๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mişkatul Mesabih => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Haziran 2011, 14:09:18



Konu Başlığı: İzahat
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Haziran 2011, 14:09:18



İzahat  





Hadîsi şerifde, Resulü ekrem efendimizden sözü, fîli ve takriri gibi sünnetlerden bir şeyi bizzat veya bil vâsıta işiten bir kimse, işittiğini olduğu gibi başkasına tebliğ ederse, o kimsenin yüzü, nuru ilâhi ile nurlanmasi taleb ediliyor. Efendimiz, bir üstteki hadîsi nebevîdede •çok câzib dua ve beyanda bulunmuştur. Her iki hadîsin kısa izahım yapmaya çalışalım.             

Yani, Peygamberimizin hadîsini duyan ve bilen bir kişi» onu baş­kasına nasihat ve tebliğ yolu ile öğretirse, Allâhü teâla o kimsenin yüzünü belli bir şekilde güzelleştirerek mırlandırsm ve sürürlandır-sm, demektir. Çünkü o kimseye Allâhü teâla iyiliği ve hayrı başkala­rına dileme ilmini ve marifetini nimet olarak ihsan etmiştir. Bu ha­liyle dünyada insanlar arasında takdire değer bir mertebeye erişmiş­tir. Ahiretdede, cenâbu hakkın lutfu ihsanına lâyık bir kul olmuştur.

Böyle iyi niyyetli, güler yüzlü, tatlı sözlü, insanların hayrını dileyen hir kişiyide, hem Allâhü teâla sever ve hemde Peygamber efendimi­zin kıymetli duasına mazhar olarak, yüzü nurlu ve sünıriu olur.

Denildiki, Burada {Hadîsi şerifde} ki güzellik ve sürurdan mu-rad: Kadri kıymet ve mertebe, demektir.

Neîekim bir sözde : «İhtiyaçlarınızı, yüzleri güzel (güler ve beşiş yüzlü) olanlardan taleb ediniz.» Şeklinde gelimştir. [138]

Yani, ihtiyaçlarınızı, insanlardan kadru kıymet sahibi, hal ve ah-valdan anlayan, kadir Şinas kişilerden isteyiniz. Zira böyle kişiler, in­sanların hafızalarını yenileştirir, dînin güzelliğini nakleder ve insan­ları dâveî ettiklerine kolayca çekebilirler. Aynı zamanda ihtiyaç arze-derilerm isteklerini imkan dahilinde iyi karşılarlar ve icra edib iş biti­rirler.

Denildiki : Allâhü teâla Resulünün duasmı kabul etmiştir. Zira bu duanın semeresi olarak ehii hadîsin yüzleri, insanların en güzel yüz­lüleri ve en güzel heyetli oldukları görülmektedir.

Süfyan bin uyeyne (R.A) den Mervîdir, dediki: «Hadîsi şerif taleb eden her hangi bir kimsenin yüzü, maddeten ve manen mutlaka en güzel şekildedir.»[139]                   

Resulü ekrem efendimizin mübarek duasının hak tarafından kabul edildiğini bizde gördük ve hâlâda görmekteyiz. O yaşlı başlı gerçek-den din direği menzilinde âlim ve ilmi ile âmil din mücâhidi üstadla-nmızdan, hakkı râzî olacağı şekilde dîni yaymaya ve halka öğretmeye yılmadan devam eden nasîhatcı üstadlanmızı ve büyüklerimizi, hep nur yüzlü ve dînî bir oteriteye sahih heybetli, sevilen ve sayılan kişiler olarak gördük. Ne mübarek zatlardıki, hiç fark gözetmeden ve hiç kork­madan islâmı tebliğ ederler ve tebliğ ettiklerimde yaşarlardı.

Halbuki onlar, büyük bir yıkımdan ve fitneden çıkıb gelmişler. Hayatlarında anam babam günleri yaşamışlar, yinede dînî irşada de­vam etmişler ve o günün zâlimlerine, dînin hükümlerini eksiksiz bir şekilde duyurmaya çalışmışlar. Hayat memat hadiseleri ilede karşılaş­mışlar, yinede hakkı söylemekten yılmamışlar. Bu büyüklerrp dîni yay­mak ve hakkı dikmek emeUyle öyle yapmaları, dünyada en güzel yüz­lü, nurânî bir heyet ve heybetle yaşamalarına ye âhirettede Peygam­berlerden sonra Allâhm indinda en kıymetli ve en çok iltifat ve yetgi verilecek muhteremlerdir.

Kıyamete kadar bakî ve dâim olacak dinimizin, millet ve memle­ketimizde devam etmesi için, dinîmize ihlasla bağlı ve   inandıklarını

yaşayarak dîni mübîni islâinı yayan ve yayacak olan gerçek din nuV câhidlerinin devam etmesini, yüce mevîâdan niyaz ederiz. înşaallâlv mübarek Peygamber efendimizin duasının kabulü gibi, bizim duamızın kabulünüde yüce mevîâdan umud eder bekleriz.

Nasihat: îrâdetülhayri, lilğa/ri=Haynr başkasma tavsiye edib dile­mektir.

Dînin dâim ve kâim olması, nasihat ve irşada bağlıdır. Bir millet ve memleketde dînin yaşaması ve" dünyevî uhrevî seadetin sağlanma­sı, yine nasihat iledir. Onun için, mü salınanların ruhlarına hitap eden, cehâletden kurtaran, hak ve hukuku L 'ldirib yaşatmaya çalışan, hakikin tebliğci mürşidlere çok ve çok ihtiyaç vardır. «îyi söz, yılanı deliğinden çıkarır» kabilinden nasıhatcılar en sevimli kişilerdendirler.

Nasihat ve irşadın lüzum ve faidelerîni beyan eden, âyeti kerime ve hadîsi şerifden bâzılarının meallerini zikredelim.

Nasihatin müminlere fayda vereceğini beyan eden âyet meali şöy­ledir : (Zariyat sûresi, 55)

« (Habîbim!) Sen, kur'an ile nasihat eî, zira elbetde nasihat mü­minlere fayda verir.»                                             

Nasihat ve öğüdün fayda vereceklere, nasihat etmek gerektiğini beyan eden âyet meali:

«O halde (Habibim!) eğer nasihat fayda verirse, hemen nasihat et.»  (El'âlâ sûresi/9)                                                                           

Bu âyeti kerimenin tefsirinde şu manâlarda vardır:

«Nasihat fayda vermesede, hemen nasihat et.»[140]

Diğer bir ifâdede şöyledir:

«Nasihat ve öğüt fayda verdiği müddetçe, nasihat ve öğüd ver.» [141]

Allah için, din için nasîhatda bulunmak bir emri bilmâruf ve nehyi anil münker olması hasebiyle, Akâid kiîablarından, «Celâl» adlı eser­de şöyle yazılmıştır.                                                   

«Mârufu (iyiyi ve doğruyu), emretmek, emrolunacak şeye tâbidir. Binaenaleyh eğer emrolunacak şey vâcib ise; emretmek vâcibdir. Eğer emrolunacak şey mendüb ise, emretmek mendübdür (şerhde haram olan mûnkerin nehyi vacibe, mekruh ise, mendübe irca edilmiştir.)

— Ve bu iyiyi emretmenin (keza kötüden nehyetmenin) şartı, o vazîfe yapıldığında fitneyi mûcib olmamak ve söylenenin kabul edile­ceği zannedilmektedir.»

Hayatî bir tehlike olması muhakkak olan veya kabul edilmeyeceği zannı gâlib olan hükümleri tebliğ etmek, vâcib değildir. Belkide çekinib susmak lâzımdır. Bu hususu belirten yukardaki El'âlâ sûresinin doku­zuncu âyeti kerime gibi âyeti kerime ve hadîsi şerifler vardır. Fakat böyle olmakla beraber, din, nasîhatla kâim ve dâim olduğu için, her müslüman haddini aşmadan vazifesini yapmakla mükellefdir.

Nasihat ve öğüdde bulunan kişilerin mutlaka kendilerinide unut­mamaları gerektiğini beyan eden âyet meâlide şöyledir:

« (Ey nasîhat ve öğütçüler!) siz, İnsanlara iyiliği (gerçeği ve doğ­ruyu) emredersinizde kendinizi unuturmusunuz?. Halbuki kitapda okur­sunuz. Hâla aklınızı başınıza almiyacaknusınız?.» (Bakara sûresi, 44)

Hâdîmî merhum «Eyyünel veled Şerhi» adlı eserinde Cazâlî mer­humdan naklen şu satırları yazıyor:

«Artık îsâ aleyhi-sselâma Allah tarafından denileni İyi düşün : «Ey meryemin oğlu! Nefsine vaaz et. Eğer nefsin ettiğin vaazu na­sihati kabul ederse, hemen insanlarada vaazu nasihat et.

—  Şayet nefsin vâazn nasihati kabul etmezse, Rabbinden utan.»

—  Bu sebebden için denilmiştirki:

«Vazu nasîhatlann en güzeli, ey nasîhatcı! evvela kendi nefsine nasihata başlayıb, o nasihatiyin icrasınf yapmandır.»[142]

Gazali merhumda diyorki; Böyle olmakla beraber, bir kimse, na­sihat etme üe vazifelendirilmekle ibtilâ olunursa, konuşulan kelime ve ibarelerde güçlükler, rumuzlu ve efsânevî asılsız sözlerden uzak, din­leyiciyi sıkmayacak, rahatça anlayabileceği hak ve doğru sözleri en açık ifâde ile yapmak,

—  Birde vazu nasîhatda bulunan kişinin gayesi, hak rızası olma­lıdır. Vaazında halkın teveccühünü kazanıp meclisde halkı çoşdurmak, heyecanlandırarak yaka paçalarını açıb bağınb çağırma gibi halleri sağlayarak insanları dünyaya meylettirme arzusu ve gayreti olmama­lıdır. Mâsiyetten îtâata davet etmelidir. Hırs ve tamâdan uzaklaşıb hakka ve takvaya çağırmalıdır. Kötü ahlakdan iyi ahlaka ve dünyadan âhirete yöneltib âhiret sevgisini sağlamalıdır.»

Hak tavsiye eden kimseler, aslında evvela kendisi amel edib son­ra halka tebliğ etmelidirler. Fakat bâzı hallerde kendileri yapmazlar, yinede nasihata devam ederler, İnsanları, dinden, nefret ettirmeyib rağbet etmelerini sağlamalıdırlar.

Meselâ : Maddeten fakir olan din adamları, zekat ve hac farizası­nı işlemedikleri halde, bu mes'eleler hakkında nasihat ederler ve et­mek mecburiyetindedirler. Öyle ise, din adamı ve nasîhaîcı kişiler, mümkin olanları kendileri işleyib ondan sonra başkalarına tavsiye etmelidirler. Şayet kendileri işleme imkânına sahîb olmazlar veya ihmalcılıklarmdan dolayı işlemezlerse, yinede nasîhata devam etme­leri caizdir. Ancak nasihat etmeye yetgi ve kâbiliyyeti olmayanlar, yapamazlar.

Bir hadîsi şerif de şöyle Duyurulmuştur.

_ «İnsanlara hüküm beyanım, Ancak emir veya vazifeli memur ve­ya cidalci (çekişgen) kimse yapar.»

Dînin nasîhatdan ibaret olduğu bir hadîsi nebevide şöyle buyurul-rmıştur:

«Dİnr nasihattir. Din, nasihattir. Din, nasihattir.»

—  Üç sefer söylenen bu sözden sonra ashabı kiram sordular : «Ya Resûlellah! kim için nasîhatdır?»

—  ResûlüIIah (S.A.V) buyurduki:

' «Nasihat, Allah içinf kitabı için, Resulü için, müslümanlann imam-lan (reisleri ve âmirleri) ve bütün avamları içindir.»[143]

Allah için nasihat, Alâhü teâlanm zâtı ilâhi ve sıfatı ilâhilerine inanıb, kemal sıfatlarla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh ol­duğu, onun emirlerine itaat, nehiylerinden kaçınmak suretiyle, kulluk yapmanın yollarını beyan etmektir.

Kitabı için nasihat ise, Kur'anı kerimin Allah kelamı olduğuna inanmak suretiyle hükümlerine sadâkatla bağlanıb amel etmenin lu-zûmunu, o kitabı okuyub hiç bir hükmüne muhalefet edilmemesi ge­rektiğini tavsiye etmektir.

Resulü için nasihat, onun hak tarafından elçi olarak gönderildiğini tasdik edib, getirdiği bütün hükümleri İtirazsız kabul edib buyruklarına sarılmayı, onun sünnetlerine ve ehli beyt ile ashabdaruolan ümmetine sevgi ile bağlanıb her l^ak ve hükme riâyet etmenin luzûm.u gibi hü­kümleri belirtmektir.

Emirler ve insanlar için nasihat ise, onların hakka riâyet etmele­rine yardımcı olub ikâz etmek, iyi ve mâruf olan emirlerine itaat edib bağlantı ve irtibata devam etmek, kötü olan emirlerine itaat etmeyib onları kötülüklerden kaçındırmaya çalışmak, iyi yolda müslümanla-rm kalblerini o emirlere ülfet ettirmek, onlara hak ve adalet üzere

hüküm vermesini sağlamak ve zulmün ve zâlimlerin fena âkibetlerini telkin etmek gibi nasîhatlarda bulunmaktır.

Evet hak ve. hakikati tâlim ve telkin eden nasîhatcı kişiler vâr oldukça, dîn, îman, islâm şeriat, millet, islâm cemâati ve o cemaatın yaşadığı vatan ve devletde vâr olur. Bu sebble dîni tebliğ edici gerçek mücâhid ve mürşidler, bir milletin temel taşı, ruhlarının nuru ve fi­kirlerinin hayatıdır.

Böyle mücâhidler, Kur'anı kerimde şu âyetle takdir ve tafsif edi­liyor :

«Onlar (Allâhın sevgilileri), Allah yolunda cihâd ederler ve hiç bir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Alla­nın lutfu Uısânıdırki, onu kime dilerse ona verir. Allah İhsanı bol olan ve en çok bilendir.»                                               (Mâide sûresi, 54)

Diğer bir âyeti kerime meali şöyledir:

«Ey îman edenler! Allâhdan korkan. Ona yaklaşmaya vesile ara­yın ve onun yolunda cîhad edin, tâki muradınıza eresinlz.» (Mâide sûresi, 35)

îslâm cemâatini toplayıb birlik halinde dîne, millete, devlet ve vatana hizmet etmenin en güzel yolu nasihat ve irşaddır. Tatlı dil, ya­pıcı ve hakkı dikici, bâtıl ve hurafeleri yıkıcı, islâm cemaatını hakkın etrafında toplayıcı, her türlü tefrikadan ve tefrikacılıktan uzak, «Ye-düllâhi Alelcemaati-AUâhın kudret ve yardımı müslüman cemaatın üzerindedir.» Hadîsini yaşatan, birleştirici ve sevişmeyi temin- eden hak dellâlı mücâhidler! Kur'anın medlul sena ettiği mürşidler, önder­ler ve Peygamber vârisleridirler.

«Nasihatcıda, güler yüz, tatlı söz* ve apar göz olmalıdır.» denilmiş­tir.

Bu yolun önderi ve baş kumandanı, sevgili Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimizede, cemaatı müslimîne öğüt vermesi husu­sunda halikı zülcelal bir âyeti kerimesinde şöyle buyurmuştur :

«işte (Habibim!) sen, Allâhdan bir esirgeme sâyesindedirki, onlara (Ashabına) yumuşak davrandın. Eğer (faraza) sen, kaba ve kati yürek­li olsaydın, muhakkak onlar etrafından dağılıb gitmişlerdi.» (Alî İmran sûresi, 159)

Öğüt vermenin üslüb ve metodlanm belirten diğer bir âyeti keri-medede şöyle buyurulmuştur:

« (Ey habîbim!) İnsanları, Rabbiyin yoluna hikmetle (hakkı açık­layan ve şüpheleri gideren sağlam delil ile) ve güzel öğütle davet et ve onlarla mücâdeleni en güzel yol hankisi ise, onunla yap..»s(Nahl sûresi, 125)

Hak dâvetcisi ve din.tebliğcisi kimselerin, davet ve nasihatlarının en iyi yol ve amel olduğu bir âyeti kerimede şöyle beyan edilmiştir :

«(İnsanları) Allâh'a davet eden ve (kendiside) iyi amelde bulunan ve ben elbette müslümanlardamm, diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?» (Fussılet sûresi, 33

Bu son âyeti kerimede, müezzin, imam-hatip, vaiz, müfti, Kur'an muallimi, dîni öğretip tebliğ eden her hanki bir müslümanin, en iyi ve en güzel söz, amel ve davada bulunduğu beyan Duyurulmaktadır.

Öyle ise ey din dâvetcileri meslekdaşlanm ve ey müsltiman kar­deşlerim! Bu kıymetli ameli ve o amel ile meşkul olanları, takdir ede­lim, îmanımızın iktizasını yapalım.

En neticeli ve uyarıcı öğütlerden biriside, ölümdür. Bir hadîsi ne­bevide Resulü Ekrem (S.A.V) efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Vaiz yönünden ölüm kâfidir.» [144]

Bu hadîsi şerifin hükmü, beşer hayatında çok görülmüştür. Hâlâ da görülmektedir. Fek çok azgın ve zavallı ahlaksızlar, kendi yakınların­dan ölen olunca, îkaz olub, ıslahı nefis yapanlar görülmektedir.

Ölümden ve ölenlerden ibret alıb, ıslahı nefis yapmaya çalışan­larda olmuştur.

Meselâ : Emevî halîfelerinden Ömer bin Abdul'azlz merhum, bâzı âlimlere bana nasihat edin, dediği zaman : Alimler demişlerdirki : «Sen, halîfesin, mutlaka Öleceksin.» —Halife, nasihati bana ziyâdeleyin, diyor:

—  Bâzı bilginlerde diyor:

«Ademe (aleyhisselâma) kadar babalarından hiç bir ferd kalma­mıştır, mutlaka Ölümü tatmıştır. Binâenaleyh senin nevbetinde (ölüm sıranda) mutlaka gelecektir.

—  îşte bu cümleyi duyan halîfe Ömer bin Ahdül'aziz (R.A) ağla­mıştır.»[145]                                                       

Şu halde mümin; nasihat eden âlimden, ölümden, ana babanın ve büyüklerin öğütlerinden, bela ve musibet ihtilasının derslerinden îkaz olub uyanmalıdır. Aksi takdirde cehennem ateşi ile cezalandırılır. Çün­kü dünyadaki öğüt ve nasîhatcılardan îkaz olub uyanmayanlarm, en son terbiye ve öğüt yeri, Cehennem ateşidir.

Cenâbu hak, bütün mümin kardeşlerle bizleri, bu elim azabdan korusun. Amin.

Tercümesi:

232- (35) İbnİ Abbas (RA) dan menidir, dedi: Resûlüllah (S.A.V) buyurdu:                   -

«Benden hadis rivayetinden kaçının, ancak hadisin, hadis olduğu­nu bildiğinizi rivayet ediniz. Zira bir kimse, benim üzerime bilerek ya­lan söylerse, o kimsenin varacağı yer, cehennemdir.»

(Hadîsi, Tirmizî rivayet ermiştir.)

233- (36) Bu hadîsi, İbnl mâce; İbnl mes'ud ve câbirden rivayet etmiştir, fakat hadlsde : «Benden hadis rivayet etmekten kaçının, an­cak hadisin, hadis olduğunu bildiğinizi rivayet ediniz.» Cümlesini ztk-retmemiştir.

(Not: Bu hadîsi şeriflerin, bir nebze îzahatı, birinci cildde ve bu cildin baş tarafında 198-199 hadîsi şeriflerde zikredilmiştir.)

Tercümesi:

234- (37) İbniAbbas (R.A) den mervîdir, dedi î

ResulüUah (S.A.V) buyurdu:

«Bir kimse, Kur'an hakkında (Kur'anı kerimin hükmünde) kendi

 ile hüküm beyan ederse, o kimsenin varacağı yer, cehennemdir.»

Diğer bir rl vâyetde:[146]

«Bir kimse, Rur'anda (Kur'an olmadan derse-(hüküm verirse), Mak'adıni (oturak ve minderini) cehenneme koy-, sun (varacağı yer cehenemdir).» [147]

 

Îzahat
 

Yani, her hangi bir kimse, luğat ehlinin, Şer'i şerife mutabık; arafr-ca kavâid, tefsir, fıkıh, hadis, sebebi nüzul, nâsıh ve mensuh gibü ilim­lerin ehillerinin nakil ve beyanlarını araştınb Öğrenmeden, kendi nef­sinin arzusuna göre Kur'an âdetlerine mâna verir ve hükümler çıkarır­sa, nakla uygun olmayacağından kendi reyinde hata ve yanlış hüküm­de bulunur. Çünkü, aklın, kendi başına hakikatleri doğru bir şekilde anlaması, imkansızdır. Yanlış hüküm veren böyle kişinin varacağı, yer, hadîsi şerifde belirtildiği üzere, cehennemdir.

. îşte bu sebebden Kur'ana mâna verib hüküm beyan edecek kim-se^mutlaka arabî luğat, sarf, nahiv, mantık, maâni, beyan, bedî, tefsir, fıkıh, hadîs ve bunların usullarını bilmesi gerekir. Bilhassa nurlu as­rın ve oruı tâkib eden asırların müctehidlerinden ashab, Tabiîn ve tebe-i tabiînden olan mûfessir, muhadis ve fakihlerin nakıllanm ve beyan ettikleri hükümlerini, iyi öğrenib âyeti kerimelere mâna verib hüküm beyan etmekte isabetli olmasını sağlamalıdır.

Selefi sâlihînin bilgilerine ve Kur'an diline vâkıf olmayan kimse, Kur'an kıssalarını, müteşâbih âyetleri ve Kur'an ahkamlarını hakkı ile bilib isabetli beyanda bulunamaz.

Bu izahatın daha genişi, birinci cildin 195, hadîsin îzah bölümünde zikredilmiştir.

Tercümesi:

235- (38) Cündüb (R.A) denmervîdir,dedi: Resûlüllah (SAV) buyurdu:

«Bir kimse, Kur'an hakkında kendi reyi (kendi görüşü) ile hüküm beyan ederse, isabet etse dahî, elbette o kimse hata etmiştir.» (Hadîsi, Tirmizî ve Ebû Dâvud rivayet etmiştir.) [148]

 

İzahat
 

Râvî Cündüb (R.A), kendisi «Cündübül hayr» lakabı ile lakablan-mış ve künyesi Ebû Abdillahdır. Bağlı olduğu silsile ve sülâle, Cündüb bin Abdillah bin Süfyan elbecelî el'alakî veya el'alefî dir.

Becîle kabilesinin bir batru olan alaka aşîretindendir. Peygamber efendimizin ashabmdandır. Kırk üç (43) hadîsi şerif rivayet etmiştir. Cihad maksadı ile bir zaman küfeye gelmiş, sonra Basraya geçmiştir. Oraya mıs'ab bin Zübeyr ile beraber girmiştir.

Küfe ve Basra tâbiîninden pek çokları, bu zatdan hadis rivayet etmiştir. Bu cümleden olarak Hasanı Basrî ve ibni Şîrîn Hazretleri ha­dis rivayet etmişlerdir. Mis'ab bin Zübeyr (R.A) m fitnesi ânında ve­fat etmiştir. Allah ondan razî olsun.

Hadîsi şerife, çok dikkat etmek gerekir. Zira şeriat ilmini anlayabi­lecek bir ilmî bilgisi olmayıb, sâde kendi görüş ve düşüncesi ile Kur'­ana mâna verib hüküm beyan eden kimse, rey ve hükmü isâbetde et­se, yine kat'iyyet ve kesin bilgi ile hüküm verilmediğinden hatalıdır. Tahminî, kararlamaya ve zekâya dayanılarak verilen hüküm, çok bü­yük günah ve tehlikelidir.

Bir üstdeki hadîsi şerifin îzah bölümünde bir kısmının isimlerini saydığımız ilim dallarının, en az onbeş (15) adedini bilmek gerekir. O onbeş ilmin isimleri şöyledir :

«Lügat, sarf, nahiv, iştikak, meânî, beyan, bedî kıraat, esbabı nü­zul, kıssalar, Nâsih, Mensuh, fıkıh, hadis, v& tefsir ilmi ile bütün ilim­lerin bir ilâhî bağışla olmasımda bilmektir.»

İşte bu saydığımız ilimlere vâkıf ve âlim olan her bilgin kişi, Kurb­ana mâna verib tefsir edebilir. Bu bilgilere sahib oldukdan sonra Kur-anı kerîm âyetlerine rriâna verib tefsir ettiğinde, isabet ederse, iki se-vab alır. Hata ederse, bir sevab alır. Yani, Şer'i hükümlerin istinMtın-da müctehidlerin ictihadları karşısında aldıkları ecir gibi,

olur. Çünkü bütün ilmî gayreti ile çalışib. emek sarf etmiştir. Hakkın izharı için sıkıntılara mâruz kalmıştır. Böyle oluncada, ilâhî ecre nail olmak, hakkıdır.

Evet ilmî otoriteler, Kur'anı kerime mâna verib tefsir edebilirler. îlmî otoriteye sâhib olmayanlarda, bildikleri ile amel eden ilim sahih­lerinin tefsirlerini okuyub onların beyanlarını nakledib açıklamalıdır­lar.

Tâkib edilecek yol ve hakikat böyle iken, bulunduğumuz asırda pek çok sivri akıllı, ilim zırhına bürünmüş câhillerin ahkam keser davra­nış ve iddialarına şâhid olduk ve hâlâda oluyoruz.

Kur'an âyetlerine kendi rey ve görüşlerine göre mâna verenler ola­cağını bilen Peygamber efendimiz, izahına çalışdığımız mübarek sözü gibi pek çok sözler buyurmuştur.

Kur'anın lafız ve mânasına hiç muvafakat etmeyen ve münâse­beti olmayan tevillerle mâna verenler, zaman zaman görülmüştür.

Meselâ : Râfiziler (Şiîler), sûre-i Rahmanda «Elbahreyn» kelime­sini, «AH ve Fâtmıa» olarak tevil etmişler. Keza yine aynı sûrede, «EI-lûlü-ü vel mercan» kelimesinide «Hasan ve Hüseyin» ile tevil etmiş­lerdir. Bunların bu tevilleri, nefislerinin arzusuna uyub cahillik ve ah­maklıklarından başka bir şey değildir.   [149] 

Bunlar gibi arzu ve emellerine göre, âyeti kerimelere manâ veren câhillere,_günümüzde pek çok rastlanmaktadır.

Yüksek mevkide bulunan ve kendisini ehli takvadan sayan câhilin birisi, Araf sûresinin yüz yetmiş dokuz (179) uncu âyeti kerimede in­san ve cinnîlerden kalbleri olub anlamazlıkdan gelen, gözleri olup görmezlikden ve kulakları olup duymazliMan gelenlerin cehennem için yaratıldıkları beyan buyurulan âyeti kerimeye :                 

«Efendim bizler ne yaparsak yapalım. Biz cehenneme gitmeyece­ğiz.. Allah bizi ateşe atmayacaktır. Çünkü Allâhü teâla kitabında ce­henneme atmak için âhiretde yeniden kalbsiz, gözsüz ve kulaksız in­sanlar ve cinnîler yaratacaktır... gibi» Câhilce mâna verib hüküm be­yan ediyor.

Bu sapığın beyanı her yönüyle yanlış ve batıldır. Zira suçsuz yeni yaratılacakların azablanmasmda hâşa Allanın zulüm yapmasından bahsediyor.

Samda bir zatdan dinlemiştim, diyorduki:

«Bizim burada bir zındık dede vardı, yer yüzünde yaşayan bütün insanlar cennete girecektir. Çünkü insanlar keremli ve şerefli olarak

yaratılmıştır... gibi... ifâdeler de bulunur ve delil olarakda insanların suret ve endam bakımından bütün varîıkdan daha biçimli ve iyi şekil­de yaratılışa olduklarını beyan eden âyetleri-okuyor.»

Böyle sapık ve zındık düşünceli adamlar, her asırda olmuş ve kıyamete kadar olacaktır. Çünkü Peygamber efendimiz,-bu ümmetin yetmiş üç (73) fırkaya ayrılacağını ve yetmiş ikisinin cehennemlik olub, kendisine ve ashabına tâbi olan tek bir fırkanın cennetlik olaca­ğını muhtelif sözlerinde buyurmuştur.

Bu hususu beyan eden hükümlerin biraz genişi, birinci cildin 342. sahifesinde ve «îslamda Evliya Mes'elesi ve Hârikalar» adlı eserimiz-dede zikredilmiştir.

Meslekdaşlarla bir toplantıdayız, birisi geldi konuşuyor. Sözü çe­virdi evirde îctihad meslesine getirdi. Günümüzde direk âyet ve ha-disden hüküm çıkararak, mutlak ictihad iddiasını söyledi. Bu iddiayı savunan aynı adam, Kur'anı kerimin âyetini yazılan not defterinden yanlış okuyordu. Ezbere değil yüzünden dahî doğru okuyacak kabiliy-yet de değildi. Kur'an âyetlerinin harekeleri kaldırılsa veya hareke­siz olarak yazılsa, doğru okuyamayacak kâbiliyyeteydi. Hadîsi şeriflerin mânalarını, altındaki tercümelerini okumak suretiyle beyan ediyordu. Gözünü satırdan kaldırınca hemen ayağı kayıyor, yanlış mâna veri­yordu. Bu haliyle okumuş câhil utanmadan ictihaddan bahsediyordu.

Top yekun meslekdaşlar, cahilliğini, rezilliğini ve bu mes'eleleri konuşmaya dahi hakkı olmadığını en kesin ifâde ve beyanlarla anlat­mışlardı. Kendiside o mes'eleyı açtığına çok ve çok peşiman olmuş ve özür dilemişti.

Aynı tipde ve aynı kâbiliyyetde veya bir az şeytanî bilgisi olub amel ve ahlakı sıfır denecek derecede pek çok fâsıklar, kendilerini allâme görerek, zaman zaman söz,yazı ve iddialarla bu fikri ortaya atmakta­dırlar. Öyleleri varki, güya sosyoloji, Pisikoloji ve hukukçu âlimlerin­den müteşekkil bir ictihad şûrasından bahsedenler, maalesef görül­mektedir.                                                                                       .

Günümüzdeki hukukGUİann, iktisadcı, sosyoloji ve pisikoloji bil­ginlerin pek çokları, inanç, amel ve ahlak bakımından islamla bağdaşmayacak şekildeki hal ve durumları meydanda iken, nasıl bu iddia ortaya atılıyor?. Hatta bunlardan bir çokları, islamı ve müslümanları «Şeriat ve şeriatçılar» diyerek kötüledikleri gayet açıkdır. Müslüman­ları, kâfirlerden aşağı gören tipinden kişilerdirler.

îmanın esaslarına inanmayan, îslâmm şartlarını yaşamayan, ki­tap ve sünnetin dillerini ve icmâ-i ümmetle kıyası fukaha hükümlerini bilmeyen ve bu hakikaüara inançlı saygılı ve bağlı olmayan bir takım ilim zırhına bürünmüş fâsıkların ve belkide kâfirlerin, islam hakkında ictihad iddiasında bulunmaları, ya delilik, ya fesadlık, ya mülhidlik ya zındıklık ya ahmaklık ya cahillik, ya abdallık ya fasıklara dalkavukluk yapıp dinde taviz vermek veya şeytan öuzaklı hak hukuk ve islam düşmanlığı yapmak olabilir. Başka nasıl îzah edilebilir?.

Asırlarca evvel geçen ve nurlu hayata günümüzden, çok ve çok yakın zamanda yaşayan, gerçekden âlim ve ilmi ile âmil olan âlim­lerden imamı Gazzâlî, âmidî, ibni hâclb ve Fahruddini Râzi gibi mer­humlar, mutlak ictihad hakkını kendilerinde bulamadıkları gibi, hicri dördüncü asırdan sonra ictihad yapacak kabiliyyetlerin gelmediğini ve geiemiyeceğini savunmuşlardır. Yani ictihad kapısı kapanmamış­tır ve fakat ictihad yapacak kabiliyyetler gelmemiş ve gelmesi güç-dür, demişlerdir.

Ashab, tabiîn ve onlardan sonra gelen müctehidlerin yaptıkları mutlak ictihad hükümlerine, «Mes'eleyi mes'eleye ictihad etmek» her devirde olmuştur ve hâlâda olmakda ve olabileceği beyan edilmekte­dir.

Bu yol açık ve bu yolu anlayıb hüküm beyan etmek, ehilleri için daha rahat ve kolay olduğu ortada iken, teklikeli ve güc yolu savun­maya gerek yoktur. Hak ile meşkul olan ve hakkı savunan gerçek din âlimi, elbette bu ana cadde hâlini tâkib eder, haddini bilir. Kendini dünyada, fâsık ve tacirlerden sakınır, âhiretdede cehennemlik olmak-dan korur.

Zira günümüzde böyle mutlak ictihaddan bahsedenlerden, bâzı­larım, gayet açık şekilde görmüşüzdür. Cenâbu hak Kur'anı kerimde : «Eğer (Faizciliğe) tevbe ederseniz, mallarınızın başlan (hiç fazlalık ol­madan ana sermayeleriniz) yine sizindir.» Buyurmakda iken, tutuyor, «Faiz helâl» diyerek hüküm kesiyorlar ve bu hükmü kesenler, sözde ilim adamı geçiniyorlar. Halbuki görüldüğü ve bilindiği üzere, mal, para ve emsalini veren kimseler, hiç bir fazlalık olmadan başı basma, ölçüsü ölçüsüne aynı ana sermayesini alacaktır.

(Bak, Bakara sûresi, âyet: 279)

Yukarıda 206, hadîsi şerifin izahat kısmında beyan ettiğimiz hac farizasını edâ eden müslümanlara, kurbanların harem dâhili olan mi-na ve mekke-i mükerreme veya civarında kesilmesini açıkça beyan buyurduğu ve müctehidlerde öyle yazdıkları halde, Allâhü teâla israf olacağını haşa bilmezmiş, Peygamberin ede bildirmemişde, bu şeytan kıyasîı câhiller, bu eksikliği doğrulturlarmış! güya!...

Yine bu tip fâsıklardan, «Ebû hanife dalâlette idi, Ebûl Hasan'eTEş'-arî dalâlette idi ve Ebû mansûrî matûrföî dalâlette gibi...» Cümlelerle hak yolcusu müctehid ve fakihleride tahkir ederek kötü telkinde bulu­nanlara, söyleyenlere ve yazanlara rastlanmaktadır. Meseleleri bizzat sorulmuştur.

Bir çok fesadlıklar karşısında susub, sanki bu müctehid zırhına bü­rünmüşlerden biriside âyeti kerimelerin açık hükümleri karşısında muhalif hükümleri kesenleri, destekler ve tasdikler durumda Mecelle­nin, «Mevridi nasda, içtihada mesağ (cevaz yolu) yoktur.» Kanunu olan onbeşinci (15). maddesini eleştiriyor. Güya insanın çalışmasını ve icti­had gayretini sönöürürmüşde, onun için bu madde bağlayıcı imiş.

Evet mecellenin bu maddesini böyle mütalaa eden kişilerde, Kur'a-nın açık ve kesin hükümlerine muhalif beyanlarda bulunan, makam ve mansıb için sefihlerin arzularına göre fetvalar uyduran, sahte müc-tehidlerdendirler. Haksızlığın karşısında dilsiz şeytan gibi susarlar. Fakat sefihlerin nefislerinin arzularına göre dinde taviz vererek bir ta­kım haram ve helâl hakkında hükümler keserler.

Bu kaideyi bağlayıcı demekle, Kur'anı kerimin, zina, içki kumar, yalan yere yemin, iftira, haksız adam öldürmek, faizcilik, çıplanmak, zulüm ve emsali haram ve yasaklar hakkında kesin hüküm beyan eden âyetler karşısında, şeytan kıyası yapıp güya ictihad yapacaklar! Milleti islâmiyeyi şaşırtıp bâtıla ve belkide küfre sevk edecekler;

Keza yine beş vakit namaz, zekaf, oruç, hac, adalet, doğruluk, Ema­nete riâyet, bunları yapmayanların kötülükleri ve haramları işleyenle­rin cezâ-î müeyyideleri gibi hükümler, Kur'anı kerimde açık bir şekilde kesin hükme bağlanmıştır. Böyle âyetler hakkında Hz. Peygamber da-. hî ictihad hakkına sâhib olmadığım beyan etmiş iken, bu câhiller, utanmadan ve Allahdan korkmadan nasıl olurda kesin hüküm beyan eden âyet ve hadîsler hakkında, ictihad iddiasında bulunurlar?

îctihâd yapmaya nasıl cesaret ederler? Hayret ediyoruz. «Elcâhilü cesurun - Câhil, cesaretlidir.» Denilmiştir. Sahabe ve tabiînden olan müctehidlerinde, cesaret edemediği kesin ve kad-î âyetler ve hadîs­ler hakkında içtihada kalkışmak, elbette cehaletin eseridir.

Selefi Salihînin yazmış oldukları kıymetli eserlerini okumakdan, okursa anlamaktan âcizdirler. O dev büyüklerin kendilerinin değil, kızlarının ve hanımlarının dahi karşılarında, ulûmi şer'iyyeden konuş­maya hakkı olmayacak derecde âciz, cılız ve hiç olanlar, utanmadan allâme kesiliyorlar.

Selefin tâkib ettiği ehli sünnet , yolunu yıkmak için adetâ seferber olmuşlar. Her biri ayrı ayrı kanaldan, ayrı ayrı fikir ve iddia­larda müslümanları ve körpe dimağları, manen ve fikren zehirlemeğe veya kötü telkinlerle doğru yoldan saptırmaya çalışıyorlar. Kesin nas varid olmuş âyetler haklarında muhalif hükümlerde bulunmak, Allah muhafaza küfür olur.

Kur'anm'açık ve kesin şekilde hüküm beyan etmediği, fakat işa­ret, delâlet ve muktezâyi hal gibi usulda beyan edilen tevil ve tercih yollarıyla zaruret durumlarmdaki mes'elelerde ictihad etmek, bütün selefin takib ettiği yoldur. Yukarda saymış olduğumuz bilgilere hâiz olan, imanlı, ihlash, adaletli, hakkın müdafi ve bildiği ile âmil olan her fakih ve şerîat âlimi, hüküm beyan etmeye, ister meseleyi me­seleye kıyas yoluyla olsun, ister âyeti kerime ve hadîsi şeriflerdeki tevil ve tercihi gerektiren hallere binaen olsun, muktazâyi hâle ve zarurete göre hüküm beyan edebilir ve fetva verebilir. Ancak bu beyan ve fetva verilen hükümler hakkında, selefi sâlihinden olan din âlimlerinin be­yanı var ise, onlara dikkat edib o yola îemessük etmek en doğrusudur.

Zira usul ve fıkıh kitaplarında denilmiştirki:

«Vazîfetüı avam, Ettemessükii bi akvalll fukahâ- avâmm va­zifesi, fakihierin (Şerîat âlimlerinin) sözlerine (fıkıh kitaplarına) te-messök edib sarılmaktır.[150]

«Efendim biz avam değiliz, âlimiz» diyeceklerdir. Çünkü kendilerini müctehid derecesinde ve hatta onların fevkinde gören kendini bilmedik câhiller, böyle diyecklerdir. Ana kaynaklarda, müctehidlerin, mukal­lit ve fakihlerin derece ve mertebeleri uzun uzun yazılmıştır. Biz onlar­dan hulasa edilerek yazılanlardan bir kaçını kısaca nakledelim. [151]





138] (Mirkat, C. I, 236)

[139] (Mirkat, C. I, 236)

[140] (Celâleyn ve Hâzin)

[141] (Celâleyn ve Hâzin)

[142] (Yazma eyyülhelveled Şerhi, 37)

[143] (Müslim, Akkirmâni, 217)

[144] (Tabarânî, kenarlı Berîka, C. 2| 155)

[145] (Kenarlı Berîka, C. 2, 155)

[146] (Hadîsi, Tirmizî rivayet etmiştir.)

[147] Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 2/ 146-154.

[148] Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 2/1654-155. 

[149]  (Keza, bak, Mirkat, C. I, 240)

[150] (Keza mecâmiül hakâik, S. 305)

[151] Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 2/ 155-160.