> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlana Kitaplığı > Mecalisi Seb´a
Sayfa: 1 2 3 [4]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mecalisi Seb´a  (Okunma Sayısı 6842 defa)
30 Ocak 2010, 15:07:53
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #15 : 30 Ocak 2010, 15:07:53 »



Ey saki, önceden sunduğun o şaraptan,

İki koca sağrak sun da arttır neş´emizi.

Ya o şarabı tattırmaman gerekti bize;

Ya da değil mi ki tattırdın; küpün ağzını açtın; tamamiyle sarhoş etmen, yerlere yıkman gerek bizi.

Bu habere, âlemin de, âdemin de en başı, en büyüğü, en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki âlemin güneşi, âlemin rahmeti, Âdemoğullarının övüncü olan Zâtın eserleri hoş haberlerinden biriyle başlıyalım:

"Öyle bir varlıktı o ki varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları, sabah gibi âlemi nura garketmişti." Netekim hikâye ederler; bundan önce, yâni daha peygamber değilken Mekke´de bir kıtlık yüz göstermişti. Kâfirler, birisi gerek ki rahmet kapısının halkasını oynatsın; kaza ve kader kapısını çalsın ki kıtlık, halkın tozunu s­vurdu; ne hayvan kaldı, ne insan, ne bitki, yaşayış bitmek-tükenmek üzere; ne yapalım, ne edelim diye Abdülmuttalib´in katına geldiler. Abdülmuttalib, benim ne gökyüzüne yüztutacak, yalvaracak yüzüm var, ne yeryüzüne dedi; ancak alnımda Adnân´da karar eden, ondan Abdimenâf´in göbeğine geçen ve Abdimenâf tarafından bir müddet için Abdullâh´a verilen bir nur vardı ki Abdullah, onu emanet olarak Amine´ye teslim etti; şimdi o nur zuhur âlemine gelmiştir; onu getirin de onun hürmetine Tanrı´ya duâ edelim; dileğimizi dileyelim; belki onun yüzüsuyu hürmetine bir iş olur. Muhammed´i getirdiler; Abdülmuttalib, onu görünce ayağa kalktı; onu alıp bağrına bastı; götürüp başköşeye oturttu. Bir çocuğu başköşeye oturtuyorsun dediler. Evet dedi; görünüşte başköşede ben oturmuşum ama bâtın tapısından, o, senden ziyade onun hakkı diyorlar. Ondan sonra Abdülmuttalib, kullar, şehzadeleri nasıl okşarlarsa öylesine okşadı onu ve alıp Kabe kapısına getirdi. Onunla oynamakta, âdet olduğu gibi onu havaya atıp tutmaktaydı. Yârabbi dedi, bu, senin kulun Muhammed´dir. derken kendisini tutamadı, ağlamıya başladı. Önüne mı olmayan lütuf dadısı merhamete geldi; rahmet denizi coşup köpürdü. Yerden bir dumandır koptu, göke ağdı; bulutun gözüne vardı; yağmur yağmıya başladı. Çevredeki kuyular, çukurlar doldu; bitkiler suya kandı; ölmüş âlem dirildi. Daha çocukken, kutlu zâtı yüzünden puta tapan kâfirler belâdan kurtuldular; bu kıyamet şefaatçisi, bir gün şefaat kemerini beline kuşanıp şefaate girişirse o sonu olmıyan, sınırı bulunmıyan rahmet, nasıl olur da inananları dertte, belâda bırakır? Bu, üstünlüklerinden birazıcığını duyup dinlediğin ulular ulusu şöyle buyurmadadır:

"Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Kullukta bulunmak, ibâdet etmek, suçlara kefarettir. İnsanlar iki çeşittir: Halkı yetiştirip geliştiren Tanrı´ya mensup bilgin, kurtuluş yolunda birşey belleyip öğrenen, bilgi elde etmiye çalışan kişi. İnsanların, bu iki çeşidinden gayrisi, hayvanların yüzüne gözüne konan küçücük sineklerdir. Cennet bahçelerinde yayılın, gezip tozun. Cennet bahçeleri nereleridir diye sorulunca dedi ki: Zikir halkalarıdır. Oralarda gezip tozmak ne demektir denince de, duaya kendini vermek, duâ etmek; kim bilgiyi ve bilginleri severse onun yanlış işleri, yanılarak işlediği küçük suçları hiç yazılmaz, dedi." Doğru söylemiştir Allah´ın elçisi.

Allah´ın rahmeti ve esenlik ona, kâinatın peygamberi, var olanların en ulusu, en iyisi şöyle buyurmaktadır: Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Çünkü bilgi, gönlün anlayışıdır. Anlayış diriliktir; anlayışsızlık ölümdür. Söz gelişi, elin birşey duymasa, soğuktan, sıcaktan haberi olmasa, yaradan haberi olmasa, elimden hayır yok, elim ölmüş dersin. Şimdi gönül ele testiyi al diye buyursa, el gönlün buyruğuna uymasa, elin bir özrü, bir derdi varsa o ele ölmüş demezler; çünkü gönlün buyruğunu anlamaktadır; o buyruğu yerine getirmeyi istemektedir; fakat derdinin savuşmasını bekliyor. Fakat gönlün buyruğundan hiç haberi olmıyan, o buyruğu hiç yerine getirmiyen, soğuk, yahut sıcak; ateş var, yahut yaralıyım diye duyduğunu gönüle haber vermiyen el ölmüştür. Böylece ibâdet sıcaklığının eseri nedir, suç işlemek soğuğunun eseri nedir, Tanrı azarına uğramanın tesiri nicedir; bunları bilmiyen insan da ölmüş ele benzer. O adam, görünüşte adamdır ama gerçekte yoktur. Hani bağların, bostanların başına korkuluk dikerler; geceleyin gören kişi, onu, adam sansın, bağı, bostanı bekliyor bellesin derler ya; ama o adam değildir ki. Gün ışıyınca ona bakanlar ,onu görenler ,adam olmadığını anlarlar. "Görürsün ki onlar sana bakıyorlar; fakat görmezler."(143)Sen de nefis, hevâ ve heves karanlığından çıkıp gönül sabahının ışığının vurduğu yere girer, gönül ışığıyla bakarsan, halkın çoğunu din bostanındaki korkuluk gibi görürsün.



Meydan geniş , fakat meydanda dolaşacak er yok;

Âlemin ahvali bildiğin gibi değil.

Görünüşte erenlere benzerler ama,

Özlerinde müslümanlığın kokusu bile yok.

Allah´a sığınırız. Sonra sevgili Peygamber ne buyuruyor? Kulluk, ibâdet, günahlara kefarettir. Yâni temiz işler, kötü ve pis işleri yokeder, temizler. Hani sen, filân kişi benim hakkımda şu çeşitli kötülükte bulundu, şu çeşit düşmanlık etti diye düşünürsün; öfkelenir, onu döveyim, zindana ata­yım dersin. Derken şu günde bu çeşit bir iyilik de yapmıştı, bu çeşit bir hizmette bulunmuştu, benim için filân kişiyle savaşmıştı diye düşünürsün; öfken yatışır, geçer; böyle bir dostu dersin, incitmek doğru değil; yaptığı hatayı bilerek, isteyerek yapmamıştır; ondan sonra da özer dilemiye kalkışırsın. İşte en üstün lütuf ve ihsan ıssı olanlardan daha da üstün kerem ve ihsan ıssı Tanrı da kötülüğe, bozgunculuğa karşı özür dilemek için kullara ibâdetlerde bulunmalarını buyurmuş, onlara kulluklar öğretmiştir. Netekim hastalıkları gidermek için ilâçlar yaratmıştır; günah kılıçlarının, oklarının, mızraklarının yaralarından korunmak için zırhlar, kalkanlar halketmiştir. Bir kılıç ustasına benziyen Şeytan, keskin kılıç yapar, kalkan ustasına benziyen akıl ve bilgi de kalkanı pek sağlam olarak düzer-koşar. Ok yonan nefis, temreni pek keskin yapar; tevbe zırhçısı da zırhın halkalarını sık, sağlam düzer-koşar. Bu, kahır yapıcısıdır; o, lütuf ustası. A kardeş, keskin kılıcın üstüne atılmadasın; tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme. Başka ne buyuruyor? İnsanlar iki çeşittir: Bilgin ve kurtuluş yoluna düşüp bilgi öğrenmeye çalışan. Bilgin, kılavuza benzer; yola gidenlerin işlerine yarar; fakat âhiret yolculuğuna düşmeyi gönlüne getirmiyen, kılavuzun kadrini ne bilsin? Bilgin, hekimdir; ağır hastalıkları giderir. Fakat hekimin kadrini, ağlayıp inliyen hasta bilir; altınını, malını-mülkünü feda eder; bunu da canına minnet bilir. Ölü ne bilsin hekimin kadrini. İlâç, derdi olan kişinin işine yarar; derdi olmıyan kişi ilâcı duysa bile kadrini ne bilir? Gözü ağnmıyan göz ilâcını ne yapsın? Ama gözü rahatsız olan kişiye yarım dirhem göz ilâcı yüzbinlerce kuruşa değer.



Hani duymuşsundur; hiç birşeyden haberi olmıyan biri,

Dişi ağrıyan birisinin halini-hatırını sormıya, dolaşmıya gitti.

Kederlenme buna dedi, yeldir, geçer-gider.

Dişi ağrıyan, evet dedi, öyle ama sana göre bu.

Bu gam bana demirden bir dağ gibi,

Ama değil mi ki senin dişin ağrımıyor; sana yel gelir.

Şimdi, birgün, aydınlığı gören, canı birgün o devleti tatmış olan kişi, o devletten ayrılır, mihnet gününe düşerse; güllükten, gülüstanlıktan, elma bahçelerinden, sonu gelmiyen şeker kamışlığından ayrılır, tikenlik bir yerin karanlığına uğrarsa, din yolunun bilgisini, nefsin düzenlerini, o düzenleri savuşturma yolunu, gönül ve din aydınlığına ulaşılacak yolu o kişi bilir. Adem´le Havva gibi; cenneti gördüler onlar; cennet nimetlerini tattılar onlar; derken nefsin kötülüğü, Ş e y t a n´in düzeni yüzünden ansızın suç işleme buğdayını yediler; "Hepiniz de inin cennetten" (144) hükmüyle cennetlerin bahçelerinden, o güllük-gulüstanlıktan böylesine bir zindana, böylesine bir yeryüzüne düştüler. Nice yıllar ağlayıp inlediler; ellerine başlarına vurdular; güneş altında dönüp dolaştılar; gözyaşları döktüler. Â demin gözyaşlarından Hindistan´da bunca ilâçlar, bunca şifâ veren otlar bitti. Suçluların gözyaşları şifâdır, devadır; hem bu dünyâda, hem öbür dünyâda.

Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı

Gerçekten de dünyâda su da olmazdı, ateş de.

Ateş, ağaca ulaşmasaydı nasıl yanardı ağaç? Ağacın, odunun birbaşı yanmasaydı öbür başından nasıl olur da akardı su?



Ey sararıp solmuş mum, gözyaşı dökerek

Derde uğramış âşıklara baş olmuşsun sen.

Zamanın F e r h a d´ısın, yan-yakıl, eri, yokol;

Neden Ş î r î n´in sohbetinden ayrıldın sen?

Bâzıları derlerki: Mum, ateş onun evine kondu, yerleşti de o yüzden ağlamaktadır; bâzıları da derler ki: Tatlı bal, onun evinden gitti de o yüzden ağlamaktadır; hal diliyle de der ki:



Geceleri benim hâlimi ancak benim gibisi bilir;

Yanıp yakılanların geceleri nasıl geçer; ne bilirsin sen?

Birisi âşıklık nedir diye sordu;

Dedim ki: Benim gibi olursan bilirsin.

Her gece, Zühal´in altınla bezenmiş tası gökyüzü merdiveninde parlamaya, Nesr-i Tâir, gökyüzü ovasmada gezmiye, Müşteri yıldızı, gökyüzü bah­çesinden çıkıp ovanın eteğinden lâle gibi panldamaya, güzelim Zühre, İkizler burcu mumunun önünde, Ülker tezgâhında Çiğil güzellerinin giyecekleri ipek kumaşı dokumaya koyulunca. Her gece çağı, karanlığının çadır iplerini gerip çadırını kurunca Habîb-i A´cemî, ibâdet yurdundan çıkar, çoluğunun-çocuğunun yanına gelirdi. Çocukları, bütün gün, akşama babamız gelecek, bize bir şeyler getirecek diye bekleşirlerdi. Akşam namazı çağında Habîb, utanç terleri dökerek, şaşkınlıktan elini geveleyerek eli boş dönerken karıma, çocuklarıma ne özür getireceğim diye evine geldi. Karısı, bir şey getirdin mi diye sorunca H a b î b, ustam, ücretimi cuma günü verecek dedi. O hafta çoluğu-çocuğu cumayı be...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mecalisi Seb´a
« Posted on: 29 Mart 2024, 02:56:42 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mecalisi Seb´a rüya tabiri,Mecalisi Seb´a mekke canlı, Mecalisi Seb´a kabe canlı yayın, Mecalisi Seb´a Üç boyutlu kuran oku Mecalisi Seb´a kuran ı kerim, Mecalisi Seb´a peygamber kıssaları,Mecalisi Seb´a ilitam ders soruları, Mecalisi Seb´aönlisans arapça,
Logged
30 Ocak 2010, 15:09:15
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #16 : 30 Ocak 2010, 15:09:15 »

Altıncı Meclis

Allah lûtuflarının nurlarıyla bizi feyizlendirsin,

maârifinin bir kısmını ihtiva eden



(Altıncı Meclis)


Hamd Allah´a, zıtlardan ve şekillerden münezzehtir, mukaddestir. Eşlerden-ortaklardan, benzerlerden arıdır. Yok olmaktan, zeval bulmaktan yücedir. Önüne ön olmadığı gibi sonuna da son olamaz. Gönülleri halden hâle evirir-çevirir. Zamanlan, kaza ve kaderi dilediği gibi tedbîr eder. Halleri dönderir; niceyebir, ne vaktedek denemez; önüne ön olmıyana bu çeşit söz söylenemez. Eşi-örneği yokken âlemi meydana getirdi; Adem´i ve soyunu-sopunu kokmuş, kurumuş balçıktan yarattı(160) onlardan cennetlikler var, cehennemlikler var; Tanrıdan uzaklaştırılmışlar var, Tanrı´ya kavuşanlar var. Onlardan, gerisin geriye gidiş şerbetini içen var; devlete eriş elbisesini giyen var. Yüceler yücesinin "Yaptığı şeyden sorulmaz; onlardır sorumlu olanlar"(161) sözü, dilleri itirazdan keser, söyletmez. Rabbimiz, kendisiyle uğraşılmaktan yücedir; artık nerde kaldı halkın îtirâzı, nerde kaldı sorusu, suâli? Yaratıklar yoktu, sonra varlığa kavuştu, sonra harekete girişti, derken dağlar gibi onlar da yürümiye başlar; "Dağları, yerlerinde duruyor sanırsın, oysa ki onlar kıyamette bulut gibi geçip giderler, dağılırlar; herşeyi adamakıllı, yerliyerinde halkeden Allah´ın işidir bu."(162) ´Yoktur Allah´tan başka tapacak"(163) "Çok büyük bir Tanrıdır o."(164) Bilgisizlerin meydana çıktığı, kâfirlerin ve sapıklığın üstün olduğu bir sırada Muhammed´i gönderdi; Allah´ın rahmeti ve esenlik ona. O da ümmetine, sözüyle, hareketleriyle öğüt verdi; onlara haram olan, helâl olan yolları açıkladı; her halde Allah yolunda savaştı; onun yüzünden bâtıl denizi, bir görünüşten ibaret kaldı; çalışması gerçeği tam kıvamına getirdi, düzene soktu. Allah´ın rahmeti ona ve en hayırlı soy-sop olan soyuna-sopuna ve onunla inanarak görüşüp konuşanlara; arkadaşı olan ve ona bir çok mallar feda eden Abu-Bakri´s-Sıddıyk´a, en korkulu zamanlarda ona tam bir itaat gösteren Ömerü´l-Fârûk´a, sabah-akşam Kuran okuyup duran, okumayı okumaya ulaştıran iki nur ıssı O s m a n´a, putları kıran, bahadırları öldüren Abû-Tâliboğlu Alî´ye; gecenin karanlığı âleme yayıldıkça, gündüzün ışığı kılıç gibi parlayıp âlemi aydınlattıkça rahmet olsun onlara, hem de yalvarıp niyaz ederek dileriz bunu.

Münâcât:

Yârabbi, ey kullarını, yaratıklarını besleyip yetiştiren, oldurup geliştiren, bizi, devlete erdirdiğin, vuslatına kavuşturmak için yetiştirdiğin kullarını besleyip yetiştirdiğin nurla besle, yetiştirip geliştir; ahırlarda beslenen öküzler, koyunlar gibi, yahut eti ve postu için beslenen hayvanlar gibi besleme, yetiştirme; sen düşmanları öyle yetiştirirsin. Duygularımızı, göke uçmak için bilgi ve hikmet yemiyle besle; boğazını kesmek için şehvet yemiyle değil. Oyunbaz felek geceleyin oynayanlar gibi, şu yıldızların hayâl cadın ardından gezeğen oyuncular çıkarmada; oyunlar oynatmada; biz de bu hengâmeye dalıp, bu oyunu seyretmedeyiz; böylece ömür gecemizi sona ulaştırıyoruz; ölüm sabahı gelip çatmada. Feleğin bu oyununun çağı geçiyor; bizse ömür gecemizi yele veriyoruz. Yârabbi, ölüm sabahı gelip çatmadan gönlümüzü şu oyundan soğut da bu seyir-seyrandan vazgeçelim; geceleyin yol alanlardan geri kalmıyalım; sabah olup tanyeri ağarınca senin kabul ediş yurduna ulaşalım. Yârabbi, senin bengisuyu muştulayan sesin, canların kulağına erişmiştir de hepsi de yola düşmüştür. Derken o upuzun çölde bengisuya susamışların önlerine şu âlem çıkıvermiştir de hepsi bu âleme üşüşmüştür. Kılavuzlar, suyu bilip tanıyanlar, bu su, bengisuya benzer ama değildir; bengisu ilerdedir, geçin burdan, yürüyün-gidin; bengisu öylesine bir sudur ki içen asla ölmez; onunla yeşeren ağaç asla sararıp solmaz; o bengisuyla gülen gül asla dökülmez; bu gördüğünüz su değil, ölüm suyudur. Kim bu geçişi yaşayış suyundan daha fazla içerse, o herkesten daha çabuk ölür; görmez misin ki sultanların, padişahların ömürleri kullardan daha azdır. Hangi ağacın dalı bu sudan fazla içerse o dal daha tez sararır-solar. İşte şuracıkta, bak da gör; gül, bunu içti, buna kandı, terü taze bir halde gülümsemiye koyuldu; her çiçekten daha artık, bahçedeki gelinlerden daha fazla güleç bir hale geldi; ama o, hepsinden önce sararıp dökülür diye bağırıyorlar. Bağırıyorlar ama bu ses, pek az kişinin kulağına değdi; pek az kişi bu öğüdü duydu; pek az kişi adamlık edebildi de bu kapkara, bu bulanık suyu, adam olmıyanlara bıraktı. Efendim, padişahım, bizi o az kişilerden et; bu bulanık sudan kurtar bizi; kurtar da öbürleri gibi karnı, yüzü şişmiş bir halde, bu kaynağın başında ölmiyelim ve bengisuyu aramaktan mahrum kalmıyalım.

Birgün, Allah rahmet etsin ona ve esenlik versin, Peygamber´den Abû-Zerr, Mûsâ´nın sahîfelerinde ne var, ne yazılı diye sordu. Peygamber şu yazılı dedi: Şaşarım o kişiye ki öleceğini iyiden iyiye bildiği halde nasıl olur da ferahlar? Şaşarım o kişiye ki cehenneme iyice inandığı halde nasıl olur da güler? Şaşarım o kişiye ki soru sorulacağını iyice bildiği halde nasıl olur da suç işler, kötülükte bulunur. Şaşarım o kişiye ki dünyânın sonu olmadığını, yokluğa döneceğini, ehlini yokedip gideceğini bildiği halde nasıl olur da dünyâya düşer, mal-mülk toplamıya koyulur, ona güvenir?

Peygamber tapısının kullarından, peygamberlik eşiğinden fayda dileyenlerden ve bulanlardan, Fütüvvet odasının hizmetçilerinden bulunan Abû-Zerr, şöyle rivayet etmektedir: Birgün, din ehli ordusunun yüzünün suyu, yeryüzündekilerin sığınağı, güvenci, âlem dâiresinin merkez noktası, Âdemoğulları ağacının meyvesi. "Ve elbette yakında rabbin öyle şeyler verecek ki sana, sonucu razı olacaksın"(165) tuğrasını çeken, "Noksan sıfatlardan münezzehtir kulunu geceleyin götüren"(166) burakına binip seyrân eden, en yüce "Sonra yaklaştı, yakınlaştı" (167) makamına varan, dünyâ ve âhiret, ayağının altında. "İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın"(168)l işaretini veren, bu ulular ulusu, Mescidül-H a r â m´da, "Namaz kılan, rabbiyle gizlice konuşur, görüşür" hücresinden dışarıya çıkmış, "Her namazdan sonra duâ kabuledilir" hükmünce duasını etmiş, "Ben, Âdemoğullarının en ulusuyum, fakat övünmem" tahtına kurulmuş, ´Tokluk benim övüncümdür" yaygısını yaymış "Adem de ondan sonrakiler de benim bayrağımın altındadır" tahtına oturmuş, "En önce benim nurumu yarattı" yastığına dayanmıştı. Muhacirlerle ansâr, "Seher çağlarında istiğfar edenler, yarlıganma dileyenler"(169) topluluğu, geceleri ibâdetle, gündüzleri oruçla geçirenler, o ulular ulusunun çevresinde halka olmuşlardı. Sıddıyk gerçeği tasdıyk etmede sır incilerini deliyor; Faruk gerçekle aslı olmıyanı ayırdetmeyi düşünüyor; Zin-nûreyn, mezarın karanlığında bir aydınlık yer hazırlıyor; Murtaz â rızaâ kapısının halkasını çalıyor; Bilâl bülbül gibi "Bizi ferahlandır ey Bilâl" sözünü söylüyor; S u h a y b vefa şarabı kadehini çekiyor; Selmân esenlik yoluna ayak basıyordu. Ben ki Abû-Zerr´im, onun ululuğunun yolunda zerre-zerre olmuştum. Neşe dilimi açtım da ey bizim ulumuz, ey ulular ulusu dedim; Mûsâ´nın sahîfelerinde ne var ki âşıkların gönüllerine ferahlık versin, özlem çekenlerin gönüllerine eş-dost olsun; bu çeşit ne var o kitapta? Ulular ulusu, ölümsüz diri olan Tanrının buyruğuyla herşeyin gerçeğini anlatmak hokkasından susmak kilidini açtı da dedi ki: Şaşarım o kula ki îman meydanına ayak basmıştır; cehenneme, cehennemin tabakalarına inanmıştır; Mâlik´le yardımcılarının seslerini duymuştur; böyle olduğu halde şu belâ potasında, şu belâya uğrayış zindanında nasıl olur da bir hoş güler? Ey ulular ulusu dedim; faydalanılacak ikinci sözü de buyur. Dedi ki: Şaşarım o kula ki aziz ömrünü sona yetirmiştir de ölüme inanmıştır; ona bir azık düzmemiştir; mezardaki soruya da ıkrârı vardır; fakat cevap hazırlamamıstır: iş böyleyken nasıl olur da sevinir, neşelenir? Üçüncü kez dedi ki: Şaşarım o kula ki yaptığı işlerin, söylediği sözlerin zerre-zerre hesaplanacağına. "Artık kim bir zerre ağırlığı hayır yapmışsa görür onu"(170) âyetine inanmıştır; adalet terazisinin asıldığını bilir: böyle olduğu halde nasıl olur da olmıyacak islerle oyalanır? Dördüncüsü şaşarım o kula ki dünyânın vefasızlığını görür; azizlerini toprağa verir; Kuran okuyanlardan "Herkes ölümü tadacaktır"(171) âyetini de işitir, duyar; öyle olduğu halde bu kadar sevgiyle, bu kadar düşkünlükle, bu kadar hırsla dünyâ malını toplar; ölülerin mezarlarını, kefenlerini gördüğü, dostların ayrılığını tattığı halde gönlünü mala-mülke, dünyâya nasıl verir? Ama dostlar kendisinden ayrılış acısını tatmışlar; oysa tatmamıştır bir gececik bile; artık buluşmanın, kavuşmanın kadrini ne bilsin o adam? Derdi görmiyen melhemin kadrini nerden tanıyacak? Hayır-hayır a kardeş, çalış çabala da şu zindandan dışarıya çık; tövbe ayağını nedamet yoluna bas da bu dünya da, iki âlem de senin olsun. Hattâ bu sözün de yeri mi? Himmetini bundan da yüceltir, din bineğini daha da hızlı sürersen dünyâyı seyretmekten vazgeçersin, âhireti seyretmiye de göz açamazsın; sonunda ululuk ıssının manevî cemâline kavuşursun; Lâ süpürgesiyle herşeyi süpürür-gidersin. Padişah ve şehzade olanın süpürgecisi olur elbet. "Allah´tan başka yoktur tapacak"(172) sözü de Tanrı tapısının has kullarının, o tapının padişahlarının süpürgecisidir; onların gözlerinin önünden iki âlemi de süpürür.



Yoldan seni uzaklaştıran şeyden vazgeç; o söz ister küfür olsun, ister iman.

Seni yoldan, dosttan alıkoyan neyse bırak onu, ister çirkin olsun, ister güzel.

Bu yolu süpürüp silmekten başka bir çare yoktur;

Kemerini beline kuşanmış, başının üstünde, bu yolda bekleyip duruyor Lâ;

Lâ gönlüne girer de seni şaşkınlık yoluna düşürürse,

Sonra Allah´lık ışığıyla İllâ yolundan gel Allah´a.

Hakkın cemâlinden başka birşey görme; Hakk´ın sözünden başka bir-şey duyma da padişahın hasların hası olan ku...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Ocak 2010, 15:11:18
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #17 : 30 Ocak 2010, 15:11:18 »

Ey Muhammed, sen ümmîydin, yetimdin. Bir baban, bir anan yoktu ki seni mektebe götürsün, yazı ve hüner öğretsin sana. Bu kadar binlerce bilgiyi, irfanı nerden öğrendin? Varlığın başlangıcındanberi âleme gelen, âlemde olan herşeyi adım-adım, onların yürüyüş boyunca anlattın; herkesin kutluluğundan, kutsuzluğundan haber verdin; cennet bahçelerini ağaç-ağaç gösterdin; hurilerin kulaklarındaki küpelere varıncayadek haber verdin. Cehennem zindanlarını çukur-çukur, bucak-bucak anlattın. Alemin sonuna dek, sonu da yoktur ya, ne olacaksa hepsini ders halinde söyledin. Peki, bütün bunları kimden öğrendin, hangi mektebe gittin?

(Muhammed s. m. ) dedi ki: Benim kimim-kimsem yoktu, yetimdim; Kimsesizlerin Kimsesi hocam oldu benim; "Rahman, Kur´ân´ı öğretti´(190) hükmünce o öğretti bana. Yoksa bu bilgiyi halktan öğrenmiye kalksaydım yüzlerce, binlerce yıl gerekti; öğrensem bile bu bilgi, taklitle elde edilmiş olurdu; onun anahtarları, bilenin elinde olamazdı. Eklenti-bağlantı olurdu bu bilgi, özden meydana gelmiş bir bilgi olmazdı. Böylesine bilgi, bilginin yazısı, çizisi, şekli olurdu; bilginin gerçeği, özü-canı olmazdı. Herkes dıvara bir şekil çizebilir; o şeklin başı olur; fakat aklı olmaz. Gözü olur; fakat görgüsü olmaz, eli olur; fakat vergisi-ihsânı olmaz. Göğsü olur; fakat gönlü olmaz. Elinde kılıcı olur; fakat kılıç vurması olmaz. Her mihraba bir kandil resmi yaparlar; ama gece oldu mu bir zerrecik bile aydınlık veremez. Dıvara ağaç resmi yaparlar; ama silkilip meyvası düşürülemez, devşirilemez. Dıvardaki resim böyledir ya; ama gene de zindanda doğmuş olan, halkın topluluğunu, güzellerin yüzlerini görmemiş bulunan kimse için faydasız değildir. O zindanda, kapıda, dıvarlarda resimler görür, güzellerin yüzlerini, padişahları, gelinleri, padişahların süsünü-püsünü, tahtını-tacını, meclislerinin şeklini, çalgıcıları, raksedenleri seyrederse, insan olduğundan, aynı cinsten bulunduğundan sorup soruşturur, zindanın dışında bir âlem olduğunu, şehirlerin bulunduğunu, bu kadar güzel kişilerin, oraya resimleri yapılan bu çeşit meyvalı ağaçların varlığını anlar, içine bir ateştir düşer; âlemde der, bunca şeyler var da biz. diri-diri mezara gömülüp kalmışız; bir nâra atar ve zındandakilere der ki:

Ey toplum, şu olaylar yurdundan çekinin;

Kalkın, yüceler âlemine doğru çıkın yola.

Bedenlerinizde olgunluğa ulaşmış bir can var;

Artık siz de kısa kesin beden lâkırdısını.

İsâ gözünüzün önünde oturmuşken

Eşeğin nalına kulluk etmenize nasıl razı oluyor gönülleriniz?

Ey tertemiz canlar, şu toprak yığınlarında,

Cehennemliklerin duyguları gibi niceyebir kalıp duracaksınız?

Ey diri kişilerin oğulları, şu topraktan baş çıkarın diye

Nice demdir ki devlet davulunu çalıp duruyorlar.

Ey dünyayı görmemiş mahpuslar, bir çâreye baş vurmuyorsunuz; hiç olmazsa şu güzel, şu şaşılacak şekilleri görün; onları bir seyredin. Elbette şu şekillerin bir gerçeği vardır. Çünkü hiçbir yalan yoktur ki doğrusuz olsun. Nerde bir yalan söylerlerse, duyanın doğru bellemesi, doğru sanması için söylerler. İşiten, doğruyu da görmüş olmalı ki bu yalanı doğru yerine kabul etsin. Kalp parayı, müşteri, geçer gümüş para sansın diye sürerler. Bu istekle sürerler ama müşterinin de geçer, ayarı tam parayı görmüş olması gerektir ki o kalpı geçer para sanıp alsın. Nerde bir yalan varsa, orda bir gerçek de vardır; nerde bir kalp varsa, orda ona benzer bir geçer para da vardır. Nerde bir hayâl varsa, orda bir gerçek de vardır. Şimdi, bir zindana benziyen bu geçici dünyâmn dıvarında görünen, derken yok olup giden şekiller de böyledir. Bunca binlerce kişiyle âlemde dosttun; onları hısım bilmiştin; onlara sırlarını söylemiştin. Şimdicek onların şekilleri geçti-gitti. Yürü, git mezarlığa; mezarların taşlarını al, kerpiçlerine bak; şekilleri, göreceksin ki mahvolmuş-gitmiş. Adamakıllı bil ki o güzel şekiller, dostların bulunduğu zindanın dışındaki şekillerin vuruşundan ibarettir; hani "Kalan temiz işler hayırlıdır"(191) denmiştir ya; bu kalan suretler nerdedir? "Rabbinin katında"(192) Senin rabbin olan zâtın, soluktan soluğa seni yetiştirip besliyen, geliştirip olgunlaştıran zâtın katında. Bunun anlatılması uzun sürer; gel de sözü kısa keselim; şu zindanı delelim de o şekillerin gerçeklerinin bulunduğu yere, âşık olduğumuz o gerçeklerin bulunduğu makaama varalım. Tekrar oraya varınca Mûsâ gibi bengisuda dalgalar yutarız; balık gibi de o yaşayış denizine, neden dalgalandın da bizi balçık kuruluğuna attın; sende böylesine bir rahmet varken neden bu merhametsizlikte bulundun ey merhametsizliği bile âlemdeki merhametlilerin merhametinden daha tatlı olan deriz. O da cevap verir de buyurur ki: Ben bir gizli defineydim; gayb perdesi ardında, mekânsızlık halvetinde, varlık perdelerinin ardında gizlenmiştim; güzelliğimi, ululuğumu bilmelerini, benim nasıl bir bengisu olduğumu, ne biçim bir kutluluklar kimyası bulunduğumu görmelerini istedim. Onlar da derler ki: Biz bu denizin balıklarıyız; önce bu yaşayış denizindeydik; bu denizin ululuğunu, bu denizin lûtfuyla da bizim, bu sonsuz kimyanın iksirini kabul edecek varlıklar olduğumuzu, bu yaşayış kimyasının yüceliğini, üstünlüğünü biliyorduk. Bu denizin balığı olmıyanlara bunları söylüyorduk ama, ne kadar söylersek söyliyelim, onlar duymadılar, görmediler, bilmediler bunu. Önce de bunu duyup bilen, anlıyan biziz; sonra da. Bu yüzden define de biziz. Bu kadar uzun gurbeti, "Bilinmeyi sevdim" hükmü yüzünden diledim; peki, değil mi ki define de biziz, bilen-anlıyan da biziz; "Bilinmeyi sevdim" hükmü kime? Cevap geldi de dendi ki: Ey balıklar, balık suyun kadrini bilir, suya âşıktır, ona ulaşmıya çalışır, çabalar ama dalganın karaya attığı, uzun zaman sıcak toprakta, sıcak kuru yerde, sıcak kumda, "Ne ölür gider orda, ne yaşar´(193) hükmünce yanıp çırpman balığın yanışında, denizdeki balığın yanışı, onun can verişi, feryâd edişi, kan ağlayışı yoktur. Denizden ayrı düşen balık ne ölür, ne dirilir ama yaşayıştaki tadı tattığından da denizin ayrılığına dayanamaz. Şimdi yaşayış tadını tadan, o denizi gören kişi, yaşayış denizinden ayrı kalınca nasıl olur da yaşayış tadını bulabilir?

Bir gececik onunla buluşma şerbetini içen kişidir ki,

O şarap bitince mahmurluğun eziyetini bilir, anlar.

Denizsiz yaşanamadığı gibi denize erişmek umudu oldukça ölünemez de.

Sanki bağda-bahçede sararıp solmuşum ben;

Sapsarı yüzümle safrana dönmüş gibi.

Seninle buluşmak umudu bırakmıyor beni yoksa,

Hiç aldırmadan kendimi öldürür-giderim ben.

Ama deniz de "Kendinizi öldürmeyin; çünkü o, size pek acır" (194) der. Hani definemi meydana çıkarmak istedim dedim ya; bundaki bir hikmet de sizin defineyi tanımak, hazîneden anlamak kaabiliyetinizi meydana çıkarmaktır der. Bu denizin arılığını, temizliğini meydana çıkardığım gibi şu balıklardaki yüce himmeti, şu balıkların yetişmesindeki lûtfu, şu yaratıklardaki olgunluğu da meydana çıkarmak istedim; böylece de kendilerindeki vefayı görsünler, himmetleri meydana çıksın dedim. "Elif, lâm, mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık desinler de öylece bırakılsınlar, sınanmasınlar?"(195) Yüzbinlerce yılan var ki hepsi de balığım diyor; görünüşte balık, gerçekteyse yılan.

Temiz kişilerin canları temiz gıdalar yer;

Yılansa yel yer, toprak yer.

Yel, toprak, balığın gıdası değildir. Uzaktan gördüğün hayvanın köpek, yahut ceylân olduğunu bilemezsin; fakat kemiğe doğru giderse ceylân değildir. Şeriatta bir mesele var: Kurt ceylânla çiftleşse de bir yavruları olsa bu yavruya ceylân mı diyelim, kurt mu diyelim? Bu mes´elede bilginlerin ayrı-ayrı sözleri vardır ki bu sözler medresede tartışılabilir. Ancak doğru hüküm şudur: Onun önüne bir demet ot atarız, bir avuç da kemik. Başını çevirir de ota varırsa ceylândır; kemiğe yönelirse kurt sayılır; böyle olunca da hangi suya başını soksa, dişini değdirse o su pis olur; çünkü kurt da köpektir: ancak dağda-ovada yaşar. Şimdi yılanın gıdası yeldir, topraktır. Kötülüğü fazlasıyla buyuran nefsin gıdası da yeldir, topraktır. Hangi yeldir, hangi topraktır o? Dünyânın yağlı-ballı lokmasıdır; bunlar da topraktan meydana gelmiştir; ancak Tanrı bunlara bir renk vermiştir. İstersen sonuna bak; sonunda onlar da toprak olur-gider; o şekil, o renk ondan geçiverir. Şimdi ekmeğin, etin, şu kara renkli bir yığın topraktan ibaret olduğunu değil mi ki bildin, yılan değilsen bunlardan başka bir yem bir yiyecek ara. Bir de yılanın gıdası yeldir dedik ya; hangi yeldir? Beylik, zenginlik mevkiine erişme yeli. İnsan şu ekmeği yedi de doydu mu, başında zenginlik yeli eser; bizim aslımız şudur-budur, biz şu denli saygı değerdik demiye başlar; mevki, ululuk dilemiye düşer; derken o yılan nefis bu topraktan, bu yelden fazlasiyle ele geçirdi mi de Fir´avn gibi ejderha olur gider.

Sana aykırı davrananlar karıncalardı; yılan kesildiler.

Yılan kesilen karıncaları yoket-gitsin.

Onlara bundan fazla mühlet verme, aman verme;

Çünkü zaman geçtikçe yılan, ejderha olur.

Şimdi, inananlar tam yılan olmadıkları gibi tam balık da değildirler; Yılanbalığıdır onlar; sağa düşen yarı bedenleri balıktır; sola düşen yarı bedenleri yılan. Bir ân gelir, sağ yanları onları denizi arayıp istemiye çeker; bir ân gelir, sol yanları onları dünyânın yeline, toprağına çeker.

Biz dilemekteyiz, başkaları da dilemekte;

Bakalım, baht kime yardım edecek, kimi sevecek?

*

Âdemoğlu şaşılacak bir macundur;

Üstünlerden de üstün olduğu halde aşağılık âlemindendir.

Şimdi şu yarısı çalışmıya girişti mi, girişir; bunu yapan, yaptıran akıldır. "Gerçekten de yüce Allah aklı yaratınca ona gel, dedi geldi; dön, git dedi; dönüp gitti." Bu akla yüzünü bana çevir dedi; çevirdi. Ey akıl dedi, bana yüzünü dön. Akıl, buyruğuna uyarım dedi, yüzü...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Ocak 2010, 15:13:31
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #18 : 30 Ocak 2010, 15:13:31 »

11. "Biz peygamberler topluluğu, halka akılları mıkdârınca söz söyleriz."

İhya hadîslerinden: Ahâdîs-i Masnavî, s. 38.

12. H. Peygamber´in mucizeleri arasında avucuna aldıkları çakıltaşlarının teşbih ettiği rivayet edilmiştir.

Safînat al - bıhâr, I, s. 281.


13. "Hamza ve onu öldüren Vahşî cennettedir."

Safînat al - bıhâr, I, s. 513, II, s. 637 - 638.

Vahşî, H. Peygamberin amcası Hamza´nın kaatilidir. Onu Uhud savaşında şehîd etmiş, sonradan Müslüman olmak isteyince tövbesinin kabul edilmiyeceğinden korkmuştu. Metinde geçen âyetin bu sebeple indiği rivayeti vardır. H. Peygambere, bu âyetin anlamının yalnız ona, yahut bütün inanan­lara şumûlü sorulunca, umûma şâmil olduğunu buyurmuştur. Ancak bu âyet Mekke´de inmiş, Vahşî, Mekke´nin fethinden sonra Müslüman olmuş bulun­duğundan bu rivayetin doğru olmaması gerekir; yalnız âyetin, Vahşîye okun­muş olması ihtimâli vardır. Vahşî, Abû-Bakr zamanında, yalancı peygamber Musaylima´yı öldürmüş, insanların hayırlısını ve şerrini öldürdüm diyerek bu katlin sevâbımn, öbürüne bedel olmasını niyaz etmiştir.

Macma´al - bayan, VIII, s. 503.



16. "Size dünyâdan çekinmenizi tavsiye ederim..."

Nahc al - balagadaki bir hutbeye pek benzer, s. 339.


17. "Bir kadın, bir konakta bir erkekle beraber kaldı mı, üçüncüleri şeytandır onların."

Kunûz, II, s. 201.


18. "Allah adiyle başlanmıyan her hayırlı işin sonu gelmez."

C. II, s. 77.



II


19. "Kim suçların, isyanların..."

C. II, s. 155.


20. "Ben gönderilmeseydim..."

K. II, s. 151.


21. "Gerçekten de şeytan..."

C. I, s. 68.


22. "Zenginlik gönül zenginliğidir; mal zenginliği değil."

Bu mealde hadîsler vardır.

C. II, s. 61, 112; K. II, s. 121.


23. "Gerçekten de ben, Yemen tarafından Rahman kokusunu duymaktayım..."

Müslim, I, s. 51-53; Ahâdîs-i Masnavî, s. 73.


24. "Kula üç soru sorulmadan bir adım bile atamaz..."

Ahâdis-i Masnavî, s. 85.


III


25. "Birgünün sabahında Hârise´ye dedi ki:..."

Maâhiz-i Kasas ve Tamsîlât-ı Masnavî. s. 35-36.

Mesnevî´nin I. cildinde çok güzel bir tarzda anlatılır. Harise bin Surâka, Bedirde şehîd olan sahabedendir (Safînat al-bıhâr, I, s. 241).


26. "Sabır genişliğin anahtarıdır."

Bu mealde hadîsler olduğu gibi (C. II, s. 41), Kunûz al-hakaayık´ta, "Allah´tan, genişliği, sıkıntının, darlığın geçmesini beklemek ibâdettir" mealinde de bir hadis vardır (I, s. 120).

27. "Gönülleriniz yumuşadı, gözleriniz yaşardı mı..."

C. I, s. 40.

28. "Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever..."

Esenlik ona, Abû-Ca´far (İmâm Muhammad al-Bâkır - vefat 114 H.), gerçekten de Allah, bineğini, azığını karanlık bir gecede yitirmiş, sonra da buluvermiş kulun sevinmesinden daha artık, kulunun tövbesine sevinir buyurmuştur.

Safînat al-bıhâr, I, s. 127.



IV


29. "Allah´ın öyle büyük ve dereceleri yüce kulları vardır ki..."

"Yüce Allah´ın öyle kulları vardır ki insanları yüzlerinden tanırlar". ´Yüce Allah´ın öyle kulları vardır ki onları, kulların ihtiyaçlarını gidermiye memur etmiştir; insanlar, hacetleri olunca onlara kaçar, sığınırlar; onlar, Allah´ın azabından emindirler" ve "Yüce Allah´ın öyle kulları vardır ki onları, kulların faydaları için nimet vermek üzere özelleştirmiştir; ihsanlarda bulun­dular mı, onları faydalandırırlar; o faydaları men´ettiler mi de men´ettiklerin-den alırlar, başkalarına verirler" mealinde hadîsler vardır.

C. I, s. 78.


V


30. "Ben peygamberdim, Âdem´se canla kalıp arasındaydı."

C. II, s. 81.



31. H. Peygamber´in atası Abdülmuttalib, Peygamber çocukken onu kucağına alıp yağmur dilemiş, yağmur yağmıştı. Amcaları Abû-Tâlib de aynı şeyi yapmıştı.

Safînat al-bıhâr, I, s. 633.


32. "Bilgi gönüllerin yaşayışıdır..."

Bu mealde birçok hadîsler vardır (Abdülbâki Gölpınarlı: Hazreti Muhammed ve Hadisleri, III. basım, s. 28-44).



33. "İnsanlar iki çeşittir..."

C. II, s. 175.



34. "Cennet bahçelerinde yayılın, oralarda gezip tozun..."

C. I, s. 29. Bu mealde iki hadîs var.







35. "Kim bilgiyi ve bilginleri severse..."

Buna benzer bir hadîs var. K. II, s. 118.



36. "Kim bir kötü yol-yordam korsa suçu kendisinedir ve onunla amel eden..."

Müslim. III, s. 87.



37. "Cennet ehlinin çoğu abdallardır."

C. I, s. 44.

VI



38. "Abû-Zerr, Musa´nın sahîfelerinde ne var; ne yazılı diye sordu..."

"Ölüm onu arayıp dilemekteyken dünyâyı arayıp dileyene şaşarım...´´ diye başlıyan bir hadîse benzer.

C. II, s. 49.



VII



39. ´Yüce Allah der ki: Aklı yarattığı vakit..."

Al İthâfât al-saniyya fil Ahâdîs al-Kudsiyya, s. 178-179.



40. "Dünyâ âhıretin tarlasıdır."

K. II, s. 67.







41. "Ben bir gizli defineydim..."

Hadîs-i Kudsî olarak rivayet edilen bu söz, mevzu´ olmakla beraber meâlen doğrudur.

Mavzûât, s. 62.



Metindeki Şiirler

Metindeki Şiirler



I

"Sen temmuz ayında, Nîşabur´da kar satan..."

Senâî: Hadîkat ai-hakıyka ve Şarîat at -tarıyka; Müderris Radavî basımı; Tehran -Çap-hâne-i Sipihr. Hikâyet-i merd-i yah-furûş... s. 419.



"İşi bozulup şaşıran kişinin..."

Rubâî veznindeyse de kimindir; bulamadık.



"Yoluna gül bahçelerinin..."

Bulamadık.



´İşlediği işlerde inad eden kişiyi..."

Bu da öyle.



"Biz gece yolcuları..."

Öyle.



"Hakıykat erinin..."

Öyle.



"Sen bana bir yürek ver de..."

Hadıyka vezninde.



"Okluğumu, senin oklarınla..."

Hadıyka vezninde.



"Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki?"

Senâî: Divan, Mudderris Radavî basımı, 1320 şemsî hicrî, Tehran, Çap-hâne-i Şirket; s. 678.



´Tek olur, birliğe ulaşırsan..."

Bulamadık.



"Sevgili, öyle darma-dağan geldi ki..."

Mevlânâ´nın bir rubâîsi. Abdülbâki Gölpınarlı: Rubailer, İst. Remzi K. 1964. S harfi, Rubâî: 8 s. 125.



"Halktan gelen zevkten..."

Dîvân-ı Kebîr tere. İst R.K. c. II, 1958, s. 153, beyit 1227.



"Yüzüne karşı..."

Senâî: Dîvan, Behramşâh´a övüş; s. 490, gazel, beyit. 1,7.



"Bilgin kişinin varlık..."

Rubâîdir; kimin olduğunu bulamadık.



"Yûsufumun kokusu duyuldu mu..."

Attâr: Dîvan; Said Nafîsî´nin düzeltme ve önsözüyle. Tehran. İkbâl K. 1319, s. 144, 145; beyit. 1, 10, 12, 8, 9 ve bâzı cüz´î farklarla gene 10



"Bu konağın malı, mülkü..."

Kimindir; bulamadık.



"Bir Zenci, yolda bir ayna buldu..."

Hadîka, s. 290-291.



"Gündüz pek aydındır..."

Senâî: Divan, kasideler, s. 150; beyit 10, 11.



"O tay, anasına dedi ki..."

Kimindir; bulamadık.



"Gönül, senin olgunluğundan..."

Bulamadık.



"Ay ışığını saçar, köpekse havlar..."

Mevlânâ: Dîvân-ı Kebîr tere. İst. R. K. 1958, s. 319, beyit 2619. ikinci beyit Konya nüshasında yok.



"Hikmet ıssı olanlara..."

Hadîka, s. 714, 2. beyit.



"Canı, altınla satın almadın da..."

Bulamadık.



´Yoksulun gönlünü kebâb edip..."

Bulamadık.



´İnsan görüşten ibarettir..."

Mevlânâ: Masnavî, Nicholson basımı, VI, s. 319.



"Gördüğün, bildiğin pisse..."

"Hiçbir gönül, o tapıya kendi dileğiyle..."

Senâî: Dîvan, Kasideler, s. 379. 2. beyit.



"Bütün âlemde çifti olmıyan o tek..."

Mevlânâ: Rubailer, K. harfinin ilk rubaisi, s. 133.



"Kadehler boşalınca..."

"Kendinde oldukça..."

Hadîka veznindeyse de bulamadık.



"Sevgili bezendi, güzelleşti..."

Senâî: Dîvan, s. 621, beyit. 1-2. Mevlânâ, bir gazeline, bu gazelin matlaiyle başlar ve bu matlaı tazmîn eder. Dîvân-ı Kebîr, II, s. 269.



"Öldürürsen öldür..."

Bulamadık.



"Değil mi ki benim tilkim oldun..."

Mevlânâ: Rubailer S harfinin 2. rubâîsi, arada biraz fark var; s. 125.



"Düştüğümüz bütün eziyet..."

Mevlânâ: Rubailer, D harfindeki 231. rubâî; s. 93.



"Kuşcağız, yemin başında..."

Hadîka, II, s. 739.



"Güzellere bakma ki..."

Hadika vezninde fakat bulamadık.



"Bari yük..."

Bulamadık.



"Ey canımın içinde bulunan..."

Attâr: Dîvân, s. 209-210. Gazelin 1., 3., 4., 5., 6., 8. ve 7. beyitleri.



"Sana gönül bağlıyan.."

Senâî: Divan, Gazeller, s. 616. Gazelin 1., 2. ve son beyitleri. Son beyit, biraz değişik.



"Se...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 3 [4]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes