> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlana Kitaplığı > Mesneviden Hikayeler IV
Sayfa: [1] 2 3   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mesneviden Hikayeler IV  (Okunma Sayısı 5235 defa)
29 Ocak 2010, 12:13:35
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Ocak 2010, 12:13:35 »



Mesnevi´den Hikayeler- IV

AYDAN DA PARLAK VAİZ
AŞIĞIN AHMAKLIĞI
KÖTLÜK BİR TOHUMDUR
SINAMA
MESCİT-İ AKSA
HALİN VERDİĞİ
İNSAN ALEMDİR
BELKIS´IN HEDİYESİ
KORUYAN ADALETTİR
İBRAHİM ETHEM´İM GÖÇÜ
PUTLARIN SECDESİ
ŞAİRE PADİŞAHIN İHSANI
DEVİN SÜLEYMANLIĞI
AHMAĞA VERİLECEK CEVAP SUSMAKTIR
KÖLENİN ŞİKAYETİ
ARİFİN GIDASI
DERT VE ELEM KOKUSU
EBUYEZİD´İN MÜJDESİ
PEYGAMBER TAKDİRİ
BAHİS
GÖKLER YERLER VE İKİSİ ARASINDAKİLER
SÖZ MANAYI AÇAR MI ÖRTER Mİ?
HZ.MUSA´NIN ALLAH’A SORUSU
KATIR VE DEVE
NİL´İN SUYU
ZÜLKARNEY´İN KAF DAĞI ZİYARETİ

AYDAN PARLAK


Ey Hak Ziyası Hüsamettin, sen öyle bir ersin ki Mesnevi, senin nurunla ayı bile geçti,
aydan bile parlak bir hale geldi. Ey lutfu, keremi ile umulan, yüce himmetin bu
Mesneviyi nereye çekmekte? Allah bilir. Bu Mesnevinin boynunu bağlamış, bildiğin
yere doğru çekmektesin.
Mesnevi, koşup gitmekte... çeken gizli. Fakat görecek gözü olmayan gafilden gizli.
Mesnevinin yazılmasına önce sen sebep olmuşsun... artar, uzarsa arttıran, uzatan
yine sensin. Madem ki sen böyle istiyorsun. Allah da böyle istiyor... Allah takva
sahiplerinin dileğini ihsan eder.
Evvelce sen, varlığını Allah’a verdin... karşılık olarak Allah da varlığını sana verdi.
Mesnevi sana binlerce şükretmede... ellerini kaldırıp dualar eylemede... Allah,
Mesnevinin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de ihsanlarda bulundu, lutuflar etti,
keremini çoğalttı. Çünkü Allah, şükredenin nimetini çoğaltmayı vaat etmiştir.
Nitekim secdenin karşılığı, Allah’a yakın olmaktır. Allahmız “Secde et de yaklaş”
dedi... bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir.
Mesnevi, ziyadeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyadeleşiyor, bu yüzden uzuyor... fazla
ve büyük görünmek için değil!
Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de seninle öyle
bağdaşmışız, senden öyle hoşlanmaktayız... istiyorsan emret, çek de çekip götürelim!
Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının emri, bu kervanı güzel güzel ta hacca kadar çek,
götür!
Hac. Allah evini ziyarettir, ev sahibini ziyaretse erliktir. Hüsamettin, sen bir güneşsin,
onun için sana ziya edelim... bu iki söz, Hüsam ve Ziya, senin vasıflarındır. Bu Hüsam
ve Ziya birdir... Şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyadandır.
Nur, ayındır, bu ziya da güneşin... Kuran’ı oku da bak! Babacığım, Kuran güneşe ziya
dedi, aya da nur... hele bak da gör! Güneş, aydan daha üstündür ya... Şu halde Ziyayı
da mertebe bakımından nurdan üstün bil!
Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol meydana çıktı,
göründü. Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar
gündüzleri kuruldu. Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırt edilsin, kimse hileye
kapılmasın, aldanmasın diye.
Güneşin nuru yeryüzüne adamakıllı vurdu, alışveriş edenler için alemlere rahmet
kesildi. Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir. Onlara pek ağır gelir bu iş...
çünkü güneşin nuru, onların işine kesat verir, kalp akçeleri görünür, fark edilir de
geçmez olur?
Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır... yoksula köpekten başkası düşman olur mu?
Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar... melekler de “Yarabbi, sen koru!” diye dua
ederler. Allahnın pek nurlu olan bu kandili hırsızların üflemesinden, onların
nefesinden uzak tut! Hırsız ve kalpazan, nura düşmandır vesselam...
Ey feryada yetişen Allah, sen feryadımıza yetiş! Hüsamettin, bu dördüncü deftere
nurlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, alemi nurlara gark eder. Sen
de bu dördüncü defterle alemlere güneş gibi nurlar saç da şehirlerle ülkelere
parlarsın, her tarafı nura gark etsin!
Bu kitap, masal diyene masaldır... fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini
anlayan kişi de erdir! Mesnevi, Nil ırmağının suyudur... Kıptiye kan görünür ama Musa
kavmine kan değildir, sudur! Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede...
Cehenneme baş aşağı düşmüş!
Ey Hak Ziyası, sen onun halini gördün... Hak, sana, onun işlerine karşılık verdiği
cevabı gösterdi! Gayb alemini gören gözün, gayb alemi gibi üstattır. Bu görüş, bu
ihsan, şu alemden eksik olmasın!
Bizim halimiz olan şu hikayeyi burada tamamlarsan yakışır. Adam olmayanları, adam
olanların hatırı için bırak; hikayeyi bitir, hikayeye son ver! Hikaye üçüncü cilt de
tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt... onu, burada düzene koy, tamamla!
O adamın, bekçiden korkup bağa at sürdüğünü anlatıyorduk. O adamın aşık olup bu
dertle tam sekiz yıl yanıp yakıldığı güzel de meğerse o bağdaymış! Aşık o sevgilinin
gölgesini bile görmeye imkan bulamıyordu. Ancak Zümrüdüanka’yı duyar gibi onun da
vasfını işitmekteydi.
Kazara nasılsa onu, bir kerecik görmüştü, o ilk görüşte ona vurulmuş, ona gönül
vermiş gitmişti. Ondan sonra ne kadar çalıştı çabaladıysa o sert huylu dilber, bir türlü
mecal vermemiş, bir türlü kendisini göstermemişti. Ne yalvarmamın bir çaresi
olmuştu, ne mal, mülk vermenin... o fidan sevgilinin gözü toktu, tamahı yoktu!
Allah, her hüner ve sanata, her dilenen ve istenen şeye aşık olan kişinin dudağını, ilk
önce o şeye dokundurur, ona lezzeti tattırır... Ondan sonra aşıklar, o lezzetle,
dileklerini aramaya koyuldular mı her gün önlerine bir tuzak çıkarır, ayaklarına bir
bağ vurur!
Aramayıp taramaya giriştiler mi “hele nikah parasını getir bakalım” diye kapıyı kapar.
Aşıklar da, o ümitle döner dolaşır, koşarlar... Her an ricaya düşerler, her an
ümitsizliğe kapılırlar. Herkesin, bir şey elde edeceğim diye bir ümidi vardır... nihayet
bir gün olur, ona bir kapı da açarlar. Açarlar ama hemencecik yine o kapıyı örterler. O
kapıya tapan, oraya ümit bağlayan kişi de ümitlenir, o ümitle ateş kesilir, işe girişir!
O genç de hoş bir halde o bağa girince ansızın ayağı defineye batıverdi! Allah bekçiyi
sebep etti... bekçi korkusundan geceleyin koşa koşa bağa girdi, sığındı da, Bağdan
geçen ırmağa yüzüğünü düşürmüş olan sevgilisinin elinde bir fener, yüzüğünü
aramakta olduğunu gördü.
O anda neşesinden Allah’ya şükürler ederek bekçiye hayır dualarda bulunmaya
başladı:
“Bekçiden huylanıp kaçtım, ziyanlara girdim, ama yarabbi, sen onun yirmi misli altın
ve gümüşü onun başına saç! Onu, kötü kişilerin şerrinden kurtar... ben nasıl
neşelendiysem onu da sen neşelendir! Onu bu alemde de mesut et, o alemde de... Onu
kötülükten, köpeklikten kurtar!
Allahm, gerçi o kötü kişinin huyu daima halkın belasını istemektir. ( ama yine sen onu
koru). Kötü kişi, padişah, Müslümanları suçlu buldu diye bir haber duydu mu semirir,
neşelenir... Yok... eğer padişah, merhamet etti, o cezayı cömertliğiyle
Müslümanlardan bağışladı diye bir söz duysa, bu söz yüzünden canı sıkılır, yaslara
düşer... kötü kişide daha buna benzer yüzlerce yomsuzluklar vardır.
Fakat o aşık, kötü bekçiye hayır dualar edip duruyordu. Çünkü rahata onun yüzünden
kavuşmuştu. Bekçi herkese zehirdi, fakat ona panzehir! Bekçi, onun sevgilisine
kavuşmasına sebep olmuştu. Görüyorsun ya, dünyada mutlak olarak kötü bir şey
yoktur. Kötü, buna nispetle kötüdür. Sonra şunu da bil ki,
Alemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakkabı olmasın!
Evet... birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birisine zehirdir, öbürüne şeker gibi tatlı!
Yılanın zehiri, yılana hayattır, insanaysa ölüm! Deniz mahluklarına deniz, bağ, bahçe
gibidir...fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır!
Ey iş eri, bu nispeti birden tuttur da böylece bine kadar saya dur! Zeyd, birisine göre
şeytandır, öbürüneyse sultan! O, zeyd pek yüce bir kişidir der... Bu zeyd gebertilecek
bir kafirdir der!
Zeyd, bir adamdır ama ona öyledir, bunaysa baştanbaşa zahmettir, ziyandır! Eğer
onun, sana göre de şeker haline gelmesini istiyorsan var, onu aşıklarının gözüyle gör!
O güzele kendi gözünle bakma... isteneni isteyenlerin gözüyle gör!
Kendi gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz edin...Hatta ariyet olarak
ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun gözüyle bak! Bak da bıkmadan,
usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı peygamber, bunun için “Kim kendini Allah’a
verirse Allah, kendisini ona verir” dedi...
“Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu suretle devleti, bahtsızlıktan
kurtulur” buyurdu. Ne olursa olsun, kötü ve istenmeyen bir şey bile olsa değil mi ki
sana kılavuzluk etti,sevgiline ulaştırdı, sevimlidir, dosttur!
VAİZ
Bir vaiz vardı... mimbere çıktı mı yol kesenlere duaya başlar, ellerini kaldırıp “Yarabbi,
kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et! Hayır sahipleriyle alay edenlerin
hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamette bulun” derdi.
Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.
Ona “Hiç böyle bir adet görmedik... sapıklara dua etmek mürüvvet değildir” dediler.
Dedi ki: “ Ben onlardan iyilik gördüm... bu yüzden onlara dua etmeyi adet edindim. O
kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve cevir ettiler ki nihayet beni şerden
kurtardılar, hayra ulaştırdılar.
Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim,
dayaklar yedim. Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım... beni o kurtlar yola
getirirlerdi. Benim iyiliğime sebep oldular... ey aklı başında adam, bu yüzden onlara
dua etmek, boynumun borcudur benim!”
Kul dertten, elemden Allah’ya sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur.[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mesneviden Hikayeler IV
« Posted on: 29 Mart 2024, 16:38:04 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mesneviden Hikayeler IV rüya tabiri,Mesneviden Hikayeler IV mekke canlı, Mesneviden Hikayeler IV kabe canlı yayın, Mesneviden Hikayeler IV Üç boyutlu kuran oku Mesneviden Hikayeler IV kuran ı kerim, Mesneviden Hikayeler IV peygamber kıssaları,Mesneviden Hikayeler IV ilitam ders soruları, Mesneviden Hikayeler IVönlisans arapça,
Logged
29 Ocak 2010, 12:20:28
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Ocak 2010, 12:20:28 »

SINAMA
Allah’yı ululamayı bilmeyen bir inatçı, bir gün Murtaza’ya dedi ki: “Peki yüksek bir
yapının damındasın... ey aklı başında olan, Allah’nın koruyacağını biliyorsun değil
mi?” Murtaza, evet dedi... o koruyucudur, ganidir... bizim varlığımızı, bizi ta
çocukluğumuzdan adamlığımıza kadar hep o korur, o görüp gözetir!
Yahudi, peki dedi... mademki öyledir, kendini bu damdan aşağıya at... Allah’nın
koruyuculuğuna tamamı ile güven! Kendini aşağıya at da ben de adamakıllı inandığını
anlayayım, güzelim inanışını, deliliyle göreyim!
Müminler emiri ona dedi ki: sus, defol git de bu cüret yüzünden canın belaya
sataşmasın! Kulun, iptilalara düşerek Allah’yı sınaması hiç yaraşır mı? A nadan, a
budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp Allah’yı sınamaya girişsin?
Sınama Allah’ya yaraşır... O, kullarını her an sınar durur. Bu sınamayla da içimizde
gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık gösterir. Adem, bu suçla, bu hata ile Hakk’ı
sınadım dedi mi hiç? “Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim”
gibi bir söz söyledi mi hiç? Ah, bu mecal kimde var, kimde? Senin aklın şaşmış, pek
sersemlemişsin... özrün günahından beter!
Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki? A hayrı, şerri bilmeyen,
sen kendini sına, başkasını değil! Kendini sınadın mı başkalarını sınamadan
vazgeçersin. Şeker parçası olduğunu bildin mi, şeker yapılan ve satılan yere layık
olduğunu da bilirsin.
Sınamaksızın şunu bil ki Allah, yersiz, zamansız şeker göndermez sana. Sınamaksızın
şunu bil ki eğer başsan Allah, seni ayakkabı konan yere göndermez! Akıllı kişi, hiç
değerli bir inciyi abdes hane de sidik gölcüğüne atar mı? Anlayışlı hakim bile buğdayı
saman ambarına göndermez.
Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir. Din yolunda onu
sınamaya kalkıştın mı a hakikatten haberi olmayan, sen sınanmış olursun... Senin
cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, aleme yayılır... yoksa o, bu araştırmayla
nereden anlaşılır; nasıl meydana çıkar?
A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider!
Onlarda kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Allah erini o teraziyle tartmağa
kalkarlar! Halbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... akıl terazisini bile kırar, parçalar!
Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... öyle bir padişaha buyruk
buyurtmaya kalkışma sakın!
Hiç ressamlar, öyle bir ressamı sınayabilir, öyle bir ressama hüküm yürütebilir mi?
Eğer ressama bir sınama belirdiyse, ressam bir sınama bilgisine sahip olsaydı onu da
çizen yine o ressam değil midir? Artık o ressamın bilgisindeki suretler nazaran bu
ressamın çizdiği suret nedir ki?
Sana bir sınama vesvesesi geldi mi onu kötü talih bil... gelip çatmış, boynunu
vurmuştur! Böyle bir vesveseye uğradın mı çabucacık Allah’ya dön secdeye var...
Secde yerini gözyaşınla ısla... ey Allah, beni bu şüpheden kurtar de! Sınamayı diledin
mi işte o zaman din mescidin keçiboynuzuyla dolu demektir!
MESCİT-İ AKSA
Davut iyiden iyi taşla Mescid-i Aksa’yı yapmaya niyetlendi, bu niyetle daraldı, bu işe
girişmeyi iyice kurdu. Allah, “Bu işten vazgeç... bu mescidi sen yapamazsın. Ey
seçilmiş kişi, Mescid-i Aksa’yı senin yapmanı biz takdir etmedik” diye kendisine vahiy
etti.
Davut “Ey sırları bilen Allah, suçum nedir? Neden mescidi yapma diyorsun bana?”
dedi. Allah dedi ki: “Suçsuzsun, suçun yok ama kanlara girmişsin... mazlumların
kanlarını boynuna almışsın! Senin sesinden sayısız halk can verdi; sayısız halk, ona av
oldu! Sesin bir hayli kana girmiş, canlar yakan güzel nağmelerin bir hayli adamı
canından etmiştir!”
Davut dedi ki: “Senin mağlubundum, senin sarhoşundum... elim, senin kuvvet ve
kudretinle bağlıydı. Padişah mağlup olana acınmaz mı? Mağlup, adeta yok demek
değil midir?
Allah buyurdu ki: Bu mağlup, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş
değildir, iyice anlayın bunu! Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en
iyisi, en ulusu olmuştur.
O, Allah sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır.
Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün cesetler onun hükmündedir. Bizim lutfumuza
mağlup olan iradesiz, ihtiyarsız ve aciz kalmış değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyar
sahibi olmuştur.
Zaten ihtiyar ve iradenin sonu da budur, yani insanın mevhum irade ve ihtiyarının bu
makamda yok oluşudur. Zaten nihayet o, mevhum varlıktan mahvolmasaydı hiçbir
ihtiyar ve iradeden lezzet alamaz, zevk bulamazdı.
Dünyada ister yenecek lokma olsun, ister içilecek bir şey... onun lezzeti, lezzetten
kesilmesinin fer’idir. (İnsan, yediği, içtiği şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve
içeceği şeylerden lezzet alamaz. Maddi lezzetlerden kesilmedikçe manevi lezzeti
bulamaz) Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hale gelir ama
hakikatte kendisi lezzet kesilir, lezzetten hiç ayrılmaz olur!
Bu iş senin zorunla, senin kuvvetinle olmayacak ama o mescidi, oğlun yapacak! Ey
hikmet sahibi, onun yaptığı senin yaptığındır... evveline evvel olmayan bir zamandan
beri inananlar, birbirlerinin aynıdır, birdir onlar! İnananlar sayılıdır, çoktur ama iman
birdir... cisimleri çoktur ama canları tektir.
İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka bir can vardır.
O deme erişen, o makamda Allah velisi olan kişide de, insandaki candan, akıldan
başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur... bu birliği rüzgarın
ruhunda arama!
Bu hayvani can, ekmek yese insani ruhun karnı doymaz; bu yük çekse o, sıkıntı
çekmez! Hatta onun ölümüyle bu hayvani ruh, neşelenir, sevinir... insani ruhun bir şey
elde ettiğini görünce de hasedinden ölür!
Kurtların, köpeklerin canı, hep ayrı ayrıdır. Bir olan Allah aslanlarının canlarıdır.
Canları diye cemi sırasıyla söyledim... çünkü o bir tek can, cisme nispetle yüz olur!
Gökteki bir tek güneşin bir tek nuru da ev içlerine vurunca yüzlerce nur olur ya!
Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı hepsinin de nuru bir olur. Evlerin temelleri
kalmadı mı müminler bir tek insana döner, bu sır meydana çıkar. Bu sözden farklar
belirir, müşküller doğar... çünkü hakikatte buna benzemez bu iş ki; bu bir misaldir.
Aslanla yiğit bir Ademoğlu arasında sonsuz farklar vardır. Fakat ey hoş gün gören kişi
misal getirildiği zaman aradaki birlik, yiğitlik ve canla başla oynama bakımındandır.
Çünkü o yiğit, her bakımdan aslanın misli değildir, nihayet yiğitlik bakımından aslana
benzer.
Bu alemde her bakımdan bir olan bir nakış, bir suret yoktur ki sana mislini
göstereyim. Aklı şaşkınlıktan kurtarayım diye yine nakış bir misale el atayım:
Geceleyin her eve bir kandil, bir mum korlar ve onun ışığıyla karanlıktan kurtulurlar
ya...O kandil, bu tene benzer, nuru da cana.
Kandil, fitile, şuna buna muhtaçtır. Bu duyguların o altı fitilli kandili, umumiyetle
uykuya, yemeye, içmeye dayanır... o kandilin temeli, bunlardır. Yiyip içmeden, yatıp
uyumadan yarım nefeslik bir zaman bile yaşayamaz... fakat yiyip yatmakla da
yaşayamaz! Fitili, yağı olmadıkça bakası yoktur; fakat fitille, yağla da vefası yoktur.
Çünkü sebebe bağlı olan, sebepsiz meydana gelmeyen ışığı, ölümü arar durur... nasıl
yaşayabilir ki aydın gün, onun ölümüdür. İnsanın bütün duygularının da bakası
yoktur... zira mahşer günü, hepsi de yok olur gider!
Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı, tamamı ile de ot gibi bitip ot gibi yitmez...
tamamı ile fani olmamıştır. Yalnız güneşin nurunda yıldızların nuru ve ay ışığı
mahvolur ve görünmez! Pirenin ısırmasından meydana gelen yanış, dert ve zahmet,
yılan ısırınca mahvolur ya!
Çıplak adam arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya! Arılar adamın
tepesinde dolaşır dururlar... başını bir çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar!
Allah’yı anış sudur, zamanede şu kadının, bu erkeğin anılışı da arı!
Allah’yı anış suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden
kurtul! Ondan sonra da sen, tepeden tırnağa kadar o arı duru suyun tabiatına
bürünürsün... Öyle bir hale gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden
de öyle kaçar, öyle çekinir!
Sonra dilersen sudan uzaklaş... içten suyun tabiatına sahip olursun, hakikatte ondan
ayrılmamış sayılırsın! Dünyadan geçen kişilerde yok olmamışlar, fakat Allah
sıfatlarına bürünmüşlerdir. Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin
karşısındaki yıldızlara dönmüştür.
A inatçı Kuran’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır!”
Haklarında “Huzurumuzdadır” denenler yok olamazlar, iyi dikkat et de ruhların
bakasını iyice anlayasın! Bakadan mahcup olan ruh azaptadır, Allah’ya vasıl olan
ruhsa baka aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir.
İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin hakikati neyse
sana söyledim... kendine gel de sakın bu hayvani duyguyla ruh arasında bir birlik
tasavvur etme! Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır!
Yüz tane kandilin olsa ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki hepsi ayrı ayrıdır...
bir olamazlar! İşte bu yüzden bizim ashabımız, hep savaştadır... fakat peygamberlerin
birbirleriyle savaştıklarını kimsecikler duymamıştır.
Çünkü peygamberlerin nurları güneştir; duygu ışığımızsa kandil, mum ve is! Biri
söner, öbürü gündüze kadar kalır... biri yanıp erir, öbürü parlar durur! Hayvani can
gıda ile dirilir...her iyi kötü şeyle...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 12:25:12
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Ocak 2010, 12:25:12 »

KORUYAN ADALETTİR
Dervişin biri hikaye etti: Ben rüyada Hızır’a mensup olan erenleri gördüm. Onlara: “
Helal olan ve hiç vebali bulunmayan rızkı nereden elde edeyim? Dedim. Beni dağlara
ormanlara götürdüler... ormanlarda meyveleri silktiler.
Allah, himmetimizle bunları sana tatlı etti... Hemen ye bunlar temiz, helal ve sayısız...
aynı zamanda uğraşmaksızın, başın ağrımadan, yükünü çekmeden, yukarı aşağı
koşmadan elde edilen rızıklardır dediler.
Onları yedim, sözümde öyle bir feyiz, öyle bir tesir hasıl oldu ki sözlerim, akılları
hayran etmeye başladı. Rabbim dedim, bu bir imtihan...sen bana bütün halktan gizli
bir ihsanda bulun! Söz söyleyemez bir hale geldim... hoş bir gönüle sahip oldum;
zevkimden nar gibi yarıldım!
Dedim ki içimdeki bu zevk yok mu ya... cennette bundan başka bir zevk olmasa bile,
başka bir nimet istemem... bunu bırakıp da ceviz ve şeker yemeğe girişmem!
Kazancımdan elimde bir iki habbe kalmıştı. Onları cübbemin yenine dikmiştim.
Dervişin biri de odunculuk etmekteydi... yorgun argın ormandan geldi. Onu görünce
dedim ki: Artık benim rızıkla işim yok... bundan sonra rızık için gam yemiyorum. Kötü
meyveler bana güzel ve hoş gelmekte... hususi bir rızka nail oldum ben.
Mademki boğaz derdinden kurtuldum, birkaç habbem var, onları şuna vereyim... Şu
oduncuya bağışlayayım da o da iki üç günceğiz rızık derdinden kurtulsun! Oduncu
içinden geçeni anlıyormuş meğerse... çünkü kulağı, Allah nuruyla nurlanmış!
Her düşünce , ona göre bir şişe içindeki kandil gibi. Hepsini görüyormuş! İçten geçen
ondan saklanamıyor... o, bütün gönüllerden geçenlere emir kesilmiş! O sırrına
şaşılacak er, benim bu düşünceme karşı ağzının içinden söylenip durmaktaydı.
Padişahlar hakkında böyle düşünüyorsun ha... onlar, sana rızık vermeseler nasıl
rızıklanacaksın ki demekteydi. Ben sözünü anlayamıyordum ama azarlanması
gönlüme iyice aksediyordu. Derken aslan gibi heybetle önüme geldi, sırtındaki odun
demetini yere bıraktı.
Odunları yere korken halindeki heybetten yedi azami bir titremedir aldı! Dedi
ki:Yarabbi, senin duaları kutlu izleri yomlu has kulların varsa, onların hürmetine
lutfunun bir sanat göstermesini diliyorum... şimdicek bu odun yığını altın olsun!
Bunu der demez bir de gördüm ki odunlar altın olmuş, yeryüzünde ateş gibi parlayıp
duruyorlar! Ben bunu görünce kendimden geçtim... bir hayli zaman baygın kaldım. O
şaşkınlığım geçip kendime gelince,
Dedi ki: Allah’nın o ulular, gayret sahibi ve şöhretten kaçar kişilerse, Onların
hürmetine yine bu altını hemen odun yap, eski haline getiriver! Bu söz üzerine derhal
o altın dallar, yine odun oldu... o erin işini görünce akıl da sarhoş oldu, kendisinden
geçti. Bakış da!
Ondan sonra odunlarını yükleyip yürüdü... hızlı hızlı önümden şehre gitti! O
padişahtan, ardından gidip müşküllerini sormak, sözünü duymak istedim ama,
Heybeti mani oldu gidemedim... bayağı kişilerin has erlere varmasına yol yok!
Eğer biri can- beş vererek yol bulursa bu da onların rahmeti ve cezbesiyle olur. Şu
halde o tevfike erişmeyi ganimet bil...eğer bir doğru erin sohbetini bulduysan bunu
fırsat say! Padişaha yakın olduğu, padişahın yakınlığına erdiği halde bu kutluluğu
değersiz görüp yolundan olan ahmağa benzeme!
Ahmak kurbanlık koyundan bol ve iyi bir parça verdiler mi “Bu, galiba öküz budu” der.
A iftiracı, bu öküz budu değil ... fakat eşekliğinden sana öküz budu görünmede. Bu
rüşvetsiz verilen padişah ihsanı... bu rahmet yüzünden verilen hususi bir ihsan!
İBRAHİM ETHEM´İN GÖÇÜ
Sen de Edhem gibi devlet ve saltanatı hemencecik terk et de ebedi bir saltanata eriş!
İbrahim Edhem, geceleyin tahtında uyumaktaydı. Gözcüler, bekçiler de damda gürültü
edip duruyorlardı.
Padişah, bekçilerin hırsızları ve kötü kişileri defetmelerini istemiyordu. Çünkü
kendisinin adalet sahibi olduğunu, kendisine hiçbir kötülük gelmeyeceğini biliyordu,
gönlü emindi. Muratları, dilekleri koruyan adalettir... geceleyin damlarda sopalarını
kakıp gezen bekçiler değil!
Fakat padişahın, rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi Allah
hitabını hayal etmekti. Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıyamet
gününde çalınacak olan Sur’un sesine benzer.
Hakimler, bu musuki nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir. Halkın
tamburla çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep göğün hareketinden
alınmadır. Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif
olur.
Biz hepimiz Adem’in cüz’üleriydik...cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! Gerçi
suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz. Fakat
musibet toprağıyla karıştıktan sonra bu zir ve bem perdeleri, nereden o nağmeleri
verecek?
Su, sidik ve pislikle karışınca bozulur, mizacı acı ve sert bir hale gelir. İnsanın
cesedinde de birazcık su vardır... sen onu sidik bile saysan yine ateşi söndürür ya! Su,
pis bile olsa yine tabiatı bakidir... o tabiatla gam ateşini söndürür!
İş bu yüzden güzel sesi dinlemek aşıklara gıdadır... çünkü güzel ses dinlemede kalp
huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır. Adamın içindeki hayaller kuvvetlenir, hatta
hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür. Suya ceviz atanın ateşi
nasıl kuvvetlendiyse aşk ateşi de güzel seslerle kuvvet bulunur!
Su pek derin bir yerdeydi... susuzun biri suyun üst tarafında bulunan ceviz ağacına
binmiş, ağacı silkeliyordu. Ağaçtan cevizler, suya düştükçe suyun sesini dinliyor,
sudan meydana gelen habbeleri seyrediyordu. Bir akıllı adam, bunu görüp dedi ki:
Yiğidim bu cevizler, seni susatır!
Suya bir hayli ceviz düşüyor ama su derinde... senden uzakta! Sen, yukarıdan aşağıya
zahmetlerle ininceye kadar su da onları daha uzağa götürecek! Adam dedi ki: Benim
bu ağaç silkelemeden maksadım ceviz toplamak değil... görünüşe bakma da
maksadıma iyi dikkat et!
Benim maksadım suyun sesini işitmek ve suda hasıl olan şu habbeleri görmektir.
Alem de susuzun, daima havuzun çevresinde dönüp dolaşmaktan başka ne işi var?
Hacının Kabe’nin çevresini tavaf etmesi gibi o da ırmağın, suyun çevresinde dolanır,
suyun sesini dinler durur!
İşte ey halk ziyası Hüsameddin, o susuzun maksadı gibi benim de bu Mesnevi’den
maksadım sensin. Mesnevi, ferileri bakımından da, tamamı ile senindir... onu sen
kabul etmişsindir.
Padişahlar, iyiyi de kabul ederler, kötüyü de ... bir şeyi kabul ettiler mi artık
reddetmezler. Mademki bir fidan diktin, onu sula... mademki açtın düğümleme!
Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın, onu şiir halinde söylemedeki muradım
senin sesindir. Bence sesin, Allah sesidir... aşık, haşa; sevgilisinden ayrılmaz.
Nasın caniyle nasın rabbi arasında keyfiyetsiz, kıyasa sığmaz bir ulaşma, bir birlik
vardır. Fakat nas dedim, nesnas değil... nas canın canı olan Allah’ya aşina olanlardır,
başkaları değil! Nas dediğim adamdır, adam nerede? Sen adamların başını, görmedin,
kuyruksun sen!
Görünüşte o toprağı atan sen idin, hakikatte Allah idi” ayetini okumuşsun ama
cisimden ibaretsin, cüz’ülerde kala kalmışsın! A ahmak, cisim ülkeni Belkıs gibi
Süleyman Peygamber için terk et! Lahavle diyorum ama sözümden değil... o kötü
düşüncelinin vesveselerinden lahavle demekteyim! Çünkü o, benim sözlerime karşı
hayallere düşmekte, gönlündeki vesveseler ve şüpheden doğan inkarlar yüzünden
hayaller kurmaktadır.
Lahavle diyorum; yani çaresi yok... çünkü senin gönlünde benim sözlerimin zıddı olan
düşünceler ve sözler var! Sözlerim, boğazına takıldı kaldı, artık ben sustum... hadi
sen, sana layık olanı söyle bakalım!Güzel sesli bir neyzen ney çalarken ansızın aşağı
tarafından bir yeldir çıktı! Neyzen neyi aşağı tarafına tutarak, hadi bakalım dedi...
benden iyi üfleyeceksen üfle!
Ey müslüman,edep nedir diye arar sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin
edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir. Kimi falan adamın huyu kötü, tabiatı fena
diye şikayet eder görürsen, bil ki bu şikayetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü
huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü
söylemeyen kişidir. Fakat şeyh, birisinin kötülüğünü söylerse bu, Allah emriyledir
kızgınlığa, heva ve hevese uymadan değil!
Onun şikayeti, şikayet değildir, onu ıslahtır... o şikayet, peygamberlerin şikayetine
benzer. Peygamberlerin sabırsızlığı, bil ki Allah emriyledir... yoksa onların hilmi, kötü
şeylere tahammül eder.
Onlar kötülüğe tahammül ede ede tabiatlarını öldürdüler... artık onlardan bir
tahammülsüzlük zuhur ederse kendilerinden değildir, Allah’dandır. Ey Süleyman,
kuzgunla doğan arasında Allah hilmine bürün de bütün kuşlarla uzlaş! Ey hilmi,
yüzlerce Belkıs’ı zebun eden, ey “Rabbim, kavmine sen doğru yolu göster, onlar
bilmiyorlar” diyen!
O iyi adlı, iyi sanlı padişah, bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir hay huy
duydu. Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu... kendi kendine kimin ne haddine
dedi. Sarayın penceresinden “Kim o... bu, insan olamaz, peri olmalı herhalde” diye
seslendi.
Hiç görülmemiş bir bölük halk, damdan başlarını indirdiler... dediler ki: Kaybımız var,
gece vakti onu arayıp duruyoruz. İbrahim Ethem “Ne arıyorsunuz?” dedi. Dediler ki:
Develerimizi! İbrahim Ethem “Damda deve arandığını kim görmüş?” deyince,
Dediler ki: “ Peki... öyleyse sen taht üstünde oturur, padişahlık ederken Allah’yı
bulmay...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 12:28:09
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 29 Ocak 2010, 12:28:09 »

DEVİN SÜLEYMANLIĞI
Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış! İki akılla bir çok belalardan kurtulur,
ayağını göklerin ta yücesine korsun! Dev kendine Süleyman adını taktı, devleti elde
etti, ülkeyi hükmüne aldı. Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket
ediyordu... fakat iç yüzden yine devliği suratına vurmakta, devliği görünüp
durmaktaydı!
Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan Süleyman’a ne farklar var.
O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi. Adeta o Hasanla bu Hasan gibi
aralarında pek büyük bir fark var diyordu. Dev de, “ Allah benim şeklimde güzel bir
dev yaratmıştır. Bir dev’e benim suretimi vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın.
Meydana çıkar da Süleyman benim diye davaya kalkışırsa sakın onun suretine itibar
etmeyin” diyordu. Dev, hileyle onlara bu sözleri söylüyordu ama iyi adamların
gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi. İyiyi kötüyü fark eden adamla oyun olmaz;
hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür söylerse!
Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine gidiyorsun... Böyle tersine tersine gide
gide ta cehennemin en dibine kadar gideceksin ya! Süleyman, Süleymanlıktan kaldı,
yoksul oldu ama alnında o aydın dolunay parlayıp durmada. Sen, nihayet bir yüzüktür
kapmışsın ama zemheri gibi donmuş kalmış bir cehennemsin yine!
Biz neredeyiz... ululuk, sayvan ve kök önünde secde etmek nerede? Böyle şeylerin
önüne baş komak şöyle dursun, hayvan tırnağını bile komayız biz! Hatta gaflete düşer
de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir, başımızı yerden iter, mani olur...
Bu aşağılık kişiye baş komayın, kendinize gelin... bu bayağı adama secde etmeyin
der” demekteydiler. Ben, bu cana canlar katan hikayeyi anlatmaya kalkardım ama
Allah gayreti olmasaydı! Kanaat et, bu kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu
anlatayım!
Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk çocuğu kandırmak için!
Namuzsuzun suretini, adını bırak... lakaptan addan kaç, manaya yürü! Onu halinden
işinden sor... onu halinde işinde ara!
Her sabah Süleyman Mescid-i Aksa’ya gelir, tam bir ihlasla Allah’ya ibadet ederdi. Her
gün mescidde yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne faydan var? Ne biçim ilaçsın,
nesin, sana ne derler... kime ziyansın, faydan kime? Diye sorardı.
Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne zehir...Buna zehirim, ona şeker...
adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi. Doktorlar Süleyman’dan o otu
öğrenirler,bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı. Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler...
bedenleri hastalıklardan kurtardılar. Bu nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin
vahiyleridir...yoksa akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak?
Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O, ancak fen sahibinden fenni
kabul eder, öğrenmeye muhtaçtır. Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama
vahiy sahibi ona öğretir. Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir,
fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!
Dikkat ey de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu?
Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez! Sanat bilgisi, bu
akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi!
Mezar kazma, en bayağı bir sanat... düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil ya!
Fakat Kabilde bu anlayış olsaydı Habili başı üstünde taşır mıydı? Ben bu ölüyü, bu
kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der miydi? Bir de gördü ki
bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...
Havadan indi Kabile öğretmek için mezar kazıcılığına başladı. Tırnaklarıyla yerden bir
toz kopardı, yeri kazıp hemen hemen ölü kargayı o mezara koydu; gömüp üstünü
toprakla örttü... bu suretle karga, Allah ilhamı ile bilgi sahibi oldu. Kabil, bunu
görünce yuh olsun benim aklıma dedi... bir karga bile bilgide benden üstün!
Allah, Aklıküll’e “Mazagalbasar” dedi... fakat cüzzi akıl her yana baka durur. Has
kişilerin nuru, Mazagalbasar aklıdır... karga aklıysa ölülere mezar kazma üstadı!
Karga, ardınca uçan canı nihayet mezarlığa götürür! Kendine gel de kargaya benzeyen
nefsin ardından git... Kafdağına, gönül Mescid-i Aksa’nda yeni bir ot yeni bir kök
bitmede!
Süleyman gibi sen de onlara dikkat et... onları izle, onların üstüne ret ayağını koyma!
Çünkü bu durup duran yeryüzünün halini sana çeşit çeşit otlar anlatır. Yerde şeker
kamışı mı bitmiş, yoksa alelade kamış mı... her biten ot, bittiği yerin halini,
kabiliyetini bildirir! Gönülden de fikirler biter, gönlün nebatatı da fikirlerdir. Bu fikirler
de gönüldeki sırları gösterir.
Mecliste bana söz söyleyecek adam bulsam çimenlik gibi yüz binlerce gül bitiririm.
Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir pezevenk olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi
kaçar. Herkes
in hareketi kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır... doğru adamın çekişi, yalancının
çekişine benzemez.
Gah sapık bir halde, gah doğru yolu bulmuş olarak gider durursun...ne seni
sürükleyen ip meydandadır, ne çeken adam! Kör bir deveye benzersin... boynundaki
yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları değil!
Kafir, köpeğin ardına düşüp gittiğini görseydi güçlü kuvvetli Şeytan’a mazkara olur
muydu?Hiç? Onun ardına bir namussuz gibi düşer miydi hiç? Hemencecik ayağını
çeker, kurtulurdu!
Sığır kasapların ne yapacağını bilseydi hiç onların peşine düşer, dükkana gider miydi?
Yahut ellerinden kepek yer miydi... yahut da onların yüze gülücüğüne aldanır onlara
süt verir miydi?
Hatta ot yese bile, neden beslendiğini bilseydi o otu hazmedebilir miydi? Şu halde
alemin direği gafletten ibarettir...devlet nedir? Dev yani koş kelimesiyle let yani
dayak kelimesinden meydana gelme bir kelime! Önce koş... koş da sonunda dayak ye!
Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!
Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...o işteki ayıp ve noksan o anda sana
örtülüdür. Allah, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin.
Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir. Sana o fikirdeki ayıp ve kusur
belli olsaydı ondan kaçardın...canın, bu fikirle aramda keşke mağriple maşrik arası
kadar uzaklık olsaydı der!
Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın?
Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim diye önce ondaki
ayıbı, kusuru, bizden gizlemiştir.
Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır, pişmanlık gelir, çatar! Bu pişmanlıkta
ayrı bir kaza ve kaderdir...bu pişmanlığı bırak da Allah’a tap! Pişman olmayı kendine
adet edinirsen boyuna pişman olur durur, nihayet bu pişmanlığı da daha ziyade
pişman olursun! Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder
olur gider!
Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş
ara! Elinde daha iyi bir iş yoksa pişmanlığın neye? Neyi fevt ettin de pişman oluyorsun
ki? Eğer biliyorsan bilirsin ki doğru yol, Allah’a tapmaktan ibarettir...yok bilmiyorsan
herhangi bir şeyin kötü olduğunu nasıl bilirsin ki?
İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin...ey yiğit zıt zıddıyla görülebilir. Mademki bu fikri
terk etmekten acizsin... o vakit günah işlememekten de acizdin! Aciz olduktan sonra
pişmanlık neden? O acizlik, kimin takdiriyle, onu ara! Alemde bir kadir olmadıkça hiç
kimse, ne bir acizi görmüştür, ne de böyle bir şey olur... bunu böyle bil!
Böylece, olmasına çalıştığın her isteğin ayıbından bihabersin... onun ayıbı ve noktası,
sana örtülüdür! O istediğin ayıp ve noksanı sana görünseydi canın o araştırmadan
kaçıverirdi! O işin ayıp ve noksanı sence belli olsaydı seni hiç kimse o işe, hatta çeke
çeke bile olsa götüremezdi! nefret ettiğin öbür iş yok mu? Ondan neden nefret ettin?
Çünkü ayıbı, noksanı meydana çıktı da ondan!
Ey sırları bilen güzel sözlü Allah, kötü işlerin ayıbını, noksanını bizden gizleme! İyi
işleri de bize ayıplı gösterme de o işe gidelim ,sarılalım... çalışmamız heba olmasın,
gayretimiz soğumasın! Yüce Süleyman, adeti veçhile alaca karanlıkta mescide giderdi.
Her gün, adeti veçhile mescitten yeniden yeniye hangi ot, hangi kök bitmiş... o
padişah,bunu arar araştırırdı. gönül haktan gizli kalan o otları gizlice can gözüyle
görür, tanır.
Sofinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için soficesine yüzünü dizine dayamış,
varlığının derinlerine dalmış gitmişti. Her zevekilin biri onun bu uykusundan usandı.
Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu ağaçlara,
“Allah’ın rahmet eserlerine bakın” dedi... yüzünü şu rahmet eserlerine çevir, seyret!
Sofi dedi ki: A heveskar kişi, Allah eserleri gönüldür... dışarıdakilerse ancak ve ancak
Allah eserlerinin eserleridir. Bağlar, bahçeler, yeşillikler, gönüldedir... dışarıdakiyse
akarsuya vuran akislere benzer. O görünen bağ, suya akseden hayali bir bağdır...
suyun letafeti yüzünden oynar durur!
Bağlar, bahçeler, meyveler, gönüldedir. Onların letafetinin aksi, şu suya toprağa
vurmuştur! O neşe selvisinin aksi olmasaydı Allah bu aleme aldanış yeri demezdi. Bu
aldanış şudur; yani bu hayal, erlerin gönülleriyle canlarının aksinden hasıl olmuştur.
Bütün aldananlar, cennet budur sanarak bu akse gelmişlerdir.
Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da bir hayalle eğlenir kalırlar! Fakat bu gaflet
uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu görürler ama o görüşte ne fayda var?
Sonra mezarlığa bir ferya...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 12:36:08
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 29 Ocak 2010, 12:36:08 »

DERT VE ELEM KOKUSU
Birisi, Irak’tan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını sordular; Dedi ki: doğru,
ayrılık vardı ama yolculuk bana pek kutluydu, adeta beni muştulamaktaydı. Halife,
bana tam on kat elbise verdi... yüzlerce methüsena, ona yakın olsun! Onu bir hayli
övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... nihayet şükür, haddini aştı.
Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte. Bedenin çıplak, başın
kabak, için yanmış... bu şükürleri, bir yerden mi çaldın, yoksa birisinden mi öğrendin?
Nerede methettiğin emirin şükür ve hamd nişaneleri? Onların, şu şerefsiz başında,
ayağında görünmesi gerekti.
Dilin, o padişahı methetmede ama yedi azan da şikayet edip duruyor. O cömertlik
padişahını, o kerem sultanını övüyorsun ama bu övüşe karşılık ayağında bir ayakkabı,
bacağında bir şalvar olmalıydı bari! Ben, dedi... bütün verdiklerini dağıttım;emir
ihsanda kusur etmedi hiç!
Bütün ihsanlarını aldım, fakat hepsini yetimlere, yoksullara bağışladım. Mal verdim,
karşılığında uzun bir ömür aldım... çünkü içim pek temizdir benim!
Bunun üzerine dediler ki: o kutlu mal gittiyse içindeki bu duman, bu hararet nedir ya?
İçinde diken gibi yüzlerce pislik var...hiç keder, muştulanma nişanesi olur mu?
Söylediğin o geçmiş şeyler doğruysa nerede aşk, bağışlama ve razı olma nişanesi?
Hadi tutalım mal kayboldu gitti, meyil nerede? Sel geçip gittiyse geçtiği yer hani?
Gözün evvelce cana canlar katan siyah bir göz idiyse hadi diyelim o güzellik geçti...
fakat neden şimdi gözün gök? A ekşi suratlı, temizlik nişanesi nerede? Senden eğri
lafların kokusu gelmekte, sus! Mal bağışlamanın gönülde yüz türlü nişanesi olur... iyi
işin yüzlerce alameti görünür!
Malını dağıtıp bağışlayan kişinin gönlüne o mal yerine yüzlerce dirilik gelir!Allah
tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin... imkanı yok! Allah
bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle!
Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... artık bundan çok geniş olan
Allah yeri nasıl olur da mahsul vermez? Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti
vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir! Hamd ediyorsun, hani hamd edenlerin
nişanesi? Bu nişaneler ne içinde var, ne dışında!
Arifin Allah’ya hamd etmesi doğrudur... çünkü o hamdın şahidi eldir, ayaktır! Hamd
ediş, arifi karanlık cisim kuyusundan çekip çıkarır... dünya zindanından kurtarır!
Sırtındaki takva atlasıyla ülfet nuru, hamd etmesinin nişanesidir. Bu eğreti alemden
kurtulmuş, gül bahçelerinde, akarsu kenarlarında yurt tutmuştur.
Oturduğu yer, yurt, vasıl olduğu makam ve rütbe, yüce himmetinin sır sedirinin
üstüdür! Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların hepsi de orada latif, neşeli
ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt tutmuşlardır! Onların hamd etmeleri, gül
bahçesinin bahara hamd etmesi gibidir... yüzlerce nişanesi, yüzlerce alameti ve eseri
vardır!
Baharın geldiğine kaynak, fidan, çimen... o gül bahçesi, o elvan çiçekler şahittir.
Güzelin her tarafta binlerce şahidi vardır... sedefteki incinin oluşuna şahadet edenler
gibi. Halbuki senin nefesinden kötü sırrın kokusu gelmede... ey lafazan, derdin
başından, yüzünden parlayıp görünmede!
Alem meydanında kokudan anlayan maharet sahipleri var... öyle ataklık edip pek
hayhuy etmeye kalkışma! Misten bahsetme... ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını
açığa vurmada! Sen daima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran
sarımsak kokusu, yavelenme be demekte!
Gönül, büyük ve geniş bir eve benzer... gönül evinin gizli komşuları vardır.
Pencereden, duvardaki delikten görüp gözetir, sırları anlarlar! Ev sahibinin
sezinlemediği, hiç bilmediği bir yarıktan, bir delikten onlar, her şeyi görürler.
Kuran’ı okusan a... Şeytan ve kavmi, gizlice insanların halinden koku alırlar. İnsanın
bilmediği bir yoldan insanın sırrını anlarlar... bu yol, duyguyla duyulur, yahut buna
benzer bir şeyle bilinir yol değildir. Görenlerin ortasında hileye kalkışma... mihenk
ortadayken lafa girişme ey kalp!
Mihengin, halisi de anlamaya kabiliyeti vardır, kalpı da... Allah, onu beden ve kalp
emiri yapmıştır! Şeytanlar bile o kabalıklarıyla, o kötülükleriyle sırrımızı, fikrimizi,
gittiğimiz yolu biliyorlar... onların bile içimize hırsızlama bir yolu var... biz, onların
hırsızlıklarından baş aşağı gelmedeyiz...
Her an, bize büyük ziyanlar veriyorlar... delikleri var, yarıkları var; bizi gözetliyorlar...
E artık alemdeki aydın canlar, neden gizli hallerden bihaber olsunlar? Gökyüzüne
çadır kurmuş canlar, insanın vücuduna girmede şeytanlardan aşağı olurlar? Şeytan,
hırsızlama olarak göğe çıkmaya kalkışır da yakıcı şahapla kovulur, sürülür.
Kötü kafir, savaşta mızrakla nasıl beyni üstüne düşerse o da gökten baş aşağı öyle
düşer! Şeytanları, o gönüllerin beğendikleri ruhları kıskandıklarından gökten böyle
baş aşağı atarlar...Artık çolak, topal, kör ve sağır değilsen ulu ve yüce ruhlara karşı bu
zanda bulunma... utan, az söylen, can çekişme... cismi gözeten, sırlarını anlayan nice
casus var!
Bu beden doktorları pek bilgilidirler... senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler!
İdrara bakıp ahvalini anlar... fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhis
edemezsin. Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar.
Alemdeki Allah doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini anlamazlar senin?
Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhal yüzlerce hastalık
bulur, anlarlar. Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten... onlar,
hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır. Fakat kamil, Allah doktorları, uzaktan
adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler! Hatta sen doğmadan yıllarca
evvelki hallerini bile görürler!
EBUYEZİD’İN MÜJDESİ
Bayezid’in Ebulhasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı? Bir gün o
takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken, ansızın ona Rey civarında Harkan
tarafından bir kokudur geldi. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgardan koku aldı.
Aşıkçasına bir kokladı; adeta ruhu rüzgardan bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır. O, havanın
soğukluğundan meydana gelir... yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz! Koku getiren
rüzgar, onu su haline getirmiştir... işte onun gibi su da Bayezid’e halis şarap haline
gelmişti! Bayezid’de sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip sordu: “Beş
duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir? Yüzün gah kızarmakta, gah
ağarmakta... bu ne hal, bu ne müjde? Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok,
şüphesiz bu, gayb aleminden, hakiki güllerin açtığı gül bahçesinden.
Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her an sana gayb
aleminden bir haber, bir mektup gelmekte, Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan
şifa kokusu erişmekte. Bize de o testiden bir katra dök... bize de o gül bahçesinden bir
kokucuk anlat!Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... bizim dudağımız kuru, sen
bu şarabı yalnızca içiyorsun!
Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk
sun! Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil... bize de bak! Bu şarap,
gizlice içilir mi ki? Şarap, muhakkak adamı rezil, rüsvay eder! Kokusunu gizlesen bile
sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki?
Zaten bu koku, alemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil ki! O
kekin kokuyla ovalar, çöller doldu... hatta ova da nedir ki? O koku, dokuz feleği bile
geçti! Bu şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme... zaten bu öyle bir açıkta
şarap ki örtülmesine imkan yok!
Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lutfet, söyle! Bayezıd dedi ki: “Şaşılacak bir
koku geldi bana... Peygambere Yemen’den gelen koku gibi! Muhammet demiştir ki.
Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Allah kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in
kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Allah kokusu geliyor.
Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti,
neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu!
Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle,
varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı
ki!”Bu sözün sonu gelmez. O aslan er, gayb aleminin vahyinden neler söyledi? Sen
onu anlat!
Bayezıd dedi ki “Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte... bu köyden bir padişah
geliyor! Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak... otağını göklere kuracak! Yüzü
Allah’nın gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek... makam ve rütbe bakımından
benden üstün olacak!”
Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... onun şeklini, kaşının çenesinin ne
şekilde olduğunu anlattı. Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı. İç
huylarını, manevi sıfatlarını... ruhunu, yolunu, yerini, varlığını hep söyledi. Ten şekli,
ten gibi iğretidir... ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer!
Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... o can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir! Onun
bedeni, yeryüzünde mum gibidir... nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir! Güneşin
ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir. Gülün suretini, latife yollu
burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her
yeri tutmuştur.
Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2 3   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes