Konu Başlığı: Fakihlerin Tabakaları Gönderen: Sümeyye üzerinde 24 Haziran 2011, 16:56:46 Fakihlerin Tabakaları Şimdi «tai Abifiln» adlı eserin birinci cildinin devamında tukaha-nın (iakihlerin) tabakaları şöyle sıralanmıştır: a) fakihlerin birincisi «ashabı tahric» tabakasıdırki, enli tervicde denir. Bunlarda, imam-ı kerhîiün talebesi cassas ismiyle mâruf Bekir er Razî (370) gibi büyük fakihlerdir. Bu tabandaki zatlar, asla ve kat'â ictihadda bulunmaya Kudretleri, kifayet etmez. Fakat asıl kaideleri ihata edib kaidelerin alındığı ve dayandığı mehazları ezberleyib bildiklerinden, mes'elenin iki ciheti olub bir taralı açıklanmayı!) her iki yönünde mübhem olanın mücmel yönünü tafsil edib tercih etme kudretine sahibdirler. Aynı zamanda bunlar, mezheb sahibinden veya müctehid derecesinde olan ashabı kiramın birisinden hüküm nakledebilirler, imamdı HgŞhîiita tahrici ve Ebu Bekir er Râzinin tahrict bu kabil eserlerdendir. b) F&kUüerin ikinci tabakası, «Ashabı tercih» dir. Bunlarda, müc-tehidleri taûclid eden, ebul Hasan.el KadÛri (428) ve Hidâye satıiM şey-huüslam Burhânaddîn el Murgînânî (593) gibi Fuüûlu ulemâdır. c) Fakihlerin Üçünca tabakası, «ashabı temyiz»»dir. Mukallitlerden olan bu zatlarda, müteaıhhirin ulemasından mûfeîier fıkıh metinlerinin sahibleridirki, yazâıklan metinlerde-, ekva (daha kavî),t kavî, zait zahirî rivâyef zahirî mezheb ve nâdir, hükümlerin aralarım ifemyiz edib beyan etmişlerdir. Bunlarvkenz sahibi (710), muhtar (683), vikaye ye mecmâ (694) sahibi gibi sahüı ve muteber metinlerinin müellifleridirler. Bu fasihlerin hal ve şanlan, eserlerinde mevcut sözleîi ve zaif rivayetleri nakletmemektîr. d) Mukallit fakihlerin dördüncüsü. Yulardaki yazılanların vasıf ve kudretlerine kadir olamayan, yağlı ile yağsızı fark edemeyen ve sağ ile solu temyiz edib ayırd edemeyen, belkide geceleyin kütük kapanlar gibi, rast gele bulduklarını toplayan tipinden kimselerdir. Bunları taklit edenler ve edecekler için, tamamen ve külliyyen helakdir.[153] tbni Abidin Merhum «Fetevâyı Hayriye» isimli eserden naklen şu cümleleride yazıyor: «Şüphe yokki, elbet bir meselenin râcihmi mercuhundan ve zail ile kuvvet bakımından mertebelerinin ihtilaflı yönlerini bilmek, ilim tahsil eden kimselerin ilmi tahsil etmeye sarılacakları emellerin en son mertebesidir. — Binâenaleyh müîti ve kadıya farz olan; cevab vermede, tesbitli olmalı (bir delil ve kaynağa dayanmalı) ve bir şey hakkında, «helâl ve Haram» demekle, Allâha iftira etmekten korkarak rast gele vermemelidir. Hevâsına ve şehvetine tâbi olması ve büyük musibet olan mala meyletmesi, haramdır. — Zira kötü amel ve emeller, cesaret edilmeyecek derecede büyük bir işdir. Bu büyük kötü işe, ancak azıtmış olan bütün câhil kimselerin yapdıkları (veya yapacakları) şeydir.»[154] îbni Abidin merhum «Mecmuatürresâil s. 32» adlı eserinde, îmam-i Ebî Yûsuf-un Imam-ı Azamdan (R.A) rivayet ettiği şu satırları yazıyor : İmamı Azam rahimehullah dedi: «Bizim sözümüzün nereden (hangi âyet, hadis ve icmadan) aldığımızı bilmeyen kimseye, fetva vermesi helâl olmaz.»[155] İmam-ı Azam rahimahüllahla onun talebeleri, Ebi Yûsuf, med, Hasan bin ziyad, Züfer (R.A) ve emsali zevatı kiramlarda aynı hükmü beyan etmişlerdir. Hatta yakın târihin âlimleri de, bu hükme bağlı hükümlerde bulunmuşlar. Yani, kendilerinin beyan ettikleri hükmün, hangi âyet ve hadisden istinbat ettiklerini ve hanki kaynakdan aldıklarını bilmeyenler, onların fetvasından bahsetmemelerini, butnır-muşlardır. îman Şâirimiz Mehmet Akif merhumu dinleyelim: Bakın ne günlere kaldık; ya beşr ya altı kopuk, Yamaklanyla beraber ki hepsi kılkuyruk. Utanmadan çıkıyor, içtihada kalkışıyor! Bu hâle karşı tahammül hakîkaten pek zor. Harimi Dîn-i Mübînin ahır değil... Oradan, Çekilde kendine bir saha bul, behey nadan! Kilitli bir kapı var orta yerde anlaşana: Harem - sarây-i diyanet değil, dalan dalana Nasılki her kapının ayrı bir anahtarı var. Onunda var. Bunu idrâk eder birinci nazar. Nedir mi? Anlatayım: Sizde olmayan irfan, Biraz haya edin, Öyle ise şaklabanhkdan! Kilitlidir kapı «Ummî duhât» için, amma, Kıyâm-ı haşre kadar ictihad eder «ulemâ». Evet şeraiti mevcud olunca insanda; Ne kaldı men'edecek içtihadı, meydanda? llel-ebed yetişir müctehid bu ümmetten; Şu varkı: Çıkmalı ferdây-ı nura zulmetten. Kıyası faside bir kerre eyleyin dikkat! Süveyş'i açtı herif... Doğru... Neyle açtı fakat? Omuzlamaklanu? Heyhat! öyle bir fenle, Ki bir ömür telef etmiş p fenni tahsile. Düşünmüyor bu kopuklarki: müctehid geçinen, Zamanının Olacak muktedâsı irfânen; Kitabı, sünneti, icmâ-ı sağlam anlayacak; Hilafı yoklayacak, İhtiyacı kollayacak. Ne İçtihadı yapar, yoksa, bir alay- zimmî, Kadar nasîbe-İ fıkhîsi olmayan- ümmî? Kuzum, eşek nalı yapsan: bir usta çingenenin, Yanında uğraşacaksın, başında mengenenin. Peki, liyâkati fıtrîsi âdemin sâde, Kifayet eylemiyorken bu en hasis işde, Ya içtihada nasıl kalkıyor bu sersemler? O içtihada ki: dünya kader ulûm ister![156] Yukardaki hükümlere riâyet etmek amelî mesele ve hükümlerdedir, îtikad'ye îm'ari meselelerinde katiyyet olması lazım olduğundan, orada taklid ve nakil değil, doğrudan doğruya kat'î ve kesin bilib inanılması gerekir. Her ne kadar mukallidin îmanı sahih olursada', büyük günah sahibidir. Onun için îmanda en muteber ve sahih olanı/ aklî ve naklî delillerle öğrenib inanmaktır. Bu hüsusda îtikad ve usul kitaplarında daha geniş malumat, vardır. Birde, «Islâmda Evliya rnes'eJesi ve Harikalar» adlı eserimizde zikredilmiştir. Şimdi yukardan beri naklettiğimiz hükümlere çok ve çok dikkat edelim. Din ve şeriat mes'elelerinde hüküm verenlerin ve hüküm beyan edebileceklerin, derece ve mertebeleri, nasıl îzah edilmiştir. Birde yedi tabakanın sonuncusu mertebesinde, belkide onlardanda aşağıda olanlardan günümüzde, birinci derecedeki müctehidlerin yetgili olmadıklarını beyan ettikleri kesin âyet ve hadis hükümlerinin hilafına beyanda bulunmakdan çekinmeyen; kendini ve1 haddini bilmeyen zavallıların hallerine bakalım. Bu iddiada olanlardan öylelerine rastlanmıştırki sakal yok, büyüğe saygı yok, namaz, abdest rast gele, camiye cemaata gitmez, karısı ve kızı çıplak, başı açık ve islâmî Icryâfeti olmayan yabancı kadınlarla yan yana iş görüb ve hatta çay içip, ekmek yeyib, yabancı kadınla el sıkışrhadanda çekinmezler. O gayri meşru hayatlarına islârm uydurmak için, şeytan kıyaslarına kalkışırlar. Böylelerinin zuhur edeceği, kendisinin malumu olan ashabdan, müfessir ve fakih lbni mes'ud radıyallahü teâla anh şöyle demiştir : «Aîeyküm bilatik – —Eskiye (eski âlimlere ve eserlerine) sanlınız.»[157] Resulü ekrem sallallâhü aleyhi vesellem devrinde fetva vermeye yetgili olan lîu büyük dahî sahabe îbni mes'ud * Radıyallahü anîun, kıymetli sözünün yaşantısı, «eski eserler» adı altında yazma kur'anı kerim ve dînî eserlerden tutunda, halı, kilim, çaîh, taş, cami, medrese, hastahâne ve emsali eserlerin maddî yapı ve îmal değeri çok kıymetlidir. Maddeci ve dünyacılar, buna hayrandırlar/Teamül aynı şekilde devam etmektedir. Keza islâmı yaşayan ihlaslı din âlimleri ye müslümanlarda, selefi s&ihine ve eserlerine saygılı ve onların, kıymetlerini takdir. edereK yazdıkları eserleri, okumuşlar, okutmuşlar, şerhler ve haşiyeler, yazmışlar. Okurken okuturken ve eserlerini şerh edib açıklarken, devamlı rahnfetle anmışlar ve gerekli takdiri, bir vazife bilmişler. Hak yolcusu- din âlimleri kendilerinden evvel geçen sahabe, tabiîn, teba-ı tabiîn ve devam edib gelen müctehid, müfessir, fakih ve muhaddisleri ve eserlerini takdir edib tavsiye etmişlerdir. Ancak selefi sâlihîn efendilerimizin devirlerinde çıkan bâzı sapıklara ve onların fasit düşünce ve iddialarınada, dikkat edilmesini eserlerinde belirtmişlerdir. Bizler, o büyüklerin yazdıkları eserlerden faydalanarak islamı yaşamaya çalışıyoruz. Büyüğe saygı, küçüğe şefkatla ssvği, islamın prinesibidir. Hal böyle iken, bulunduğumuz asırda, kendilerinde renk gören bir kaç ilim dalından bir şeyler bilen şeytân kıyaslılar, sahabenin adını söyler ve yazarlarken, tarziye' (RA. ve Rahimahullahı) getirmedikleri gibi, Hazret ve emsali saygı değer kelimeleri söylemiyorlar, yazmıyorlar. Onlara ve. hükümlerine karşı terbiyesizce davranış ve beyanlarda bulunanlar maalesef görülmektedir. Meselâ : Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali Radıyallahü anhümlerin isimlerini söylerken sanki halkdan bir kişinin adını söyler gibi, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali derler ve yazarlar. Şimdi ey meslekdaşlanmız ve ey ilim irfan yolcusu gerçek mücâ-hid genç ve dinç kardeşlerimiz! Kısa cümlelerle açıklamış olduğumuz bu gerçeklere ve sizin şimdiye11 kadar okuyub bildiğiniz selefi sâlihîn efendilerimize ve eserleriyle ilgili bilgilerinize müracaat ediniz. Mısırda zuhur eden bâzı müfsid reforumculann; Ashab, tabiîn ve diğer büyük müctehid, müfessir ve fakihleri küçümseyen veya eksiğinden bahsedib kötüleyenlere rast gelirseniz, aman bu müfsitler-den kaçınınz. Fijçren ve manen zehirlenirsiniz. Manevî değerlere saygı ve bağınız kopar. Bir takıin sefih ve mülhitlerin görüş ve düşünceleri doğrultusunda hüküm kesmeye kalkışırsınız. Haddinizi aşarsınız. Sapıtırsınız. Yalancı dünya için din ve âhiretinizi harab edib yıkarsınız. Sefihlere yaranmak için, dinde tâvizler verirsiniz. Böyle oluncada hem kendiniz helak olursunuz ve hem sizin beyanlarınıza tabî olanlar, helak olurlar. Ve hem kendinizin ve sizin söz ve yazılarınıza tabî olanların vebal ve azabını çekersiniz. Ashab ve tabiîn efendilerimizden devam edib gelen selefi sâlihîn hazrâtmdan kopub, yepyeni mûcidci edasına bürünen böyle saygısızlardan ve eserlerini okumakdan kaçmmakdan başka çıkar yol olamaz, t^unkü aslını inkar edenlerdendirler. Hemen burada açıklamaya çalıştığımız mübarek reygamber efen-öimiz-in kıymetli cümlelerini tekrar okuyalım : «Bir kimse, Kur'an (âyetleri) hakkında kendi reyi (kendi görüşü) Ue hüküm beyan ederse, isabet etse dahi, elbette o kimse, hata etmiştir.» Şu halde en doğru yol, nurlu devir olan "Peygamber efendimizin asrında, ondan sonra gelen asırda ve tâkib eden asırlarda yetişmiş müc-tehid, müfessir, fakih ve muhaddis gibi dahî alimlerin hüküm ve beyanlarını rehber edinerek, kur'an dilini beyan eden, ilim dallarına vâkif olan kişilerin, hüküm ve beyanda bulunanlara tabî olmaktır. Bir hadîsi şerifde :«insanların hayırlısı, benim bulunduğum asırda-ktler. Ondan sonra takib eden asırdakiler, ondan sonra takib eden asır-dakilerdir.» buyurulmuştur. Yukarda geçen ikiyüz (200) ve 218 ve ilerideki 262. hadîsi şerifin izahat bölümü ile «İslama Sokulan Bİd'at ve Hurafeler» adlı eserimizin baş tarafını tekrar okuyalım. Tercümesi: 236- (39) EnûHureyre (R.A) denmervîdir,dedi: Resûlüllah {SAM) buyurdu: «Kur'anı kerim hakkında (Kur'anın müteşâbih hükümleri hakkında) çekişip kavga etmek, küfürdür.» (Hadîsi, Ahmed ve Tirmizı rivayet etmiştir.) [158] İzahat Yani, Kur'anı kerim âyetleri hakkında şek ve şüpheye düşmek, bir birlerine karşı âyetler okuyarak cidal yapıp çekişmek veya Kur'anın âyetlerini nefsine ağır gelen kimsenin inkâra kalkışıb cidalîaşmak yoluna sapması gibi haller, küfürdür. Çünkü ilâhi hükümlere, itiraz etme veya ayıblama gibi küfrü gerektiren haller vardır. İnsanın, aklına ve anlayışına her ne kadar gücde olsa, Kur'an âyetlerini anlamaya çalışacaktır. Kur'an âyetlerini sivri akıl veya câhil kafa ve nefse düşgünlükle anlamak çok güçdür. Anlamanın en doğru yo-],u, âyetlerin hak olduğuna inanıb teslim olmak ve anlatıp izah edecek gerçek ehlini bulup hakîkata erişmektir. Kur'an âyetleri hakkında şek ve cidalda bulunmamak gerektiğini beyan eden bir âyet meali şöyledir: « (Habibim!) Sende sakm bunda (Kur'anda) bir şek ve, şüpheye düşme. Çünkü bu Kur'an ve onun vaad ettiği, Rabbin tarafından hak-dır (olacaktır). Fakat insanların çoğu îman etmezler.» (Hud sûresi, 17) Kur'an âyetleri hakkında cidallaşan kişilerden bâzılarıda, bir âyeti savunurken diğer bâzı âyetleri inkâr etme gibi tehlikelerede duçar olabilirler. Bu halde, yine ehliyetsiz ve liyakatsizliğin neticesi olduğu sidi, Kur'anda ayıb ve eksiklik arayanların fesatüklarıda olabilir. 'Kur'an âyetlerinin hükmü ve emsali mes'elelerde nizâlaşıldığm-da kitap ve sünnete havale etmek lâzımdır. Ancak kitap ve sünnete âlim bir otoriteye müracaat ederek, neticeye ulaşılabileceği muhakkakdır. Bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur : «Ve bir şey hakkında nîzâ edlb çekişdinizmi, hemen onu Allâh-a (kitaba) ve Resulüne (sünnete) havale ediniz, eğer Allâha ve âhiret gününe inanıyorsanız.» (Nisa sûresi, 59) Kur'anı kerim hakkında geniş malûmat, tmamı Suyûtinih «El itkan H ulûmu Kur'an» adlı eserinde mezkûrdur. Kur'anı kerim ve hükümleri hakkında küfürde bulunmanın yollan ve hükümleri için, îtikad kitaplarına ve fıkhın elfazı küfür bahislerine müracaat etmek gerekir. Ayrıca tercüme ve îzah ettiğimiz «Mültekâ Tercümesi» adlı eserimizin ikinci cildinin» «Elfazı küfür mes'eleleri» bahsinde gerekli hükümler zikredilmiştir. Tercümesi: 237- (40) Amr bin Şuayb, oda babasından, oda dedesinden rivayet etmiştir, dedikl: «Nebiyyi muhterem sallallâhü aleyhi vesellem, Kur'an hakkında kendi rey ve görüşleri ile hüküm veren bir cemaatı işitti, o anda hemen buyurdu: «Ancak sizden evvel geçenlerde böyle kendi rey ve görüşleriyle hükmettikleri İçin, helak oldu; — Allattın kitabının hükmünün bâzısının yerine başka fikirleri koyarak kitabullâhm hükmünün bâzısını def etmişlerdi. Halbuki Allanın kitabı, bâzı hükümleri diğer bâzısı ile tasdik etmek suretiyle nazil olmuştur, öyle İse, kftabollâhın bâzısını diğer bâzısı İle tekzib etmeyiniz. — Binâenaleyh kttabullahdan bir şey biliyorsanız, hemen ona deyiniz. Şayet bilginiz yoksa, onun hükmünü bilen kişiye (Allâha veya bilen âlime) havale ediniz.» (Hadîsi, Ahmed ve timi Mâce rivayet etmiştir.) [159] İzahat Râvî Amr bin Şuayb (R.A), Muhammedin oğlu, oda Abdullaîun ve Abdullah (R.A) da Amr bin el'Asın oğludur. Yâni, Amr bin Şuayb, Abdullah bin Amr-in torununun oğlu ve Amr bin el' As-ın torununun torunudur. Sahabe değil, belki tâbiîitdendir. Hadîsi şerifi Peygamberimizden ilk rivayet eden dedesi, Abdullah bin Amr bin el'asdır. Bâzı rivayetlerde büyük dedesi, Amr bin el'as (R.A) olduğuda mezkûrdur. Vefatı, hicri yüz yirmi beş (125) de vuku bulmuştur. [160] Bu hadîsi şerifin hükmü hakkında bir nebze izahat, birinci cildin «kitab ve sünnete sarılma Bahsi» başlığı altında ve «fslfima sokulan Bİd'at ve Hurafeler» adlı eserimizde zikredilmiştir. Tercümesi: 238- (41) îbniMes'ud(R.A) den mervidlr,4edi: Resûltillah(S.A.V) buyurdu: «Kur'an, yedi harf üzerine inzal olanda ve bu yedi harf den- her âyet için bir zahir ve birde bâtın mânâ vardır. Her bir had İçinde muttali ve vâkıf olunacak ciheti vardır.» (Hadisi, îmamı Beğavî, Sünnet şerhinde nvayet etmiştir.) [161] İzahat Hadisi şerifde açıklavıb îzâh etmemiz gereken iki husus varmi. Birisi şu cümledir: a) «Kardan, yedi harf üzerine inzal olanda.» Sarihler bü yedi harf hakkında çeşitli görüş ve beyanlarda.bulunmuşlardır. Aliyyülkârî merhum yedi harf, «yedi kıraat veya yedi luğat, yahut yedi nevî hüküm» demektir, demiştir. Ve Şârih Aliyyülkârî hazretleri, şu satırlarıda yazmaktadır : «Harf, taraf manasınadır, yedi harf ile söylenmesi, kelimenin etrafı yedi şekilde olduğundandır. — Denildiki : yedi harfden murat, Arab lügatinin etrail demektir. Sanki Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, buyurmuşturki^ Kur'an arabm yedi luğatı Özerine gelmiştir. Arablar için fesâhatla meşhur olan o yedi luğatda, kureyş, Sekîf, Tay'i, Hevâzen, Huzeyl, yemen ve beni temim kabîlelerinin lügatidir. Denildiki, lugatcı imamların, Bey-hakînihde tashihi, ibni-Atıyye ve ibni Abbas hazretlerinin beyan ettiği tasrihe göre, Arablanri luğatı, yediden çoktur ve fakat cevablanmıştır-ki, burada yedi luğatdan maksad, arabların fasih olan yedi luğatı üzere inzal olunmuştur. Denildiki, bütün luğattarm menşe-î kureyş lügatidir.»[162] — Her Peygamberin kendi kavminin lisaniyle gönderildiği bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur: «Biz {Azîmüşşan), her Peygamberi gönderildiği kimselere apaçık anlatması için, ancak içinde bölündüğü kavminin diliyle gönderdik.»(tbrâhim sûresi, 4) Diğer bir kavildede, Kur'anın yedi harf üzerine inzal Duyurulması, «Kıraati seba» denilen yeöi kıraat üzere indirilmiştir. Netekim kıraati aşere (on çeşit kıraat) den yedi adet kıraâatcı, daha fazla beğenilib ihtiyar edilmiş kıraat imamları vardır. Onların isimleri şöyle sıralanmıştır : Asım, Hamza, Kisâî, Abdullah Bin kesîr, Nâfî, Ebû Amr ve Abdullah bin Âmir (R.A) dir. Bunların kıraati, rafî, nasb ve cer şeklindeki okuyuşa, birerde aynı harektlerin tenvinleri ile altı ve birde cezmle yedi oluyor. işte bu yfcdi Kurrâ âlimi = kıraat imamları, her biri ayrı ayrı -kıraat okuyub beyanda bulunmaları (arafr dilinin ve Kur'an âyetlerinin' böyle anlaşılması gerektiğini beyandır. Hadisi şerifde bu hususlara işaret vardır. Bu kıraat ehli imamlar, kelime, harf ve harekeler, gibi pek çok lâfız ve mâna üzerinde ayrı ayrı kıraat edib hüküm beyan etmişlerdir. Bu hususda kıraat kitapları ve kıraat usullan, uzun uzun. yazılmış ve ayn bir Üim dalı olarak tâlim edilmiştir. Aynı hal devam etmektedir. Meselâ : «Vel muhsanatü» okunduğu.gibi «vel muhsınatü» de okunmuştur. Yani, sad harfi üstünle ve esre ile kıraafc edib okunmuştur. Aynı kıraat usulleriyle yazılan ve etrafa sevk edilen «hattı Osman» ismiyle söylenen mushaflar, aynı mushaflardır. Kur'anın sahabe ve tabiîn zamanında harekeleri yoktu sonra ce-hâle'tin artması neticesinde, haccac zamanında Yahya bin yâmur {R.A 129) isimli âlim harekelemiştir.[163] Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem zamanmda kureyş kabilesinden HaKîm bin Hişam (R.A) bir meclisde kıraat ediyor. Hz. Ömer bu zatın yakasından tutup Peygamber efendimize getiriyor ve kur'anı yanlış okuduğunu beyan ediyor. Resulü ekrem efendimiz, o zâtı din-leyor, yanlış olmayıb doğru okuduğunu ve kur'anm yedi harf (yedi şekilde kıraat olunmak) üzere inzal olunduğunu buyuruyor. Daha geniş malumat, kıraat kitaplarında mezkûrdur. Bu yedi çeşit kıraat-ın namazda okunması, ihtilaf konusudur. Asah olan meşhur yedi Kıraatla namaz kılmak ve kıldırmak caizdir. Ancak Şaz olan kıraatlarda namaz kılmak caiz değildir. Binâenaleyh arabca okumakdan âciz olan kişi, arabcayı öğreninceye kadar fârisi (ve başka) dil ile Kur'an okuyabilir, caizdir. [164] Bu hususda dan geniş malumat, fıkıh kitaplarında mezkûrdur. Diğer bir kavilde, Kur'anm yedi harf üzere inzal olunması; yedi çeşit mânaya şâmil olarak gelmesidir, onlarda : «Emir, nehiy, kıssalar, misallar, vâad, vaîd ve öğütdür. Denildiki, yedi mânadan maksad, yedi akâiddir. Onlarda; «Ahkam, ahlak, kıssalar, misallar, vad ve vaîd» dir. Diğer bir kavildede : «Emir, nehiy, helâl, haram, muhkem, müte-şâbih ve misallar» mânasına denilmiştir. Denildiki, «yedi harf üzere inzal olunmakdan maksad, yedi iklim, yani Kur'anı kerimin hükmü bütün âleme şâmildir. Yine denildiki, yedi harfden murad, genişlik ve kolaylık olması için kesret (çokluk) ile ifâte etmekdir. Tur beşdî merhum dediki; bütün arablara, kureyş dili ile kur'an okuması güç olacağından, kolaylık için böyle inzal olunmuştur. b) Hadisi şerifin devam eden ikinci cümlesinde şöyle idi : «Ve bu yedi harfden olan her âyet için, bir zahir ve birde bâtın mâna vardır. Her bir had içinde muttali ve vâkif olunacak ciheti vardır.» Şârih Aliyyülkârî merhum hadîsi şerifin bu cümlesinin izahatında da, şu hükümleri beyan etmektedir : «Hadîsi şerifin bu tevili cihetinden gereklidirki, kelimenin imâle, harflerin tebdili ve idğamı gibi hallerinden her bir hal için, zahir, zâtın ve vâkıf olunacak haddin bulunmas^ gerekir. — Denildiki, zahir, bâtın ve haddin müâ-mdan maksad,' Kur'anı kerimde ilimlerin çokluğunu vasiflamakdır. Binâenaleyh yedi harf üzere inzal olunmakdan murad, çokluk (mâna ve mefhunun bitmeyecek derecede çok olduğunu) ifâde etmektir. Netekim cenabı hak bir âyeti kerimesinde şöyle buyurmuştur : «Eğer yerdeki ağaçların hepsi kalem olsa ve denizde arkasından yedi misli deniz daha katılarak mürekkeb olsa, yine Allanın kelimeleri (ilmi ilâhisî ve ezelî kelâmı) tükenmez...» (Lukman sûresi, 27) — Hadîsi şerif deki, «Ehruf=Harfler, bu âyeti kerimedeki» kelimeler» menzilindedir. — Binâenaleyh zahr (zahir), nakledib beyan edilebilen âyetin mânası demektir. — Bâtın İse, tevil edilerek açıklanması taleb edilen âyetin mânası, demektir. — Had=O, öyle bir makamdır ki, zahir ve bâtın mânanın her birini iktiza edîb kendisi için çizilmiş bir haddi olmayan makamdır. — Muttalaa = Öyle bir mevkî ve mekandırki, had makamına erişen her havas kimsenin, müşerref olduğu mânanın inceliğine vukûfiy-yet mertebesidir. — Had ve Muttalaa için bir nihayet yoktur. Zira bunların gayesi, Peygamberlerle evliyaların, Allanın sırrına mazhar olanların ve arifi billah olanların, yoludur. Keza tîbîde böylece tahkik etti. — Denildfki, Zahir; tevili açıkça mümkin olub mânası bilinen demektir. — Bâtın; Tefsiri gizli olub mânası müşkil olan şey demektir. — Diğer kavilde, Zahir, lafz, demektir. Bâtın, mânâ, demektir. — Bâzı âlimler dediki: «Her bir âyet için, altmış bin (60.000) anlayış vardır.» — Hz.Ali (R.A) demiştir: «Eğer ben Kur'an tefsirinden yetmiş deve yükletmek İsteseydim, elbet yapardım.» [165] Allâme-i Teftâzânl rahimahulalh ve bâzı muhakkıklar demişlerdirkl: »Muhakkak naslar (âyet ve hadisler), zahirleri üzere hamlonur lar. Bununla beraber naslarda çok ince mânâlara işaretler vardır. Bu işaretlerde tarîki müştekime suluk edenler için münkeşif olurki, o mânâlar ile zahirlerini tatbik etmek mümkin olur. — İşteJbu halde, îmanın kemâlından, sâde ve s&de irfandandır.» Bu açıklamaya dikkat etmek gerekir. Zira kur'anın zahir mânası üe bâtın manası bir birine mutabık olmasının şart olduğu beyan edilmiştir. «Bâtinniye» ismini alan zındıklar ise, Kur'anm, zahir manası ile bâtın'mânası değişik şekilde olur, derler. Bunlar, Firakı dâlleden- olan şîîlerdendir. Kur'anm bir zahir ve bir bâtın manası vardır ve fakat murad olan bâtm mânadır, zahir mana değildir, derler. Meâlimüttenzilde nakledildiğine göre, denildi: «Zahr (Zahir), Kur'anm lafzıdır. Batn (bâtın) ise, tevilidir. Mutta-lâda, anlamakdan ibarettir. Bu anlayış ve tevile mazhariyyeti Allâhü teâla, müdebbir ve mütefekkir kimselere lütfeder. Bunlardan başkalarına lütfetmediği şeylerdir, bunlar. — Netekim bir âyeti kerimede buyuruîmuştur: Her İlim sahibinin üstünde bir âlim vardır.» (Yusuf sûresi, 76) Bir hadîsi şerifdede : «Kim, bildiği ile amel ederse, Allâhü teâla ona bilmediğini vâris kıldı öğretir.» — Evet ilâhi lutufla mâna ve hüküm anlamak, niyyetin sadıklığı, hürmet ve tazimin büyüklüğü ve lokmanın tiyb (çok temiz) ligi ile olur. Yahut zahir, ilâhi âyetlere îman edib muktezasiyle amel etmektir. Batn (bâtın), Allah ile çok sevimli seçkin kullan arasında Mr sır plan gizli mânâdır. . , Netekim Ebudderdâ (R A) den rivayet oluiimüştur: «Bir adam, gerçekden tam fakih olamaz, Tâki knrtmı kerimin ve* cinlerine (çeşitli işaret yönlerine) vâkıf ola.» îbni mes'ud (RA) da demiştir: «Bir kimse, evvelki ve sonraki ilimleri öğrenmek isterse, Kur'aıu kerimi okusan.» Zahir ve bâtın manayı yanlış anlayıb savunanların fenalıkları, «îslâmda Evliya Meselesi ve Hârikalar» adlı eserimizde mezkûrdur. Tercümesi: 239- (42) Abdullah bin Amr (R A) den mervîdlr, dedi: ResûlüUah (SA.V) buyurdu: «tlim üçtür; ya muhkem âyettir. Yahut kâim ve dâim olan sünnettir veya müştekim olan farzdır. Bunlardan başkası, İşte o fazladır.» (Hadîsi, Ebû Dâvud ve ibnt Mâce rivayet etmiştir.) [166] İzahat Hadîsi şerifde zikredilen «ilim» kelimesinden maksad, dm ilimlerinin aslı «sası mânasma olub, üç aded olduğu beyân edilmiştir. 1) «Muhkem âyettir» Duyurulmakla, mensuh olmayan veya tevil ihtimali olmayıb, belki ancak bir tevili olabilen kesin hüküm beyân eden âyet, demektir. 2 ) «Yahut kâim ve dâim sünnettir» demek, Resulü ekrem sal-lalîâhü aleyhi vesellemden nakü sahih ve sabit olub amel edilen sünnettir. 3 ) «Veya müştekim olan farzdır.» Bu cümlenin İzahında AUyyÜlkârî merhum şu açıklamalarda bulunmuştur : «Farzı âdilden nvırad, kıyas yoluyla nas olarak vârid olan âyet ve hadîsden doğru hükmü çıkarmak için kitap ve sünnetden hüküm istin-bat etmektirki^kitab ve sünnetin hükümleri ile amel etmenin vâcibüği-nide müsâvî plması ve hükmün doğru, isabetli olması demektir. — Denildiki, farz âdil; kitap ve sünnete muâdil ve muvafık bu hükmün öğrenilib amel edilmesidir. — Diğer bir kavilde, farzı âdil : Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri (icma-ı ümmetin ittifak ettikleri) hükümdür. Buda icma-ı ümmetle sabit olan hükme işarettir. .— Diğer bir kavilde de; -farzı âdilden murad, farzları bilmektir. — Hulasa-i kelam mtıhakkakki edille-i şer'iyye dörttür. Ve kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyasi fukahâdır ve icma-ı ümmetle kıyası fukahâye farzı âdîl, denilmiştir.»[167] Hadîsi şerifin son cümleside şöyle idi: «Bunlardan başkası, İşte o fazladır.» . Yani, ilmin esası olan muhkem kur'an âyetleri, sabit olan sünnetler ve farzı âdil denilen icma-ı ümmetle kıyası fukahâdan başkalarını bilmek veya öğrenmeye çalışmak fazladandır. Çünkü bilinmesi ve amel edilmesi farz ve lâzım olan bunlardır ve bunların beyan ettiği bilgilerdir. Binâenaleyh bu üç ilmi öğrenmek için hankl yol ve pirensiblerle, hanki şahıs ve memleketden tahsil edib bellemek imkânı varsa, o şartlara riâyet edib öğrenmek lâzımdır. Bilhassa farzı ayn olan mes'elele-rin öğrenilmesi, farzdır. Bilinib amel edilmesi farzı ayn olan mes'eleler hakkında gerekli malumat, birinci cildde ve yukarda ikiyüz on sekiz (218) nci hadîsi şerifin altında zikredilmiştir. Farzı ayın olan dîni mes'elelerin ilmini öğrenmek, mutlaka şart ve farz olmakla beraber, farzı kifâye, vâcib ve sünnet olan dîni mes'elele-ri öğrenmekde yerine göre farz, vacib ve sünnettir. Meselâ; cenaze namazı mes'elesi, Kur'ana hafız olmak ve tıp ilminden öğrenib cemiyete faydalı olmak, birer farzı kifâyedir. Meşru olan diğer ilim dallarıda böyledir. îmam-ıŞâü-î (R.A) demiştir : «İlim ikidir. Dini hükümleri bilmek için, ilmi Fıkıhdır. Bedenlerin hallerini bilmek için, tıp ilmidir» Hal böyle iken günümüzde, okudan ve okuyanlardan pek çok kimseler, dînin; farz, vâcib, sünnet ve müstehab hükümlerini öğrenmemişlerdir. Bu seneble inançsız ve amelsiz hayatı tercih etmektedirler. Bu halleriyle fikir ve zihinlerinin isabetli bir ilim çalışmasında olduklarını zannediyorlar. Boş olan bu adamlar, bakıyorsunuz, ya yahûdîf ya hırıstıyan ya kızıl Rus veya kızıl Çin fikirlerine sapıtışlardır. İşte Resulü ekrem efendimiz, K,ur'anm muhkem âyetlerini, sabit olan sünnetleri ve icma-ı ümmetle kıyası fukaha hükümlerini bilmeyenlerin, fuzûlî ilimlerle meşkul olduklarını beyan buyurmuştur. Za-rûratı dîniyyelerini belleyib iktizası ile amel etmeyenler, hakikati göremezler, doğruyu düşünemezler, ilâhî yardımdan mahrum kaldıklarından fuzûlî şeylerle meşkul olurlar. Cemiyet hayatında görülen tedrisat, hoca, talebe ve neşriyatdaki zararlı cereyan, fikir, cidal ve fesadlıklar, bin dörtyüz (1400) sene evvel sevgili efendimizin buyurduğu hükümlerin tezâhurlandır. Farz ve lazım olan bilgilerle mücehhez olmayan, îman, amel ve ahlak kaidelerinden mahrum, mâneviyyat fukarası kimseler, pek çok küfür ve fesadhklara tabî olub dünya ve âhiretlerini perişan ediyorlar ve bulundukları, aile, cemiyet ve cemaat için bir baş belası kimseler oluyorlar. Zarûrâtı dinîyyeden olan ilmi hâlini öğrenen müminler, din, fen, tıp, sanat, edebiyyat, atıcılık, ziraat ve teknik sahalarda cemiyet ve cemaata faydalı ilimlerle meşkul olmak, yine kitabımızın ve sünneti nebeviyyenin hükümleridir. Meselâ ; Müslümanların, düşmanlarına karşı bütün imkanlarını kullanıb hazırlanmaları, bir dînî vazifedir. Bir âyeti kerîmede şöyle duyurulmuştur : «Sizde (ey müminler!), düşmanlara karşı güç ve kuvvetininizin yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihad için, bağlanın beslenen atlar (tanklar, tüfekler, roketler ve uçaklar) hazırlaymki, bununla Allah düşmanım, kendi düşmanınızı ve bu düşmanlardan başka sizin bilmeyibde Allanın bildiği diğer düşmanları, korkmasınız.» (Enfal sûresi, 60) Resulü ekrem sallallâhü aleyhi vesellem efendimizde, bu âyeti kerimedeki «kuvvet» kelimesini; «Dikkat ediniz, elbet kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.» tefsir edib îzah buyurmuştur. * Bu ayeti kerimede, inanç, ekonomi, fen, teknik, san'at ve siyâset yollarım beyan eden hükümler vardır. Öyle ise bugün en kuvvetli atmak, uçakla atılan bombalar, füzeler, uçak savarlar, tanklar, roketler, tüfekler ve emsali âlet ve-edevatlardır. Kur'anı kerîmin ve hadîsi nebevinin hükmü gereğince, düşmanla karşılaşmadan evvel bu kuvvetler hazırlanıb, müslümanlar o kuvvetlerin en iyi şekilde kullanmasını bilmeleri gerekir. Bütün bu kuvvetler, maddî imkâna bağlıdır. Bir misal ile anlatmaya çalışdığımız bu hükümleri bir âyet meali ile neticeleyelim: «Yaş ve Kuru (dünya ve âhiret, hayır ve şer) her şey, bütün hükümleri beyan edici kitabda (Kur'anı kerimde) dlr.» (En'am sûresi, 59) îman şâirimiz Metanca* Akif merhumda şöyle demiştir: Dedikçe sen, dediler karşıdan : «inayet ola!» Dilencilikle siyâset dönermi, bey budala? Siyâsetin kani: servet, hayatı1 satvettir; Zebûn-küş Avrupa bir hak tanırkı : kuvvettir. (Safahat, 267) Diğer mısralarında şöyle demiştir: Diyor kuran bilenler7bilmeyenler,bir değil heyhat! Nasü yeksan (bir) olur zulmetle nur, ahya (dirj) ile emvât (ölü)? Doğrudan doğruya kurandan alıp ilham-ı, Asrın İdrakine söyletmeliyiz islâm-ı. Tercümesi: 240 - (43) Avî bin mâlik el eşçe! (RA), den mervîdir, dedi : Resûlüllah (S.A.V) buyurdu: «Kıssa ve hikaye naklederek vaaz etmeyi kimse yapmaz, ancak Emir veya vâzu nasihat etmeye memur veya riyaset sevdasında elan mütekebbir kimse kıssalar.» {Hadîsi, Ebû Dâvud rivayet etmiştir.) 241- (44) Bu hadîsi, Dârimî; Amr bin Şoayb (R.A) den, oda babasından, oda dedesinden rivayet etmiştir. Dârimiiün rivayetinde; «veya mütekebbir kimsem kelimesinin bedelinde, «yahut cidal ve kavgacı kimse» kelimesi yer almıştır. [168] |