bir put ki, yukarısı altından, ortası gümüşten, aşağısı ise tunçtan... Bacakları demirden, ayakları tuğladan... Sen ona bakarken hayran olup kalmışsın, onun güzelliğinden, ondaki san´atm sağlamlığından dehşete kapılmışsın... Tam bu sırada Allah yukarıdan bir taş göndermiş, bu taş o heybetli putun tepesine inmiş ve onu un gibi ufalamış... Onun altını, gümüşü,demiri, tuncu ve tuğlası birbirine karışmış... Sen bu sırada demişsin ki, "Bütün insanlar bir araya gelseler, un gibi ufalanan ve bütün maddeleri birbirine iyice kansan şu putun madenlerini birbirinden ayırmaya güç yetiremezler! Şimdi bir rüzgar esse bütün bunları havaya savurur!..." Evet sen, kendi kendine böyle derken, o semadan inen taşın da giderek büyüdüğünü görüyordun... O kadar ki, o taş bütün yeryüzünü kaplamış, sen de ya gökyüzünü veya o taşı görüyordun, başka birşey göremiyordun..." Kıral Buhtu Nasr da: "Evet doğru söylersin, gördüğüm rü´yâ aynen budur. Fakat bu rü´yanm tabiri nedir?" der. O da der ki: "Gördüğün put, çeşitli zamanlarda yaşayan ümmetlerdir... Gökten inen taş ise, Allah´ın ahir zamanda göndereceği hak dine işarettir. Allah, araplar arasından bir peygamber gönderecek, o, bütün dinler ve ümmetler üzerine zahir ve galip olacak... Allah onun sayesinde bütün dinleri ezip silecek... Rü´yandaki gökten inen taşın, o putu ezdiği gibi[38]

îbn-i Asakîr´in Dımeşk Târihinde îsâ bin Dab´dan şöyle rivayet edilmiştir: Ebû Bekir es-Sıddık buyurdu ki: Ben Kabe´nin yanında oturuyordum. Orada Zeyd bin Nüfeyl de vardı. Derken Ümeyye bin Ebi´s-Salt yanımızdan geçti ve dedi ki: "Şu beklenmekte olan peygam ber, yâ bizden, yâ sizden,- yâ da Filistin ehlinden çıkacaktır." Zeyd bin Nüfeyl de: "Ben bu hususta daha önce bir şey duymuş değilim" diyerek karşılık verdi... Ben, Varaka bin Nevfel ile görüşmek üzere oradan ayrıldım. Varaka´ya gittiğim zaman, kendisine bu konuşulanları anlattım. O bana dedi ki: "Ey kardeşim oğlu, evet doğrudur. Kitap ehli ve âlimler bize haber verdiler ki, bu beklenen peygamber, arabm en hayırlı ve en şerefli ailesinden çıkacaktır. Benim neseb ilmine de vukufum vardır, senin kavmin neseb bakımından arabm en hayırlı kavmidir." Dedim ki: "Ey amca! O, neler söyleyecek?" Varaka: "Kendisine ne vahyedilirse onu söyleyecek" defli ve ilave etti: "Şu kadar var ki O, ne başkasına zulmeder, ne de kendisine zulüm edilmesine fırsat verir." Vaktaki Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderildi, ben de O´na hemen îmân ettim ve O´nu bütün kalbimle tasdik eyledim."

- Tayâlisî, Beyhakî ve Ebu Nuaym Zeyd bin Nüfeyl´in oğlu Saîd´den şöyle rivayet ederler: "Zeyd bin Artır bin Nüfeyl ve Varaka bin Nevfel hak dînin ne olduğunu aramaya çıkıp Musul´a giderler... Oradaki bir râhib, Zeyd´e der ki: "Sen neredensin?" Zeyd: "İbrahim (a.s.)´ın yurdu Mekke´den" diye cenaplar. O da der ki: "Peki, buralarda ne arıyorsun?" Zeyd: "Hak dîni arıyorum!" der. Râhib de der ki: "Yurduna dön! Çünkü aradığın hak dînin oradan çıkması yaklaşmıştır..."

Ebû Yâlâ, Beğavî, Taberanî, Beyhakî, Ebû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim; Üsâme bin Zeyd´den şöyle rivayet ederler: Babası Zeyd bin Harise demiştir ki: "Peygamberimiz (s.a.v.) Zeyd bin Nüfeyl´e kavuşmuş ve ona demiş ki: "Ey Amca! Sebeb nedir ki kavmin sana buğzediyor?" O da demiş ki: "Onların bana kızmaları, benim kendilerine karşı bir kötülüğüm olduğundan değildir. Sadece ben kendilerine, doğru yolda olmadıklarını söylemişimdir... Nihayet hak dînin ne olduğunu aramak maksadı ile çıktığım zaman Cezire´ye gelmiştim. Buradaki şeyhe maksadımı söylediğim zaman, bana: "Sen kimsin?" diye sormuştu. Ben de: "Beytullâh´m bulunduğu yerdenim" diye cevap vermiştim. O da bana demişti ki: "Aradığın hak dîni yayacak olan peygamber, senin ülkenden çıkacaktır, zamanı da yaklaşmıştır... Ülkene dön, O´na inan ve kendisini tasdik et."

Bunun üzerine döndüm. Fakat şimdilik o peygamber çıkmış da değil..." Zeyd bin Harise der ki: Zeyd bin Nüfeyl, Peygamber Edendin Iz´e peygamberlik verilmeden önce vefat etti.

Ibn-i Sa´d ve Ebû Nuaym Amir bin Rabîa´dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl´e Hirâ´ya giderken yolda rastladım. O, kavmiyle arasını iyice açmıştı. Onların putlara tapmasını kınıyor ve onlara şiddetle muhalefet ediyordu. Zeyd bana dedi ki: "Ey Amir, ben kavmime muhalefet edip İbrahim (a.s.)ın dinine tabi oldum. Ben şu günlerde bir peygamberin çıkmasını bekliyorum. Bu peygamber İsmail Oğullarından ve Abdül-Muttalib soyundan çıkacaktır... Adı Ahmed olacaktır. Ben ona yetişirsem derhal imân edip onu tasdik edeceğim, alenen şehadette bulunacağım... Eğer kendisine yetişemez-sem ve sen benden daha uzun yaşayıp da ona yetişecek olursan; kendisine benden selâm söyle ve hiç çekinmeden ona imân et! Yâ Amir, bana verilen bilgiye göre, onun hakkındaki bâzı alâmetleri sana söyliyeyim de bu hususta tereddüdün kalmasın. O´nun boyu, ne uzun olacak, ne de kısa; saçı ne çok olacak, ne az... Gözlerinde devamlı bir kırmızılık bulunacak... Adı Ahmed olacak ve şu beldede (Mekke´de) doğacak, yine bu beldede peygamberliğini tebliğ edecek. Sonra kavmi kendisini bu şehirden çıkaracak, çünkü onlar O´na inanmıyacaklar, O´nun tebliğ ettiği şeylerden hoşlanmayacaklar... O da Yesrib´e (Medine´ye) göçecek... Dînini orada yayacak... Sakın hâ O´nu görmezlikten geleyim deme! Bilirsin ki ben, hak dîni bulabilmek için nice beldeler dolaştım, fakat karşılaştığım din âlimlerinin bana verdikleri bilgiler, işte bu merkezdedir... Karşılaştığım bu âlimler bana, geleceğini bildirdikleri bu peygamberden sonra bir daha peygamber gelmeyeceğini de haber vermişlerdir..."

Amir bin Rabîa diyor ki: "Resulüllâh Efendimiz peygamberliğini ilân ettikleri zaman, kendilerine gidip Zeyd bin Nüfeyl´in bu söylediklerini anlattım ve müslüman oldum. Peygamberimiz onun hakkında rahmet diledi ve buyurdu ki:

"Ben onu, eteğini sürüyerek cennette gezinirken gördüm." [39]

îbn-i Sa´d, eş-Şa´bî yoluyla Zeyd bin el-Hattâb´ın oğlu Abdurrahman´dan rivayet eder. O demiştir ki: "Zeyd bin Nüfeyl bana şöyle anlattı: Ben, Şam´da idim. Orada bir rahible karşılaştım ve puta tapıcılıktan, yahûdîlik ve nasrânîlikten hiç hoşlanmadığımı, bunları asla doğru görmediğimi ona söyledim. Rahib bana dedi ki: Öyle sanıyorum ki sen İbrahim´in dînini arıyorsun! Fakat şimdiki zamanda bu din ile amel edilmemektedir... Sen kendi ülkene (Mekke´ye) dön! Oradan büyük bir peygamber çıkacak, İbrahim´in dînî olan Hanîflik dinini yayacak ve bu peygamber, Allah indinde en hayırlı ve en şerefli bir kul olacak!..."

Ebû Nuaym, Ebû Ümâme el-Bâhilî tarîki ile Amr bin Absetü´S´Sülemî´den nakleder. O şöyle demiştir: "Ben, câhiliye devrinde kavmimin dînini terk ettim, onların taşlara tapmakla bâtıl yolda oldukları kanaatinde idim... Derken ehl-i kitaptan bir adama rastladım ve ona: "En faziletli din hangisidir?" diye sordum o dedi ki: "Mekke´den bir adam çıkacak, kavminin tanrılarını terkedecek, insanları başka bir dine çağıracak... İşte bu adam, en faziletli dîni getirecek! Onun çıktığını duyarsan, gider kendisine uyarsın."

Ondan bu sözleri duyunca, bütün arzum Mekke´ye gitmek idi. Gittim ve yeni bir olay çıkıp çıkmadığını sordum. "Hayır" cevabını aldım. Ailemin yanma döndüm, tekrar Mekke´ye gidip aynı şeyi soruyor, "hayır" cevabını alıyordum... Artık, Mekke´den çıkış yapan kervanlan karşılayıp yeni bir olay olup olmadığını soruyor, yine "hayır" cevabını alıyordum... Bir gün yol üzerinde oturuyordum. Bir binitli geldi, kendisine: "Nereden geliyorsun?" diye sordum. "Mekke´den" dedi. Dedim ki: "Bir haber var mı?" Dedi ki: "Evet, bir adam çıktı, kavminin tanrılarım tanımıyor! İnsanları yeni bir dine çağırıyor." Bunun üzerine ben, "İşte beklediğim adam budur!" dedim ve hemen Mekke´ye gelip O´na iman etmek istedim. Gördüm ki, kendisini gizliyordu. O´na:

- "Sen kimsin?" diye sordum. O:

- "Peygamber" diye cevapladı. Dedim ki:

- "Peygamber nedir?" Dedi ki:

- "Resul, yani bir elçi." Dedim ki:

- "Seni elçi olarak kim gönderdi?" Dedi ki:

- "Allah!"

- "Ne ile gönderdi?"

-- "Akrabaya iyilik etmek, haksız yere kan dökmemek, kız çocuklarım diri diri kuma gömmemek, yol emniyetini sağlamak, putları kırmak, yalnız Allah´a ibâdet edip hiçbir şeyi O´na ortak koşmamak ile!..."

- "Allah seni, ne güzel şeylerle göndermiş! Sen şâhid ol ki, ben sana îmân ettim ve seni tasdik eyledim! Artık senden ayrılmam!" Buyurdu ki:

- "Bak, insanlardan ne çektiğimi, onların buna ne kadar kızdıklarını görüyorsun. Bu durumda sen, benimle birlikte bulunmağa güç yetiremezsin... Sen yurduna dön, ben buradan başka bir yere çıktığım zaman gelir benimle birlikte olursun..."

Vaktaki Peygamberimiz Mekke´den ayrılıp Medine´ye göç ettiler, ben de Medine´ye gidip kendisiyle beraber olanların arasına katıldım..."

(Bu rivayeti İbn-i Sa´d, Amr bin Abse´den Şehr bin Havşeb tarikiyle nakleder).

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkır Ebû Hilreyre´den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Edindiğim bilgilere göre, İsrail Oğulları, Buhtu Nasr´m kesin galebesinden sonra çeşitli ülkelere dağılmışlar... Onlar kendi kitapla rında Muhammed (a.s.)´ın sıfat ve alâmetlerini okurlar ve O´nun arap karyelerinden hurmalıklı bir kasabada çıkacağını söylerlerdi. Şam´dan ayrıldıkları zaman, Yemen ile Şam arasındaki arap kasabalarının hangisinin buna uyduğunu araştırmışlar, söylenen kasabanın Yesrîb, yâni Medine olduğunu görmüşler ve gelecek olan peygambere kavuşup O´na ümmet olmak isteğiyle Medine´ye yerleşmişler... Hattâ Hârûn Oğullarından Tevrat´ı bilen bâzıları da Medine´ye bu maksatla yerleş mişler... Henüz gönderilmemişken, Muhammed´in peygamberliğine inanmışlar ve kendileri hayatta iken geldiği takdirde O´na inanmalarını çocuklarına tavsiye etmişlerdir... İşte bunların neslinden bâzıları; Hz. Muhammed´in peygamber olarak gönderildiği günlere ve O´na yetiştikleri halde, bile bile inkâra yönelmişlerdir..."

Ebû Nuaym Hassan bin Sâbit´ten nakleder. O demiştir ki: "Vallahi ben, babamın evinde yedi yaşında çocuk iken, gördüğüm ve duyduğum şeyleri hiç unutmazdım. Bir gün babamla birlikte idik. Evimize bir genç geldi, adı da Sabit bin Dahhâk idi. Konuşmaya başladı ve dedi ki: Kurayza´lı bir yahûdi şöyle iddia ediyor: "Yahudilerin kitabı gibi bir kitap getirecek olan bir peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır! O çıktığı zaman sizi kılıçtan geçirecektir..."

Yine Hassan diyor ki: Vallahi, bir gece seher vakti idi ve ben evin damı üzerinde idim. Bir ses duydum. Bu bir yahûdinin sesi idi. Medine evlerinden birinin üzerine çıkmış ve bütün sesi ile bağırıyordu. İnsanlar da etrafına toplandı, "Ne var? Niye bağırıyorsun?" diye çıkıştılar. O diyordu ki: "îşte, Ahmed´in yıldızı doğdu!... Bu yıldız, ancak peygamberliğin alâmeti olarak doğar! Ve Ahmed´den başka gönderilecek bir peygamber de kalmamıştır!..." Onun böyle söylemesi üzerine insanlar gülüşmeye başladılar ve onun söylediklerine hayret ettiler."

(Bunu rivayet eden Hassan bin Sabit, tam yüz yirmi sene yaşamıştır. Bu yaşamın altmış senesini câhiliyede geçirmiş, altmış senesini de İslâm´da yaşamıştır).

Vâkıdî ile Ebû Nuaym Huvaysa bin Mes´ûd´dan naklederler. O demiştir ki: "Biz, yahudîlerle birlikte yaşardık. Onlar derlerdi ki: "Mekke´den bir peygamber çıkacak, adı Ahmed olacak... O son peygamber olacak. O´na ve O´nun geleceğine dair kitaplarımızda bilgiler vardır ve bu hususta bizden söz alınmıştır..."

Onlar, tam O´nun sıfatını anlatacakları sırada, uzaktan bir ses duyuldu. Ses, Abdü´l-Eşhel Oğullarının yurdundan geliyordu. Kavmim sesi duyunca, yeni bir olay mı var, diye telaşlanıp korktular. Baktık, ses duyulmaz oldu... Sonra yine biri bağırıyordu ve diyordu ki: "Ey Yesrîb halkı, îşte Ahmed´in yıldızı doğdu, kendisi de doğmuştur!" Tabiî biz onun bu sözlerinden hayrete düşmüştük... Sonra bir ara bunlar unutuldu. Sağ olanlardan niceleri vefat etti, küçükler büyüdü. Tabiî, ben de büyüyüp adam oldum. Derken bir ses yine haykırıyordu: "Ey Medine halkı! Gerçekten Muhammed çıktı ve peygamberliğini ilân etti! Musa (a.s.)´a gelen vahiy meleği Cebrail, O´na da geldi..."

Aradan bir zaman geçmemişti ki, gerçekten Mekke´de bir adam çıkıp peygamberliğini ilân etmişti... Olay üzerine bizden Mekke´ye gidenler oldu. Bâzıları da gecikmişti. Bana da, peygamber Mekke´dey ken müslüman olmak kısmet olmamıştı... Halbuki iki genç o sırada müslümanlığı kabul etmişlerdi... Ben ise, peygamber Medine´ye teşrif edinceye kadar, müslüman olmayı geciktirmiş oldum..."

îbn-i Sa´d ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs´tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Kurayza, Nadîr, Fedek ve Hayber yahûdîleri okudukları kitaplarında, Peygamberimize âit vasıfları görüp biliyor, O´nun Mekke´den çıkıp Medine´ye hicret edeceğini söylüyorlardı... Yine onlar, Peygamberimiz doğduğu zaman: "Ahmed dünyaya geldi, O´nun yıldızı doğdu..." diyorlardı. Vaktaki Peygamber Efendimiz peygamberliğini ilân ettiler, bile bile inkâr cihetine gittiler..."

Yine îbn-i Sa´d ile Ebû Nuaym ve îbn-i Asâkîr Ebû Nemle´den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Kurayza Oğulları yahûdîîeri Resûlüllâh´a âit vasıfları kitaplarında okurlar ve çocuklarına okutur lardı... O´nun adım, çıkacağı ve hicret edeceği yeri öğretirlerdi... Vaktaki Peygamberimiz zuhur ettiler, onlar da O´nu, bile bile ve sırf hasedlerinden inkâr ettiler ve O´na düşman oldular..."

Ebâ Nuaym, Ebû Saîd el-Hudrî´den ise şöyle rivayet eder: "Ben, Ebâ Mâlik bin Sinan´dan işittim, şöyle anlattı: "Bir gün ben, Abdü´l-Eşhel oğullarına gitmiştim. Ehl-i kitaptan Yûşâ diyordu ki: "Mekke´den çıkacak olan Ahmed adındaki peygamberin çıkması yakındır." Kendisine: "Alâmeti nedir?" diye sordular. Dedi ki: "O, ne uzun boylu, ne de kısa boyludur. Gözünde devamlı bir kırmızılık vardır. Elbisesi, ihram kabilinden bir örtüdür. Biniti merkeptir, kılıcı omzundadır. Hicret yurdu burası, yâni Medine´dir."

Ben, kabilem Hadret Oğullarına döndüğüm zaman, büyük bir hayret içinde idim... içimizden biri böyle söylüyor, Yûşâ böyle söylüyor, Medine´deki bütün yahûdîler böyle söylüyordu... Bir gün Kurayza Oğullarına gittim, orda toplanmışlar, Peygamberimiz hakkında konuşuyorlar... Zübeyr Ibni Bata dedi ki: "Sâdece bir peygamber geleceği zaman doğup görünen kırmızı yıldız işte doğmuştur. Ahmed´den başka gönderilecek peygamber de kalmamıştır... O´nun hicret edeceği yer de işte burası, yâni Medine´dir..."

Ebû Nuaym, Mahmûd bin Lebîd´den, o da Muhammed bin Seleme´den rivayet eder. Şöyle demiştir: "Eşhel Oğullarında bir tek Yahûdî vardı; Yûşâ... O diyordu ki: "Mekke´den çıkacak olan peygamberin çıkması yakındır. Ben gencim, kimin ömrü müsâid olur da O´na yetişirse, mutlaka O´na inansın. O´nu tasdîk etsin!"

Derken çok geçmedi. Allah Resulünü gönderdi. Bizler O´na imân ettik. O artık aramızda idi. Yûşâ ise hasedinden O´na inanmadı..."

Ebâ Nuaym´ın Abdullah bin Selâm´dan rivayeti ise şöyledir. O demiş ki: "Kıral Tübba Medine yakınma kadar gelmişti. Medine Yahudilerinin söylediklerine itimad ederek ölmeden, Peygamber Efendimize imân etmiştir."

îbn-i Sa´d´ın îkrime´den, onun îbn-i Abbas´dan, onun da Übey bin Ka´b´dan rivayeti ise şöyledir: Kıral Tübba, Medine yakınındaki Kınat denilen yere geldiği zaman, yahudi hahamlarını çağırtıp, "Ben bu şehri tahrib edeceğim!" dedi. Yahudi Şamun da dedi ki: "Ey melik, adı Ahmed olan bir peygamber Mekke´den çıktığı zaman, onun hicret yurdu burası olacaktır ve senin şu bulunduğun yerde o, büyük bir savaş yapacaktır. Kendilerinden ve düşmanlarından çok kimseler yaralanacak ve ölecek lerdir..." Tübba1 dedi ki: "O zaman onunla kimler savaşacak?" Şamun şu cevabı verdi: "Kendi kavmi Mekke´den gelerek onunla çarpışacaktır." Tübba: "Onun kabri nerede olacak?" diye sordu. Şâmun, "Bu beldede" diye cevapladı. Kıral: "O savaştığı zaman, hezimet hangi tarafta olacak?" dedi. Şamun: "Bazen onun tarafında, bâzan da düşmanları tarafında" dedi ve ilave etti: "Senin şu bulunduğun yerde, onun ashabından bir çoğu şehid düşecekler. Sonra kesin zafer O´nun olacak ve O, iyice zahir ve gâlib bulunacak." Tübba´: "Onun alâmetleri nedir?" diye sordu. Şamun dedi ki: "O, ne kısa boylu, ne de uzun boylu bir adamdır. Gözlerinde bir kırmızılık bulunacak. Merkebe binecek, elbisesi bir örtüden ibaret bulunacak. Kılıcı omuzunda olacak. Kesin zafer kazanıp dinini yerleştirinceye kadar, kiminle karşılaştığına hiç aldırmıyacak; hiçbir düşmandan korkmayacak..."

İbn-i Sa´d Abdil´l-Humeyd bin Cafer´den, o da babasından rivayet eder. O demiştir ki: "Zübeyr bin Bata, yahûdilerin en âlimi idi. Bize şöyle anlatmıştı: "Babam Tevrat´a ait bir kısım evrakı benden saklamış tı. Bu evrakta: "Ahmed adında bir peygamber gelecek, Mekke´de doğup peygamberliğini ilan edecek. Şu ve şu alâmetleri bulunacak" diye yazıyordu. Zübeyr bin Bata, babasının ölümünden sonra bunları anla­tırdı, henüz peygamberimiz de çıkmış değildi. Vaktaki peygamberimiz, peygamberliğini ilan ettiler; o bunu duyunca hemen yanındaki Tevrat´a âit evrakı imha etti ve peygamberimize âit alâmetleri tamamen gizledi. Kendisi de: "Bu o değildir" diyerek inkâr eyledi."

(Kurayza ve Nadir Oğullarının hahamlarının da böyle davrandıklarına dâir bir rivayeti de Ebû Nuaym; Sa´d bin Sabit tarikiyle nakletmiş tir).

Ebû Nuaym, Zeyyâd bin Lebib´den nakleder. O şöyle demiştir: "Bir gün ben Medine evlerinin birinin damında idim. Bir ses duydum, diyordu ki: "Ey Medine´lilerî Allah´a yemin ederim ki, peygamberlik îsrâil Oğullarında sona ermiştir. İşte şu yıldız, Ahmed´in doğduğuna işarettir. O, bütün peygamberlerin sonuncusudur. Mekke´den çıkıp buraya hicret edecektir!"

îbn-i Sa´d ve Ebû Nuaym Amâra bin Huzeyme´den, o da babası Sabit´ten rivayet eder. Şöyle ki: "Evs ve Hazrec içinde Ebû Amir er-Râhib kadar peygamberimizin sıfat ve alâmetlerini bilen birisi yoktur. Yahu dilerle samimiyet kurar, din hakkında onlara sorular sorardı. Resûlül-lah´m geleceğine, Mekke´de doğup Medine´ye hicret edeceğine dâir on lardan bilgiler alırdı. Sonra çıkıp Teymâ yahudilerine gitmiş, onlardan da bu hususta bilgiler almıştı. Daha sonra Şam´a gitmiş oradaki nasrâ-ni bilginleri ile görüşmüş, onlar da kendisine, Peygamber Efendimiz´in geleceğine ve sonunda Medine´ye hicret edeceğine dair bilgiler vermiş lerdi. Nihayet Medine´ye dönen Ebû Amir diyordu ki: "Ben, tevhid dini olan "Haniflik" dini üzerindeyim!..." Ve yün elbise giyerek, kendisini ibâdete verdi. Bunun için ona er-Râhib derlerdi. O, ayrıca "İbrahim aleyhisselamın dininde olduğunu" iddia ediyor ve son peygamberin çıkmasını beklediğini söylüyordu. Fakat Resûlüîlah Efendimiz Mekke´de zuhur ettiği zaman Ebû Amir, ne Mekke´ye gitti, ne de bulunduğu halinde bir değişiklik oldu. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Medine´ye hicret buyurdular, bu sefer de peygamberimize hased etti, düşmanlık ve münafıklık yolunu seçti. Bir gün peygamberimize gelip:

- "Yâ Muhammed, sen ne ile gönderildin?" diye sordu. Peygamber (s.a.v.) de:

- "Hanifîik ile" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebû Amir;

- "Sen, Hanifliği ona aykırı şeylerle karıştırıyorsun!" demek cüretim gösterdi. Buna karşılık Peygamber Efendimiz:

- "Ben, Hanifliği, güneş gibi parlak ve açık, aynı zamanda tertemiz olarak getirmiş bulunuyorum!" ve devamla buyurdular ki; "Ey Ebû Amir, yahad: hahamlarının ve uasrani papazlarının benim hakkımda sana bildirdikleri şeyleri neden değerlendiriyorsun! Şimdi bu bilgilere ne oldu?" Ebû Amir:

- "Onların haber verdikleri sen değilsin!" dedi. Peygamberimiz de:

- "Yalan söylüyorsun!" buyurdular. Ebû Amir:

- "Hayır, yalan söylemiyorum" diyerek inkar cihetine gitti. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de buyurdular ki:

- "Yalan söylediği belli olan kişiyi Allah, kovulmuş ve yapayalnız kalmış olarak ölmeye mahkum eylesin!"

Ebû Amir, Peygamberimizin bu bedduasına "Amin!" diyerek katılmıştır. Sonra Mekke´ye dönmüş, Kureyş´in müşriklik dinine katılmış ve eski halini terketmiştir."

Cafer bin Abdullah bin Ebul-Hakem´den Ebû Nuaym´in bir rivayeti dahi bu merkezdedir. Ancak bu rivayette şu açıklama da vardır: "Ebû Amir, Mekke´nin müslünıanlar tarafından fethedilmesi üzerine Taife geçti. Taifin de müslümanların eline geçip Tâiflilerin de müslümanhğı kabul etmeleri üzerine, Tâifden ayrılmış ve Şam´a gitmiştir. Burada, vaktiyle Resûlüllah´m bedduaları veçhile, yapayalnız ve tek başına iken ölmüştür."

Ebû Nuaym, Ebû Seleme bin Abdurahman bin Auftan rivayet eder. O demiş ki: "Ka´b bin Lüey bin Gâlib, kavmini cuma günü toplar, onlara şöyle hitabederdi: "Bundan sonra derim ki: "Ey kavmim, işitip öğreniniz, anlayıp belleyiniz! Gece örtücü, gündüz aydınlatıcıdır. Yer yüzü döşek, gökyüzü bir bina, dağlar direk, yıldızlar birer işarettir. Evvelkiler de sonrakiler gibidir. Erkek kadın her yaşayan ölür. Akraba nızı gözetiniz, evlilik yoluyla te´sis ettiğiniz hasımlıkları koruyunuz, mallarınızı bereketlendiriniz. Hiç ölüp de dirilen, gidip de gelen olmuş mudur? Hakiki hayatın yurdu önünüzdedir, âhirettedir. Hakikat, sizlerin zan ettiğiniz gibi değildir! Şu Harem-i Şerifin kıymetini bilip güzel koruyunuz! Zira burada dünyanın en büyük olayı gerçekleşecek; yakında buradan çok şerefli bir peygamber çıkacaktır!. Vallahi benim eğer gözüm ve kulağım varsa, elim ve ayağım da tutuyorsa ve ben de o çok şerefli peygamberin çıkışma şahid olursam, büyük bir istek ve süratle O´na icabet ederim! O´na inanır ve tabi olurum!..."

İşte o, kavmine böyle hitâb eder sonra şiir hâlinde şunları söylermiş:

"Gece ve gündüz. Her bir hareket veya dönüş.

Farksızdır bizim için. Hepsi yeni bir oluş.

Bir bakmışsın, peygamber Muhammed gelivermiş!

Nice büyük haberler hem gerçek oluvermiş.

Zirâ ki haber veren kendisi çok gerçektir,

Er veya geç, bu "gerçek haberci" gelecektir!

Keşke O´nun gelişinde ben dahi bulunsam!.

Kavmi hakkı çiğnerken; ben yardımcısı olsam!..."

Ebû Nuaym îbn-i îshâk´tan, o ez-Zühri´den, o Sald bin el´Müseyyib´den, o da îbn-i Abbâs´tan rivayet eder. Şöyle ki: "Kıss bin Sâide, Ukâz panayırında kavmine hitâb eder, hutbesinde derdi ki: "Nihayet hak din, işte şu Mekke şehrinden çıkıp yayılacaktır!" Ona sormuşlar: "Hak din dediğin nedir?" diye. O da demiştir ki: "Mekke´den ve Lüey bin Gâlib oğullarının soyundan bir adam gelecek, sizleri Kelime-i Ihlâs´a, yâni Kelime-i Tevhid´e çağıracak, ebedi âhiret hayatının hak olduğunu Öğretecek. Buna ve ebedi saadete devam edecek. Eğer sizler onun zamanına yetişecek olursanız, mutlaka O´na uyunuz!. Ben, nasib olsa da O´na yetişebilsem, hiç tereddüd etmeksizin kendisine koşar ve tabi olurum..."

îbn-i Asâkir ve Kitâbu´l-Havâtif´de el-Harâiti, Cami´ bin Cirân´dan naklederler ki o, şöyle demiştir: "Evs bin Harise, vefatı yaklaştığı zaman oğlu Mâlik´e bir takım vasiyetlerde bulunmuş ve sonunda demiş ki: "Muhrik oğulları ile olan çarpışmada esir düşenleri gördüm. Hiçbir hükümdarın veya sıradan bir kimsenin, asla şu dünyada baki olmadığına şahid oldum. Hepsinin sonu ölüm ve kabirdir! Ey kavmim! iyi ve saâdetli kişilerin, kendisiyle gerçek saadete erecekleri Allah´ın davetçisi, hâlâ gelmedi mi? Mekke´de Gâlib oğulları soyundan gelecek olan dâvetçi, Zemzem ile Hacer arasında dikilip de insanları Allah´a çağırdığı zaman, kendisine mutlaka icabet ediniz. Mutlaka ona yardımcı olunuz! Biliniz ki gerçek mutluluk, O´na yardımcı olmaktadır..."

îbn-i Sa´d, Hıram bin Osman el-Ensâri´den rivayet eder. O der ki: "Sa´d bin Zürâre kırk arkadaşı ile birlikte ve ticâret maksadıyla Şam´a gitmişti. Bu sırada kendisi bir rü´ya görmüş. Rü´yasında ona demişler ki: "Ey Ebû Ümâme! Yakında Mekke´den bir peygamber çıkacak, O´na tabi ol! Bunun alâmeti ise, arkadaşlarınla birlikte Şam´dan dönerken, bir yere ineceksiniz. Orada size bir musibet erişecek. Arkadaşların ölecekler. Sâdece içlerinden bir tanesi kurtulacak, onun da bir gözü sakat olacak. Sen ise kurtulup, bu bir tek arkadaşınla kalacaksın..." Hakikaten bir yere indikleri zaman vebadan arkadaşları ölmüş ve kendisi, bir gözü sakatlanan tek arkadaşı ile birlikte kurtulmuşlardır..."

îbn-i Ebû´d-Dünya, Bey ha kî ve Ebû Nuaym Eş-Şâ´bi´den naklederler. O demiştir ki: "Bana Cüheyne´li bir şeyh anlattı ve dedi ki: Bizde, câhiliye zamanında Umeyr bin Hubeyb adında bir adam vardı. Hastalandı ve komaya girdi... Derken biz onun Öldüğünü zannettik ve kabrinin kazılması için emir verdik. Bir müddet yanında kaldık. Adam ansızın doğrulup oturdu ve dedi ki: "Gördüğünüz gibi ben bayılmışım. Bu haldeyken bana denildi ki: Lât ve Hübel gibi putlar boştur! Bak kabrin kazılıyor! Halbuki sen daha yaşayacaksın, şimdi vefat eden ise Kusal´dır... Ayıhp iyileştiğin zaman, Nebiyy-i Mürsel´e inanır mısın? Rabbine şükreder, namaz kılar mısın? Putları Allah´a ortak koşan ve insanları sapıklığa sürükleyen kimselerin yolunu terk eder misin?" Ben de "Evet!" dedim. "Evet" der demez de ayıldım... Şimdi derhal gidip bakınız, hakîkaten Kusal vefat etmiş midir, etmemiş midir?"

Umeyr´in bu sözü üzerine gidip baktılar, hakîkaten Kusal vefat , etmiş... O sırada açılması emredilen kabre, Kusal´ı defnettiler... Umeyr ise, tâ islâmı idrâk edinceye kadar yaşadı..."

îhn-i Asâkîr "Dunaşk Tarihi" adlı eserinde Ka´b´dan naklen şöyle der: "Ebû Bekir es-Sıddîk´m müslümanlığı kabul edişi, semavî bir vahiy sebebiyledir. Şöyle ki: O Şam´da ticâret yapıyorken bir rü´yâ gördü ve bu rü´yâsını, Râhib Buhayrâ´ya anlattı. Râhib: "Sen nereden geldin?" diye sordu. O: "Mekke´den" diye cevap verdi. Râhib: "Hangi kabile s in dan?" dedi. O: "Kureyş´ten" dedi. Râhib: "Ne iş yaparsın?" diye sordu. O: "Tacirim" dedi. Râhib: "Allah rü´yâ´m gerçek kılsın! Senin kavminden bir peygamber gelecek ve sen O´na vezir olacaksın... Ölümünden sonra da O´na halîfe olacaksın..." dedi.

Ebû Bekir, rahibin bu sözlerini kimseye açmadı. Peygamber Efendimiz, peygamberliğim tebliğe başladığı zaman Ebû Bekir O´na geldi ve dedi ki: "Yâ Muhammed, senin peygamber olduğunun delili nedir?" Efendimiz de ona buyurdu ki: "Senin Şam´da iken gördüğün rü´yâdır!" Bunun üzerine Ebû Bekir, Efendimiz´in alnından öptü, kendisini kucakladı ve derhal müslümanlığı kabul etti... "Şehâdet ederim ki Sen, Allah´ın Resulüsün!.,." dedi.

îbn-i Asâkîr, Muhammed bin Abdurrahmân el-Beyâdî´den nakleder. O babasından, babası da kendi babasından naklen demiş ki: "Ebû Bekir´e: "Müslümanlığı kabul etmeden, önce Muhammed´in peygamberliği hakkında bir alâmet görmüş müydünüz?" diye sordular. O da dedi ki: "İster Kureyşten olsun ister başkalarından olsun, hiçbir kimse yoktur ki Muhammed´in peygamber olduğu hususunda Allah ona bir alâmet ve hüccet göstermemiş bulunsun! Bir gün ben, bir ağacın gölgesinde oturuyordum... Bir ara ağacın bir dalı üzerime iyice sarktı ve başıma değdi... Bir başkalık var, diye hayretle ona bakmaya başladım. Bu sırada bir ses işittim. Diyordu ki: "O peygamberin çıkması yaklaşmıştır! O´na derhal imân etmek suretiyle insanların en bahtiyarı olmaya bak!" [40]



[35] Yukarıda adı geçen kaynakların bu tesbîtine göre, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Resûlüİlah Gubâ´dan ayrıldıktan sonra müslümanlığı kabul etmiş oluyor...

Selmân´a gelince: O dâima İslâm´a hizmet etmiş, hakkın hak olarak bilinip yaşanmasına, bâtılın bâtıl olarak bilinip ondan kaçılmasına yardımcı olmuş; Ebüd-Derdâ gibi bir sahâbîye yazdığı mektubunda bile: "Bak kardeşim, eğer sen gerçekten hekim isen dikkatli ve açık konuş; zira senin sözün (vehim ve vesveselere) şifâ olacaktır..." diye yazmıştır (Kûtül-Kulûb, 1/147). Ashâb-ı Kiram arasındaki lakabı ise hep "Seimanü*l-Hayr" olmuştur. (Üsdü´l-Gâbe, 2/328). Gerçekten ashabın en büyük ve en hayırlılarından olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, hayrı çok sever ve çok sadaka verirdi. Hazîneden kendisine tahsis edilen yıllık maaşının tamâmını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kendisi ise, el emeği ile kazandığından geçinirdi. (Hurma liflerinden hasır örüp satardı).

"Nesebin nedir, kimin oğlusun?" diye soranlara, "Ben, İslâm oğlu Selmân´ım" diye karşılık veren ve gerçekten de "Müslümanlığın Çocuğu" olan bu büyük sahâbî; Resûlüllâh´ın müjdelediği "Cennetin iştiyakla kendilerini beklediği üç bahtiyardan..." da biri olmak şerefine m az har bulunuyordu... Bu üç bahtiyar: Ali, Ammâr ve Selmân idiler... (İbnü´l-Kayyim, El-Fevâid, 38-Beyrut, 1393). Çok abid ve zâhid olan bu mübarek zât hakkında Hz. Ali demiştir ki: "O, öncekilerin de, sonrakilerin de ilmine vâris olmuştur. O, dibi bulunamaz bir deniz idi..." Aynı zamanda, Ehl-i Beytin bir üyesi de sayılan Selmân-ı Fârisi hazretleri-, uzun ömürlü olmakla tanınır ise de en sahih kavle göre seksen sene yaşamış olup hicretin 35-36 yıllarında vefat etmiştir... Yüce Mevtamız kendisinden ve Resûlüİlah Efendim i z´in bütün sahâbilerinden razı olsun... (Amîn). (Şerhû´l-Mevâhib ül-Zerkânî, 3/309).

Ve ondan bize, bir büyük nasihat: "Ey müslümanlar, ilmi ilerletiniz, öldürmeyiniz! Biliniz ki, İnsanlar kendileri ölmeden önce sahibi bulundukları bilgileri yeni nesillere aktardıkları müddetçe, hayır ve hidâyet üzere bulunurlar... Aksi takdirde hepsi hayır ve hidâyetten uzaklaşıp helak olurlar..." (Sünenü´d-Darimî, 79-lst. 1401)

[36] Bakara Suresi, 89

[37] Bakara suresi, 89

[38] Burada bahsi geçen Danyal {a.s.}, Peygamberimiz´den on iki asır kadar önceleri Babil´de hüküm süren, Kudüs´ü işgal ederek yakıp-ytkan meşhur Keldânî kiralı Buhtu Nasr´ın zamanında yaşamıştır. Daha Önce vefat etmiş bulunan Danyal-ı Ekber´den ayırt etmek için kendisine "Danyâl-ı Harkîlî" denilmektedir. (Ravzatü´s-Safâ, 346).

Buhtu Nasr, kendisine büyük saygı göstermiş, hattâ onun izni olmadan hiçbir devlet işinin yürütülmemesi hakkında vezirlerine emir bile vermişti... Ne varki, devlet adamları onu çekememiş, vezirlerin yalan ve tezvirleri ile hapsedilmiş, sonunda günlerdir aç bırakılan arslanların bulunduğu kuyuya atılmıştır... Fakat Allah´ın yardımı İle arslanlar ona zarar vermemiş, onu yalayıp okşamıya başlamış... Kuyuda, o da bir müddet aç-susuz kalmış... Sonra bir melek (veya Şam´daki Ermiyâ (a.s.)) kendisine yiyecek ve içecek getirmiş. O da: "Beni ilâhi te´yidine mazhar kılan, kendisini zikredeni yardımsız bırakmıyan, kulunun Kendisi hakkındaki ümîdini boşa çıkarmıyan, Kendisine itimâd edeni yine kendisinden başkasına terk etmiyen yüce Allah´a sonsuz hamd ü senalar olsun!..." diyerek tekrar tekrar Allah´a hamdetmiştir... (Hayâtü´l-Hayevân, 1/5).

Haksızlık ettiğini anlayan kıral ona demiş ki: "Benden ne dilersin? İstersen seni Kudüs´e iade edeyim... Orayı hem yeniden tamir de edersin... İstersen bir ferman yazıp eline vereyim, ülkemin her yerinde istediğin gibi seyahat edersin..." Danyal (a.s.) da buyurmuş ki: "Senin fermanına güvenerek seyahata çikmak bana yakışmaz.^Ben nerede olursam olayım, ancak ve ancak Allah´ın himayesine sığınırım!..." (Ravzatü´s-Safâ, 345).

Dâima bütün peygamberler ve onlara uyanlar için esas olan da budur! Yâni "Yâlnız Allah´a ibâdet etmek ve yalnız Allah´a sığınmak." (Fatiha suresi, 4). Hakikat bu merkezde iken, maalesef kabulü imkansız bazı hurafeler de. Danyal (a.s.) hakkında icâd edilip İleri sürülmüştür... O´nun aç arslaniarın şerrinden mucizevî bir şekilde kurtulmuş olması bahanesiyle islâmi Tevhid zedelenmek istenilmiştir. . Hz. Ali´ye atfen rivayetler uydurulup denilmiştir ki: "Eğer sen de arslanların, yırtıcı hayvanların şerrinden korkarsan; "Eûzü bi-Danyâl ve bil-cübbi min şerril-esed! Yani, ben arslanlartn şerrinden Danyâl´a ve kuyuya sığınıyorum!" dersin. Bu takdirde, yırtıcı hayvanların sana bir zararı dokunmaz!" Görüldüğü gibi, yalnız Danyal aleyhisselam değil, onun mucizevî bir şekilde selâmete erdiği o kuyu dahi putlaştırılmak istenilmiştir... Bu gibi şeylerde Manevi Sırlar olduğu iddiası İle mü´minler baskı altına alınmak cihetine gidilmiştir... Hakla bâtılın karıştırılmış bir şeklinden başka birşey olmayan: "Eûzü bi-Danyâl ve bi kelİmâti´l-lahi´t-Tâmmât = Ben Danyâl´a ve Allah´ın kelimâtına sığınırım" gibi terkibler; şer´î ve mânevi bir dua örneği (!) olarak takdîm edilebilmiştir... (Şerhu´l-Erbeîn Hadisen, s: 380 - Amire, 1253).

Halbuki, hakla bâtılın, birbirine karıştırılmaması için Ömer (r.a.); altında ashabın Resûlüllâh ile Rıdvan bîalini akdettikleri Şeceratü´r-Rıdvân´ı kökünde