๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mişkatul Mesabih => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Haziran 2011, 14:14:58



Konu Başlığı: Ilim bahsi III
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Haziran 2011, 14:14:58
Ilim bahsi III  



Îzahat
 

Râvî kâb bin mâlik (R.A), medine-i Münevvereli Ensârı   kiramın hazrec kabilesine mensub bir ashabı kiramdır. İkinci akâbede hazır bulunmuştur. Bedir muharebesinde hazır olduğunda ihtilaf vardır. Fa­kat ekseri ulema bedir muharlbesinde bulunmadığına kaildirler. Ebû Abdillah veya Ebî Abdirrahman künyesi ile küriyelenmiştir. Bedir mu­harebesinden sonraki harblerin hepsinde bulunmuştur. Ancak tebük seferinde bulunmamıştır.

Bu mübarek sahabe, Peygamber sallallâhü aleyhi vesellem efen­dimizin şâirlerinden birisidir.

Resûlülah sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz, medîne-i münev-vereye hicret buyurduklarında muhacirle ensar arasında kardeşlik bağı yabdığmda, Medineli bu zat ile muhacirlerden Talha bin ubeydüllâh-ın arasını kardeş bağı ile kardeş etti.

Tebük seferinden geriye kalıb bâzı özür beyan eden üç sahabeden biriside bu zattır. O üç sahabe hakkında şu mealdaki âyeti kerime inzal olunmuştur:

« (Tebük muharebesinden) geri bırakılan üç kişi (ensardan, kâb bin mâlik, Hilâl bin ümeyye ve mürâre bin Rebi-i) de Allah bağışladı..» (Tevbe sûresi, 118)

Hz. Kâb ve, diğer iki arkadaşının tebûk seferinden geri kalışları hakkında uzun beyanat, buharı, müslim ve o âyetin tefsirleri ile siyer kitaplarında yazılmıştır.

Kâb bin mâlik, Hazretlerinden pek çok cemaat hadis rivayet etmiş­tir ve kendisi peygamberimizden seksen (80) hadîs rivayet etmiştir. Vefatı, kendisi gözleri kör olduktan sonra yetmiş yedi (77) yaşında hic­retin ellinci senesinde Medine-i Münevverede -vuku bulmuştur. Allah ondan razî olsun.

Hadîsi şerifde, ilim taleb edenlerin iyi olmayan üç türlü gaye ile veya üç gayeden birine nail olmak için tahsilde bulunmaları, cehen­nemlik olmalarına sebeb olacaklarını beyan etmektedir.

O üç türlü kötü gayeleri, kısa yoldan açıklamaya çalışalım.

a) «Bir kimse, ilmi : âlimlere karşı büyüklenib böbürlenmek için tahsil ederse, AHâhtt teâla o kimseyi cehenneme katar.»

Yani ilmi, sırf bilginlerle münakaşa ve mücâdeleye girişerek ken­dini bir çok yaşlı başlı kimseler seviyesinde veya onların fevkinde görmek ve göstermek maksadiyle, tahsil eden kişi, cehennemlikdir. Çünkü Allah için, din içinr âhiret için, cehlini izâle için, bilmeyenlere öğretmek için, dîne ve millete hizmet ederek faydalı olmak için değil, şeytani bir d,uygu ile kibirlenmek, böbürlenmek ve kendinden evvel Allâha kulluk, islâmâ hizmet ve insanlığa faydalı olanlara karşı çalım satmak için okumuştur.

Bu kötü niyyetle ilim tahsil edenler, geçmiş devirlerde görülmüş­tür. Hâlada görülmektedir. Talebesi hocasına karşı gelerek delilsiz ve dayanaksız, sâde şeytanın verdiği telkin ve vehimle açıkça âyet ve hadîse muhalif hükümleri savunanlar olmuştur. Firakı dâlle ismini alan yetmiş iki (72) fırka, bu düşünce ve davranışlarla ilim tahsil eden kötü niyyetli insanların tahsilinden hâsıl olmuştur. Bu hususda sayıl­mayacak kadar misallar, vardır. Fakat biz bir kaç tanesini nakletmekle iktifa edeceğiz.

Meselâ : Allâme-i Teftâzân hazretlerinin nakline göre, medinede doğub, ilim tahsili için basraya gelib, Hasam Basıl merhumun huzu­runda talebelifcde bulunan vâsıl bin Atâ arasında şöyle bir mes'ele münakaşası olmuştur:

«Hasam Basri (R.A) a karşı vâsıl bin Atâ diyorki; Büyük günâh İşleyen kimse, ne kâfirdir ve ne mümindir. îki menzil (kâfir ile mü­min) arasında bir menzil daha isbat ediyor.

—  Bunun üzerine Hasam Basrî (R.A) hemen dedlki, vâsıl bin Atâ bizden îtizal etti (ayrıldı).

—  İşte bu senebden onlar mutezile ismi ile adlandırıldılar.»[118]

Halbuki büyük günâh işleyen kimsenin, âsî bir mümin olduğu muhtelif âyeti kerîme ve hadîsi şeriflerde beyan edilmiştir. Ancak ha­ram ve günâhı helal ve iyi derse, bu takdirde kâfir olur. Meselâ : Hak­sız olarak adam öldürmek haramdır. Fakat öldüren kimse helal deme­dikçe âsî bir mümindir.

Netekim bir âyeti kerimede şöyle Duyurulmuştur. «Eğer müminlerden İki taife öldürsürlerse, hemen aralannı düzel­terek barıştırınız.»  (Hucurat sûresi, 9)

Görüldüğü üzere, bir birlerini öldürmek için savaşanlar, «mümin» olarak vasıflandırılmaktadır. Kur'anda bu gibi âyeti kerimeler pek çoktur. Birinci cildin. «Büyük günahlar ve nifaK alâmetleri Babı» baş-

lığı altında muhtelif âyeti kerime ve hadîsi şerif mealleri ve gerekli îzâhat yazılmıştır. Orayı tekrar okumak faydalı olur.

Evet üstadından ilmi tahsil edib sonra karşısma haksızca dikilib münakaşa ve cidâla girişen fasit niyyetli ve kötü îtikadlı talebelerden bir örneği nakletmiş olduk. Bu örnek geçmişdendir. Günümüzdende bir kaçını nakledelim.

Bâzı üstadlarımızdan bizzat dinlemiştik, diğer bazılarınında yazıla­rından okumuş olduğumuz fasît talebelerinin ızdırabını nakletmişlerdir.

Meselâ : Bir üstad diyorduki : «Ben bu adamın böyle selefe saygı­sız ve ahlaksız olduğunu bilseydim, asla ilim öğretmezdim. Çok üzülü­yorum.»

Diğer bir örnekde, Adam arabcanm elifbasından başlayor. Günün imkanlarına göre talebeliğin en son merhalesine kadar devam ediyor. Bir mevkî sahibi olub bâzı şak şakcılarıda görünce, hemen bir menfaat şebekesi fırkalardan bir gurubun içine giriyor. Onların baş tanıdıkları kişiyle görüşüyor. Ondan bâzı tâlim ve telkinler öğreniyor. İşte o za­man diyorki: «Efendim ben ne Öğrendimse, bu zaddan öğrendim, v.s...»

Ve bu sözünden sonra esas ilmi ve dîni mîbîni islamı Öğrendiği üstadını; küçülten sözler, davranışlar ve hatta karşı çıkışlarda bulunu­yor.

Fek çok örneklerden biriside; Henüz talebelik ettiği üstadına dîni bir inanç ve mes'elenin izhârı için falan değil, sâdece siyâsî fırka dü­şüncesine sâhib olan bir takım bilgisiz, ve saygısız talebeler, canım din ilmini ve nefsine, milletine ve devletine faydalı bilgileri öğrenmeyi bırakıyor. Kendisine ders veren gerçek âlimi, «Pasif, korkak ve abdal gibi...» cümlelerle kötüleyenler, onlarla münakaşa edib hakaret eden­ler maalesef görülen bir hastalıkdır ve cehennemlik bir ilim tahsilidir.

Ancak ilim adamı geçinenler, îtikadsız, amelsiz ve ahlaksız olur­larsa, haddi ve saygı hududunu aşmadan, hak müdafaası ve münazara­sı yapılabilir.

Şu halde ilmi, Cehaletten kurtulmak, hakkın rızasını Kazanmak, dîni mûbini islâma hizmet etmek, bütün insanlığa faydalı olmak ve âhiret seâdetini temin etmek maksadı ile öğrenmek en doğru ve en isabetli ilim tahsilidir. Böyle niyyetle ilme çalışanlar, hiç bir zaman densiz, saygısız ve mütekebbir olamaz. Kendilerinden evvel ve kendi emsallerinden olan bilgi sahihlerini, küçük görmezler ve onlara karşı haksız davramşda bulunmazlar.

Ve şu âyeti kerime mealine dikkat ederler :

«Ve her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır.» (Yûsuf sûresi, 76)

Ve birde ilmi allâh-ın bir lut£u olduğunu bilib ondan artmasını di­lemenin ilâhî emir olduğunuda anlamak kâfidir.

« (Habisim!) deki: Ya Rabbi! benim ilmimi artır.» (Tahâ sûresi, 114)

Yüce Allah, sevgilisine ulûmu evvelini ve ulûmu âhîrînî bildirdiği halde, ilminin artmasını taleb etmesini buyuruyor. Bu âyeti kerime­leri ve daha başka âyeti kerîme ve hadîsi şerifleri bilen ve düşünen bir kişi, ilim tahsilinde şeytan gibi büyüklenerek düşünce ve davranış­lara sâhib olamaz. Fakat tîneti, gayesi, edeb ve terbiyesi, huy ve ahlakı kötü olan talebe ve hocaları, şeytanıda geçer, daha muzir bir şekilde konuşur, davranır ve icraatda bulunurlar.

Kötü niyyetli ve kötü amel ve davranışlarda bulunan sözde ehli ilmin, fenalıklarından bir kaç örnek misalda yukarda ikiyüz on sekiz (218) inci hadîsi şerifin izahatında yazdığımızı hatırlatırız.

b) Hadîsi şerifin ikinci hükmüde şöyle idi:

«Veya ilmi, sefihlerle (Cahillerle) mücâdele etmek İçin taleb eder­se, Allâhü teâla o kimseyi cehenneme katar.»

Hadîsi şerifdeki «Sefihler» Câhiller, akılsızlar ve nefislerinin arzu­larına uyan ahlaksızlar demektir. Ve bu sefihler, cahillikleri ile kendi­lerini her şeyi bilîrmişcesine Alâlhm ve Peygamberin hükümlerinde dâhi eksik ve ayıb arayan tipinden olanlardır.

îlme çalışan kimse, fayda vermeyecek, belkide zarar verecek lü­zumsuz ve fâidesiz gaye sahibi olan câhillerle, akılsız, şuursuz ve be­yinsiz tipinden şehvet perest, iki yüzlü ve hayasız adamlarla cidal edib münakaşa etmek maksadı ile okursa, işte bu iyi bir gaye olmayib, kötü niyyet olduğundan î}u adam cehennemliktir. Çünkü bu şekildeki gaye ve amel ilâhi âyetlerde yasaklanmış ve hadîsi nebevilerde tak­bih edilmiştir. Aslında ölçüsüz cidal edib çekişmenin her yönü kötü­dür.

Bir âyeti kerime meali şöyledir :

«İnsanlardan Sefihler (Akılsızlar) yakında şöyle diyecekler : Müs­lümanları kıbleden (Kudusden kâbeye) çeviren nedir?...»

(Bakara sûresi, 142)

Diğer âyeti kerimede şöyledir:

«Onlara (münafıklara), insanların îman ettiği gibi sizde iman edin, denildiği vakit, (kendi aralarında) biz sefihlerin (akılsız câhillerin) îman ettiği gibi îman edermiyiz? derler. Dikkat ediniz! elbette onlar kendileri akılsız ve sefihlerdir ve lâkin bilmezler.» (Bakara sûresi, 13)

Şu halde sefihler, câhil ve beyinsiz kimseler olmakla, iki yönlü münafıklardanda olabiliyor. İşte böyle kimselerle cidallaşmak için ilim tahsil etmek, hem dünyada ve hem âhiretde felâkettir.

Bir âyeti kerimede şöyle yasaklanmıştır :

«Nefislerine (şahıslarına) hainlik etmiş kimselerle mücâdele etme. çünkü Allah hainlik de ileri giden (sefih, akılsız ve beyinsiz) günahkar­ları sevmez.» (Nisa sûresi, 107)

Diğer âyet meali :

«(Habibim!) Sen bağışlama yolunu tut, iyiliği emret ve câhiller­den yüz çevir.» (Araf sûresi 199)                                                           

Diğer bir âyet meâlide şöyledir :

«Rahmanın o kullarıkl, onlar yer yüzünde vekâr ve tevazu ile yürürler. Câhil kimseler kendilerine (hoşlanmadıkları) bir laf attıkları zaman «selâm» derler (sözün doğrusunu söylerler, onlarla münakaşa etmezler.)»  Furkan sûresi, 63)

Bir âyeti ketimedede cidallaşmakdan çekinmeyen müşrikler, şöy­le beyan edilmiştir:

«Ve (müşrikler, Peygambere) şöyle demişlerdir : Bizim ilahlarımız (olan melekler) mi daha hayırlı, yoksa omu (meryemin oğlu îsâmı?) (Ey Resulüm! bunlar hakikati anlamak için değil) bunu sana sırf mü­câdele olarak (ve seni cevabsız bırakmak için) misal veriyorlar. Doğ­rusu onlar çok çekişgen adamlardır.» Zuhruf sûresi, 58)                     

Cidallaşıb hak karşısında çekişenler, müşrikler olduğuna göre, mü­minler kaçınmalıdırlar.

Bir hadîsi şerifdede şöyle buyurulmuştur :

«Hidâyet üzere olan bir kavm, doğru yollarından sapıtmamıştir, ancak cidallaşmayi getirerek sapıtıb helak oldular.»»

Ey talibi ilim kardeşlerimiz! ilmi tahsil ederken şu kötü ve ahlaksız câhil kimselerle çekişmeye dalıbda, sen ben savunması için' çalışma gayesinden kaçınınız. Zira o sefihler, kendilerini kaf dağında gören hak ve hakikat bilmeyen ve tanımayan hayasız kimselerdir. îlmi hem, kendine, nemde dinimize ve hem insanlığa faydalı olacak gayelerle

tahsil ediniz. Böyle yaparsanız, nem Allah razî olur, hem dünyaya iyi bir miras bırakırsınız ve hemde âhiret seâdetine nail olursunuz. Çünkü, cidallaşmanız sizi, ilmi fıkıhdan ve fakihlerden uzaklaştırır, ömrünüzü boşa gidertir, aranızda soğukluk ve düşmanlık gibi kötülükler meydana getirir.

c) Hadîsi şerif de beyan edilen üçüncü cümlede şöyle idi:

«veya İlmi, insanların teveccühünü kazanmak için tahsil ederse, Allâhü teâla o kimseyi cehenneme katar.»

Hadîsi şerifin, bu cümleside çok dikkat gereken hususlara işaret etmektedir. Zira insan oğlu nefsine paye vermeyi, kendinin övülmesi­ne ve menfaatına pek düşgündür.

Adam ilim tahsil ederken, mevkini, makamını; alacağı meblağı, halkın içinde imtiyaz sahibi olmayı ve hatta, şan ve şöhrete sâhib ola­rak, kısa zamanda dünyevî, maddî ve siyasî sahada yükselerek men-faata konmak için adetâ çırpmır. Küpe girmeden sirke olur, kabilinden daha ilmi tahsil edib kendini az veya çok kurtarmadan, hemen cemi­yet işlerine karışır. Güya hayır erbabıdır. Din ve dünya görüşüne mâ­lik olmuştur.

Halbuki kendisinin düşüp kalkdığı veya teveccüh edib dalkavuk­luk yapan câhillerin ihtiraslı ve taraflı telkinleri doğrultusunda, fi­kirler ve hükümler beyan etmeye başlar. Sanki kendisine ilim öğreten bilgili ve tercübeli höcasmıda geçmiştir. Olmuşdur bir mücahidi hü­kümler keser. Nutuklar çeker. Etrafındaki şakşakçıların alkışları kar­şısında şımanr. Bütün bunlar, makam, mansıb, para ve karı için yapılan kötü amellerdir. Dol ay siyle cehennemlik bir hayatdan ibaret­tir.

Şimdi böyle kötü gayelerle ilim tahsil edenlere, bir kaç örnek misal verelim. Bilhassa ilmi, fânî dünyalığa ve şöhrete âlet etmenin kötülüklerini beyan eden hükümler ve misaîJar nakledelim :

Tâlimül müteallimde bir beyitde şöyle söylenmiştir :

«tşte bu dünya azın azıdır. Ve bu dünyaya âşık olanda, kötünün kötüsüdür.»

İmamı Âzamin (R.A) Talebesi İmam-ı Muhammed (R.A) de şöyle demiştir:

«Bir kimse, İlmin ve İlimle amel etmenin tadına erişirse, insanla­rın yanındakilere (mal, makam, mansıb, para ve karıya) rağbeti ol­maz.»[119]                                                     

Talebe ve ilim adamı, ilmi iyi gayelerle okuması hâlinde böyle olur. Fakat gaye ve maksadı, yukardaki saydıklarımız ve hadîsi ne-bevîde buyurulduğu gibi, insanların teveccühü ve dünyalık maksadına bağü olunca, o ilimden ve sahibinden fayda yerine zarar görülür.

Hidâye sahibi Burhânüddîn hazretleri, bir beytinde şöyle demiştir : «timi ile amel etmeyen kötü ahlak sahibi âlim, büyük fesaddır.

—  Câhil âbid-in fesadı ise, bu amelsiz âliminkinden daha büyüktür.

—  Bunların her iklside, dîninde bunlara tâbi olacak kimse için,

—  Dünyada büyük bir fitnedirler.» [120]

Kötü gaye mahsûlü olan âlim taslaklarından birisi, halka «konfe­rans» adı altında hitabede bulunurken, halkın alkış ve şakşakı onu çileden çıkarıyor ve teveccüh düşgünü abdal hemen şu mukayeseyi yapıyor:

«Efendim bir Peygamber olan Nah aleyhisselam dokuzyüz elli sene tebliğ vazifesi yapıyor. Karşısında 70-80 kişiden fazla cemaat bu­lamıyor.

—  Ben falan hoca! yüzlerce ve binlerce cemaatı karşımda bulu­yorum... gibi...» ifadelerde bulunuyor.

îşte böylelerine, deli, zıbcıklı ve şan şöhret düşkünü ahmak, be­yinsiz budala tipinden adamlar denir. Bu serseri, bir insanın karşısında­ki alkışçısı çok olmak bir fazilet ise, târih boyunca ve hâlâda pek çok koca kâfirlerin çok avenesi vardır. Onun felsefesine göre, demek o kâfirler, en üstün adamlarmıdır?

Diğer bir şöhret düşgünü ilim zırhına bürünmüş sapık fikirlide diyordu:

«Efendim benim kanaat ve görüşüm odurki, Din adamı siyâsete atılabilir. Ancak Siyâsete atılacaklar, vazifeden ayrılmalı ondan son­ra siyâset yapmalıdır.»

Tabii bu cümleleri konuşan görüyorduki, ilimde değil, ilim zır­hına bürünerek yüksek bir mevkî ve makama çıkanlar, hemen si­yâsete köprü kuruyorlar, fâni dünyanın azıcık madde ve şöhretine nail oluyorlar.

Binâenaleyh aynı merdivene erişen kimsede, hemen dîni kendine uydurarak bir çok haksızlıkların karşısında dilsiz şeytan kesilib, yağ çekib yaltaklık yaparak arzusuna kavuşma yolunu tutuyor. Haram sofralara, gayrî meşru toplantılara iştirak eder. Orada dîne aykırı bir çok söz, fiil ve davranışları görür, fakat dünyalık ve şöhret düşgunlüğü, birde hakkı söylerse, Hırakl gibi «Makamdan olurum» korkusu vardır. Onun için hakkı söylemez susar, susmaklada kalmaz, dinde tâvizler vererek bâzı fâsık ümera ve yetgüilerin karşısında dalkavuk­luk yapar. Eğilir ve bükülür.

tmami Azam hazretlerinin kadılık (Şeyhül islamlık, Diyanet reis­liği ve müftilik) kabul etmeyib kırbaçlandığı siyaset devrini düşüne­lim. Bütün suç işlevnler, kadının ve hâkimin karşısında mahkemelenir-ler. Padişah ve ontfan aşağı âmirler, top yekûn istisnasız mahkeme huzuruna çıkarlar ve çıkmak mecburiyetindedirler. Fırkacılık ve şe­riat hükümlerinin hilafı ahkam tatbikatı yok denecek derecedir. Şe-rîat hâkimdir; «Şeriatın kesdiği parmak acımaz» hükmü icra edilir. Ve büyük îmarn^ elbette islâmın, din ve devlet olduğunu bilmekte idi! Çünkü önderimiz Muhammed Aleyhisselâm, dîni, siyâsî, idarî ve askerî yönlerin mürşidi ve başı idi.

Birde osmanlı devrinin ilim erbabı olub, bütün hayatları boyunca dine Ve müslümanlara kendilerini vakfetmiş din adamlarına göz ata­lım. Bunlarında pek çok ilmî şahsiyetler geçmiştir. Bir tanesinin ha­yatından bir örnek şöyledir:

«Zenbilli Ali efendi, Yavuz Sultan Selimin Müftisi idi. Sultan Se­lime her aâam cesaret edib konuşamazdı. Fakat Müfti Ali efendi hakkı söylemekten hiç çekinmezdi. Ali efendi Sultan Selime her zaman sözünü

geçirirdi

—  Bir gün Yavuz Sultan Selim Enderun (saray) ağalarından bir kaçını İkabah'atlarmdan dolayı, kestirmek istedi. Zenbillİ Ali   efendi bunu'd,uydu, derhal Padişaha koşdu ve sordu :

«Bir söz işittim, bir kaç kişiyi kestlrecekmlşsiniz? Yavuz Selim kızdı, hiddetle:

—  Efendi artık sen devlet işlerine karışmaya başladın, dedi.

—     Zenbilİİ Ali efendi hiç korkmadı:

—  Evet âhiret işlerine bakmak boynumun borcu olduğu için, size şeriatın yolunuda göstereceğim, dedi. Sultan Selime itidal tavsiye etti. Padişahı o şiddetden vaz geçirdi.»[121]                 

Evet fırka ve fırkacılık islamda yasak ve haramdır. Bu hükme riâ­yet edilib islâmın hükmü icra edilirken, bir takım zulmün ve zalimli­ğin bâzı zaman ve mekanlarda, bâzı devlet başkanları veya âmirlerinde münker görüldüğü zamanın din âlimleri, «hakkı ile hüküm ve fetva veremem» diyerek kadılık ve müftilikden kaçınmışlardır.

Yukardaki büyük müctehid ve cesur müîti efendinin hallerine ve davranışlarına bakalım, birde şimdi arslan kesilen sahte kahraman­ların, haram olan fırkacılığın bir meslek, bir geçim yolu ve bir me­ziyet sayılıb savunulduğu bir zamanda nasıl oluyorda, din adamının siyasete atılmasını savunuyor! Doğrusu bu hal, cehennemi gaye ile ilim tahsil etmekten ve o gayenin çürük meyvalarmdan başka bir şey olamaz. İlme çalışmayı, ölünceye kadar meslek edinmenin şeref ve faziletini gaybedenler, fâni dünya için âhiretlerîni yıkıyorlar.   

Burada şu âyetleri hatirlatmakda fayda vardır : «Heb birlikde Allanın kopmaz ipine (dinine, kitabına)    sımsıkı sarılınız. Fırkacılık yaparak bir birinizden ayrılıb dağılmayınız.» (Ali İmran Sûresi, 103)

«Dinlerini (bir kısmına inanıb bir kısmını inkâr etmek suretiyle) parça parça edenler, ayrı ayrı fırkalar (hâlinde) olanlar (yokmu?) sen hiç bir şekilde onlardan değilsin.» (En'am sûresi, 159)

Bu âyeti kerimede fırkaların, kimi müşriklerin'putlara ve melekle­re taparak fırkalara bölünmesi, kimide yahûdî ve Hıristiyanların fırka­lara ayrılışı şeklinde beyan etmişlerdir.

Fakat Ashabı kiramdanEbû Hureyre (R.A) demiştirki:

«Onların (Fırkaların), bu ümmetin İçinden zuhur edecek sapık fır­kalar olduğu (veya olacağı) dır.»

Ayeti kerime umûmî hüküm beyan etmektedir. Binâenaleyh geç­miş ümmetde ve bu ümetde olan veya olacak bütün fırkalara şâmildir.

Diğer bir âyet meâlide şöyledir :

«O müşriklerdenki, (emredildikleri) dinlerini (terk edib ihtilâfa düş tüler ve onu) parçalara ayırdılar; böylece fırka fırka olmuşlardır. Her din sahibi (gurub ve fırka), kendindeki dine güvenib övünmektedir.» (Rum sûresi, 32)

Şimdi bu âyeti kerimeleri okuyan bir müslüman, düşünmelidir. Her fırka kendini savunur, başkasını kötülerse, bu nasıl helal olur. Bilhassa fırkanın icraatı, gayesi, savunduğu davalar, tamamen beşeri fikirlerin tatbik ve icrası olursa, din ve îman meselesi sâde kısa bir vaîcitdo dilde perde olub, icraaida lamâmnn elinin zıddı olursa, bu gibi fırkacılığı, ilim zırhına bürünmüş din adamı nasıl savunabilir.'/ Evet savunursa, hadîsi şerifde belirtilen cehennemi gayeye sâhib olan ki­şilerden birisi olur.

Ahmed Cevdet Paşa merhumun tercüme ettiği «ibni haldun mu­kaddimesi» adlı eserin üçüncü cildinde uzun îzâhatda belirtilmiştirki, Din ve şeriat ilmi ile iştigal eden din âlimleri, pek çok dini hükümle­rin tetkik ve tahkiki ile uğraşıb fikrinin tamamen dînî mes'elelerin yeri ve kaynaklan, illet ve sebebleri gibi birçok araştırmalarla meşkul olub, umuru hâriciye ile meşkul olması ayrı bir çalışma ve ayrı bir meşkû-liyet olduğundan, siyâsetten uzak olmaları evlâ ve elzemdir.

Binâenaleyh kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyası fukaha ile fik­rini çalıştıran bir kişi, zihnini memleket ve millet idaresiyle meşkul ederse, iu takdirde esas çalışma ve gayesi olan Şeriat ilminden ve onunla zihnin meşkul olmasından uzaklaşır. Pek çok hükümlerin ya­bancısı hâline gelebilir. Aynı zamanda siyâset yalandan hâlî olmaz. Yalan söylemek ise, din adamına yakışmaz. Bu hal ise, dine ve din adamına pek çok fenalık îras eder.

Ancak yüksek zekâ ve bilgi sahibi olan inni Kemal Paşa ve Eblssu-ûd (R.A) efendiler gibi, ilmî oteriteler, siyâsete girebilirler. Zira bunlar gibi yüksek zekâ sahibi kişiler, şerîât ilmi ile beraber siyâset ilminide yürütebilecek kâbiliyyettedirler.

Aynı zamanda bütün fenlere vukûfiyyetin yanında uzun tercübe, şahsiyyetü ilim ve beşeri hayatda insanların muamelelerine vâkıf olma gibi hasletler gereklidir. Daha geniş izahat, «mukaddime-i ibni haldjm tercümesi, C. 3, 235 - 236» de mezkûrdur. Bu hükümler, islâmın yaşan­dığı ve icraya islâmın hâkim olduğu devirdedir.

Buraya ilim oteritesinden fâzılı muhterem bir büyük âlimimizin hayatından bir ÖrneX misalıda nakledelim.

Kur'anı kerimden sonra Peygamber efendimizin mübarek söz­lerini ve sünnetlerini yazan hadis kitaplarının birincisi sayılan, sahihi Buharinin yazan, Ebû AbdİUah Muhammed bin İsmail el-Buhâri (R.A) e, zamanının emîri, elçi gönderiyor. İmamı Buhârİ emîrin sarayına ge­lecek, orada emîrin evlatlarına ilim öğretecektir.

Bu sözü duyan ilim otoritesi büyük âlim diyorki:

«Ona söyle, ben iimi kad'iyyen küçültüp zelil yapamam ve ilmi sultanların kapılarına kadar yüklenib gidemem. Eğer o ilimden bir şev ihtiyacı var İse, benim mescidime hazır olsun gelsin, time gelinir. İlim, yüklenib onun evlatları içfn tertiblediği meclise götürüleınez.. v.s.»  [122]                                                                 

Ey ehli ilim geçinenler ve ey talebeyi ulumlar! Şu uyarıcı ve ib­ret verici hallere baklım, bizde az çok bir şeyler biliyor isek, o ilmin kıy­metini takdir edelim. Dünyalığa satıp değişmeyelim. Sonra cehennemi boylanz.

Üstadlarımdan «Akşehirli hoca» nâmiyle anılan fâzılı muhterem Hacx Ahmet efendi merhum ile Aksekili Hüseyin efendi merhum, ted­risatımız esnasında, Molla Hüsrev merhumla Fâtih merhumun arasın­da geçen şu hâdiseyi nakletmişler ve kaynağımda beyan etmişlerdi:

«Slutan Fâtih merhum, ilim adamlarına bir ziyafet sofrası tertib ediyor. Bu sofraya o günün ulemasını davet ediyor.

—Davetiyelerde her ferde yerleri tesbit edildiğinden, Saltan Fatih merhum o günün fetva emîni ve ulema reîsi olan Molla Husrev mer­huma davetiye kartında kendinin sol tarafındaki yere oturmasını yazmış. Sağ tarafına küçüklükde hocalığını yapan Molla Gûranİ mer­humun oturmasını yazmıştır.

— Davetiyenin bu şekilde olub padişahın sağma kendisinin veril­mediğini gören ilmî otoriteye sâhib olan Molla Hüsrev, şu cümleleri ya-zıb dîvanı âliyeye gönderiyor :

«Gayreti ilmiyye ve gayreti dîniyyenin iktizası, bu meclise benim hazır olmamamdır.»

Ve bu satırı yazdıktan sonra îstanbulu terk edib, Bursaya geliyor. orada medrese yapdinyor. îlim tedrisatına devam ediyor. Bir müddet sonra Sultan Fâtih merhum özür dileyor. Kendisini makamı fetvaya nasb ediyor. Daha geniş malumat, «Şekâiki Nûmaniye» adlı eserde mez­kûrdur.

Şu yıkılmaz ve sarsılmaz îmana ve o îman ile hakkın lutfu inayeti ile sekînetli ve veicarlı ilme sahib olan büyük âlim ve muhaddisin (îma­na Buharinin) şahsiyeti gibi, ilim otoritesi kimselere, pek muhtaç bir haldeyiz. Fikrini, zikrim, işini, aşını, gecesni ve gündüzünü ilme has-redib, din kitaplarının ve din tedrisatının içinde çalışarak ömrünü il­me vakfeden, ilmi ile âmil değerli kişiler, Dînin, devlet ve milletin, cemiyet ve vatanın temel taşlarıdırlar. Bir millet ve memleketin be­reket ve huzurudurlar. Hakîki Peygamber vârisleri, böyle kişilerdir.

İşte böyle kişiler, Peygamber postuna oturmakla, devlet reisi, din mürşidi, mihrab imamı, ordular komutanı, aile reisi, sulh ve sükûn hâkimi, dünya ve âhiret seâdetinin yollarını tebliğ edici vasıfları ken­dilerinde toplayan gerçek ilim otoritesi kimselerdir. Çünkü bunlar, kurtuluşun islamda ve hakkın hakimliğinde olduğuna gerçekden inan­mış kişilerdir ve bunlar, ferdlerin, cemiyetlerin, millet ve devletlerin tek bağlantısını, «islâm» olarak bilirler.

Fakat bu âlimler gibi önderlerden bilhassa, insanların, idarî, siyâ­si, mâlî, ictimâ-îP ticarî ve emsali işlerinden iyi anlayanlardan bâzıları veya en azından zarûrâtı dinîyyesini bilen zekî ve dünya işlerinden iyi anlayan îmanlı ve cesur kişilerin, insanların idaresinde vazîfe ahb siyasî ve ictima-î yönde hizmet etmeleri, elbet bir zarûrattir. Zira böyle ciddî bir şahsiyetli kimseler, müslümanlarm idaresinde vazîfe alıb hiz-metde bulunmazlarsa, bu takdirde ya fâsik kimselerin veya zâlim ve kâfirlerin kötü idareleri altında islâmı ve müslümanları harab ettirib perişan ettirme hâli ortaya çıkar. Çünkü hakîki müminler, meydanı boş bırakırlarsa, o meydanı elbet yabancılar işgal edeceklerdir. Binâ­enaleyh müslümanlarm, iktisadî, idarî ve siyâsî sahada bilgisi olan zekî, akıllı ve şuurlu kişilerin siyasete atılmaları elbet faydalı olur. Burada Akaidi nesefi ile şerhinde mezkûr olan şu satırları beraber okuyalım :

«İmam (Devlet reisi) zamanın insanlarının en efdal kişisi olması şart değildir. Zira fazîletde müsavi olan, belkide ilim ve amel bakımın­dan daha zâif olub idare işlerini ve fesatlıkları çok iyi bilib onları icâ­bına göre yerine oturtmaya daha kabiliyyetli ve kudretli olan (siyâsî deha sahibi) kimse, idareye tâyin edildiği vakit, şerri daha mükemmel def eder ve fitnenin eseri daha uzak olur...»[123]             

Tabiîki îzah edilen hususlar, islâmm hükümleri hakim olduğu veya hâkim olması için gaye edinildiği zaman, mekan ve şahıslar arasında olacaktır. Yoksa başından sonuna kadar ilâhî hükümler, bı-rakılıb ve bu hükümlerin dışında beşerî düşünce ve dâvaların tat­biki maksadı ile insanların (müslümanlarm) idaresine tâlib olmak, hem din için, hem ilim müessesesi ve ilim adamları camiası için, pek büyük bir tahribatdır. Uyuntulukdur. Aziz olan ilmi ve ilim ehlini, hem hakkın ve hem halkın nazarında zelil kıhb perişan etmek olur.

Bilhassa fırka ve fırkacılık yaparak, fikir ve düşünceleri her han-ki bir fırkaya şartlanmış olarak siyâsetde bulunmak, çok ve çok teh­likelidir. Zira fırka ve fırkacılık, isîâma aykırî olduğundan Allâhü teâla Râzî olmaz. însanlarda, fırka hastalığına mübtelâ olmakla belli bir kurub ve fırka adamlarından, din adamına îtimad etmedikleri gibi, Allah muhafaza bir âyet ve hadis okuyub hüküm beyan etse, belkide inanmazlar. Günümüzde böylelerine rast geldikleîimiz olmuştur.

Burada Hz. Aişe (R.A) m rivayet ettiği bir hadîsi şerif mealini okuyalım;

Resûlüllah (S.A.V), buyuru yorduk i:

«Bir kimse, Allâhm gazabı ile insanların rızasını taleb ederse, o kimseye Allâhü teâla gazab eder ve insanlarıda o kimseye gazablandı-nb öfkelendirir.»[124]                                       

Günümüzde siyâsete atılan veya atılmak isteyen diri adamlarının fearsüaştıkları veya karşılaşacakları durumları ve Kur'an âyetleri ile hadisi şeriflere muhâlif-iıal ve hareketlerinden bâzılarını sıralayalım.

Bir âyeti kerimede şöyle Duyurulmuştur :

«Ey müminler! Allâhadan korkunuz ve sâdıklarla (îman ve amelin­de doğru olanlarla) beraber olunuz.»                       (Tevbe sûresi, 119)

Yaşantıda görüldüğü üzere, dîne aykırı hüküm kesenler ve dini tahkir edenlerden tutunda, islam ahlakına yakışmayan pek çok kötü­lüğü prensib edinmiş olanlarla oturub kalkmak, onlarla haşır neşir olmak, önder vasfına sahib olan bir adamın kukla olub zâlim ve fâ-sıklarla beraber olması, din için, millet için devlet ve vatan için bir felâket ve yıkımdır.

Diğer bir âyeti kerimedede şöyle buyurulmuştur :

«Binâenaleyh zikirden (Allahı andıkdan, namazı kildıkdan) sonra (ey habîbim ve ey onun vârisi!), artık o zâlimler gurûhu ile beraber oturma.»  (En'am sûresi, 68)

Diğer bir âyet meâlide şöyledir :

«Ailâh (c.c.) size kitabında (Kur'anda) sunuda İndirmiştir : Allanın âyetlerinin inkar edildiğini ve 'âyetlerle (veya hükümleri ile) eğle­nildiğini işittiğiniz azaman, kâfirlerle oturmayınız Tâkl onlar bundan başka söze dalsınlar. Çünkü (rıza gösterir oturursanız) o zaman sizde şüphesizki onlar gibi olursunuz.»  (Nisa- sûresi, 140)                           

Allanın hükmünün zıddına hüküm ve kararda bulunanın tehlike-leride şöyle beyan edilmiştir :

«Kim, Allâhm indirdiği hükümlerle hükümde bulunmazsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridirler.»                         (Mâide sûresi, 45)

Diğer âyet meali-:

«Kim, Allanın İndirdiği hükümlerle hükümde bulunmazsa, işte onlar kâfirlerin ta kendileridirler.»                           (Mâide sûresi, 44)

Fırkacılıkla ilgili âyeti kerimeler, hem, birinci cildde ve hem biraz yukarda nakledilmiştir. Ayrıca ilâhi hük'îftnjere muhalif kararlarda bulunanların fenalıkları, «İslama sokulan Bid'at ve Hurafeler» adlı eserimizde yazılmıştır.

Bir kaç hadîsi nebevi meâlinide sıralayalım ondan sonra bir bü­yüğün cümleleri ile neticeleyelim.

Zâlimi medhetmenin fenalığı bir hadîsi şerifde şöyledir :

«Fâsık (kötü amel ve kötü ahlak sahibi) medh edildiği vakit, cenâ-bu hak gazablanır ve arşı âla titrer.»[125]                 

Diğer bir hadîsi şerif meali:

«Her kim, Bid'at sahibine (dinde uydurucu, hurâfeci ve bâtıl sa­vunucusuna) hürmet ederse, muhakkak o kimse, islâmın yıkılmasına Vardım etmiştir.» [126]                                             

Deyleminin rivayetinde bir hadîsi nebevide şöyle îmyuralmuştur :

«Zengine, zenginliğinden dolayı tevâzûda bulunan fakire, Allah lanet etsin. Her kim böyle zengin kişiye zenginliğinden dolayı tevâzûda bulunursa, işte o kimsenin (zengine tevâzûda bulunanın) dininin üçte ikisi gitmiştir.» [127]                           

İlim otoritesiîmam-ı Buhârî'nin devrinin son zamanlarında hîcri üçüncü asrın sonu ve dördüncü asrın önünde geçen ve îtikadda imam olan Ebû Mansûri Mâtürîdî (333) - merhumun yaşadığı devrin sulta­nı (devlet reisi) hakkında şu cümleyi buyurmuştur :

«Men kale li sultani zamânina âdilün, fehüve kâfinin = Bir kimse, Zamanımızın sultânına (devlet reisine) âdil derse, işte o kimse, kâfir­dir.»[128]                       

3u büyük âlimin kıymetli sözünün bir nebze izahı, birinci cildin 306-308. sahifesinde zikredilmiştir.

Asrımızın mücâhid âlimlerinden îman şâirimiz Mehmet Akif mer­humun şu sözlerimde okuyalım:

Zulmü alkışlayamam zâlimi asla sevemem.

Gelenin keyfi için geçmişe ölsem sövemem.

Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım,

Boğamazsmki, hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Son olarak bîrde büyüklerden Süfyân-ı Sevri (R.A) nin şu cümle­lerini okuyalım:

«Sen, bir din âliminin dostlarının çok olduğunu görürsen, bilkl, o âlim hak ile bâtılı karıştırıcıdır. Zira eğer hakkı söylemiş olsaydı, elbette (insanlar) ona buğzederlerdi.»[129]       

Millete, vatana hizmet lafıyla siyasete atılan veya atılacak olan din adamları, yukardaki nakletmiş olduğumuz hakîkatlara nazar edib okumalıdırlar. Mübarek hizmeti bırakıb, dünya gayesi ile neler işlen­diğine veya işlenebileceğine insafla düşünüb dikkat etmelidirler.

Büyükler sözlerinde rjuyurmuşturki:

«Rütbelerin en üstün ve kıymetlisi, ilim rütbesidir.»

Elmücadile sûresinin 17. ayetinide okuyalım.  (Esasul iktibas, 17)

Bu şerefli rütbeye sâhib olan her peygamber vârisi din adamının, ilmin ve ilim adammm şahsiyet ve vekâraıa sâhib olmasını ve dîne, vatana, devlet ve milleti islâmiyeye faydalı olub, dünyada ve âhirette önderlik vasıflarını muhafaza ederek ebedî seâdete nail olmasını yü­ce mevladan niyaz ederiz.

Tercümesi:

227- (30) EbîHureyre (R.A) denmervîdir,dedi:

Resûlüllah (S.A.V) buyurdu:[130]

«Bir kimse, Allanın rızasını kazanmak maksadı ile tâlim ve tahsil edilmesi gereken ilmi, ancak ve ancak dünya nimetlerinden bir metâa kavuşmak için tâlim ve tahsil ederse; O kimse, kıyamet gününde cen­netin kokusunu duyamaz.» [131]

 

İzahat
 

Bu hadisi şerifin hükmünü, bir nebzede olsa, hemen bir üstdeki hadisi nebevinin izah bölümünde yazmış idik. Fakat biz burada hadîsi şerifin hükmü ile ilgili bir kaç büyüğün sözlerini nakledeceğiz.

Sarih Alİyyül Kâri merhum şu satırları yazıyor:

«Tıybî merhum dediki:

«Bir kimse, dünya metamdan kendisine isabet etmesi ile beraber İlmi; Allanın rızası için öğrenirse, bu kişi hadîsi şerif deki veîdin (ceza­nın) altına girmez. Zira AHâhm rızası İçin çalışırken, dünya nimeti ar­kasına tâbi olab geliyor. Binâenaleyh dünya metâ-ı ona tâbidir.»[132]

Evet hakkın rızasını tahsil için ilim öğrenen bir kişiye, dünya nîmeti kendiliğinden zuhur eder gelirse veya ilme çalışan kişinin tak­vaya sâhib olmasından dolayı, bilmediği bir yoldan dünya nîmeti ve rızkı gelirse, bu ilâhî rızaya manî değildir. Rizık ve nîmet külfet muka­bilinde ilâhî bir lutufdur.

Netekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur : «Ve kim, Allâhdan korkarsa, ona {darlıkdan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Birde ona ummadığı yerden rızık verir.»(Talak sûresi, 2-3)

Bir hadisi şerifde şöyle buyurulmuştur :

«İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektirki, o günde dinar (al­tın) ve dirhem (gümüş) den başka hiç bir şey menfaat vermez.»[133]

Ulemâ ve meşayihi kiramdan Süfyânİ Sevrî (R.A) de şöyle diyor : «Erbabı hal ve erbabı takva indinde, daha evvel mal kerih görü­lürdü. Fakat bugün müminin cenneti (ve îmanın bekçisidir).

—  Eğer şu (elimizdeki) dinarlar (altınlar ve paralar] olmasın, bu melikler (padişahlar, emirler ve âmirler) bizi mendillerinin kiri yerine indirirler.

—  Binaenaleyh bir kimsenin elinde altın, ve gümüş gibi mallardan bir şey bulunursa, onu ıslah etsin ( onu korusun ve helal ticâretle artır­sın) . Zira bulunduğumuz zaman, öyle bir zamandırki, ihtiyaç   olduğu zaman, dînine sarf edeceği ilk şeydir.»[134]     

Bu açıklama ve hükümlerden anlaşıîmıştırki, kişi ilme çalışırken rızayı ilâhiyi tahsil gayesi ile çalışacaktır. Dünya ve dünhalık gayesi olmayacaktır. Fakat ilme çalışırken veya ilmi öğretirken dünya ma­lından zuhur eden nimetler veya her hangi bir sebeble malın ilim sa­hibine gelmesi, ilmin dünyalığa değil mal ve dünyanın ilme tabî olma hâlidirki, bu bir nevi maddenin mânâya tâbi olması hâlidir. Çünkü dünyaya hizmet edene, dünya meşakkat ve sıkıntı olur. Dîne hizmet eden kimseyede, Dünya hizmet eder.

Halikı zülcelâle isnad edilen eserde : «Ey dünya! bana hizmet ede­ne, hizmet et ve şana hizmet edene, meşakkat ol.»  vârid olmuştur.[135]

Madde, mânâsız ve mânâda maddesiz, âhiret dünyasız ve dünya âhiretsiz olmayacağına göre, normal-bir haldir. Ruh ile bedenin bir birlerine bağlı olması gibidir.

Netekim büyükler bir sözünde şöyle demişlerdir:

«Dünya, âhiretin tarlasıdır.»

Bir kimse, ilme çalışacağında mutlaka iyi niyyete sâhib olub, sâde ve sâde dünyalık maksadı ile olmamlıdır. İyi niyyetle ilme çalışmayıb, sırf dünyalık için ilim tahsil eden kişinin ilmi lehine değil, aleyhine olur. Bu takdirdede îzâhına çalışdığımız had'si şerifde belirtildiği üzere cehennemi boylar.

Şârih Aliyyülkârî merhum aynı hadîsi şerifin altında şu satırlarıda yazmaktadır.

«Hasanı Basrîden rivayet olunmuştur. Hasanı Basri (R.A) bir şahsı ipin üzerinde oynar gördü. Hemen dedîki:

«Elbette bu adam, bizim ashabımızdan hayırlıdır. Zira bu adam, dünyayı dünya ile yiyor. Bizim ashabımız (ilim adamlarımız) ise, din İle dünyayı yiyorlar.»[136]                                             

Evet ipi sekerek veya ipin üstünde zatı sungur gibi yürüyerek oy­nayan adam, bu yolla para alırsa, dünyalığı, dünyalık oyun ve emekle kazanıyor. Fakat dîne hizmet için ve Allanın rızasını tahsil gayesiyle olması gereken ilmi, dünyaya âlet eden kişi, elbet daha kötüdür. Böyle olanlarımızı Allah ıslah etsin. Amin.

Tercümesi:

228- (31) İbntMes'nd (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûiüllah (S.A.V) buyurdu:

«Benim sözümü İşitip hıfzeden, kalbine yerleştirmiye devam eden ve o sözümün îcabı ile amel eden Kulun huyunu ve yüzünü Allâhü teâla güzelleştirip süslendirsin; Binâenaleyh ilmi fıkhı (İslam hukuku­nu ve şeriat ilmini) hâmil olan pek çok kimse, (âmil olmadığından) fakın değildir. Ve ilmi fıkhı hâmil olan pek çok Kimsede, kendisinden daha fakın kimseye ilmi fıkhı tâlim ve tebliğ eder.

— Üç haslet vardırkl, bu üç haslet müslümanin kalbini ve hile hâin lige sevk etmez (onlarda şunlardır);    ı     '

a)  Allah için amelin ihlaslı olması,

b)  Müslümanlar için hakkı tavsiye ve nasihatda bulunmak,

c) Ve Müslümanların Cemaatına sarılıb ayrılmamaktır. Zira müs-lümanların duaları, kendilerinden başkalarını îhâta edib kablar.» (Hadîsi, Şafiî ye Beyhakî medhalinde rivayet etmiştir.)

229- (32)Bu hadîsi, Aftmed, Tinnizî Ebû Dftvud, îîmi mâce ve Dârİmî Zeyd bin Sânitden rivayet etmiştir. Ancak Tirmizî ve EM Dâ-vud, hadîsi şerifin aşağısında; Üç haslet vardırki, bu Üç haslet müslü* manın kalbini hile ve hainliğe sevk etmez...» Cümlesinden sonuna ka­dar devam eden kısmını zikretmemişlerdir.

Tercümesi

230- (33) İbnİMes'ud (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüllah (S.A.V) den işittim, diyordu:

«Allâhü teâla, bizden bir şey işidibde işittiği gibi başkasına tebliğ edenin yüzünü nurlandirsın, tebliğcinin pek çoğu işiten kimseden hıfz­eder.»

231- (34) Bu hadisi, Dârimî Ehidderdâdan rivayet etmiştir. [137]




[118] (ŞerhiAkâid,4)

[119] (Şerhi Tâlimül müteallim, 31)

[120] (Tâlimül müteallim)

[121] (Tarihi Ahmed Refik, 50)

[122] Bak, Berîka, C. 1, 96)

[123] (Şerhi Akâid, 71)

[124] (Merakıl felah tahtavîsi, 8)

[125] (Fethul kebirce. I, 154)

[126] (Fethul kebir, C. 3, 245)

[127] Küçük ebad fıkhui ekber şerhi, 359)

[128] (Aliyyülkârînin küçük ebad fıkhul ekber şerhi, 359)

[129] (Kenarlı Berîka, C. 1, 100)

[130] (Hadîsi, Ahmet, Ebû Dâvud ve ibni mâce rivayet etmiştir.)

[131] Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 2/ 129-143.

[132] (MirkatfC.I,235)

[133] (Mirkat, C. 5, 82)

[134] (Mişkat şerhi Mirkat, C. 5,82)

[135] (Elmedhal,C.3,3l6)

[136]  (Mirkat, C. I, 235)

[137] Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 2/ 143-146.