๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 24 Aralık 2009, 17:02:07



Konu Başlığı: Kur'an'in Essiz Bir Mucize Olusu , Hiçbir Beser kelamina Benzemeyisi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 24 Aralık 2009, 17:02:07
Altıncı Bölüm






KUR'AN'IN EŞSİZ BİR MUCİZE OLUŞU, HİÇ BİR BEŞER KELAMINA BENZEMEYİŞİ VE KUREYŞ?İN BUNU İTİRAF ETMEK ZORUNDA KALIŞI


Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"De ki: An dolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur´ân´uı bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun berzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler bile!" [1]

Yüce Allak buyuruyor:

"Eğer kulunuz Muhammed´e indirdiğimizden şüpheniz varsa, haydi onun gibi bir sûre de siz getiriniz! Allah´tan başka bütün şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırınız, eğer doğru iseniz bunu yapınız!"

´Yok eğer yapamadınızsa, ki asla yapamıyacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar için hazırlanmış ateşten sakınınız." [2]

Yüce Allah b uyuruyor:

"Eğer doğru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!"[3]

Buharî, Ebû Hüreyre´den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) buyurdular: "Önceki peygamberlerden her birine, insanla rın o sayede imâna girecekleri bir mucize verilmiştir. Ancak Allah´ın bana verdiği mucize, Allah´ın vahyinden ibaret olan Kur´ân mucizesi´dir... Ümmetinin sayısı en çok olan peygambe rin, Ben olacağı ümidindeyim."

Alimlerimiz dediler ki: Bu hadis-i şerifin manâsı şudur: Önceki peygamberlere verilen mucizeler, geçici mucizeler olmuştur; onları ancak o zaman hazır bulunanlar görmüştür. Asırların sona ermesiyle, onların mucizeleri de sona ermiştir. Kur´ân ve Kur´ân´m mucizeleri ise kıyamete kadar süreklidir. Kur´ân; gerek üslûbunda, gerek belagatında ve gerekse gaybî haberleri ihtiva edişinde harikuladedir .^Hiç bir asır veya devir geçmez ki, Kur´ân´ın verdiği gaybî haberlerden biri zuhur etmesin... Elbette zuhur eder ve Kur´ân´m dâvasının gerçek olduğuna delâlet eder..."

Yukardaki Buhâri tarafından rivayet edilen hadisin açıklanması konusunda bâzı âlimler de şöyle demiştir: Geçmişteki mucizeler hissî ve maddî mucizelerdi. Gözle görülür, elle tutulur cinsindendi. Salih (a.s.)´m devesi Musa (a.s.)´m asası gibi... Kur´ân mucizesi ise, basarla (gözle görmekle) değil de basiretle görülebilen bir mucizedir. Kalb gözleri kör olanlar, onu göremezler. Aynı zamanda Kur´ân mucizesi, bir zamana mahsus olmayıp devamlı bir mucizedir. Bu sebeble, ona uyanlar da çok olmaktadır. Bütün zamanlarda ve asırlarda pek çok sayıda insan ona inanmakta ve uymaktadır, yâni uyanların sayısı, onun indiği zamana münhasır kalmamaktadır. Yalnız kafa gözüyle görülen bir şey, onu görenin zail olmasıyla, zail olur gider. Kalb ve akıl gözüyle görülen bir şey ise, onu görenlerin zail olmasıyla zail olup gitmez; devamlı ve sürekli olur. Her asırdaki akü ve kalb sahibi kimseler, sanki gözleriyle görmüşcesine ona inanırlar ve onun devamlılığına birer sebeb ve vesile teşkil ederler."

îkrime tarikiyle Hâkim ve Beyhaki´nin îbn-i Abbas´tan rivayeti şöyledir: Bir gün, Velid bin Muğira Peygamberimize geldi. Hâlinde müs-lümanlığa yumuşamış gibi bir mana vardı. Sükunetle peygamberin kendisine okuduğu Kur´an´ı dinledi. Bu durum Ebû Cehl´in kulağına gitmiş, Velid´e gidip çatmış: "Ey Amca, senin kavmin, sana mal toplayı-vermek istiyorlar" demiş. Velid: "Sebep ne?" diye sormuş. Ebû Cahil: "Muhammed´e meylediyormuşsun. Çok sayıda mal vererek seni bundan vazgeçirmek istiyorlar" diye karşılamış. Velid: "Kureyş benim, hepsin den daha zengin olduğumu bilmiyor mu?" demiş. Ebû Cehil de: "Öyley se, Muhammed´e git, onu inkar ettiğine veya ondan nefret ettiğine dâir bir laf söyle de bu laf Kureyş´e malum olsun. O zaman seni mazur görürler" demiş. Velid: "Sen söyle bakalım, ne diyeyim? Şâirdir desem, şiirin her çeşidim iyi bilirim. Muhammed´de ise hiçbir şekilde .şairlik yok. Bâzı kahinlerin cinlerden veya gaipten duyarak söylediklerini iddia ettikleri söze de benzemiyor, O´nun okudukları. Vallahi O´nun okuduğu ne bunlara, ne de onlara benzemiyor! Yine yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed´in okuduğu şeyin bambaşka bir tatlığı ve güzelliği var! O´nun üstü meyvelerle, altı salkımlarla tıklım tıklım! Bereket ve hayrj nihayetsiz. O devamlı büyüyor ve yüceliyor. Hiçbir şey onun üzerine çıkamaz. O, altına aldığı her şeyi ezer yok eder."

Bu sözler karşısında iyice kızaran Ebû Cehil, amcası Velid´e hitaben: "Amca, amca! Sen Muhammed´e gidip onu inkar ettiğine dair bir söz söylemedikçe, mümkin değil Kureyş seni hoş görmez!" diye ^haykırmış. Velid bu durum karşısında bocalayıp, "biraz zaman tanı da düşüneyim" demiş. Artık o; hayli düşündü, sonra surat asıp kaşlarım çattı, Ebû Cehil´e baktı ve: "Bu, emek çekilip öğretilen, başkasından Öğrenilen bir büyüden başkası değildir" dedi. Böylece, Ebû Cehl´i ve Kureyş´i memnun etti.

Onun böyle söylemesi üzerinedir ki yüce Kur´an´da ki şu mealdeki âyet nazil oluverdi: "Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak (yani nev´i şahsına münhasır olarak) yarattığım kulu yalnız bırak!" [4]

Ibn-i Ishak ve Beyhaki Ikrime ve Said tarikiyle îbn-i Âbbas´tan rivayet eder. O demiştir ki: "Velid bin Muğıra Kureyş´ten bazıları ile bir toplantı yaptı. Mevsim yaklaşmıştı. Kendisi hayli yaşlı idi. Toplantıya katılanlara dedi ki: "Bakınız, yakında Kabe´yi ziyeret için çeşitli kabilelerden birçok Arap kardeşleriniz gelecek. Muhakkak bu gelenler de Muhammed´in zuhurunu duymuş olacaklardır. Bu hacc mevsiminde en çok konuşulacak mesele de şüphesiz budur. Bu hususta söyleye-ceğiniz sözü, şimdiden kararlaştırmanız gerekir. Her biriniz başka başka şeyler söyleyerek müşkil duruma düşmemelisiniz." Oradakiler dediler ki: "Ey Abdü Şems, sen bize bu hususta yardımcı ol, sen ne söylememizi tavsiye edersin?" Velid: "Ne söyliyeceğinizi kendiniz söylemelisiniz! Ben bunu şimdi sizden işitmek istiyorum" dedi. Oradakiler de: "Muhammed bir kâhindir" deriz dediler. Velid: "Olmaz, o kahin değildir, biz kâhinleri gördük, O´nun okuduğu şeyler ise kâhin´ mırıltısı değildir." Onlar: "Öyleyse mecnundur deriz" dediler. Velid: "O bir mecnun da değildir" dedi. Oradakiler: "Öyleyse o bir şairdir, deriz  dediler Velid: "Bu da olmaz. Çünkü Muhammed bir şair de değildir." Biz şairleri de, onların şiir çeşitlerini de gördük. Muhammed´in okuduğu şeyler ise, hiçbir zaman şiire benzer şeyler değildir." Onlar: "Öyleyse, O bir sihirbazdır deriz" dediler. Velid: "Hayır, O bir sihirbaz da değildir. Biz sihirbazları da, sihirlerini de gördük, Muhammed´de bunların hiçbirisi mevcut değildir" diye karşılık verdi. Oradakiler: "Peki ey Abdü Şems, sen söyle ne diyelim?" dediler. O da dedi ki: "Vallahi Muhammed hakkında ne söyleseniz boş ve bâtıl olduğu anlaşılacaktır! Zira O´nun okuduğu kelâm bunların hiç birisi değildir. O öyle bir şeydir ki, eşsiz bir güzelliği ve benzersiz bir tatlılığı var. Fakat buna rağmen, yine de "O bir sihirbazdır" demekten başka bir çaremiz bulunmamaktadır. Dersi niz ki: "O bir sihirbazdır; sihir yapıp kişi ile babasının arasını, kişi ile kardeşinin arasını, kişi ile ailesinin, kişi ile kabilesinin arasını açıyor." Böylece karşı koymaya, halkı ondan uzaklaştırmaya çalışırsınız."

Bunun üzerine toplantıyı bitirip oradan dağıldılar. Hacc mevsimi dolayısıyla halka böyle böyle anlatmaya çalıştılar. "Sakının, Muhamme-d´e yaklaşmayınız!" diyerek tenbihler ettiler. Bu sebebledir ki Yüce Allah da Kitâb-ı Kerîm´inde Velid´le ilgili olarak bazı âyet-i celileler inzal buyurdu. Bunlar Müddesir Sûresinin: "Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak yarattığım kulu yalnız bırak!" mealindeki âyetle ve: "Onu sekar´a (cehenneme) sokacağım" mealindeki ayetle sona eren âyetler topluluğu idi. Onun toplantısına katılan Resûlullah´m getirdiği hakkında o sözleri söyleyen müşrikler hakkında da şöyle buyurdu: "Onlar ki Kur´an´ı (Kur1 an hakkındaki sözleri) bölük bölük ettiler." [5]

Canâb-ı Hakk, yine onlar hakkında şöyle buyurdu: "Ya Muhammed, Rabb´ın hakkı için biz onların hepsine mutlakaSoracağız.[6]

Velid ve onun toplantısına katılan müşrikler, bütün güçleri ile insanları Muhammed (a.s.)´m davetinden çevirebilmek için çalışan bu müşriklerin böyle yapıp birtakım yaygaralar koparmaları neticesinde-dir ki, o seneden itibaren Arabların konuştuğu tek mesele Peygamber efendimiz ve O´nun daveti olmuştur. Bundan itibaren O´nun adı, Arap ülkesinin her tarafına yayılmıştır."

Ebû Nuaym el-Ûft tarikiyle îbn-i Abbas´tan şöyle rivayet eder: "Velid bin Muğirâ Ebû Bekir´e Kur´an hakkında soru yöneltti. O da kendisine Kur´ân´ın Allah kelâmı olduğunu söyledi. Velid Kureyş´in yanına gidip şöyle feryad ediyordu: "Ne şaşılacak bir şey! Muhammed´in okuduğu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de bir deli saçmasıdır. O´nun söylediği muhakkak Allah kelammdandır."

Yine Ebû Nuaym ve îbn-i İshak ile Beyhaki îbn-i Abbas´tan şu haberi nakletmiştir: "Bir gün Nadr bin el-Hâris ayağa kalkıp: "Ey Kureyş, Vallahi başınıza gelen çok büyük bir iştir! Daha önce bunun benzeri birşeyle karşılaşmış değildiniz. Muhammed sizin aranızda büyüdü, içinizde en çok beğenilip razı olunan idi, en doğru sözlünüz idi, emânete en çok riâyet edeninizdi. Nihayet büyüyüp size yeni bir din getirdi. Başladınız "Muhammed bir büyücüdür!" demeğe... Vallahi O´nun size getirdiği sihir değildir. Çünkü bizler sihirin ne olduğunu gördük. O kâhindir, diyorsunuz. Bu da doğru değildir. Biz kâhinleri de gördük, onların kehânetlerini de... Şairdir diyorsunuz. Vallahi bu da doğru değildir. Biz bütün çeşitleri ile şiirin ne olduğunu da biliyoruz. Ve Muhammed´in getirdiğinin şiirle bir ilgisi olmadığı da meydandadır. O bir delidir diyorsunuz. Ne delisi? Yine Allah´a yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed bir deli de değildir. Deliliğin saçmalarından, hezayanla-rından, vesveselerinden O´nda eser yok! Ey Kureyş, başınıza gelen şu iş üzerinde ciddi olarak düşününüz! Vallahi sizin başınıza çok büyük bir iş gelmiştir" diyerek uzunca bir konuşma yapmıştır."

Beyhaki, Ebû Nuaym ve Müsned´inde îbnü Ebü Şeybe Câbir bin Abdullah´tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Kureyşİn toplu olduğu bir zamanda Ebû Cehl şu konuşmayı yaptı: "Ey Kureyş! Hepiniz biliyorsu nuz ki Muhammed´in getirdiği yeni din meselesi, her tarafa duyulup yayıldı. Herkes bunu konuşuyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Bana kalırsa, içimizdenvbiri büyücülüğü, sihirbazlığı ve kâhinliği iyi bilen bilgili bir zâta gidip bütün duyduklarımızı anlatsa, sonra o bilgili adamın söylediklerim gelip bize anlatsa, bu iş hakkında belki rastgele konuşmaktan kurtuluruz. Baksanıza, bu hususta bir sözümüz diğerine uymuyor! Bir şaşkınlık ve dağınıklık içindeyiz."

Utbe bin Rabia şu karşılığı verdi: "Sihre, kehânete ve şiire âit sözleri, sen dahi işitmişindir, ben dahi işitmişimdir. Bu hususta ben de yeterli ilmim vardır. Gidip Muhammed´in kendisiyle konuşabilirim" dedi ve gidip onunla konuştu. Dedi ki: "Ey Muhammed, sen mi daha hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlıdır? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdü´l-Müttalib mi? Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?" Peygamber Efendimiz, onun bu sorularına hiç cevap vermedi. Utbe şöyle devam etti: "Söyle yâ Muhammed, ne sebeble ilahlarımıza sövüyorsun? Nasıl atalarımızı sapıklık ile suçluyorsun? Eğer sen, başa geçmek istiyorsan, derhal bütün sancaklarımızı senin adına bağlar, başkanlığını ilân ederiz. Kayd-ı hayat şartıyla başkanımız sen olursun! Eğer evlenmek istiyorsan, Kureyş´in kızlarından beğendiğin on tanesini derhal sana nikahlayalım. Eğer muradın zengin olmaksa, dilediğin kadar sana mal verelim." O böyle söylüyor, Resûlullah Efendimiz de sükût ediyordu. Baktılar ki Utbe sözünü bitirdi, Hemen Fussilet Sûresinin 1-13 âyetlerini okumaya başladı:

Olayla ilgili olarak nazil olan bu âyetler (ki tamamı on üç âyettir) Resûlullah Efendimiz tarafından baştan sona kadar orada okunmuştur. işte bu âyetlerin meali de şöyledir:

"Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla.

Hâ mîm.

"(Bu kitap) Rahman ve Rahim´den indirilmiştir.

Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitapır.

"Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir, fakat çokları yüz çevirmiştir; onlar işitmezler.

Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalbi erimiz örtüler içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde var. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz.

De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Sizler ancak O´na doğrulunuz! O´ndan mağfiret dileyiniz. O´na ortak koşanların vay haline!

Onlar ki zekât vermezler ve onlar âhireti inkâr ederleri

İnanıp iyi işler yapanlara gelince; onlar için de kesintisiz bir mükâfat vardır.

De ki: Siz mi arz´ı iki günde yaratanı tanfmıyorsunuz ve O´na eşler katıyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbı O´dur.

Ona üstünden ağır baskılar yaptı, onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını tam dört günde taktir etti.

Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arz´a "İster-istemez vücuda geliniz!" diyerek hitab etti. Onlar da: ´İsteyerek geldik" dediler.

Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti. Ve biz, en yakın göğü lambalarla ve koruma ile donattık. İşte bu, O aziz ve alîm olan Allah´ın taktiridir.

Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım (azabına) karşı uyarmış bulumıyorumr [7]

Bunun üzerine Utbe, ağzım kapadı. Peygamberimiz´e akrabalık hakkı için kendisinden bahsetmemesini rica ederek bir yere gizlendi. Ailesinin yanına da gitmedi, kendi kendisini hapsetti. Bu durumu hazmedemeyen Ebû Cehl: "Vallahi biz, Utbe´nin Muhammed´in dinine döndüğünü görüyoruz. Herhalde Muhammed´in sofrasmdaki yiyecekler adama tatlı geldi. Ne yapsın zavallı, muhtaç durumda kalmış" diyerek alaylı sözler söyledi ve yanındakilere: "Haydi onun yanma gidelim!" diyerek Utbe´ye gittiler. Ebû Cehil, orada da aynı sözleri Utbe´ye hitaben söyleyip onun gururu ile oynamak istedi ve şunları ekledi: "Bak kardeşim, gerçekten bu kadar muhtaç duruma düşmüşsen, bizler aramızda mal toplayıp sana yardım edelim! Ne dersin?"

Kendisiyle alay edilmesi karşısında iyice gazaba gelen Utbe, bir arslan gibi kükreyip: "Vallahi bundan sonra ebediyen Muhammed ile bir daha konuşmayacağım!" diye haykırdı. Sözüne devamla şunları söyledi: "Kureyş içinde en çok zengin olanın ben olduğumu bilirsiniz. Ben, Muhammed ile konuşmaya geldim. Bana öyle şeyler söyledi ki, vallahi onlar ne bir sihir idi, ne bir şiir idi, ne bir kehânet idi. Bana: "Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla" diyerek başhyan bazı âyetler okudu. Ben de bu durum karşısında susmaya mecbur oldum. Kendisine, akrabalık hürmeti için bizden el çekmesini rica ettim. Bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylerse, o muhakkak yerine gelir. Ben de sizlere, Ad ve Semûd kavmine inen azâb gibi bir azâb inmesinden korktum. Bunun için saklandım."

îbn-i îshâk ile Beyhaki´nin Muhammed bin Ka´b´dan çıkardıkları bir haber de şöyledir: O demiştir ki: "Bir gün, Utbe bin Rabia Peygamber (s.a.v.) hakkında konuşmak için Kureyş´ten izin istemiş. O sırada Efendimiz mescidde bulunuyormuş. Utbe: "Ey Kureyş, ne dersiniz, ben gidip şu Muhammed´e birşeyler söyliyeyim, belki bazısını kabul eder de bizden el çeker?" demiş. Kureyş de kendisine: "Haydi git, konuş" demiş. Utbe de gidip Peygamberimiz´Ie konuşmuş, O´na birtakım tekliflerde bulunmuş. Efendimiz kendisini sükunetle dinlemiş. Sözünün sona erdiği kanaatiyle: "Ey Utbe, sözün bitti mi?" diye sormuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de bunun üzerine söze başlayıp: "Şimdi de sen benden dinle ey Utbe! "BismiUahirrahmânirrahîm. Hâ Mîm." ilâ âhirihi. Yâni Fussilet Sûresinin ilgili âyetlerini sonuna kadar okuyup kendisine tebliğ eylemiş. Utbe de tam bir sükûnetle dinlemiş. Peygamberimiz tâsecde ayetine kadar okumağa devam etmiş. [8]Sonra Utbe´ye hitaben: "Dinledin mi ey Utbe?" buyurmuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de: "O halde sen bilirsin!" buyurmuş. Utbe dönüp kavmine gitmiş. Kureyş: "Bakınız, Utbe´nin gelişi, hiç de gidişine benzemiyor" demiş. Varıp yanlarına oturduğu zaman da Kureyş: "Ne haber getirdin ey Utbe?" diye sormuş. Utbe de şu karşılığı vermiş: "Vallahi Muhammed´den öyle sözler işittim ki, şimdiye kadar bunun bir benzerini asla işitmiş değilim! O sözler, ne sihirdir, ne şiir, ne de kehânet. Ey Kureyş topluluğu, geliniz bu sefer benim sözümü tutunuz! Yâni Muhammed´i kendi haline bırakınız. O, kendi dâvasında devam etsin. Allah´a yemin ederim ki, benim ondan işittiklerimle ilgili olarak birtakım şeyler meydana gelecektir. Eğer neticede Muhammed mağlup olursa, sizin hiç bir müdahaleniz olmadan mesele halledilmiş, Araplar kendisini tepelemiş olur. Eğer neticede Muhammed dâvasında başarılı olur da Araplara hâkim duruma gelirse, O´nun hakimiyeti sizin hakimiyetiniz, O´nun şerefi de sizin şerefiniz olur ve siz insanların en bahtiyarı olursunuz!" Oradakiler Utbe´ye: "Ey Utbe! Vallahi Muhammed seni de büyülemiş!" demişler. Utbe de kendilerine: "Bakınız, benim fikrim ve tavsiyem budur! Sizler nasıl düşünüyorsanız öyle yaparsınız" diye karşılık vermiş."

îbn-i İshak ve Beyhaki Zühri´den rivayet ediyor, O demiş ki: "Bana nakledildiğine göre; Ebû Cehil, Ebû Süfyan ve Ahnes bin Şürayk, evlerinden çıkarak Resûlullah´ı dinlemeye gitmişler. O da geceleyin evinde namaz kılıyormuş. Onlardan her biri, arkadaşının haberi olmaksızın gizlice bir yere oturup dinlemeye başlamış. Sabaha kadar dinlemeye devam etmiş. Şafak sökünce evlerine dönerlerken yolda birbirini görmüşler. Birbirini kınayıp: "Bu yaptığınızı ayak takımından bâzıları görecek olursa, onları şüpheye düşürmüş olursunuz" demişler. Böyle yapılmaması lazım gediğini birbirine tenbihleyerek dağılmışlar. Ertesi gece bu üç arkadaştan her biri yine gizlice Resûlullah´ı dinlemeye gitmiş. Sabah oluncaya kadar dinlemiş, şafak sökünce evine dönerken yolda yine arkadaşlarıyle karşılaşmış. Yine birbirini yaptığından dolayı kınayıp, böyle yapılmaması hakkında yekdiğerine tenbihte bulunarak ayrılmışlar. Üçüncü gecede yine her biri gizlice Resûlullah´ı dinlemeye gitmiş ve sabaha kadar dinlemiş, sabahleyin eve dönerken yolda karşılaşmışlar. "Bu böyle olmaz, bir daha dinlemeye gitmeyeceğimize dair birbirimizden söz alalım!" demişler ve birbirlerinden söz aldıktan sonra dağılmışlar.

Ahnes bin Kays, evine vardıktan sonra asasını alarak evinden ayrılıp doğruca Ebû Süfyan´a gitmiş ve ona hitaben demiştir ki: "Ey Ebû Süfyan, Muhammed´den dinlediklerin hakkında bana ne düşündüğünü hiç saklamadan haber ver!" O şu karşılığı vermiştir: "Ey Ahnes, O´ndan öyle şeyler dinledim ki, onların ne manaya geldiğini ve onlarla ne murâd edildiğini gayet iyi anlamış bulunuyorum!" Ahnes: "Yemin ederim ki, ben de anlamış bulunuyorum!" diyerek oradan ayrılmış. Bu sefer de Ebû Cehil´in evine giderek onunla görüşmek istemiş ve: "Ey Ebu´l-Hakem, Muhammed´den dinlediklerin hakkında ne düşünüyor sun demiş. Ebû Cehil şu karşılığı vermiştir: "Ben Muhammed´den ne dinlemişim? Biz Abdü Menâf Oğulları ile rekabete giriştik, onlar yedirip içirdiler, biz de yedirip içirdik; onlar yüklendiler, biz de yüklendik; onlar verdiler, biz de verdik; devamlı onlarla şeref yarışında bulunduk. O derece ki, nihayet onlarla müsavi hâle geldik. Tıpkı yarışan iki atın kulak kulağa gelişi gibi. Tam bu hale geldik, şimdi onlardan biri kendisinin^ peygamber olduğunu, semâdan kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor. Peki biz bununla nasıl yarışacağız? Abdü Menâf Oğullarına nasıl yetişeceğiz? Vallahi ben ona ne inanır, ne de onu tasdik ederim!" Ebû Cehl´in bu sözü üzerine Ahnes bin Kays, derhal oradan ayrılmıştır."

Beyhaki Muğira bin Şûbe´den nakleder. O şöyle demiştir: "Benim ilk defa Resûlüllah´ı tanıyışım şöyle olmuştur: Bir gün ben Ebû Cehil ile birlikte Mekke´nin dar sokaklarından birinde yürüyordum. Ansızın Resûlüllah ile karşılaştık. Resûlüllah Ebû Cehl´e hitaben dedi ki: "Ey Ebu´l-Hakem, Allah´a ve O´nun Resulüne tâbi ol!" Ebû Cehil cevaben dedi ki: "Ey Muhammed, sen şu ilâhlarımızı kötülemeyi terk eder misin? Sen, herhalde bizim senin vazifeni tebliğ etmiş olduğuna şahitlik yapmamızı istiyorsun. Tamam, tebliği etmiş oluyorsun..^ Fakat Allah´a yemin ederim ki, eğer ben senin tebliğ etmiş olduğun şeyin gerçek olduğunu bilsem, herhalde onu kabul ederim. Sana uyarım!" Bunun üzerine Rasûlüllah dönüp gitti. Resûlüllah gittikten sonra Ebu Cehl, bana hitaben de dedi ki: "Bak Mugîra, aslında ben, Muhammed´in söylediği şeyin gerçek olduğunu yemin ederim ki biliyorum. Fakat şu Kusay Oğulları ile bir defa rekabete girmişiz... Şöyle ki: Onlar, "Kabe´ye âit vazifeler bizimdir!" dediler, peki sizin olsun dedik. Yine onlar: "Mühim işlerin konuşulduğu Dârü´n-Nedve bize aittir" dediler, biz de kabul ettik. Yine onlar: "Sancakların taşınması bize aittir" dediler, peki deyip kabul ettik... Onlar: "Hacılara Zemzem verilmesi de bize âit olacak" dediler, biz de peki deyip kabul ettik. Sonra onlar bol bol yedirip içirmeye başladılar; biz de yedirip içirdik. Vaktaki iki rakîb kabile aynı hizaya geldiler, simde de kalkıp: "içimizden bir peygamber çıkmıştır" diyorlar. Ben bunu asla kabul etmeyeceğim..."

Müslim´in rivayetine göre Ebû Zerr şöyle demiştir: "Kardeşim Üneys Mekke´ye gidip gelmişti. Bana: "Mekke´de bir adamla karşılaştım, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söyledi" diye bahsetti. Ben Üneys´e: "Peki insanlar bu hususta ne diyor?" dedim. Uneys de bana: "İnsanlar: "Bu bir şâirdir, bir kâhindir" diyorlar" dedi. Ben kendisine: "Ey Üneys, aslında sen de bir şâirsin, O´nun söyledikleri şiire benziyor mu?" dedim. Üneys: "Ben O´ndan duyduklarımı şiirle kıyas ettim, açıkça şiir olmadığını gördüm. Kâhinlerden işittiğim şeylerle de kıyasladım, kehânete benzer bir tarafı olmadığını da gördüm... Vallahi aslında Muhammed doğru söylüyor; kendisine şâir veya kâhin diyenler ise yalan söylüyor" dedi. Kardeşimin bu sözlerinden sonra Mekke´ye gittim, orada tam bir ay kaldım. Zemzem´den başka hiçbir yiyeceğim ve içeceğim de yoktu. Bir ay, hep Zemzemle idare ettim..." [9]

Ebû Nuaym´ın Zühri´den tahririne göre, o demiştir ki: "Akabe günü idi. Peygamberimizin amcası Abbas´a Es´ad bin Zürâre demiş ki: "Biz, uzak veya yakın, eş ve dostla alâkayı kestik! Muhammed´in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna şehâdet ettik. O´nun asla yalan söylemediğine, okuduğu Kur´ân âyetlerinin asla beşer sözüne benzemediğine de şehadet ettik."

Yine Ebû Nuaym îbn-i tshak tarikiyle îshak bin Yesar´dan, o da bir adamdan şu haberi nakletmiştir: "Seleme Oğullarından olan o adam demiştir ki: "Seleme Oğullarının gençleri müslümanlığı kabul ettikleri zaman, Amr bin Cemûh oğluna hitaben: "Git Muhammed´i dinle, O´ndan uyduklarını bana gelip aynen haber ver!" dedi. O da gidip Hz. Peygamberi dinledi. Peygamber kendisine Fatiha Sûresini okudu. Gelip aynen babasına tekrarladı. Amr, Fatiha Sûresi´ni dinledikten sonra: "Allah Allah, bu ne kadar hoş ve ne kadar güzel bir kelâm! Muhammed´in okudukları, hep böyle güzel midir?" demekten kendisini alamadı. Oğîu da: "Evet babacığım!..." karşılığını verdi."

îbn-i Sa´d, Muhammed bin Kab, Şa´bî, Zührî ve daha başkaları Yezid bin Rumân´dan rivayet ederler: "Bir gün Süleym´den bir adam, Peygamber´i (s.a.v.) ziyaret edip O´ndan bâzı sözler dinlemiş, O´na bâzı şeyler sorup cevaplar almış... Kays bin Nesîbe adındaki bu adam kabilesine döndüğü zaman, bir müslüman olarak dönmüştür ve onlara hitaben demiştir ki: "Ey kavmim! Beni dinleyiniz, ben, bundan önce Diyâr-ı Rum´un âlimlerinin söylediklerini de dinledim, îran´lılarm iniltilerini de işittim, Arapların şiirlerini de duydum! Emîn olunuz ki, Muhammed´in okuyup söyledikleri, bunların hiç birine asla benzememektedir. Haydi bana itaat ediniz ve O´nun getirdiği hakdan nasibinizi alınız!..."

Onlar yâni Süleym Oğulları da yedi yüz (veya bin) kişi oldukları halde, Mekke´nin fethi gününde gelip müslüman olmuşlardır."

Allah´ın Kitabı ve kelâmı elan Kur´ân-ı Kerim´in, îlâhî bir mucize olduğu üzerinde akıl sahipleri icmâ´ va ittifak etmişlerdir. Kur´ân, kendisini inkâr edenleri bir benzerini meydana getirmeğe çağırıp onlara meydan okuduğu halde, onlardan hiç birinin buna yeltenmemiş olması da bunu göstermektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede aynen şöyle buy urulmaktadır:

"Ve eğer, ortak koşanlardan biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah´ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır." [10]Eğer onun, Allah´ın sözünü işitmesi kendisi üzerinde bir hüccet olmasaydı, kendisi onu işitmeğe havale edilmezdi. Kendisine okunacak olan Allah kelâmının kendisi üzerinde hüccet olması ise, o okunan âyetin ancak mucize olması ile gerçekleşmektedir... Nitekim bir âyet-i celîlede de aynen şöyle buyurulmuştur:

"Dediler ki: "O´na Rabb´inden âyetler (mucizeler) indirilme li değil miydi? De ki: Ayetler Allah´ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım!" [11]

"Kendilerine okunan Kitab´ı sana indirmemiz (mucize olarak) onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için, bunda bir rahmet ve öğüt vardır!" [12] işte bu âyet-i celîle ile Cenab-ı Hakk, açıkça haber veriyor ki, O´nun Kitab´ı, bir mucizedir; Hakk´a kılavuzluk etmekte kâfidir, diğer peygamberlerin çeşitli mucizelerinin hepsinin yerine kâimdir. Üstelik onlar, yâni Araplar; Arap dilinin her türlü inceliklerine vâkıf ve onu en üstün derecede konuşup icra eden bir topluluktur. Muhammed (a.s.) da kendilerine yine kendi dillerinde bir kitap getirmiş ve güçleri yeterse O´na muâraza etmeye, en küçük bir sûresine bir benzer getirmeye çağırıp kendilerine açıkça meydan okumuştur. Yıllarca kendilerine mühlet de vermiştir. Kendileri ise, Kur´ân´m nurunu söndürmeğe son derece hırslı oldukları halde böyle bir şeye yeltenmemişlerdir. Çünkü Kur´ân´m bir benzerini getiremeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Gerçek ten bundan âciz idiler. Eğer âciz olmasalardı, böyle bir muârazayı bırakıp da mücerred müslüman olmamak için inâd etmeyi, İslâm´ı alaya almayı tercih etmezlerdi. Bâzan "O bir sihirdir" demek, bâzan "O bir şiirdir" demek, bâzan da "O bir kehanettir" demek gibi çelişkiler içinde bocalamazlardı. Hele hele, sonunda kılıcın hakemliğine razı olup üzerlerine çok düşkün oldukları kızlarının, kadınlarının esir düşmesine, mallarının ganimet olarak toplanmasına yol açabilecek olan savaşı, asla göze almazlardı. Yâni Kur´ân´a, O´nun sûrelerinden birinin bir benzerini getirerek karşılık vermek gibi çok kolay (!) bir yol varken, savaşı göze almak gibi çok zor ve tehlikeli bir yolu seçmezlerdi, içlerinde Arapça´nın pek büyük ustaları ve üstadları bulunmasına rağmen, böyle bir yolu seçmiş olmaları, kesin olarak Kur´ân´a kelâm yoluyla karşı koymaktan âciz olduklarını, Kur´ân´ın karşı konulmaz bir mucize olduğunu göstermektedir... Zâten bütün akıl sahipleri de bunun üzerinde herhangi bir ihtilafa düşmüş değildir.

Rafız îbn-i Hacer diyor ki: "Yüce Allah Muhammed´i (s.a.v.) gön derdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu... Peygamberimiz ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamını Allah´a ve O´nun Kitab´ına davet etti. Kur´ân´a ve O´nun küçük bir sûresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap Edebiyatının bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur´ân´a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar... Bu ise, Kur´ân´m mu´ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kabul eder... Çünkü küçük bir sûre veya birkaç âyet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur´ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve peygamberi müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına hiç lüzum kalmayacaktı..."

Alimlerimiz Kur´ân´ın mucize oluşunun yönünü açıklamada çeşitli tevcihler yapmıştır. Ben bunları gayet geniş bir şekilde el-Itkân adlı kitabımda açıklamış bulunuyorum. Burada özet olarak deriz ki: "Kur´ân icazının birçok yönleri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır ki, sırasiyle arz edelim:

1. Kur´ân; gerek fesahat ve belagatı (sözünün üstün, güzel ve son derece te´sirli oluşu), gerek te´lifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesahat ve belagatının üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri Kurân´m eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır.

2. Kur´ân nazmının ve üslûbunun mevcud Arap Edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarmm fevkinde oluşu; kelime, cümle ve âyetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu... Ne Kur´ân´dan önce, ne de Kur´ân´dan sonra, bu bakımdan da Kur´ân´m bir benzeri asla olmamıştır!...

3. Kur´ân´m ihtiva ettiği gaybî haberler bakımından mucize oluşu... (Nitekim Kur´ân´m bir âyetinde aynen şöyle buyurulmuştur:

"Elif lâm mim. Rumlar yenildi; Arapların bulunduğu bölgeye yakın bir yerde (mağlûb oldu.) Onlar bu yenilgiden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde (3-9). Onların bu yenilgilerinden önce de, sonra da iş tamamen Allah´a aittir. O gün mü´minier sevinirler." [13]

4. Geçmiş asırlara, ümmetlere, din ve şeriatlere dair verdiği haberlerin sıhhatli ve isabetli oluşu... Kur´ân âyetlerini tebliğ buyuran Peygamber (s.a.v.), bu haberi tamamen asıllarına uygun olarak veriyor ve açıklıyordu,.. Halbuki kendisi, ne okumuş ne de yazmıştı.

5. İnsanların içindekileri açığa vurarak îlâhî bir mucize oluşunu ortaya koyması... Nitekim bâzı âyetler de bunu ortaya koymuştur. Bir âyeti celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sizden iki takım, korkup bozulmaya yüz tutmuş idi."  [14]Diğer bir âyette de şöyle buyurmuştur: "...Ve kendi içlerinde (gizlice): "Bu dediğimizden ötürü Allah bize azâb etse ya!"

diyorlar..." [15]

6. Bâzı kimselerin şahıslarıyla ilgili hükümlerde onların âciz kalacağını, asla o şeyi yapamıyacaklarını haber vermesi ve aynen Kur´ân´ın haber verdiği gibi tecellî etmesi... Meselâ: Yahudilerin kendi yaptıkları sebebiyle asla ölümü temenni etmeyeceklerini haber vermesi ve onların da bunu yapmaması, bundan âciz kalması... Nitekim bir âyet-i celilede Yüce Allah bunu şöyle haber vermiştir: "Fakat onlar, işledikleri işler sebebiyle ölümü asla temenni etmezler." [16]

7. Şiddetle muhtaç ve adeta zorunlu olmalarına rağmen müşriklerin, Kur´ân´a muâraza etmeyi bilfiil terketmiş olmaları...

8. Kur´ân´m okunduğu sırada O´nu dinliyenlerin kalblerini bir korku ve heybetin sarmış olması... Nitekim Cübeyr bin Mut´ım´ın Bedir´de esir düşen bâzı yakınlarını kurtarmak için Medine´ye geldiği sırada, Peygamber (s.a.v.) akşam namazını kıldırmakta idi ve Tûr suresinden şu âyetleri okuyordu: "Yoksa kendileri hiçbirşey olmadan (yâni bir yaratıcı olmadan) mı yaratıldılar? Yoksa yaratan kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de kesin imâna varamazlar! Yoksa Habbi´nin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim olan, her şeyi istedikleri gibi yöneten kendileri midir?" [17]

İşte bu âyetler okunduğu sırada, bunların ne demek istediğine dikkat edip kulak veren Cübeyr bin Mut´ım, öylesine heyecenlanmıştır ki, bizzat kendi ifadesiyle: "Heyecandan nerdeyse kalbim uçup gideyazdı!" demekten kendisini alamamıştır. Halbuki o sırada Cübeyr bir müşrik idi. Fakat yine kendi ifadesiyle "müslüman olma yolunda ilk müsbet adımı" da bu olay teşkil etmiştir.[18]

9. Kur´ân´ı okuyanın hiç usanmaması, dinleyenin asla bıkmaması; okudukça veya dinledikçe Kur´an´a olan sevgisinin artması... Halbuki başka kelamlar böyle değildir. Birkaç defa tekrarlandıktan sonra insana bir usanç gelir... Kur´ân-ı Kerîm ise asla böyle değildir. Nitekim ilgili bir hadislerinde Peygamber Efendimiz de: "...Ve O, tekrar tekrar okunmakla da eskimez, güzellik ve tatlılığından .hiçbir şey. kaybetmez..." buyurmuşlardır. [19]

10. Dünya durdukça O´nun, yâni Kur´ân´m büyüklük ve bütünlü-lüğünden hiçbir şey kaybetmeden durması ve durmaya da devam edecek olması ve O´nu böylece koruyacak olanın da bizzat Allah olması...

11. Kısa birkaç cümlede, sayılı birkaç harfde nice ulûm ve maârifi cemetmiş olması... Önceki kitaplardan hiç birine böyle bir şey nasib olmamıştır.

12. Hem cezâlet, hem de azûbet (yâni çok büyük, vecîz ve tatlı olma) sıfatlarının her ikisini de cami olması... Halbuki beşer kelamında bu iki nitelik, kolay kolay bir araya gelmez...

13. En son kitap olması, kendinden önce indirilmiş semavî kitaplardan hiç birine muhtaç olmayıp bilakis onların hakemi durumunda bulunması... Nitekim bir âyet-i celîle de açıkça bu hususu belirtmektedir ve şu mealdedir:

"Bu Kur*ân, İsrail oğullarına, kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor" [20]

Kâdî Iyâd diyor ki: "Kur´ân´m hangi yönlerden mucize oluşunun açıklanması konusunda bu sayılanlardan ilk dördü, bu hususta esas-kabul edilecek olanlardır. Diğerleri ise, Kur´ân´m özellikleri cümlesindedir..."

Kur´ân´m özellikleri cümlesinden şunları da sayabiliriz: "Kur´ân yedi harf üzerine nazil olmuştur, peyder pey, parça parça nazil olmuştur, ezber edilmesi gayet kolaydır. Önceki nazil olan kitaplarda ise bu Özellikler bulunmamakta idi. Bu özelliklerin bilhassa ilk ikisi üzerinde Eî-îtkân adlı kitabımızda çok geniş bilgiler vermiş durumdayız [21]Peygamber Efendimiz´in diğer peygamberlere karşı taşıdığı özellikleri beyan edeceğimiz ileriki bölümde de, hayli bilgi verilecektir.

Yine Kadı Iyâd şöyle demektedir: "Kur´ân´m ne gibi îcâz yönleri olduğuna dair bu bilgilere arif ve vâkıf olduktan sonra, şurasını da unutma ki, Kur´ân´a âit mucizelerin sayısı ne bindir, ne de iki bindir... Belki pek çoktur. Zira sevgili peygamberimiz, Kur´ân´m bir sûresine benzer getirmeleri hakkında onlara meydan okumuş, onlar da bundan âciz kalmışlardır. Demek ki, Kur´ân´dan küçük bir süre bile, başlı başına mucizedir. Alimlerimiz, Kur´ân´ın en kısa sûresinin El-Kevser Sûresi olduğunu bildirmişlerdir. O halde, Kevser Sûresi kadar olan bir âyet veya birkaç âyet de başlı başına bir mucize olmaktadır. Zira sonunda kılıcın hakemliğine razı olan müşrikler, bu kadarını getirmekten bile âciz kalmışlardır. Sonra o bir tek âyette veya birkaç âyette, daha ne kadar mucizelerin saklı olduğunu da Allah bilir. Bunun için Kur´an mucizelerinin pek çok olduğunu söylemekteyiz..."

Ben de burada şu açıklamayı yapmak istiyorum: "Bir tek satırda üç âyetten ibaret olan el-Kevser Sûresi´nin kelimelerini sayacak olsan, bunların on küsur olduğunu görürsün. Bâzı bilginler bütün Kur´ân´m kaç âyet olduğunu merak edip saymışlar ve bunun 77. 934 olduğunu görmüşler. Demek ki bunların bir mucize teşkil eden miktarı takriben yedi bin tutmaktadır. îşte bu miktarı, Kur´ân´m îcâz yönü kabul edilenlerden sekiz adediyle çarptığımız takdirde; .elli altı bin rakamı -çıkar ki, bu miktarda mucize demektir. Buna diğer yönleri de ilâve edecek olursak, Kur´ân´a âit mucizelerin sayısı elli altı bin veya daha fazla tutar... Eğer herhangi bir kimse, sâdece ilk iki mucize yönünü esas olarak bunun tafsilini elde etmek isterse, ona böyle bir tafsilât için yine El-İtkân adlı kitabımızı dikkatle gözden geçirmesini tavsiye edeceğiz. Eğer bizim Esrâru´t-Tenzîl adlı kitabımızı mütâlea edecek olursa, yine de bu hususta yeterli bilgi edinmiş olur... Hatta bir defasında ben, bir tek âyetteki vecîz ve belîg noktaları tesbît etmek istedim ve tam yüz yirmi çeşit belagat noktasını tesbîte muvaffak oldum. Sonra bu incelememi, küçük bir risale hâline getirip yayınladım, îsteyen bu risalemize de bakabilir. Bu risalemizde üzerinde durduğu muz âyet-i celile aşağıdaki âyet-i celiledir:

"Allah, îmân etmiş olanların velîsidir (dostudur). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût-tur. O da onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." [22]

Ahmed ve başkası Ukbe bin Amir´den şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu: "Eğer Kur´ân bir deri içine konulsa, onu ateş yakmaz."

Taberâni ise bu rivayeti Sehl bin Sa´d´dan yapmış ve "ateş ona dokunmaz" ifadesiyle vermiştir. Yine Taberâni Fsma bin Mfilik hadisinden olarak şu lafızla da rivayet etmiştir: "Eğer Kur´ân bir deri içinde toplansa, onu ateş yakmaz."

İbnü´l-Esîr, Nıhâyetü´l-Garîb adlı kitabında, bu rivayetin çeşitli tevillerinden birine şu şekilde değinmiştir: "Bu rivayetin ifâde ettiği husus, sâdece Peygamber Efendimİz´in sağlığı

zamanında idi ve geçici bir mucize ıdı."

Not´ Merhum müellifimiz Süyûtî, bu rivayeti El-Câmİus-Sağır... adlı kitabına da almış, fakat orada zayıf olduğuna da işaret etmiştir. (El-Câmius-Sağîr, 2/111 - Mısır, 1321). (M.) [23]






[1] İsra suresi, 88

[2] Bakara suresi, 23, 24

[3] Tûr suresi, 34

[4] Müddessır suresi, 11-26

[5] Hicr suresi, 91.

[6] Hicr suresi, 92.

[7] Fussilet suresi, 1-13

[8] Diğer rivayetler, on üç ayet okuduğunu kaydeder.

[9] Ebû Zerr, sonunda Alı ile tanışmış, onun yardımı ile Hz. Peygamberin huzuruna girip müslüman olmuş, ertesi günü bir islâm tebliğcisi olarak kavmine dönmüş; dönüşünde kardeşi Üneys de İslâmı kabul etmiştir. Hicret´e kadar bunların sayesinde Gıfar kabilesinin yarısı müslümanlığı kabul etmiş durumda İdi. Efendimiz hicret edip Medine´ye teşrif buyurunca, hepsi müslüman oldular. Efendimizin onun hakkındaki senaları da pek yüksek olmuştur: "Yerle gök arasında, Ebû Zerr´den daha gerçek, daha vefalı biri bulunmamıştır!" (M.

[10] Tevbe suresi, 6

[11] Ankebût suresi, 51

[12] Ankebût suresi, 51

[13] Rûm suresi, 1-5

[14] .Al-iimran suresi, 122

[15] Mücadele suresi, 8

[16] Bakara suresi, 95

[17] Tûr suresi, 35-37

[18] Sahıh-i Buhari Şerhi İrşâdü´s-Sâri, 7/342

[19] Et-Tâcü´l-Câmiu´ Li´l-Usûl, 4/6

[20] Neml suresi, 76

[21] Kitabü´l-İtkân, 2. cüz, 64. bölüm´

[22] Bakara suresi, 257

[23] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/197-210.