๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mucize Ve Büyük Özellikleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 26 Aralık 2009, 23:24:28



Konu Başlığı: Hudeybiye´de Vukua Gelen Ayetler Ve Mucizeler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 26 Aralık 2009, 23:24:28
Hudeybiye´de Vukua Gelen Ayetler Ve Mucizeler


"Muhammed, Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." [88]

Beyhâki, Mücemmi bin Câriye´den şöyle nakleder: "Biz Hudeybiyede bulunduk. Orada yapılan andlaşmadan sonra döndük ve dönüş sırasında Kurâu´l-Ganim denilen yere geldiğimiz de Resûlüllah Efendimiz´e: "Yâ Muhammed, biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" mealindeki âyet nazil oldu. Peygamberimiz bu âyeti okuduğu zaman, kendisine "Ey Allah´ın Resulü, bu Hudeybiye andlaşması bir fetih midir?" diye soruldu. Peygamberimiz de cevabında: "Evet varlığım elinde olan Allah´a yemin ederim ki, bu bir fetihtir!" buyurdular.

Beyhâki Abdurrahman bin Ebû Leylâ´dan şöyle rivayet eder: "Cenâb-ı Hak, Fetih sûresi´indeki bir âyette:" ve Allah onlara yakın bir fetih daha verdi" buyurmuştur. [89]Bu Hayber´in fethidir. Yine bu sûredeki bir âyetinde: "Size bir başka fetih daha vermiştir ki, henüz sizler ona güç yetiştirmiş değilsiniz" buyurmuştur. [90]Bu da, iran´ın ve Anadolu´nun fethine işarettir."

Buharı, Berâ bir Azib´ten şu haberi nakletmiştir: "Sizler, fetih denilince-sâdece Mekke´nin fethini anlıyorsunuz. Evet Mekke´nin fethi, büyük bir fetihtir. Fakat biz sahâbiler, fetih söz konusu olunca, bununla Hudeybiye günündeki "Rıdvan BîatTni hatırlarız. Biz, bindörtyüz kişilik bir ordu hâlinde Resûîüllah ile birlikte çıkmıştık. Hudeybiye´ye geldiğimiz de, kuyunun suyunun bir damlası kalmaymcaya kadar

çektik. Susuz kalışımız Peygamber (s.a.v.)´e malum olunca, gelip kuyunun kenarında oturdu ve bir miktar su getirilmesini istedi. Suyu getirdiler, Peygamber efendimiz bu su ile abdest aldılar. Sonra mazmaza yapıp duâ buyurdular, sonra bu suyu kuyuya döktüler. Orada bir müddet bekledik. Fazlaca bir vakit geçmedi ki, kuyu feveran edip hepimizin ihtiyacına kâfi gelecek şekilde suyunu kabarttı. Hem kendilerimiz, hem de hayvanlarımız için yetti ve arttı."

Buhâri, Misver bin Mahreme´den ve Meruân bin Hâkem´den rivayet eder. Bu ikisi demiştir ki: "Resûlülîah (s.a.v.), Hudeybiye gününde bin kusur kişi ile yola çıktılar. Zü´l-Huleyfe´ye geldikleri zaman hedy kurbanını taklîd ve iş´âr etti (Harem-i Şerîf için adanmış kurbanlığının gerdanına ip bağladı ve belli olsun diye örkücünün sağ tarafını yararak kanını orada bıraktı) Kurbanlığını bu şekilde işaretledikten sonra, Umre için ihrama girdi. Sonra kureyş hakkında bilgi getirmesi için gözcü gönderdi. Sonra yoluna devam ederek Usfân yanındaki Gadîrul-Eştâd denilen yere geldiğinde, gönderdiği gözcü geri geldi ve dedi ki: "Kureyş büyük bir topluluk hâlinde bir araya gelmiş ayrıca diğer kabilelerden de adamlar toplanmış. Sizin umrenizi engellemek, sizi Mekke´ye sokmamak için harbe hazırlanmış bir vaziyetteler."

Peygamber Efendimiz, bu haberi aldıktan sonra, ashabına hitaben: "Ey nâs, bu husustaki fikrinizi söyleyiniz! Bizi Mekke´den uzaklaştırmak için kararlı görünen bu adamlarla savaşmaya mı karar verelim, yoksa niyet ettiğimiz gibi Umremizin ifâsına yönelip de engel olmaya kalkıştıkları takdirde, biz de onlara karşı mı koyalım?" Açılan bu istişare üzerine Ebû Bekir: "Ey Allah´ın Resulü, madem ki Umre için yola çıktınız, herhangi bir kimseyle savaşmak niyetimiz de yoktur, o halde Umreyi ifâ için teveccüh ediniz, eğer onlar engel olmaya kalkışacak olurlarsa, bu takdirde kendileriyle savaşırız." Peygamberi miz de onun bu konuşması ve fikri üzerine: "Uygundur o halde Allah´ın ismi üzerine yürüyünüz!" buyurdular.

Bir müddet ilerledikten sonra Peygamberimiz" Hâlid bin Velîd, Kureyşe âit atlar içinde gözcülük yapmaktadır. Bunun için sağ tarafı takîb edelim!" buyurdular. Hayli ilerledikten sonra Gudratü´l Ceyş denilen asker geçidinden geçerlerken Halîd kendilerini görmüş oldu ve tehlikeyi haber vermek üzere atına tepinerek Kureyş´e gitti. Peygamber Efendimiz yoluna devamla Seniyye´ye geldiği zaman devesinin çöktüğü görüldü. İnsanlar "Hal, hal!" diye bağırarak deveyi kaldırmak istediler ve "Ey Allah´ın Resulü, deveniz Kusvâ yorulup yılgınlık gösteriyor, yerinden kalkmıyor" dediler. Peygamberimiz de: "Hayır, Kusvâ yılgınlık göstermiyor. Onu Kabe´yi tahribe gelen ashab-ı filin fillerini hapseden hab s etmiş tir. Vallahi onlar benden, içinde Allah´ın şiarlarına hürmet edilen herhangi bir yer isteseler, orasını onlara vermekte hiç tereddüt etmezdim!" buyurdu. Kalkması için devesine ihtarda bulundu, deve de sıçrayarak kalktı. Peygamberimiz de Kureyş´in üzerine sarkacak bir yerde iken, yön değiştirip Hudeybiye´nin tâ ilerisinde çukur bir yere indi. Burada su az idi. İnsanlar ancak az az su alabiliyorlardı. Derken bir damlası kalmayacak şekilde kuyunun suyunu bitirdiler. Susuzluktan dolayı Resûlüllah´a mürâcât ettiler. Efendimiz de bunun üzerine okdanhğından bir ok çıkardı ve bunu kuyuya saplamalarını söyledi. Kuyunun suyu öylesine coştu ki, hepsi kana kana içtiler, hayvanlarım da suladılar. Derken Hudâa´lı Bedîl bin Verkâ yanında kabilesinden bâzı kimselerle birlikte oraya geldi. Dedi ki: "Ben Ka*b bin Luiy ve Amîr bin Luiy´i Hudeyb iye´deki su başlarını tutmuş olarak gördüm. Uzun sürecek bir mukâteleyi göze alarak ve düşünerek geldikleri belli ki, yanlarında sağılır develeri de getirmişler. Sizi Kabe´ye sokmamak üzere savaşmakta kararlı görünüyorlar. Durumu size haber verelim dedik."

Peygamberimiz de buna karşı dediler ki: "Biz kimseyle savaşmak için gelmedik! Biz ancak umre yapmak için geldik. Kureyş´e gelince, Önceki savaşlar onları iyice hırpalamıştır, dolayısiyle savaşmayı göze alabileceklerini sanmıyorum. Eğer dilerlerse kendileriyle bir müddet için anlaşabilirim: Bu müddet zarfında ben İslâm´ı tebliğe davet ederim, İslâm iyice yerleşir ve kabul edilmiş olursa, onlar dahî diledikleri takdirde diğer insanlar gibi İslâm´ı kabul ederler. Aksi halde İslâm´ın istikbâli ile ilgili işlere karışmamış ve zarar görmemiş olurlar. Eğer bana bir müddet tanımazlar ve mutlak suretle karşı koyup engel olmaya kalkışırlarsa; ben de kanımın son damlasına kadar onlarla çarpışırım: Yâ bu uğurda şehîd olurum, yahut da Allah enirini infaz eder!"

Bedîl: "Senin bu söylediklerini gider Kureyş´e tebliğ ederim" dedi ve gidip Kureyş´e: "Biz Muhammed´in yanından geliyoruz. O, bazı şeyler söyledi. Eğer onları size arz etmemi istiyorsanız arzederim" dedi. Ku-reyş´in akılsızlarından bazıları: "Bize Muhammed´den hiç birşey anlatmanı istemiyoruz!" dediler. Bâzı akıllıları ise: "Onun ne dediğini bize arz et!" dediler. Bedîl de kendilerine Hz. Peygamberin söyledikleri ni nakletti. Bu sırada Urve bin Mes´ûd ayağa kalkıp dedi ki: "Ey kavmim, siz ata değilmisiniz? Siz evlâd değil misiniz?" diye ayrı ayrı sordu. Her defasında da Kureyş: "Evet" karşılığını verdi. Urve: "Beni herhangi bir şekilde itham edebilir´ misiniz? dedi. Kureyş: "Hayır" karşılığını verdi. Urve: "Bilmez misin ki, Ukazhlar bana karşı haksızlık ve saygısızlık ettikleri zaman, çoluk çocuğumu alarak oradan uzaklaş tım ve size geldim. Bana itaat edenleri de beraberimde getirdim!" Kureyş: "Evet" dedi. Urve: "Şimdi bu adam size, doğru ve iyi bir teklifte bulunuyor. Siz bu teklifi kabul ediniz ve bırakınız ben gidip kendisiyle konuşayım!" dedi. Kureyş de kendisine: "Peki git, konuş" dedi. Bunun üzerine Urve derhal yola çıkıp Peygamber (s.a.v.)´e geldi ve O´nunla konuşmaya başladı. Peygamberimiz de kendisine, daha evvel Bedil´e söylediklerinin aynısını söyledi. Bu sırada Urve: "Ey Muhammed, eğer sen kavminle savaşa tutuşup onların kökünü kazırsan, hiç duydun mu ki senden evvel Araplardan biri çıkmış da kavminin kökünü kazımış? Hiç bu olur mu? Eğer tersine olursa, yâni onlar sana gelebe çalacak olursa; netice ne olacak? Ben şu anda senin yanındaki adamları da zaten böyle bir çatışma anında soluğu kaçmakta alacak kişiler olarak görüyorum. Bu takdirde yapayalnız kalacaksın." dedi.

Urve´nin bu sözlerini dikkatle dinlemekte olan Ebû Bekir, derhal ona karşılık verdi ve: "Ey Urve! Sen tapınmakta olduğun putunun bıdrmı yala! Sen bizleri kaçacak ve Peygamber´i yanlız bırakacak kimseler mi sandın!" diye haykırdı. Onun bu sözlerine muhatab olan Urve: "Bu kim?" demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz de: "Bu, Ebû Bekir´dir" dedi. Urve de: Eğer vaktiyle senden gördüğüm bir iyilik olmasaydı, şimdi sana nasıl cevap verdiğimi görürdün!" diye konuştu ve yine Hz. Peygamber ile konuşmaya başladı. Konuşmasını yaparken Peygamberimizin sakalından tutmaya başladı. Mugîre bin Şu´be ise elinde kılıcı ve başında mihferi ile Peygamberimizin başucunda beklemekte idi. Urve elini yine Hz. Peygamberin sakalına uzatınca, Mugîra elindeki kılıcın kabzası ile onun eline vurdu ve kendisine hitaben: "Ey Urve, elini Peygamberin sakalından çek!" dedi. Urve başım yukarı kaldırıp: "Bu kim?" diye sordu. Dediler ki: "Bu Mugîre bin Şûbe´dir." Bunun üzerine Urve: "Ey haddini bozan vefasız adam, senin vefasızlığının yükünü ben çekmedim mi?" diyerek Mugîre´yi azarlamak istedi. Bunun sebebi ise şuydu: Mugîre, vaktiyle câhiliye devrinde bir topluluğa arkadaşlık etmiş, sonra onları öldürmüş, mallarını da alarak gelip müslüman olmuştu. Bu durumda Peygamber Efendimiz de: "Ey Mugîra: Senin gelip müslüman olmana hiçbir diyeceğim yoktur! Fakat öldürdüğün adamların malları hakkında hiçbir mes´ûliyet kabul edemem" buyurmuştur.

Sonra Urve, Peygamberimizin ashabını süzmeye başladı. Gördü ki, ashabın Hz. Peygamber´e olan hürmeti ve itaati, görülmemiş derecede kuvvetli ve şiddetlidir. Her emir ve işaretini derhal yerine getirmekteler, her bir sözünü tam bir sessizlik ve dikkatle dinlemekte-ler. Hz. Peygamber´e olan saygının büyüklüğünden, başlarını kaldırıp da O´na bakamamaktadırlar. Bu durumu da böylece tesbît eden Urve bin Mes´ûd Kureyş´e döndüğü zaman dedi ki: "Ey kavmim, vallahi ben vaktiyle bâzı hükümdarlara elçi olarak gittim. Iran Şah´ma, Rum Kayser´ine ve Yemen Necâşfsine de gidip gördüm. Vallahi Muhamme-d´in ashabının kendisice olan saygısı kadar kendisine saygı gösterilen bir hükümdarı şimdiye kadar görmüş değilim! Ve Muhammed´in size olan teklifi, gayet yerinde ve doğru bir tekliftir, bunu kabul etmenizi tavsiye ederim!"

Bu sırada Kinâne kabilesinden bir adamın: "Bana yetki veriniz, gidip kendisiyle görüşeyim" dediği duyuldu. Kureyş de hadi git de konuş dedi. Bunun üzerine yola çıkan Kinâne´li adam, müslümanlara

yaklaştığı zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurdular:

"Şu gelen Kinâne´den bir adamdır ve Kabe´ye adanan kurbanlıkla rı çok seven bir kabiledendir. Bu itibârla üzerleri işaretlenmiş kurbanlık hayvanlarımızı onun Önüne sürün de, durumu gözleriyle görsün!"

Ashâb, bu emr-i nebevi gereğince kurbanlık hayvanları derhal ona doğru sürdüler ve "Lebbeyk Allahümme lebbeyk!" diyerek telbiye okumaya başladılar. Bunu gören Kinâne´li adam: "Sübhânellah! Bu adamlar Umre için gelmiş kurbanlıklarını da işaretlemiş durumdalar! Böyle bir topluluk Kabe´yi ziyaretten menedilemez!" demiş ve bu müsbet intiba ile Kureyş´e dünmüştür ve demiştir ki: "Adamlar umre için gelmişler, kurbanlıklarının kilâdesini asıp işaretlerini de yapmış lar. Kendilerini Beytüllah´ı ziyaretten menetmek doğru olmaz." Bunun üzerine Kureyş´den Mikraz bin Hafs adındaki adam ayağa kalkıp: "Bana izin verirseniz gidip onlarla görüşeyim!" demiştir. Kureyş de kendisine izin vermiştir. Müslümanlara yaklaştığı zaman Peygamberi miz: "Bu gelen de Mikraz bin Hafs´tır. Hileci ve fâsık bir adamdır, kendisine dikkat edelim" buyurmuştur. Mikraz, Peygamberimizle konuşmaya devam ederken Süheyl bin Acar´ın dahî gelmekte olduğunu gördü. Bunun üzerine Süheyl´in adının güzelliği ile tefe´ül buyuran Peygamber (s.a.v.):

"Ashabım, işte Süheyl göründü, işiniz de kolaylaştı, demektir" buyurdu."

Muammer Zührî´nin bu konuda şöyle dediğini nakleder: "Süheyl bin Amr gelip "Kağıt kalem getiriniz, aramızda bir anlaşma yapıp yazıya alalım!" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kâtip talebinde bulundu. Ali, bu kâtiplik görevini üstlendi. Peygamberimiz Ali´ye: "Ey Ali önce Bismillahirrahmânirrahîm yaz!" diye emretti. Süheyl buna itiraz etti ve: "Bu sizin Besmele´nizde bir de Rahman adı geçmektedir. Ben Rahman´m ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde yazmanızı kabul edemem. Ancak bizim Besmele´mi z olan BÎSMÎKE ALLAHÜMME (Ey Allah´ım ancak senin adınla)" diyerek yazabilirsi niz" dedi. Müslümanlar da Süheyl´e itiraz edip: "Vallahi biz, ancak "Bismillahirrahmânirrahîm = Ey Rahman ve Rahîm olan Allah´ımız, ancak Senin adınla!" diyerek kendi Besmele´mizin yazılmasını kabul ederiz!" diyerek bağırdılar. Peygamber Efendimiz ise Ali´ye "Süheyl´in dediği gibi yaz!" diyerek emretti. Ali de yazdı. Sonra: "Ey Ali, "Bu, Allah´ın Resûlu Muhammed´in üzerine imza koyduğu hükmüdür" diyerek yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz edip: "Vallahi bizler, senin Allah´ın resulü olduğunu kabul etmiş olsaydık, seninle böyle bir andlaşma yapmamıza zâten lüzum kalmazdı. Ancak: "Abdullah´ın oğlu Muhammed´in hükmüdür" diyerek yazabilirsiniz" dedi. Peygamber Efendimiz de: "Vallahi sizler her ne kadar yalanlarsanız da, Ben Allah´ın Resulüyüm! Fakat senin dediğin gibi de yazabiliriz. Ey Ali,

haydi onun dediği gibi: "Abdullah´ın oğlu Muhammed" diye yaz!" buyurdu.

Zührî der ki:,"îşte Peygamber Efendimiz´in: "Vallahi onlar bana, içinde Allah´ın şiarlarına hürmet edilecek herhangi bir yer isteseler, bunu onlara vermekte hiç bir tereddüt göstermem!" buyurması, burada böylece kendisini göstermiş oluyordu ve yine, onların elçisinin istediği gibi yazılıyordu."

Peygamberimiz bundan sonra: "Ey Süheyl, Beytullah ile bizim aramıza girmeyeceksin, Umre için tavafımıza engel olmayacaksın! Andlaşmamızm birinci maddesi budur" buyurdu. Süheyl şu karşılığı verdi: "Bu taktirde Araplar bizim zayıflığımıza hükmederler. Ancak, gelecek sene gelip Umre´nizi yapabilirsiniz." Peygamberimizin de bunu kabul etmesiyle, birinci madde bu şekilde iki taraf arasında kabul edilmiş oldu, İkinci madde üzerinde Süheyl: "Ve sana müslüman olarak içimizden ayrılıp sığman olursa, onları bize iade edeceksin" dedi. Müslümanlar bunu hayretle karşılayıp: "Müslüman olarak bize gelen birisi, müşriklerde nasıl iade edilebilir?" diyerek red ettiler. Tam bu sırada Süheyl bin Amr´in oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirler sebebiyle ağır ağır yürüyerek geldi ve müslümanlara sığındı. Derhal Süheyl: "İşte ey Muhammed, yaptığın andlaşmaya riâyet ederek uygu layacağın ilk şey! Onu derhal bize iade etmelisin!" dedi. Peygamberimiz: "Ey Süheyl, bu hususta henüz andlaşmaya varmış değiliz!" buyurdu. Süheyl ise diretip: "Vallahi siz bunu kabul etmezseniz, ben de sizinle bir andlaşma yapmam!" diyerek bağırdı. Peygamberimiz: "Bu adamcağızı bana bağışlayınız!" dedi. Süheyl, "Asîâ onu sana bağışlayacak değilim" dedi. Peygamberimiz: "Bağışlarsın, haydi dediğimi yap! dedi. Bu sırada söze karışan Mikraz: "Niçin olmasın, onu size bağışlarız" dedi. Derken Ebû Cendel´in şöyle feryâd ettiği duyuldu: "Ey müslümanlar topluluğu, ben size müslüman olarak gelip sığınmışken beni müşriklere nasıl iade edersiniz? Benim müşriklerin elinden neler çektiğimi görmüyor musunuz?"

Gerçekten Ebû Cendel, müşriklerden çok çekmiş, îslâm uğrunda nice çile ve işkencelere katlanmış idi. O gün onu müşriklere iade etmeye, müslümanlardan hiç birinin yüreği razı olmazdı. Nitekim bunu, daha önce müslümanlar da dile getirmişlerdi. Fakat, sıradan bir-müslümanm sırrına nüfûs edemiyeceği kadar mesele büyük ve derin idi. Nitekim bu mevzuda koskoca Hz. Ömer bile bocalamıştı. Nitekim kendisi bu durumu şöyle anlatır:

"Ben, Peygamber (s.a.v.)´e gidip: "Sen, hak olarak Allah´ın elçisi değil misin?" dedim. O da bana: "Evet" dedi. Ben kendisine: "Bizler de müslümanlar olarak hak üzere bulunup, düşmanımız olan müşrikler ise bâtıl üzere değiller midir?" dedim. O da bana: "Evet" dedi. Bunun üzerine ben: "Madem öyle, o halde niçin dînimizde bizleri alçaltan bir ta´vîzi vermeye yanaşıyoruz?" dedim. Resûlüllah da bana cevâbında:

"Ben Allah´ın Resülü´yüm! Allah´a isyan edemem ve O benim yardımcım´dır!" buyurdular. Ben yine kendimi alamayıp: "Yâ Resûlallah, Sen bizlere Kabe´ye varıp tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" dedim. Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ömer. Fakat "bu sene" diye size zaman tayîn ettim mi?" buyurdu. Ben de: "Hayır yâ Resûlallah, zaman tayîn etmediniz" dedim. Peygamberimiz: "Ben sizlere yine söylüyorum, Kabe´ye varıp onu tavaf edeceksiniz!" buyurdular. Bunun üzerine ben, Ebû Bekir´in yanına gittim, Peygamberi mi z´e söyleyip sorduğum şeyleri, aynen ona da söyleyip teker teker sordum. Ondan da, aynen Peygamberimiz´den aldığım cevapları aldım. O da sözünü: "Peygamberimiz bizlere, bu sene tavaf edeceksiniz şeklinde söylemedi. O halde, aynen Peygamberimizin haber verdikleri gibi, Kabe´ye varacağız ve onu tavaf edeceğiz! Bunda hiç şüphen olmasın ey Ömer!" diyerek tamamladı. [91]

İmam-ı Zührî der ki: Ömer bu hususta demiştir ki: "Ben, bu olaydan sonra çok korktum ve üzüldüm. Bu söylediklerime keffâret olsun diye, pek çok amellerde bulundum."

Peygamberimiz (s.a.v.), andlaşmanm yazılıp imzalanması bitirildikten sonra ashabına hitaben buyurdular ki: "Ashabım, haydi kalkınız kurbanlıklarınızı burada kesiniz, sonra tıraş olarak ihramdan çıkınız!"

Fakat ne kadar şaşılacak bir şeydir ki, ashaptan hiç biri kalkıp da Peygamber´in kendilerine olan bu emrini, yerine getirmedi. Nihayet Peygamber Efendimiz bu emrini üç defa tekrarlamak zorunda kaldı. Fakat üçüncü defa emrini tekrarladıktan sonra dahî, ashâbtan hiç biri kalkıp da kurbanlığını kesmedi. Tıraşını olup da ihramından çıkmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz çok üzülmüş bîr vaziyette, içinde Ümmü Seleme vâlidemiz´in bulunduğu çadırına girdi. İnsanların bu şaşılacak hâlini orada Ümmü Seleme´ye anlattı. Ümmü Seleme Validemiz de kendilerine şu tavsiyede bulundu: "Ey Allah´ın Resulü, Sen çadırından çık, hiç kimseye bir şey söylemeden kendi kurbanını kes, berberini çağır ve tıraşını olarak ihramdan çık! Mes´ele bu şekilde halledilmiş olacaktır."

Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme´nin kendisine söylediği gibi, çadırından çıkıp kimseyle bir tek şey konuşmadan hedy kurbanını kesti, berberim çağırarak tıraş oldu ve böylece Umre´sinin ihramından çıkmış oldu. Peygamber Efendimizin böyle yaptığını gözleriyle görmüş bulunan ashâb-ı kiram da, hemen kalkıp hedy kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş ederek ihramdan çıktılar. Daha önce bu hususta ağır davranan ashâb, şimdi bunu ifâ ederken o kadar acele ediyorlar ve o kadar üzüntülü görünüyorlardı ki, neredeyse birbirini çiğneyeceklerdi." [92]

Bir müddet sonra mü´mine kadınlar geldiler. Yüce Allah onlar hakkında şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

, "Ey mü´minler! mü´min kadınlar göç ederek size geldiği zaman, onları imtihan ediniz. Allah onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer onların gerçekten inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyiniz. Ne bu kadınlar o kâfirlere helâldir, ne de onlar bunlara helâldir. Onların kâfir kocalarının bunlara sarfettikleri mehirlerini onlara veriniz. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz taktirde, bu kadınlar la sizin evlenmenizde bir günâh yoktur. Kâfir kadınların ismetlerini, (nikâh veya akrabalık bağlarını) tutmayınız ve kâfirlere katılan kadınlara harcadığınız mehirleri isteyiniz. Onlar da size katılan mü´min kadınlara harcadıkları mehirleri sizden istesinler. Bu, Allah´ın hükmüdür. Allah bilendir, hikmet sahibidir."[93]

Bu nazil olan âyetteki Allah´ın hükmü gereğince yapılan imtihan neticesinde, Ömer (r.a.),- vaktiyle şirk zamanında nikahladığı iki hanımını boşadı. Bunlardan birini Ebû Süfyân oğlu Muaz [94]diğerini de Ümeyye oğlu SafVân nikahladı. Sonra Peygamber (s.a.v.) Medine´ye döndü. Bu sırada Kureyş´ten müslüman olan Ebu Basîr adındaki adamın kaçarak Medine´ye gelip Peygamber´e sığındığı görüldü. Kureyş de kendisini yakalamak için peşinden iki adam göndermişti. Bu iki Kureyş´li Medine´ye gelip, andlaşma gereğince Ebû Basir´in kendilerine teslim edilmesini istediler. Peygamber Efendimiz de teslim etti. Mekke´ye dönerlerken Zü´l-Huleyfe´ye vardıkları sırada develerinden inip hurma yemeğe başladılar. Ebû Basir, yanındaki iki adamdan birine:

- "Kılıcın ne kadar da güzelmiş!" dedi. Adam:

- "Evet" dedi, ben bu kılıcı savaşlarda çok tecrübe ettim. Ebû Basir:

- "Bakmama müsâde eder misiniz?" dedi. Adam da kılıcını ona verdi. Bunu fırsat bilen Ebû Basir, bir vuruşta adamın kellesini yere düşürdü. Diğer Kureyşli de bu sırada kaçmayı başardı. Medine´ye geri gelip doğruca Peygamber´e gitti. Yaklaşırken kendisini gören Peygamberimiz:

- "Bu adam muhakkak korkunç birşeyle karşılaşmış" buyurdu. Adam geldi ve:

- "Arkadaşım öldürüldü, ben de öldürülmekten kıl payı kurtuldum, dedi. Derken Ebû Basir de çıka geldi. Dedi ki:

- "Ey Allah´ın Resulü, sen vallahi andlaşmana uyarak ahdini yerine getirdin. Beni onlara teslim ettin. Allah da bana yardım ederek fırsat verdi, ben de düşmanımı öldürerek kurtuldum!" dedi. Peygamberimiz bunun üzerine:

- "Hayret! Bu, harb ateşinin yeniden tutuşmasına sebeb olabilir!" buyurdu.

Peygamberimiz´in bu sözünden kendisini tekrar Kureyş´e iade edeceğini sezen Ebû Basir, soluğu kaçmakta aldı. Medine´den ayrılarak Seyfü´l-Bahr´a gitti. Süheyl´in oğlu Ebû Cendel de bir fırsatını bularak Mekke´den kaçtı ve Seyfü´l-Bahr´a giderek Ebû Basir ile birleşti. Kureyş´ten her kim müslümanhğı kabul etse, soluğu Ebû Basir´in yanında alıyordu. Derken buradaki müslümanlar bir topluluk hâline geldiler.

Kureyş´in Şam´a sevkettiği kervanları haber alır almaz, kervanın önünü kesiyor, bâzılarını öldürüyor, mallarını da ele geçiriyorlardı. Kureyş, böylece kendilerinden iyice rahatsız ve şikayetçi idi. Nihayet Peygamber´e adamlar gönderip "Allah aşkına ve aradaki akrabalık hürmetine" diyerek onları oradan aldırmasını istirham ettiler ve kendilerine ilişilmezlik hakkı tanıdılar. Peygamberimiz de adamlar gönderip onları oradan aldırdı. Bu olay üzerine de şu âyet-i kerimeler nazil oldu:

"Mekke vadisinde onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken Allah´tır! Allah, yaptıklarınızı görmektedir."

"Onlar öyle kimselerdir ki, inkâr ettiler, sizi mescid-i harâm´ı ziyaretten ve bekletilen kurbanlıkları yerlerine varmaktan alıkoydular. Eğer orada, kendilerini tanıyamayacağınız için tepeliyeceğiniz ve bilmiyerek tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden bir belâya uğrayacağınız inanmış ve masum bazı erkekler ve kadınlar olmasaydı; (Allah sizin onlarla savaşmanıza engel olmazdı. Allah böyle yaptı) ki, dilediği kulları rahmetine kavuştursun! Eğer inananlar ile inanmayanlar birbirlerinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan inkar edenleri acı bir azaba çarptmrdık."

"O zaman inkâr edenler, kalblerine kızgınlık ve gayreti, o câhiliye çağının kızgınlık ve gayretini koymuşlardı. Allah da Elçisi´ne ve mü´minlere huzur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir." [95]

İlgili ayet-i kerime´de işaret olunan "câhiliye çağının kızgınlık ve gayreti" Peygamber (s.a.v.)´in peygamberliğini ikrar etmemeleri ve sırf câhiliye taassubu ile Besmele´nin "Bismillahirrâhmanirrahim" şeklinde yazılmasına karşı çıkmaları idi. Aynı zamanda müslümanlarm sırf islâmi bir ibâdet olarak Umre´yi yapmalarına mâni olmaları idi."

Ahmed, Nesâî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Abdullah bin MugaffeVden şöyle naklederler: Biz, Kur´ân´da da zikri geçen ve altında "Rıdvan Biati" alınan ağacın gövdesinin yanında idik. [96]Bu ağacın dalları, Peygamber (s.a.v.)´in sırtına sarkıyordu. Andlaşmayı yazacak olan Ali bin Ebû Tâlib ile Süheyl bin Amr de Resûlüllah´ın önünde idiler. Peygamber (s.a.v.) Ali´ye:

- "Bismillahirrâhmanirrahim" diye yaz!" buyurdu. Süheyl derhal Ali´nin elini tuttu ve:

- "Bu şekilde Besmele yazamazsın! Biz Kureyşliler olarak Rahman ve Rahîm ne demektir bilmeyiz. Bildiğimiz şekliyle yazabilirsin" dedi. Peygamberimiz de:

- "Peki, Bismikallahümme şeklinde yaz!" buyurdu. Ali de yazdı. Sonra Peygamberimiz: "Bu, Allah´ın Resulü Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır" diye yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz etti, Ali´nin elini tuttu ve:

- "Sen gerçekten Allah´ın Resulü isen, bu takdirde biz sana zulmetmiş oluruz. Bizim an dlaş m al arımız da adet olan şekliyle yazabilirsin!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine Ali´ye hitaben:

- "Bu Abdullahoğlu Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır" diye yazmasını emretti. Tam bu sırada üzeri silahlı otuz kadar genç çıkageldi. Üzerimize hücum ettiler. Derhal Resûlüllah Efendimiz, onların kulaklarının sağır -gözlerinin de kör- olması için duâ ettiler. Bizler de yerimizden sıçrayıp onları yakalayıp getirdik. Peygamberimiz kendilerine: "Buraya gelmeniz için herhangi bir kimseden bir sözleşme veya emân aldınız mı?" diye sordu. Onlarda:

- "Hayır hiç bir kimseden izin almadık" dediler. Peygamberimiz de kendilerini serbest bıraktı. (Bu olay üzerine de yukarıda mealleri yazılmış bulunan âyetler nazil oldu.)

Müslim Câbir´den rivayet eder. O demiştir ki: "Hudeybiye´ye varıldığında Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Şu Seniyetü´l-Mürâr´a kim çıkacak olursa, ondan vaktiyle îsrâil Oğullarından affedildiği kadar günah ve hatâlar affolunur!" Bu nebevi ferman üzerine o gözetleme tepesine ilk çıkanlar Hazreç´in atlıları oldu. Sonra herkes sür´atle o tepeye koştu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Hepiniz Allah´ın mağfiretine nail oldunuz! Ancak şu kırmızı deve sahibi hariç" buyurdular. Ashâb, o kırmızı deve sahibine dediler ki: "Haydi gel de Peygamber (s.a.v.) senin için Allah´tan mağfiret isteyiversin!" O adam da, şu karşılığı verdi: "Vallahi, benim kaybolan devemi bulmak, arkadaşınız Muhammed´in bana istiğfar edivermesinden benim için daha sevimlidir!" O böyle dedi ve kaybolan devesini aramakla meşgul oldu."

(Ebû Nuaym´in el-Vâkidî´den sevkettiğİ bir rivayette, bu kırmızı deve sahibinin, Damura Oğullarından bir bedevî olduğu, Resûlüllah´ın askerine dâhil olmadığı, o sırada kaybolan devesini aramak için askerin içine sokulduğu, devesini aramak maksadiyle Sürâvi´ dağına kadar gittiği, orda tehlikeli bir noktada sağı solu gözlerken dengesini kaybederek aşağıya düşüp parçalandığı, cesedinin yırtıcı hayvanlar tarafından yenildiği şeklinde fazladan bilgiler vardır.)

Ebû Nuaym Ebû Saîd el-HudrVden rivayet eder, O şöyle der: "Hudeybiye yılı biz, Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte çıktık. Usfân denilen yere vardığımızda gece yürüyüşüne devam ettik. Nihayet geçilmesi zor bir tepeye geldik. Ebû Cehil karpuzu denilen bitkisi bol ve çetin bir tepe idi burası. Bu yüzden Peygamber Efendimiz: "Burada karşılaştığınız bu zorluk, Benî Isrâîi´in karşılaştığı ve girmekte, zorluk çekerek imtihan verdiği kapuya benzer. Burada bu zorluğu yenerek tepeyi aşanlara, muhakkak Allah´ın mağfireti vardır" buyurdular. Hamdolsun selâmetle tepeyi aştık. Sabah da olmak üzere idi. Sonra binitlerimizden inerek mola verdik. Ben Hz. Peygamber´e yaklaşarak: "Ey Allah´ın Resulü, Kureyş ateşimizi görürse, bizim için tehlikeli olmaz mı?" dedim. Peygamberimiz de: "Asla onlar sizi goremiyecek!" buyurdu. Sabah olunca Efendimiz bize sabah namazını kıldırdı? Sonra şöyle buyurdu:

"Varlığım elinde olan Allah´a yemin ederim ki, bu gece kafilemizde bulunanların hepsi Allah´ın mağfiretine nail oldular! Ancak bir adamcağız müstesna!"

Kafilemizin adamları, o adamcağızın kim olduğuna baktıklarında kafilemizden olmayan bir yabancı bulunduğunu görüp anladılar. Baktık, kaybolan devesini aramak için yakınımıza kadar gelmiş bir ârabî idi. Sonra Peygamber Efendimiz, "Yakında öyle bahtiyar müslümanlar gelecektir ki, onların amellerinin çokluğuna bakarak, kendi amellerinizi azımsarsımz" buyurdular. Biz de: "Ey Allah´ın Resulü, Onlar Kureyşten midir?" dedik Resûlüllah Efendimiz ise: "Hayır onlar Kureyşten değil Yemendendir; kalbleri sizden daha yufka ve daha yumuşak olan kimselerdir" buyurdu. Biz yine: "Ey Allah´ın Resulü, bu müslümanlar bizden daha mı hayırlı olacaklar?" diye sorduk. Bizim bu sorumuz üzerine de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

"Eğer bir kimsenin altından bir dağı olsa ve bütün bu altını Allah yolunda harcasa, sizden birinizin bir müd veya onun yarısı kadarı ile (bir kısımlık) yaptığı hayır ve sadakanın sevabına bile yetişemez! Haberiniz olsun ki, bizimle diğer müslümanların arasındaki farkı, yâni bizim büyük özelliğimizi beyân eden, Allah´ın şu âyetidir:

"Neden sizler Allah yolunda harcamıyacaksınız ki? Göklerin ve yerin mîrâsı zâten Allah´ındır. Elbette içinizden Mekke´nin fethinden Önce Allah yolunda harcayan ve savaşanlar, ötekilerle bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine en güzel sonucu va´detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır." [97]

Ebû Nuaym, îbn-i Abbâs´ın şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Hudeybiye´ye indiği zaman, sıcak çok şiddetli idi. Asker de kalabalık idi. Kuyuda ise bir damla su kalmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz biraz su getirilmesini istedi. Getirilen kuyuya âit bu kova içinde abdest aldı. Mazmaza yapıp ağzındaki suyu da âit bu kovanın içine bıraktı. Sonra kovadaki suyu kuyuya döktü. Derken kuyunun suyu yükseldi. Ashâb kuyunun etrafında idiler. Kuyunun suyunun coştuğunu görünce, su kablarım getirip, bol bol su aldılar."

Ebû Nuaym el-Vâkidî´den nakleder. O şöyle der: "Naciye bin A´cüm derdi ki: "Hudeybiye´de suyun yokluğundan şikâyet edildiği zaman Peygamber (s.a.v.) beni çağırdı ve "Şu oku al!" diyerek okdanlığından çıkardığı oku bana verdi. Sonra bir kova istedi ve bu kovanın içinde abdest aldı. Ağzında mazmaza yaptığı suyu da bunun içine boşalttı. Sonra bana hitaben: "Haydi kuyuya in, elindeki oku kuyunun zeminine sapla, bu kovayı da oraya boşalt ve çek!" buyurdu. Ben de kuyuya indim ve O´nun buyurduğunu aynen yerine getirdim. Allah´a yemin ederim ki, kuyunun suyu derhal öylesine coştu ki, çıkarken peşimden beni suya garkedecek diye endişe ettim. Su, adetâ tencerenin kaynaması gibi kaynıyordu. Nihayet su yükselip kuyunun ağzına kadar doldu. Etrafımda bekleşmekte olan Ashâb, koşarak kaplarını getirdiler, hepsi bol bol su aldılar. Kendilerinin ve hayvanlarının bütün su ihtiyacını karşıladılar."

Bu sırada, kuyunun yakınında münafıklardan da bâzıları vardı. Bu mucizeyi onlarda gözleriyle gördüler. Suyun coşarak yükselişine bakmakta olan Abdullah bin Ubeyye hitaben Evs bin Havlı dedi ki: "Ey Ebu´l-Habbâb, üzerinde bulunduğun şey hakkında basiret sahibi olmanın zamanı, hâlâ gelmedi mi? Gözlerinle gördüğün şu mucizeden sonra, daha neyi görmek istersin? Senin de bildiğin ve gördüğün gibi, buraya geldiğimizde kuyunun suyunu çektim, bir içimlik dahî su kalmamıştı. Peygamber Efendimiz kovada abdestini alıp bu suyu kuyuya döktürmesi ile, kuyunun suyunun coşup hızla yükseldiğini hepimiz gördük. Buna rağmen, hâlâ basiret ehlî olmayacak mısın?"

Abdullah bin Übeyy, Evs bin Havlî´nin bu sözlerine karşılık: "Biz, bu gibi şeyleri daha önce de gördük" (?) demekle yetindi. Aldığı cevap karşısında hayretler içinde kalan Evs bin Havlı: "Allah, senin de, senin sakat düşüncenin de cezasını versin!" demekten kendisini alamadı. Abdullah Bin Übeyy, derhal oradan ayrılarak Hz. Peygamber´in yanma gitti. Peygamberimiz de kendisine: "Bugün, şu gördüğün mucize karşısında ne dersin?" buyurdu. Abdullah: "Böyle bir şeyi şimdiye kadar hiç görmemiştim!" dedi. Peygamberimiz de: "O halde demin o söylediklerini niçin söyledin?" buyurdu. Abdullah: "O söylediklerim için Allah´tan mağfiret dilerim!" karşılığını verdi. Bu baş münafığın oğlu Peygamberimiz´e: "Ey Allah´ın Resulü, babam için istiğfar ediver de Allah onu affetsin!" dedi. Peygamberimiz de onun için istiğfarda bulundu. "([98]

Buhari Câbir´in şöyle dediğini rivayet eder: "Hudeybiye´de insanlar susadı. Resûlullah Efendimiz önündeki su kovasından abdest aldıktan sonra insanlara dönüp: "Neyiniz var?" diye sordu. İnsanlar da: "Sizin önünüzdeki su kovasında bulunan sudan başka abdest almak ve içmek için hiç su yoktur" dediler Bunun üzerine Peygamberimiz elini, önündeki su kovasına soktu, parmakları arasından çeşme gibi su akmaya başladı. Biz bu sudan hem içtik, hem de abdest aldık."

Bu hususta Câbir´e denildi ki: "Siz o gün orda kaç kişi idiniz?" Câbir de onlara şu karşılığı verdi: "Eğer biz orda yüz bin kişi bile olsaydık, o su bize yine kâfi gelecekti. Fakat biz o gün orda bin beş yüz kişi idik." [99]

(Câbir´den çeşitli tarîklerle bu şekilde rivayet edilmiştir. Beyhakî ve başkaları ise, paygamber efendimizin mübarek parmakları arasından su akması mucizesinin birkaç kere vukua geldiğini naklederler, az ileride bu hususta bir bölüm gelecektir.)

Müslim, Seleme bin el-Ekva´dan nakleder. O şöyle der: "Biz, bir gazvede Resûllüllah ile birlikte idik. Bir ara şiddetli bir şekilde yiyecek sıkıntısı çektik. Hattâ binit develerimizden bâzılarını kesmek istedik. Peygamber (s.a.v.) ise, bizlere yiyecek olarak bütün bulunanları bir yere toplamamızı emretti. Biz de bir yaygı serdik ve bu yaygının üzerine neyimiz varsa getirip koyduk. Ben, toplanan yiyeceklerin yekûnunun miktarını tahmin etmek için yaygıyı toprarlayıp kaldırdım. Hepsi, bir oğlağı doyuracak kadardı. Biz ise, bin dörtyüz kişi idik. Hepimiz bu yaygı üzerindeki yiyecekten yedik ve doyduk. Sonra kablanmızr yiyecek ile doldurduk. Sonra Resûllüllah Efendimiz: "Abdest almaya su var mır**r?" buyurdu. Birisi, içinde çok az su bulunan su kabını getirdi ve bir tasın içine döktü. Hepimiz bu sudan abdestimizi aldık. Biz yine bin dörtyüz kişi idik." [100]

îbn-i Sa´d, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhakî ve Ebu Nuaym Ebu Artırandan rivayet ederler. O şöyle der: "Biz bir gavzede Peygamber (s.a.v.) ile birlikte idik. İnsanlar aç kaldılar. Bâzı binit develerinin kesilmesi için Peygamber Efendimiz´den izin istediler. Ömer ortaya atılıp: "Yâ Resûlellah, bugün bu şekilde karnımızı doyurduk diyelim! Peki yarın düşmanla hem aç, hem de yaya bir şekilde karşılaştığımızda hâlimiz nice olur?" dedi ve ilâve etti: "Ey Allah´ın Resulü, eğer dilerseniz insanların arta kalan yiyeceklerini bir yaygı üzerinde toplamalarını emrediniz, sonra bunun bereketlenmesi için dua buyurunuz, Allah´ın bizi duanız bereketiyle gayemize erdireceğini ümîd ederiz!"

Bunun üzerine Peygamberimiz, bir yaygı yazılıp üzerine bütün arta kalan yiyeceklerin getirilip birleştirilmesini emretti. Az veya çok herkes nesi varsa getirip döktü. Bütün arta kalan yiyecekler yaygı üzerinde birleştirildi. Sonra Peygamberimiz bir müddet dua buyurdular. Sonra askere: "Herkes kabını getirsin, elleriyle yaygıdan alarak kabını doldursun!" diye ilân etti. Kabını bu yaygı üzerindeki yiyecekten doldurmayan kalmadı. En sonunda yaygının üzerinde bir o kadar daha yiyecek kaldı. Bunu gören Peygamber (s.a.v.), büyük bir sevinç duydular ve şöyle buyurdular:

"Ben şehâdet ederim ki Allah´tan başka bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki ben Allah´ın Rasulüyüm! Her kim, Allah´tan başka ilah olmadığına ve Muhammed´in de Allah´ın Resulü olduğuna şehâdet eder olduğu halde Allah´a kavuşacak olursa; muhakkak cehennemden halâs olur!"

Beyhâki Urve´den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (s.a.v.), Hudeybiye´ye indiği zaman Osman bin Affân´ı Kureyşe elçi olarak gönderdi ve ona şu emri verdi: "Onlara, bizim savaşmak için değil, sâdece Umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda kendilerini islâm´a da davet et!"

Peygamberimiz ayrıca Osman´a, Mekke´deki kadın ve erkek mü´minleri ziyaret edip görmesini ve fethin yakın olduğunu müjdeleme sini, çok yakın bir zamanda Allah´ın dînini gâlib kılarak Mekke´de hiçbir kimsenin îmânını gizlemeye mahal kalmıyacağını haber vermesini de söyledi. Osman, bu emirle Mekke´ye gitti. Orada Kureyş´i görüp elçiliğini tebliğ etti. Kureyş ise kabul etmedi ve harbe hazırlandı. Peygamberimiz de bunun üzerine ashabından bîat aldı ve birisi şu nidayı yaptı: "Herkes duysun! Peygamber´e bîat edilmesi üzerine Cebrail (a.s.) (ilâhi emirle) inmiştir. Bunun üzerine müslümanlar, ebediyen Peygamberi yalnız bırakmıyacaklarına daîr biat ettiler. Bu suretle Allah, müşriklerin kalblerine büyük bir korku saldı. Müslümanlardan rehin aldıklarını serbest bıraktılar ve Hz. Peygamberden sulh andlaşması yapılmasını istediler.

Bu sırada müslümanlar, Osman bin Affân´m Mekke´de Kabe´yi ziyaret şerefine nail olduğu hakkında konuştular. Resûlüllah Efendimiz onların bu sözüne karşılık: "Biz burada mahsur kalmışken> Osman´ın tek başına Kabe´yi ziyaret edeceğini zannetmiyorum!" buyurdu. Derken Osman çıkageldi. Müslümanlar kendisine Kabe´yi tavaf ettin mi?" diye sordular. Osman şu karşılığı verdi: "Ne kötü zanda bulunuyorsunuz! Allah´a yemin ederim ki, Resûlüllah Hudeybiye´de mahsur kalmışken, ben Mekke´de bir sene kalsam dahî tek başıma tavaf etmeyi asla düşünmezdim! Aslında Kureyş bana, Kâbeyi tavaf etmemi teklîf bile etti. Fakat ben kabul etmedim!" Müslümanlar da bunun üzerine: "Gerçekten Allah´ın Resulü, hepimizden daha iyi biliyor ve daha güzel zanda bulunuyor" demekten kendilerini alamadılar."

Beyhakî îbn-i îshak´tan nakleder. O der ki: Bana Yezîd bin Süfyân Muhammed bin Ka´b´ın şöyle dediğini söylemiştir: "Hudeybiye sulh andlaşmasında. Peygamber Efendimizin kâtibi, Ali bin Ebû Tâlib idi. Peygamberimiz kendisine: "Haydi yâ Ali, "Bu, Muhammed bin Abdullah´ın Kureyş ile andlaşmasıdır" diye yaz!" dediği zaman, Ali, ağırdan alıyor ve bu şekilde yazmak istemiyordu. O, ancak; "Allah´ın Resulü Muhammed ile" şeklinde yazmak istiyordu. Peygamberimiz de bunun üzerine kendisine: "Haydi Ali yaz! İleride aynı durumla sen de karşılaşacak ve istemediğin halde aynı tâvîzi vermek zorunda kalacaksın!" diyordu." [101]

Ahmed ve Beyhakî, îbn-i Abbâs´ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamberimiz´in ve ashabının sevkettikleri hedy kurbanları, yetmiş kadar vardı. Bunlar, Hudeybiye Musâlahası gereğince umrelerini seneye kaza etmek üzere bu hedy kurbanlarını burada kestiler. Bu kurbanlık develer, Beytullah´tan menediîmeleri sebebiyle, yavrularının hasretiyle inledikleri gibi acı acı inlediler."

El-VâkıdVnin Abdullah bin Ebû Bekir´den çıkardığı bir habere göre, Huvaytıb bin Abdü´l-Uzzâ demiştir ki: "Ben, Hudeybiye andlaşma-sınm imzalanmasından sonra geri döndüğüm zaman, Muhammed´in az.

zaman sonra kesin galebeyi elde edeceğine muhakkak nazarıyla bakıyordum. Mekke´ye bu görüşle dönmüştüm. Düşündüğüm gibi de oldu."

Beyhakî îbn-i Mes´ûd´un şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Hudeybiye´den dönüşü sırasında yolda mola verdi, inip istirahata geçtiğimiz sırda Hz. Peygamber:

- "Bizi kim bekleyecek?" buyurdu. Ben hemen:

- "Ben bekliyeceğim!" dedim. Resûl-i Ekrem bana:

- "Sen uyur kalırsın!" buyurdu ve yine: "Bu gece bizi kim bekliyecek?" dedi. Ben yine:

- "Ben beklerim!" karşılığını verdim. Bu sefer Hz. Peygamber kabul etti ve:

- "Peki, sen bekliyeceksin" buyurdu.

Peygamberimiz ve ashâb istirahata geçtiler, ben de bekçilik yapmaya başladım. Sabah olurken, Peygamberimiz´in buyurduğu başıma geldi. Olduğum yerde uyuyakalmışım! Uyandığımda güneş doğmuş idi. Peygamberimiz ve ashâb da uyandılar. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle dediler: "Eğer Allah Teâlâ, uyumamanızı dileseydi, sizler de uyuyakalmaz ve sabah namazını vaktinde kılardınız. Fakat Yüce Allah, bu hususta bizden sonrakilere bir örnek kılmak istemiştir." Sonra kalkıp namaza hazırlandı ve sabah namazı kaza edildi. Sonra şöyle buyurdular: "Ümmetimden herhangi birisi, bu durumda kaldığı zaman, o da böyle yapar, yâni namazını kaza eder." [102]

Sonra insanlar, develerini arayıp toplamaya başladılar. Bu arada Hz. Peygamber´in devesi bulunamadı. Peygamber Efendimiz bana, "Haydi şu tarafa git ve ara!" buyurdu. Ben de derhal Hz. Peygamber´in dediği tarafa gittim ve arayıp devesini buldum. Devenin yuları bir ağaca dolaşıp kalmıştı ve el ile çözülmesi adetâ imkansızdı. Çalışıp çözdüm ve alarak getirdim. Durumu da Hz. Peygamber´e arz ettim." [103]

Beyhâki Mücâhid´in şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Peygam ber (s.a.v.) Efendimiz, Hudeybiye´de Mekke´ye vardığı ve ashâbıyla birlikte umre´lerini yaptıkları, tıraşlarını olarak ihramdan çıktıkları şeklinde bir rüya görmüş ve bu rüyasını ashabına haber vermişti. Kabe´ye gitmek mümkün olmayıp kurbanlıklarını Hudeybiye´de keserek ihramden çıkıldıktan sonra ashâb: "Ey Allah´ın Resulü, siz bizim umremizi edâ ettiğimiz şeklinde bir rü´yâ görmüştünüz?" dediler. [104]Peygamber (s.a.v.)-, onların böyle bir sorusu ile karşılaşınca, Yüce Allah derhal şu âyetini inzal buyurdu:

"Andolsun, Allah, elçisinin rü´yâsını doğru çıkardı. înşaallah, emniyet içinde kiminiz başlarını tıraş ederek, kiminiz saçlarını kısaltarak, hiçbir korku duymaksızın Mescid-i Harâm´a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi ve bundan önce size yakın bir fetih ihsan eyledi." [105]

Böylece islâm ordusu Hudeybiye´den geri döndü. Dönüşte de Hayber´in fethi kendilerine müyesser oldu. Andlaşmada kaydedildiği gibi, ertesi sene de gidip Mescid-i Harâm´a emniyet içinde girdiler, Um relerini yerine getirdiler. Peygamber Efendimîz´in gördükleri rü´yâsınm tasdiki de böylece gerçekleşmiş oldu. Yâni rü´yânın görüldüğü sene değil de, ertesi sene yerini bulmuş oldu."

Beyhakî, Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre´den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (s.a.v.), yatsı namazını kıldıktan sonra, son rek´atinde şöyle dua ederdi: "Allah´ım, Velîd bin Velîd´e kurtuluş ver! Allah´ım, Seleme bin Hişam´a kurtuluş ver! Allah´ım Ayyaş bin Ebû Rabîa´ya kurtuluş ver! Allah´ım, mü´minlerden müstez´af olanlara kurtuluş ihsan eyle! Allah´ım, Mudar üzerine de şiddetli bir belâ ver! Onlara, Yusufun seneleri kadar açlık ve kıtlık seneleri ver!"

Gerçekten Mudarlılar, çok şiddetli bir açlık ve kıtlığa mübtelâ oldular. O derecede ki, kan ve idrar karışımını bile yemek zorunda kaldılar. Peygamber Efendimiz ise, müstez´af olan (Mekkelilerîn elinde kalan) mü´minleri kurtuluşa ermelerine kadar, onlar lehine olan duasına devam ettiler. Sonunda Allah onlara kurtuluş verdi. Peygamberimiz de, onlara hâs olan duasını bıraktı."

Heysem bin Adiyy El-Ahbâr adlı eserinde Saîd bin el-As´tan şöyle nakleder: Ebu´l-As, Bedir´de katledildiği zaman ben, amcam Ebân bin Saîd´in kucağında idim. Amcam, ticâret maksadiyle Şam´a gitti ve bir müddet orda kaldı. Peygamber´e (s.a.v.) çokça sövüyordu. Şam´dan döndüğü zaman da ilk sorduğu şey; "Muhammed ne yaptı?" sorusu olmuştu. Amcam Abdullah, kendisine §u cevabı vermişti: "Vallahi Muhammed şimdi, eskisinden daha kuvvetli ve daha izzetli durumdadır!"

Bunun üzerine amcam Ebân, sükût etti ve eski âdeti veçhile sövmedi. Sonra Kureyş´in iîeri gelenlerine bir ziyafet verdi. Yemek sırasında onlara dedi ki: "Ben Şam´a gittiğim zaman bir karyede iken, bir râhib gördüm ve kendisi ile tanıştım. Manastırından tam kırk sene hiç inmemiş. Bir gün manastırından inip halka va´z etti. Halk kendisini dinlemek ve görmek için toplanmıştı. Konuşmasını bitirdiği zaman ben kendisine sokuldum ve kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim. O da kabul etti ve benimle yalnız olarak konuşmayı tercih etti. Ben kendisine dedim ki: "Ben Kureyş´ten bir adamım. Bizde bir adam zuhur etti ve kendisinin Allah´ın Resulü olduğunu iddiada bulundu." Râhib bunun üzerine bana: "O adamın adı nedir?" diye sordu. Ben: "Onun adı Muhammed´dir" dedim. Râhib tekrar: "Peygamberliğini ilân edeli ne kadar oldu?" diye sordu. Ben: "Yirmi sene oldu" dedim. Râhib: "Ben sana O´nun kim olduğunu anlatayım mı?" dedi. Ben de: "Evet" dedim. O´nu bana öyle anlattı ki, O´nun hiç bir sıfatında hata etmedi. Sonra da şu sözlerde bulundu: "O, vallahi şu ümmetin peygamberidir ve O, Ailah´a yemin ederim ki davasını izhar edecektir!" Böyle dedikten sonra da benden ayrılıp manastırına girdi. Ayrıca bana şu tenbihde de bulunmuştu: "Sen, o peygamberliğini ilân eden Muhammed´e benden selâm götür!" Benim o rahiple konuşmam, Hudeybiye andlaşmasımn yapıldığı zamana rastlıyordu."[106]




[88] Fetih suresi, 1

[89] Fetih suresi, 18

[90] Fetih suresi, 21

[91] Bu durum, Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)?ın tereddüd kabul etmeyen imanına, büyük tevekkülüne erişilmez faziletine delâlet eder?

[92] Açıkça görüldüğü gibi, Ümmü Seleme (r.a.) Vâlidemiz´in bu hususta verdikleri fikir; çok doğru ve isabetli bir fikir olduğu gibi, aynı zamanda çok hayırlı ve bereketli de olmuştur... Gerçekten kendisini iyi yetiştirmiş bilgili ve fazîletli bir İslâm kadını, burada olduğu gibi, bir çok müşkil işlerde hakemlik yapabilir; çok hayırlı ve bereketli bir fikir ortaya koyabilir... Böyle bir İslâm kadını tarafından bâzı devlet ve veya ilim adamlarının, şu veya bu şekilde ki müşkillerine, ışık ve çözüm yollan gösterilebilir... Buna, İslâm´dan ve İslâm Târihİ´nden başkaca misaller de verilebilir... Fakat burada arz edilmiş bulunan Ümmü Seleme misâli, o kadar kuvvetli ve sıhhatli bir misaldir ki, diğerlerine ihtiyaç bırakmıyor... Fakat ne kadar acıdır ki, bu gibi târîhî ve Islâmî misallere rağmen bunun tersine telkin ve tevsiyeler de olmuştur. Hatta bu menfi telkinlere hadîs kisvesi giydirenlere de bulunmuştur... Ve zamanla bu yanlış telkinler, çok meşhur olmuştur... Meselâ bunların birinde denilmiştir ki: "Kadınlarla istişare ediniz, hem de onlara muhalefet ediniz!"

Bir rivayette de denilmiştir ki: "Danışmadan hiç bir iş yapmayınız! Eğer danışacak kimseyi bulamazsanız, bir kadına olsun danışınız! Fakat hiçbir zaman kadınların fikriyle amel etmeyiniz! Çünkü sizin hayır ve iyiliğiniz, kadınlara muhalefet etmektedir!"

Hiç şüphesiz, aslında bu gibi rivayetler, anlayışları sakat, zayıf, terkedilmiş, yalancılıkla itham edilmiş birtakım râvîlerden gelmektedir. Kafiyen islâm in peygamberine âit bir söz değildir. Fakat çeşitli eserlere o şekilde dağılmış ve yerleşmişlerdir ki, Islâmın aşikâr düşmanları bunlardan istedikleri şekilde yararlanma cihetine gidebilmektedirler. Fakat şurası da şayân-ı şükrandır ki, hadîs İlminin âlimleri, hemen her asırda bu gibi sıhhatsiz ve isabetsiz sözlerin asılsızlığına, bu kabil şeylerin İslâm´a yabancı bulunduğuna dikkati çekmişler, gerekli bilgileri ve açıklamaları sunmuşlardır.

İşte onlardan biri olan ve tam bir isabetle: "Bu gün uyanmanın eşiğinde bulunan müslümanlar, Resûlüilah´ın Sünneti´ne hakkiyle sâhib çıkmadıkça ne bir kar ş ilerliyebilirler, ne de saadete erebilirler!" diyen muhakkik âlim Muhammed es-Sabbâğ, aynen şu vecîz açıklamayı sunmaktadır: "Bütün Özenti alâmetleri ve yalancılık nişanları, bu rivayetin üzerinde toplanmış bulunmaktadır. Son derece sıhhatli ve kuvvetli bir delîl olan, Hudeybiye´deki Ümmü Seleme validemizin fikir ve tavsiyesi ile bizzat Peygamber Efendimiz´in amel etmiş bulunmasına da, açıkça aykırı bulunmaktadır... Müslümanlar gerçekten uyanmalı, bu gibi yalanlara aranmamalıdırlar." (El-Esrâru´l-Merfûa Fi´l-Ehâdîsi´l-Mevdûa, 222-Beyrut, 1391)

[93] Mümtehıne suresi, 10

[94] Doğrusu, (Zâdü´l-Meâd´da da bildirildiği gibi) Ebû Sufyân oğlu Muâvıye olacaktı.

[95] Fetih suresi, 24-26

[96] Bu ağacın altında teberrüken namaz kılmayı bâzı kimseler âdet haline getirmeye başlayınca, Hz. Ömer tarafından kestırildiğı, târîhî ve ibretli olaylar meyamnda olduğu bilinen bir gerçektir.

[97] Hadîd suresi, 10

[98] el-Vâkıdî´nin rivayet ettiği bu kıssa için, iki nokta üzerinde durmak istiyoruz: Birinci Nokta: Hudeybiye kuyusunun suyunun coşup bereketlendiği hakkındaki, diğer rivayetlerle müşterek olan noktadır. Eğer el-Vâktdî´nin bu rivayeti sahih ise;

Resûlüllah´ın verdiği ok kuyuya dikilmiş, içinde abdest aldığı kovanın suyu da kuyuya boşaltılmış, mübarek ağzında çalkaladığı su da bu kova İçine boşaltılmşıtır. Sonunda da kuyunun suyu coşup çok bereketlen mistir, önceki bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz bu sırada dua etmiştir. Bütün rivayetlerin müşterek noktası ise: Peygamber Efendimiz´in müdâhalesi ile, suyun coşup artması mûcizesidir. Bu ortak nokta üzerinde, ittifak vardır ve Sevgili Peygamberimizin mübarek parmakları arasından suyun fışkırması mucizesi ise, tevatürle sabit bulunan mucizelerden birisidir...

İkinci Nokta: El-Vâkıdî´nin bu rivayetinde görülen: "Peygamberimiz de Abdullah bin Übeyy hakkında istiğfarda bulundu" hususudur. Yâni bu cihetin doğru olup olmadığıdır... Biz, İslâm Târİhi´ne mâl olmuş sıhhatli ve sabit haberlerin yardımı ile bilmiş bulunuyoruz ki, bu Hudeybiye seferine münafıklar katılmamıştır. Yâni bu sefer, bir Umre seferi idi ve Peygamber Efendimiz bu sefere çıkarken, münafıkların katılmasını istememiş ve onları yanına almamıştır. Eğer onlar bu sefere katılmış olsalardı Rıdvan Bîatine katılmış olurlardı... Halbuki böyle bir şey yoktur ve Peygamber Efendimiz: "Rıdvan Bîatine katılanlardan hiç birinin cehennem yüzü görmeyeceğini".de müjde etmiştir... Bütün bunlar gösteriyor ki, Resûlullah Efendimiz´in Hudeybiye´de baş münafık İbn-i Übeyy için istiğfar ettiği, sabit değildir. El-Vâkıdî´nin bu ifâdesi, sahîh değildir...

Evet, ilgili âyetten de anladığımız veçhile, onun ölümü üzerine bu sıradaki oğlunun ricasına binânen Peygamberimiz; Ibn-i Übeyy için istiğfarda bulunmuştur... Cenâb-ı Hakkda kendisini bundan nehyetmiş ve "Onlar için yetmiş defa da istiğfarda bulunsan, elbette Allah onları affetmez" buyurmuştur. (Tevbe, âyet: 80)

[99] Bu mucize, kuyunun suyunun bereketlenmesi mucizesinden başka bir olay olabilir. İhtimaldir ki, Hudeybiye´ye gidiş veya dönüş sırasında olmuştur.

[100] Bilinen odur ki, bu gazve, Tebük Gazvesi idi

[101] Gerçeklen de bu durum, aynen Hz. Peygamber´in kendisine haber verdiği gibi, Ali´nin başına gelmiştir... Zira Ali´nin (r.a.) Şam´daki hasımları, onun Emîra´l-Mü´minin sıfatını kabul etmek istemiyor, kendisine yazışmalarında; Ali bin Ebû Tâlib diyerek hitab ediyorlardı ve sebeb olarak da: "Biz senin Emîre´l-Mü´mİnîn olduğunu kabul etmiş olsaydık, seninle savaşmazdık" diyorlardı. Keza Hz. Ali´nin hasımları bulunan Haricîler de, bu şekilde davranıyorlardı.

[102] Imam-ı Mâlik el-Muvatta´ adlı kitabında bu hadîsi, Zeyd bin Eslem´den rivayet eder ve bekçilik görevinin Bilâl tarafından yapıldığını bildirir ve bu vesîle ile Hz. Peygamberin şu hadîsi irâd ettiğini kaydeder: "Ey nâs! Allah ruhlarımızı kabzetti de uyuyup.kaldık... Eğer O dileseydi, vaktinde uyanırdık. Her kim, namaz vaktinde uyuyakahrsa veya namazını unutursa, uyandığı veya hatırladığı zaman o namazını, vaktinde kılarmış gibi kılsın! Yâni kaza etsin!"

[103] Hz. Peygamber´in devesinin kaybolup bu şekilde .bulunması olayı, daha önce de geçtiği gibi, başka bir olay idi. Yukardakt rivayette ayrıca: "Ashâb develerini aramaya başladı" kaydı da fazladır. Esas metne ilâve edilmiştir.

[104] Esasen bu soruyu soran Ömer idi. Çünkü o, bu Hudeybiye andlaşmasından razı değildi. Peygamberimiz de kendisine: "Ben sana, bu sene diye, zaman tayin ettim mi" demişti.

[105] Fetih suresi, 27

[106] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/420.-438.