> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlana Kitaplığı > Mesneviden Hikayeler VI
Sayfa: 1 [2] 3   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mesneviden Hikayeler VI  (Okunma Sayısı 8456 defa)
29 Ocak 2010, 13:17:40
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 29 Ocak 2010, 13:17:40 »



HİLAL´İN HASTALIĞI
Hilal kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini
anladı. Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.
O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu. Er olan,
erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi kaplayan,
peygambere vahiy geldi. Allah merhameti dertlilere derman oldu, iştiyakını çeken
Hilal hastadır.
Mustafa kadri yüce Hilal’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o
tarafa doğru yola çıktı.
O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca
gitmedeydi. Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere doğru yolu gösterirler, azgınları
taşlarlar” diyordu.
Beye o padişah geldi dediler neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı. O
padişahlar padişahını kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı. Aşağıya inip
muştucuya canlar saçıyordu adeta. Yeri öptü, selam verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi
kızarmıştı.
Buyurun dedi yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün. Evim,
gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm. O hürmete değer sultan,
onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim. bey, ruhum sana feda olsun
dedi, hatta ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle. Söyle de senin lütuf ve
ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
Mustafa, arşın Hilal’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen. Kullukta,
gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede? O bizim kulumuz
seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
Binlerce dolunay ayaklarının altına döşenmiş olan Hilal, hastalıkla ne alemde acaba?
Dedi. Bey, hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi. O,
atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
Peygamber Hilal’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı. Ahır karanlık, pis ve
berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı.
Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur. Mucizeler düşmanı
kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı aşık etmeye sebep
olur. Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu ağlar mı?
Hilal uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku
nedir ki? Dedi. Derken atların katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin
tertemiz eteğini gördü. Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü
gözünü sürdü. Peygamber yüzünü yüzüne sürdü. Başını yüzünü gözünü öptü.
Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın iyi misin?
Hilal dedi ki: Uykusu dağılmış bir aşığın ağzına gün doğarsa ne hale gelir? Toprak
çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa nasıl olur?
İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; abıhayat içinde gark olmadan emindi.
Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu. Benim gibi... Ben
de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
Hilal dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş
görünce ne hale gelir? Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan
kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan. Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir
körün gözü açılır, bağı baharı görürse ne olur? Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan,
keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna ulaşan birisi nasıl olur?
Mekansızlık yurduna mahiyet ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir, bütün keyfiyet ve
mahiyetler, köpekler gibi sofranın etrafına toplanırsa, keyfiyetsizlik aleminden onlara
kemik verirse ne olur? Cenabetken sus bu sureyi okuma. Keyfiyetten gusül edip,
tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu musafa dokunma oğlum.
Fakat ey padişahlar, pis olayım, temiz olayım, alemde bunu okumayayım da neyi
okuyayım? Sen bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna
girme. Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza girmeyen
temizlenemiyor. Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her pislikleri kabul edip
temizlemese, vay ona iştiyak çekenlere, vay ona ümit bağlayanlara, vay onların ebedi
hasretine!
Suyun yüzlerce lütfu vardır, yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul eder vesselam. Ey
hak ziyası Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler. Ey yarasalardan
gizli olan güneş, Allah nuru ve onun yücelişi, senin gözcün bekçindir. Güneşin
yüzündeki perde, ancak parlaklığının fazlalığı ve ışığının keskin ve şiddetli oluşudur.
Güneşin perdesi de Allah nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır gecedir. Her ikisi de
güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri kararmıştır, yahut da donup
kalmışlardır.
Hilal’e ait hikayenin bir kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait hikayeyi dile getir.
Hilal’le dolunay birdir. İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilal
hakikatte noksan kabul etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline
gelmek,kemal bulmaktır.
Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını
gösterir. Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak
basamak çıkılır. Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan yemekten hayır
gelmez der. Allah, alemi bir kere Kün demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda
şüphe mi var? Peki neden bu yaratış altı gün sürdü, her gün de tam bin yıl kadardı.
Neden çocuk dokuz ayda yaratılmada? Çünkü padişahların adeti bir şeyi yavaşlıkla
yapmaktır.
Neden Adem’in yaratılışı kırk sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan haline
getirdi? Allah, senin gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp koştun;
çocuk olduğun halde kendini şeyh göstermedesin. Kabak gibi her şeyin üstüne çıktın.
Nerede sen de savaşta direnecek ayak? Ağaçlara duvarlara dayandın, kabak gibi
yukarı çıktın a kelceğiz.
Önce bineğin, usul boylu selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş bir hale gelirdin. A
su kabağı, yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir boyadır, aslında yok ki.
KOCAKARI HİKAYESİ
Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu rengi safran gibi sarıydı.
Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek aşkından
vazgeçmemişti.
Dişleri dökülmüş saçları süt gibi ağarmıştı. Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu
değişmişti. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hala yerindeydi. Erkek
avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu. Vakitsiz öten horoza, yolsuz
yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın ateşe konmuş bir boş tencereydi sanki.
Meydana aşıktı fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya sevdalıydı, fakat ne
dudağı vardı ne zurnası. İhtiyarlıkta Allahm, kafire bile hırs vermesin. Bu hırsı Allah
kime verdiyse ne kötüdür o kul. Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü damalara salamaz,
ancak pisliğe gübreye salar.
Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an köpek dişleri biraz
daha keskinleşmede. İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler
giymiş kart köpeklere bak bir kere de!
Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça da bu hırsları
artıyor, hele bak şu köpek soylarına! Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap
kasaplarına salhane.
Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır. Böyle bir bedduayı
dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz. Kıl ucu kadar ahret ahvalini
görseydi, böyle diyene “Senin ömrün uzun olsun” derdi.
Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün Geylan’lı zengin
birisinden ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selametle evine
barkına kavuştur.
Geylan’lı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev barksa oraya
Allah, seni kavuştursun. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale getirirler.
Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler. Çünkü söz, dinleyene göre
söylenir; terzi kaftanını adamın boyuna göre biçer.
Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz söylemeden başka çare
yok. Bu sözü rehine koy da yine o kocakarı hikayesine başla.
Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver! Ne sermayesi var,
ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek kabiliyeti. Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne
alır. Ne manası var ne anlama liyakati. Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne görü. Ne
kendinde, ne kendinden geçmiş, ne düşünceye sahip. Ne niyazı var, ne nazlanacak
güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her katıda kokmuş!
Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne
bir ah ve feryadı.
Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane istedi. Ev sahibi, burada
ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkanı mı, aptal mısın sen dedi. Dilenci bari biraz
yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkanı değil ki.
A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de yine ev sahibi, burasını değirmen mi
sandın dedi. Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi cevap
verdi: Burası ırmak yahut çeşme değil.
Hasılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı,
yok dedi. Yoksul eve girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya niyetlendi. Ev
sahibi ey çirkin herif ne yapıyorsun deyince dedi ki: Böyle yıkık yere b...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mesneviden Hikayeler VI
« Posted on: 27 Nisan 2024, 02:30:15 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mesneviden Hikayeler VI rüya tabiri,Mesneviden Hikayeler VI mekke canlı, Mesneviden Hikayeler VI kabe canlı yayın, Mesneviden Hikayeler VI Üç boyutlu kuran oku Mesneviden Hikayeler VI kuran ı kerim, Mesneviden Hikayeler VI peygamber kıssaları,Mesneviden Hikayeler VI ilitam ders soruları, Mesneviden Hikayeler VIönlisans arapça,
Logged
29 Ocak 2010, 13:19:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 29 Ocak 2010, 13:19:17 »

DEFİNE YIKIK YERDEDİR
Allah rahmet etsin, hikaye etmiş, Gazi padişah Mahmut’u anarak inciler delmiştir.
Hint savaşında o ulu ve temiz kişi bir köle elde etti. Onu halife yaptı tahta oturttu.
Ona ordu verdi onu kendisine oğul edindi.
Bu hikayeyi uzun boylu ve etraflı olarak o din büyüğünün kitabında bul oku. Hasılı o
çocuk, o güzelim tahtın üstünde o büyük padişahın yanı başında otururdu.
Daima yanar yakılır, ağlar dururdu. Padişah dedi ki ey bahtı kutlu! Neden
ağlıyorsun? Devletin mi bozuldu? Padişahlardan üstünsün, padişahlar padişahı ile
düşüp kalkmadasın. Sen şu tahtın üstünde oturuyorsun vezirlerle asker, tahtının
önünde ay ve yıldızlar gibi saf, saf duruyorlar.
Çocuk şundan ağlıyorum dedi; anam memleketimizde. Beni daima seninle korkutur
seni aslan Mahmut’un elinde göreyim derdi. Babam, anama sıkılır, bu ne kızgınlık, bu
ne kötü dilek. Bundan başka bir beddua bulamıyor musun da böyle kötü ve öldürücü
bir bedduada bulunuyorsun. Ne merhametsiz ne taş yürekli anasın. Onu adeta
yüzlerce kılıçla kesip öldürmedesin diye kızar savaşırdı.
Ben ikisinin sözüne şaşardım, gönlüme bir korkudur bir derttir düşerdi. Mahmut
acaba ne cehennem adam ki derdim, helake felaketlere örnek olmada. Senin
korkundan titrer dururdum. Keremlerinden ağırlamalarından tamamı ile gafildim.
Neden anam şimdi gelsin de beni taht üstünde görsün ey cihan padişahı!
İşte yoksullukta ey daralmış adam, o Mahmut’a benzer, tıpkısıdır. Tabiatın, seni
yoksullukla korkutur durur. Fakat ey yüce ve adalet sahibi Mahmut’un merhametini
bilsen sonu hayır olsun, Mahmut olsun dersin.
Ey gönlü korkup duran, yoksulluk sana göre Mahmut’tur. Seni yoldan çıkaran
tabiatını pek dinleme. Yoksulluğu adam akıllı avlasan o çocuk gibi kıyamete dek
ağlarsın. Beden, insanı besleme hususunda anaya benzer ama sana yüz düşmandan
daha düşmandır.
Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put
haline sokar. Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza.
Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır insanın göğsünü açar, insanı genişletir. Ayın
gece sabretmesi, onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir
hale getirir. Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi, onu deve yavrularıyla
doyurur.
Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Allah hası yapmış, sahip kıran
etmiştir. Kimde bir düzgün esvap görsen bil ki onu sabretmek, uğraşıp kazanmakla
elde etmiştir.
Kimi aç çıplak görürsen bu hali, sabırsızlığına tanıktır. Kim ürker, canı dertler içinde
kalırsa mutlaka bir kötü kişiye arkadaşlık etmiştir. Eğer sabretsen ülfetine tahammül
edip vefa göstersen sevdiğinden ayrılmaz, başını dövmezdin.
Balla sütün karıştığı gibi Allah huyuyla huylansaydın “Ben batanları sevmem” der,
kervandan arda kalmış ateş gibi yol üstünde yalnız başına kala kalmazdın.
Sabırsızlıktan Allahdan başkasına eş oldun mu onun ayrılığı ile dertlenirsin, hayrın
kalmaz. Sohbetin halis altınsa nasıl oluyor da haine emanet ediyorsun?
Allah ile düş kalk, onun huylarıyla huylan da emanetlerin zayi olmaktan da emin
olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlakını
yetiştirip besleyen Allahnın ahlakına bürün.
Ona bir kuzu versen sana bir sürü bağışlar. Her sıfatı, kemale götüren zaten
Allahdır. Kuzuyu kurda emanet edebilir misin? Sakın kurtla Yusuf’u yoldaş etme. Kurt
kurnazlıktan gelir, tilkilenirse sakın aldanma, ondan iyilik gelmez.
Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile nihayet
cahillikten sana bir zahım vurur. Onun iki aleti vardır, o hunsadır. Her iki aletinin işi
nihayet meydana çıkar. Erlik aletini kadınlardan saklar onlara bir kız kardeş olur.
Erlerden de kadınlık aletini, eliyle örtüp gizler. Kendisini erkek gösterir.
Allah, “Onun gizli ayıbını meydana çıkarır, burnunun üstünde erlik aleti gibi
gösteririz” de, gözü olan kullarımız o işvecinin hilelerine aldanıp çuvala girmezler”
dedi.
Hasılı her alet insanı erkek etmez. Eğer bilgin varsa kendine gel de bilgisizlikten
kork. Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma. O sözler eskimiş, yıllanmış zehre
benzer.
Anasının canı, gözümün nuru der ama günden güne artan duran dertten, hasretten
başka bir şey vermez sana. O ana, babaya açıkça, yavrucuğum mektepten bezdi,
soldu sararsı der. Başka karından olsaydı ona bu kadar cefada bulunmadım.
Doğrusunu istersen bu yavrucuk, senin oğlun olmasaydı ve ben doğurmasaydım, yine
anası bu sözü söylerdi.
Kendine gel, bu anadan, onun merhametinden kaç. Babanın sillesi, onun
helvasından yeğdir. Ana, nefistir... Baba da cömert akıl. Akla uyan önce daralır ama
sonunda yüzlerce genişliğe uğrar.
Ey akılları ihsan eden Allah, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen hiç kimse dilemez.
İstek de sendedir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin, ahir de. Hem sen söyle,
hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz.
Yarabbi, bize tekliflerde bulundun, lütfet de secdeye rağbetimizi arttır; bize cebir
tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme. Cebir, kamillerin kolu, kanadıdır...
Tembellerin bağı, zindanı. Bu cebri Nil suyu gibi bil. Mümine sudur, kafire kan. Kanat,
doğan kuşlarını padişaha götürür, kuzgunları mezarlığa. Şimdi sen, yokluğu anlatmayı
bırak. Çünkü panzehiri benzer de zehir sanırsın.
Ey kapı yoldaşı kendine gel. Hintli çocuk gibi yokluk Mahmut’un dan korkma sakın.
Şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork. O varlık hayali de bir şey değildir, sen de bir
şey değilsin.
Hiçbir şey olmayan bir şey, hiçbir şey olmayan bir şeye aşık olmuş; hiç var olmamış,
hiç var olmamışın yolunu kesmiştir. Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz
şeylerin apaçık görünür sana.
İnsanların başbuğu doğru söylemiştir: “Dünyadan geçip giden kişinin, ölüm
yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayı yüzlerce acıya
düşer.”
Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölümü kıble edinmedin?
Şaşkınlığımdan bütün ömrümce hayalleri kıble edindim, onlar da ecel gelince
kaybolup gittiler der. Ölenlerin hasreti ölümden değildir. neden suretlere kapıldık
kaldık? Diye acınırlar. Bunların bir suretten köpükten ibaret olduğunu görmedik.
Halbuki köpük, denizden doğar, denizde gelişir ve hareket eder. Deniz köpükleri
karaya attı mı mezarlığa git de o köpükleri seyret. Nerede sizin hareketiniz,
oynaşmanız? Deniz sizi mahvolmaya mı terk etti de.
Onlar da sana dille dudakla değil de hal diliyle bu soruyu bize sorma, denize sor
desinler.
Köpük gibi olan suret de dalga olmadan nasıl oynar? Yel olmadıkça toprak nasıl olur
da havalanır? Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya, icat denizi de
seyret.
Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar. Bundan ötesini sorarsan
yağsın, etsin, ilik ve sinirsen ibaretsin. Fakat yağın mumları ışıklandırmaya yaramaz.
Etin sarhoşa kebap olmaz. Bütün bu bedenini bakışta erit, bakışa yürü, bakışa git,
bakışa var! Bir bakış vardır, iki alemi de görür, padişahın yüzünü de. Bu ikisinin
arasında sayıya sığmaz fark var. Gizli şeyleri Allah bilir ama gözüne bir sürme ara.
Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol. Çünkü tezgahın
aslı yokluk alemidir; orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz.
Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu ararlar. Ustalın
ustası Allahnın da tezgahı yokluktur. Nerede yokluk fazlaysa orası Allah tezgahıdır,
Allah işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar,
öndülü aldılar. Hele bedenini malını yok etmiş derviş hepsinden ileridir. Fakat iş
beden yokluğundadır, dilencilikte değil.
Dilenci malı bitmiş kişidir; kanat sahibi ise bedenine kıyan kişi. Artık dertten şikayet
etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahman bir attır.
Ben bu kadarını söyledim ötesini sen düşün. Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan
yürü, zikret. Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap. İşin
aslı cezp eder. Fakat kardeş, işten kalıp o cezbeyi bekleme. Çünkü işi bırakmak,
nazlanmaya benzer. Canı ile oynayan hiç nazlanabilir mi?
Oğul ne kabul edilmeyi düşün, ne ret edilmeyi. Sen daima emri nehyi gör gözet.
Derken cezbe kuşu, birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir.
Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.
Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu
nura sahip olan, dışa bakar içi görür. Zerrede ebedi varlık güneşini görür, katrada
bütün denizi.
ZAMAN YAPRAKLARINDAKİ GİZ
Kadının biri kocasına dedi ki: Ey adamlığı bir adımda aşan! Bana hiç bakmıyorsun,
neden? Ne zamana kadar bu horlukta kalacağım?
Kocası dedi ki: Boğazına bakıyorum, çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp
çabalıyorum. Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine
de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin gediğim yok.
Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi. Dedi ki: Kabalığından
bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi? Kocası a kadın dedi, sana bir
sorum var: Yoksul adamım ben elimden bu geliyor. Doğru, bu çok kaba, çok çirkin,
fakat ey düşünceli kadın, bir düşün. Bu mu daha kötü yoksa boşanmak mı? Bu mu
daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor yoksa ayrılık mı?
Ey kınayıp duran bela, yoksulluk, eziyet ve mihnet de bö...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 13:20:36
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #7 : 29 Ocak 2010, 13:20:36 »

HASAN-I HARKANİYE AİT HİKAYE
Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Talkan şehrinden yola çıkmıştı.
Dağlar aştı, uzun ovalar geçti, şeyhi görmek için özü doğru olarak, Allah’a yalvarıp
yakararak bunca yol aldı.
Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum.
O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu. Öğrenip kapısına geldi,
yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı, kapıdan başını çıkardı.
Ey kerem sahibi, ne istiyorsun? Dedi. Derviş, ziyaret için geldim deyince. Kadın
kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa, şu uğradığın derde
bak. Yerinde, yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün? Bir ahmağı
görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın? Yahut da şeytan sana bir
boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk kapısını açtı.
Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu. Onların hepsini
söyleyemem ben. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikayeler söylemesinden derviş,
pek dertlendi, dertlere uğradı.
Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah
nerede? Söyle bana.
Kadın dedi ki: O bomboş riyakar bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara
kementlik eder. Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan
ona düşmüştür. Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha
hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa. Onun işi gücü laftır, kase yalayıcı,
hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa.
Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup adarlar
işte. Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz
güçsüz bir adam. Bunlar yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir
riyaya kapılmışlardır. İşte hal bu.
Nerede Musa’nın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse. Yazık! Şeriatı,
Allahdan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu
emretse. Bunlar her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı, fesatçı
kalleşe de ruhsat oldu adeta. Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz,
nerede tesbih, nerede onların edepleri.
Genç, yeter diye bağırdı, apaydın günde bekçinin ne lüzumu var? Erlerin nuru
doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp secde ettiler.
Tantı güneşi Hamel burcundan doğdu da bu güneş utancından perde arkasına girdi.
Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından döndürecek?
Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla çevirebilesin. Öküz
bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı kıble, küfürdür, puttur.
Heva ve hevesten gelen, ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat Allahdan gelen, ibahilik
yüceliktir.
O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman kesildi,şeytan Müslüman
oldu. O, yücelik mazharıdır, Allah sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öndülü
kapmıştır. Melekten Adem’e seçde etmeleri ondan ileri olmalarındandır. Deri daima
içe secde eder.
A kocakarı, sen Allah mumunu üflüyorsun ama hem sen yanıyorsun, hem başın, ey
ağzı kokmuş. Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş üflemekle söner mi?
Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın, daha görünür ne
var? Söyle. Zahirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en
ilerisidir. Kim Allah mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar. Senin gibi
bir çok yarasalar rüya görürler ama bu alem, güneşten yetim kalır mı?
Ruh denizlerinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından yüzlerce defa
üstündür. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır,
gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır. Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da
aşağılıkların dibine atmıştır, Kenan’ı da. Ay, nurunu saçar köpek havlar durur. Hiç
köpek ayı kendisine ortak edebilir mi? Ay ışığı ile geceleyin yol alanlar, köpek
havlaması ile yollarından kalırlar mı? Cüzü, külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk
kocakarının ardına düşer mi hiç?
Şeriatın canı da ariftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zahitliğin
mahsulüdür. Zahitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir.
Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten mahsuldür
ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de
padişahıdır, yarınımızın da. Deri, daima latif içe kuldur.
Şeyh “Ben Allah’ım” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı. Kulun varlığı
Allah varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt.
Gözün varsa aç da bak. Lâ dedikten sonra artık ne kalır? O göğe aya tüküren
dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke. Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz,
döner, senin suratına gelir.
“Ebuleheb’in ruhuna kıyamete kadar “Elleri kurusun” bedduası geldiği gibi o
tükürük de kıyamete kadar Allahdan, senin sıratından gelir. Davulu var, bayrağı var,
ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir. Gökler onu ayına
kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektir, batı da.
Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadisi yazılı olan zat, bir zattır
ki herkes, onun nimetlerine, onun rızk taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü
olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi. O olmasaydı denizler
olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara layık inciler
meydana gelmezdi.
O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler
yaratılmazdı. Rızklarda onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı
dudakları kupkuru bir haldedir.
Kendine gel de, bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene sen
sadaka ver. Ey yoksul zengine zekat ver. Bütün altınlar bütün ipekli kumaşlar,
yokluktadır yoksuldadır. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un
nikahındaki katil gibi adeta. Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça
ederdim. O Nuh’u senden halâs ederdim, ben de kısasa uğrar, şeyhin yolunda ölmek
şerefiyle yücelirdim.
Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta bulunamam. Yürü,
dua et ki bu yurdun köpeğisin. Yoksa şimdi yapacağımı yapardım sana.
Ondan sonra derviş herkese sormakta, şeyhi her tarafta araştırmaktaydı. Birisi dedi
ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti. O Zülfikar düşünceli ve ateşli derviş
şeyhin havasına uyup ormanın yolunu tuttu. Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli
vesvese vermekteydi. Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla
düşüp kalkıyor?
Zıt, nasıl olur da zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerede,
maymun nerede? Diyordu. Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım
küfürdür, kindir diyordu. Ben kim oluyorum ki Allahnın işlerine karışıyorum?
Nefsimden neden böyle şüpheler, kınamalar geliyor?
Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden gönlünden kuyumcular potasından çıkar gibi
duman tütüyordu. Şeytanla, diyordu, Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla
konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın uyusun. Azer, nasıl olur da Hilal’le
geçinebilir? Yol kesen nasıl olur da kılavuzla beraber bulunur?
O bu düşüncedeyken ünlü şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi. Kükremiş aslan odunu
çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti. Kamçısı bir yılandı. Yücelikle
yılanı bir kamçı gibi eline almıştı. İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner. O
görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir. onların altında yüz binlerce
aslan vardır, odun çeker durur. Gayp gözü, onu görür.
Fakat adam olmayan da görsün diye Allah, onları bir bir baş gözüne de gösterir. O
padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme.
O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir
delildir. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir
bir söyledi. Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınamsı hususunda
da ağzını açıp, dedi ki: O tahammül nefis havasında değildir. bu zan senin nefsinin
havasıdır, orada durma. Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim
yükümü çeker miydi hiç? Ben Allah yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve
köpürmüş bir deveyim. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması,
yermesini düşüneyim.
Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz üstü
koşarak onu aramadadır. Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir.
canımız, mühre gibi Allah elindedir.
O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu, renk aşkından,
koku sevdasından değildir. bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık
savaşımızın debdebesi nereye varır, bir düşün. Nereye mi varır? Yere bir yol olmayan
bir yere. Işığı, gözleri alan Allah ayına ancak. O nur, bütün vehimlerden ve
tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurunun nurudur!
Dedikoduyu senin için aşağılattım. İbret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol,
uzlaş. “Sabır, sıkıntının anahtarıdır” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun
derdini çek. Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.
Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice
ıstıraplara uğradılar. Yargılayan Allahnın muradı, hükmü, ta ezelden tecelli ve zuhur[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 13:21:42
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #8 : 29 Ocak 2010, 13:21:42 »

ÜÇ YOLCU
Oğul, burada bir hikaye dinle de hünerlerine kapılıp belalara uğrama.
Bir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan yolda arkadaş oldular. Bir mümin, iki
sapıkla yoldaş oldu. Aklın şeytan ve nefisle arkadaş olması gibi.
Yol hali bu bir de bakarsın, bir Maraga’lı ile bir Rey’li arkadaş olur. Beraber yerler,
beraber içerler. Baykuş, karga ve doğan, bir kafese düşebilir. Hapiste bir temiz kişiyle
bir beynamaz arkadaş olabilir. Bir konaktaki kervan sarayda doğu ve batı halkıyla
Maveraünnehir’li bir araya gelir.
Aşağılık ve yüce kişiler, kış ve kar yüzünden bir kervansarayda günlerce kalırlar.
Fakat yol açıldı, mani kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri bir yana gider.
Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri bir tarafa uçar. Bundan önce
neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile geldiği yere uçar giderdi ya. Kafeste
ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama uçmaya yol ve imkan
yoktur. Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi uçup gider.
Ağlayıp vah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar uçup kavuşur. Bedenine bak. Bu
cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi. Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele,
kimisi ateşe mensup. Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.
Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere tekrar dönmeyi
umuyor. Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O adalet
güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler. Fakat o kızgın güneşin
harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün kesilir.
Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan cansızlar bile öyle
erir.
Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli, kendilerine helva hediye etti.
Bir ihsan sahibi, “Ben yakınım” sofrasından her üç garibe de helva götürdü. Allahdan
sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.
Şehirliler edep ve zeka ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da köylülere
verilmiştir. Allah, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir. Köylerde her gün
Allahdan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi olmayan yeni bir misafir vardır.
Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Allahdan başka kimseleri yoktur.
O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilaya uğramışlardı. O Müslüman ise
oruçluydu. Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek
istediyse de, ikisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da
yarın yeriz. Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım dediler.
Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var. Ona sen, böyle
hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.
Dedi ki: Dostlar, biz üç kişi değil miyiz? Bana razı değilseniz pay edelim. Kimse ne
düşerse diler yesin, diler saklasın. İkisi birden hayır dediler, pay etmeyi bırak, “her
pay eden cehennemdedir” sözünü duy.
Mümin, burada pay eden, kendi havasına uyup pay edendir. Allah için pay eden
değil. Sen de Allahnınsın onun payısın. Onun payını başkasına verirsen ona şirk
koşmuş olursun. Eğer kötü kişilerin zamanı olmasaydı bu aslan, köpeklere üstün
olurdu. Onların kasti o Müslüman’ın gam yemesi, o geceyi aç geçirmesiydi.
Allah’a teslim oldu, boynunu eğdi, dostlarım dedi, baş üstüne, dediğiniz gibi olsun.
O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalkıp kendilerini bezediler. Yüzlerini ağızlarını
yıkadılar. Her biri, kendi yolunca virdini okumaya koyuldu.
Bir zaman virtlerine yüz tutup Allahdan lütuf ve ihsan dilediler. Müminde ulu
padişaha yüz tutar, Hıristiyan da Yahudi de; Mecusi de. Hatta taş, toprak, dağ ve
suyun bile Allah’a gizli bir duası, ilticası vardır.
Her sözün sonu gelmez. Her üç dostta ibadetlerini bitirdikten sonra dostçasına
birbirlerine yüz çevirdiler.
Biri dedi ki: Her birimiz gördüğü rüyayı anlatsın. Kimin rüyası daha güzelse bu
helvayı o yesin, üstün olan alt olanın payını alsın. Aklı en üstün olanın yemesi
herkesin yemesi demektir. Onun nurlarla dolu olan canı üstün gelmiştir, arda
kalanların derdine o deva eder. Akıllılar, ebediliğe ulaşmışlardır. Şu halde onların
vücudu ile bu alemde mana bakımından bakidir.
Bunu üzerine önce Yahudi gördüğünü söyledi, geceleyin ruhu nerelerde gezdiyse
anlattı. Dedi ki: Yolda önüme Musa çıktı. Öyledir, kedi rüyasında yağlı kuyruk görür.
Musa’nın ardında Tur dağına gittim. Ben de Musa’da Tur dağı da nura gark olduk,
görünmez bir hale geldik. O güneşin nuru ile üç gölge de mahvoldu. Ondan sonra o
nurdan bir kapı açıldı. O nurun içinden bir başka nur göründü. O ikinci nur, çabucak
yüceldi. Ben de, Musa’da, Tur dağı da... Üçümüzde o nurun doğmasıyla yok
kaybolduk. Ondan sonra gördüm, Allah nuru ı-ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.
Heybet sıfatı ona tecelli edince parçalar, birbirinden ayrıldı
Her bir parçası bir tarafa gitti. Bir parçası denize doğru gitti. Zehir gibi acı olan deniz
suyu, bu yüzden tatlılaştı.
İkinci parçası yere geçti, yerden tatlı sular, deva çeşmeleri kaynadı. Tertemiz vahyin
kutluluğundan o sular, bütün hastalara şifa kesildi. Öbür parçası da derhal uçup da
Kâbe’nin yanına gitti, Arafat dağı oldu. Sonra tekrar o sesten kendime geldim, bir de
gördüm ki Tur yerindeydi, ne eksiği vardı, ne fazlalığı.
Fakat Musa’nın ayağı altında buz gibi eriyordu. Ne çukuru kaldı ne tepesi. Heybetten
yerle bir oldu, tepesi de o heybetle eteğiyle birleşti. Derken yine kendime geldim,
gördüm ki Tur’la Musa, eskisi gidi durmakta. Yalnız dağın eteğindeki çölde yüzleri
Musa’ya benzeyen bir alay halk var. Onun gibi onların ellerinde de birer asa var,
hırkası tıpkı onların hırkasına benziyor. Hepside eteğini çemremiş kendi turuna
gitmekte. Hepsi ellerini duaya kaldırmış, “Rabbin bana görün” demeye koyulmuş.
Sonra yine o dalgınlıktan kendime geldim, her birinin sureti bana başka türlü
göründü. Hepsi de Allah aşığı peygamberdi bunların. Bu suretle bana peygamberlerin
birliği anlatılmış oldu.
Bu sırada yine o ulu melekleri gördüm. Kardan meydana gelmişti bunlar. Bunlardan
başka yardım dileyen bir halka melek daha vardı ki onlarda ateşten yaratılmışlardı.
O çıfıt böyle söyleyip duruyordu. Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur. Hiçbir kafiri hor
görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya. Ömrünün sonundan ne haberin var ki
ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun. Ondan sonra Hıristiyan söze geldi. Dedi ki:
Rüyada Mesih gördüm.
Onunla dördüncü kat göğe alemin güneşinin bulunduğu durağa çıktım. Gök
kalelerinin şaşılacak şeylerini gördüm. Bu alemdeki alametlere hiç benzemiyorlardı.
Oğulların gökçeği, herkes bilir ki gökyüzünün hüneri, elbette yeryüzünden üstündür.
Bir deve, bir öküz ve bir koç, yolda giderlerken bir bağ ot buldular.
Koç dedi ki: Bunu paylaşırsak hiç birimiz doymayız. Fakat kimin ömrü daha artıksa
bu otu o yesin. Yaşlılara hürmet Mustafa’nın sünnetlerindendir çünkü.
Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirde ise halk, yaşlıları iki yerde öne geçirirler. Ya
ateş gibi sıcak yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak dereceye gelen
köprüde ileri sürerler. Aşağılık kişiler kötü bir maksatları olmadıkça bir şeyhi, bir
büyüğü, bir kılavuzu ağırlamazlar. Onların hayırları budur, artık kötülüklerini var sen
kıyas et.
ÖRNEK
Bir padişah camiye geliyordu. Yaverleri, sopalı memurları, halkı dövmedeydi. Sopalı
damlar, birinin başını yarıyor, öbürünün gömleğini yırtıyor, padişaha yol açıyorlardı.
O arada bir yoksul da yasakçılardan suçsuz olarak on sopa yedi. Kanlar içinde kaldı.
Padişaha yüz dönüp dedi ki: Şu apaçık zulme bak, gizlisini ne soruyorsun? Camiye
gidiyorsun güya. Hayrın buysa şerrin ve kötülüğün nedir ey azgın?
Bir pir aşağılık bir adamdan bir tek selam işitmez ki nihayet ondan bir hayli derde
uğramasın. Böyle bir kötü kişinin veliye musallat olmasındansa kurdun musallat
olması daha iyidir.
Kurt, çok zalimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur. Hilesi, aklı fikri olsa hiç
tuzağa düşer mi? Hile insandadır tamamı ile. Koç, öküzle deveye arkadaş dedi,
mademki böyle bir ota rastladık, hadi bakalım her birimiz ömrümüzün başlangıcını
söyleyin. Kim daha yaşlı anlaşılsın,öbürleri de sussun.
Benim vücuda gelişim, İsmail’in koçu ile başlar. O vakitten beri varım ben. Öküz ben
dedi, Adem peygamber, bir öküzle çift sürüyordu ya, işte o vakit küçücüktüm. Halkın
atası Adem’in yeryüzünde çift sürdüğü öküzle eşim ben.
Deve öküzle koçtan bu sözleri duyunca çok şaşırdı. Başını indirip otu aldı. Havaya
kaldırdı. Hiçbir söz söylemeden o esrik deve,otu yedi, sonra dedi kİ: Benim için
doğum tarihine zaten hacet yok. Bende bu çeşit gövde ve bu uzun boy varken buna ne
hacet? Yavrum, herkes bilir ki ben, sizden küçük değilim. Akıl, fikir sahipleri, bilirler ki
yaratılışım sizden üstündür.
Hıristiyan da, hepiniz bilirsiniz ki dedi bu yüce gök, şu eski yeryüzünden yüzlerce
defa geniştir. Nerede gökyüzünü acayip genişlikleri, nerede şu yerin köşeleri,
bucakları?
Müslüman bunu üzerine dedi ki: Dostlar, sultanım Mustafa zuhur etti.
Bana dedi ki: Onların birisi Tur’a gitti, Allah Kelim’ine arkadaş oldu, aşk tavlası
oynamaya girişti. Öbürünü de sahip kıran İsa aldı, dördüncü kat göğe çıkardı.
Kalk a arda kalmış zarar görmüş adam! Bari o helva ile yahniyi sen ye. O hünerli,
sanatlı kişiler, koştular; devlet ve mevki mektubunu okudular. O iki faziletli er, lütuf
ve ihsanlar buldular, meleklere karıştılar. Ey arda kalmış saf ve bön! Kalk, sıçra da
helva kasesinin başı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 13:23:22
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #9 : 29 Ocak 2010, 13:23:22 »

FARE İLE KURBAĞA
Tesadüf bu ya, bir fare, vefalı bir kurbağa ile su başında tanıştılar. Her ikisi de bir
buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan çıkıyorlar, birbirleri ile gönül
tavlası, oynuyorlar, gönüllerini vesveseden arıtıyorlardı.
Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine hikayeler anlatıyorlar, birini
söylediğini öbürü dinliyordu. Gah baş diliyle, gah hal diliyle sırlarını ortaya
koyuyorlar. “Topluluk rahmettir” sözünü tevil diyorlardı. O kötü mahluk, kurbağa ile
eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları hatırlıyordu.
Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememekte
ülfetsizliktendir. Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır?
Bülbül, gül görür de nasıl susar? Kızarmış balık bile, Hızır’ın himmetiyle dirildi, denize
sıçradı, orada karar kıldı. Sevgili, sevgilisiyle beraber oturdu mu yüz binlerce sır
levhini bilir.
Sevgilinin alnı Levhi mahfuzdur. Dost, onun alnından iki alemin sırrını da apaçık
görür. Dost kudümiyle adeta yol kılavuzudur. Mustafa, bunun için, “Sahabem yıldıza
benzer” demiştir. Yıldız çölde de kılavuzdur, denizde de. Yıldıza göz dik, o kılavuzdur,
yol gösterir. Gözünü onun yüzüne eş et. Onunla bahse girişmeye kalkma, bu çeşit
hareketlerle toz koparma. Çünkü o tozla yıldız, görünmez olur. Halbuki göz, sürçen
dilden elbette daha iyidir. Yalnız Allahdan vahiy alan kişi söylerse o başka. Çünkü o
toz koparmaz, tozu yatıştırır.
Adem, vahiy ve sevgiye mazhar olunca sözü “Allemel esma” sırrını açtı. Her şeyin
adı nasılsa öylece gönül sahifesinden diline aktı, her şeyi bildirdi. Her şeyi gönül gözü
görmüştü, onun için hepsinin hassasını ve mahiyetini apaçık söylüyordu. Her şeye
layık olan adı söyledi, puşta aslan demedi. Nuh da tam dokuz yıl doğru yolda vaaz
ette. Her gün yeni bir öğüt verdi. Laal dudakları, kalplerin yakutuydu. Ne risale
okumuştu, ne de “Kuutül kulub!” vaazlarını şerhlerden öğrenmiyordu. Sözleri, keşifler
kaynağından coşuyordu, ruh şerhiydi.
Bir şarap var. O içildi mi söz suyu dilsizden bile kaynar, köpürür. Yeni doğan çocuk
fasih söz söyler bir edip olur, Mesih gibi, ergen adamların hikmetini okur. O şaraptan
içip dudağını hoş bir hale getiren dağ. Davut peygamber gibi yüzlerce gazel öğrenir.
Bütün kuşlar, cik cik ötüşlerini bırakmışlar, padişah olan Davut’a uymuşlar, ona dost
olmuşlar, onunla ırlamaya başlamışlar.
Kuş bile onu duyup sarhoş olduktan sonra demir, onun sesini duymuş, bunda
şaşılacak ne var? Kasırga, Ad kavmini kırmış geçirmiş, fakat Süleyman’a hamal olmuş,
onu sırtında taşımıştır. Kasırga, o padişahın tahtını yüklenmiş, her sabah, her akşam
bir aylık yol götürmüştür. Hem ona hamal olmuş, hem casusluk yapmıştır. Uzakta olan
birisini sözünü duydu mu, derhal gelir, o sözü Süleyman’ın kulağına fıslardı. “Filan
kişi, şimdi böyle söyledi ey Süleyman ey sahip kıran ay” derdi.
Bu sözün sonu yoktur. Fare, bir gün kurbağaya ey akıl kandili dedi; zaman oluyor ki
sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun dibinde bulunuyorsun. Su
kıyısında nara atıyorum ama suyun içindeyken aşıkların narasını duyuyorsun sen.
Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitleri ile kanaat edemiyor, senin sohbetine
doyamıyorum. Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat
aşıklar daima namazdadır. Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle
yatışır, ne beş yüz bin vakitle. “Beni az ziyaret et” sözü aşıklara göre değildir. doğru
özlü aşıkların canı, pek susuzdur.
“Beni ziyaret et “sözü, balıklara göre değildir. çünkü onların canları, deniz
olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez. Bu denizin suyu pek korkunçtur ama
balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur. Aşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir.
Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar,
geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir. Gündüz geceye aşıktır, onsuz
olamaz. Fakat bakarsan görürüsün ki gece, ona, ondan ziyade aşıktır.
Onlar,birbirlerini aramadan bir lahza bile durmazlar. Daima, birbirlerinin ardından
koşup dururlar.
Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunu kulağına. Bu ona hayrandır, o, buna aşık.
Sevgilinin gönlünce herkes aşıktır, herkesi aşık görür o. Azra´nın gönlünde daima
Vamık vardır. Aşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında
ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden ayıracak kimse bulunamaz.
Bu iki çan bir devededir. Artık buraya “Az ziyaret et” sözü nasıl sığar?
Hiç kimse,kendisine “Beni az ziyaret et” der mi? Hiç kimse kendisine nöbetle
zamanla dost olur mu? Bu birlik aklın alacağı şey değildir. bunu anlamak, insanın
ölümüne bağlıdır. Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip
olurdu ki?
Akıllar padişahı, bu kadar merhametliyken nasıl olur da zaruretsiz olarak insana
“Kendini öldür” der?
Fare dedi ki: Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an bile karar
edemiyorum. Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem,
uykum sen. Beni sevindir, vakitli vakitsiz kerem eder anarsın lütfedersin. Ey iyiliğimi
isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk çağını tayin ettin.
Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda bir öküz açlığı var
adeta. Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekatını ver de bu yoksula bir
bak.
Bu biedep yoksul, buna layık değil ama senin umumi lütfun, bundan çok üstün.
Herkese lütfetmektesin. Lütfetmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş, pisliklere de
vurur. Fakat nuruna bir ziyan gelmez. O pislik, onun hararetiyle kurur, odun haline
gelir. Bu yüzden de bir külhana girer, nurlanır, hamamın kapısını duvarını kızdırır,
parlatır. Pisken bezenir, nurlanır. Çünkü güneş, ona öyle bir afsun okumuştur işte.
Güneş yeryüzünün içini de kızdırır da artakalan pislikleri yer. Bu pislikler, bu suretle
toprağın cüzü olur, ondan otlar biter. İşte Allahda kötülükleri iyiliklere böyle çevirir.
Güneş en kötü şey olan pisliğe bunu yaparsa yeşilliklere, güllere, nergislere neler
yapmaz? Bir düşün, Allah da ibadet güllerine karşılık ne vefada bulunur, ne
mükafatlar verir, ne ihsanlar eder. Kötülüklere böyle elbiseler verirse temizlere neler
bağışlar?
Allah onlara gözlerin görmediği şeyler verir. Dile, lügata sığmaz lütuflar eder. Biz
kimiz ki bu derece lütfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla benim günümü de
aydınlat. Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum ben.
Ben çirkinim, huylarım da tamamı ile çirkin. Beni diken olarak dikti, artık ben nasıl gül
olabilirim?
Dikene güldeki güzelliğin ilk baharını ver. Bu yılana tavus güzelliğini sen ihsan et.
Çirkinliğin son derecesine varmışım ben. Fakat senin lütfun da ihsan etmede son
dercedir. Bu kötülüğün çirkinliğin son derecesine varmış olan kulun hacetini, son
derecede olan lutfunla reva et ey usul boylu selvilerin bile haset ettikleri güzel! Ben
ölürsem yine senin lütfun, bana gözyaşı döker, kerem sahibisin, buna ihtiyacın yoktur
ama yine sen ağlarsın bana. Mezarımın başında çok oturursun. O güzel gözlerinden
çok yaşlar akar. Mahrumiyetime ağlar, mazlumluğuma gözlerini yumup yaş dökersin
sen. İyisi mi o lütufların birazcığını şimdi yap. O sözleri, şimdi benim kulağıma küpe
et. Toprağıma söyleyeceğin sözleri şu gamla kulağıma saç, şimdi söyle bana.
Gümüş paralar veren bir ihsan sahibi, sofinin birine dedi ki: Ey ayaklarının altına
canımı döşediğim zat. Ey padişahım! Bugün sana bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın
kuşluk çağında üç kuruş mu? Hangisini istersin?
Sofi dedi ki: Bugünkü de vaat, yarınki de. Dün yarım kuruş verseydin bugün elimde
olsaydı. Buna, bugünkü vereceğin bir kuruştan da daha ziyade sevinirdim, yarın
vereceğin yüz kuruştan da. Peşin sille, veresiye keremden hayırlıdır. İşte kafam
önünde, başımı eğiyorum, vur, tek peşin olsun! Hele sille, senden geldikten sonra hiç
gam yemem. Baş da o elin sarhoşudur, sille de. Ey canımın canı, ey yüzlerce cihan
değer dost, aklını başına devşir, bu peşin şeyi ganimet say. Ay gibi yüzünü gece
yolcularından gizleme. Ey akar su, bu arktan baş çekme.
Hep buradan da ak da ırmak kıyısı bu akar suyla gülsün, kenarlarında yaseminler
boy atsın. Uzaktan ırmak kıyısında sarhoş yeşillikler gördün mü bil ki orada su vardır.
Allah “Gönüllerindeki yüzlerinden anlaşılır” dedi. Yeşillikte yağmuru suyu anlatır.
Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır. Ama her güzel
gül bahçesi gizli bir yağmura delalet eder.
Kardeşim ben toprak hayvanlarındanım, sen su hayvanlarından. Fakat rahmet ve
ihsan padişahısın. Öyle lütfet, öyle bir ihsan da bulun ki arada bir huzuruna
gelebileyim. Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip
cevap vermiyorsun. Suya dalmama imkan yok. Çünkü terkibim topraktan meydana
gelmiş. Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişana ver de benim sesimi sana
ulaştırsın. Bu iş için o iki dost konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:
Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine duyuracaktı. Fare,
ipin bir ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına bağlarız, öbür ucunu da
senin ayağına. Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki
can gibi birbirimize karışırız dedi.
Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur. Can
kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden far...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2] 3   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes