> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlana Kitaplığı > Mecalisi Seb´a
Sayfa: 1 2 [3] 4   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mecalisi Seb´a  (Okunma Sayısı 6843 defa)
30 Ocak 2010, 14:57:31
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #10 : 30 Ocak 2010, 14:57:31 »



Üçüncü Meclis

Allah, herkese umumî olan nimet verişiyle bizi feyizlendirsin, Mevlânâ´nın sözlerinden

(Üçüncü Meclis)

Ululukla bir olan, bir tanınan, herşeyi yaratış bakımından, tek yaratıcı bulunan Allah´a hamdolsun. Karanlıklar içinde ışık belirtir; ışık içinde karanlıklar izhâr eder. Ölüleri diriltendir; dirileri öldürendir. Ululukla, övülüşle üstün olmuştur; zeval bulmaktan, yok olmaktan yücelmiştir. Evveline evvel yoktur; ona bir ön takdir edilmekten münezzehtir. Sonuna son yoktur; ona bir son vehmedilmekten mukaddestir. Ebedîliğinin denizinde, akıllıların akılları garkolup gitmiştir. Hiçbir şeye ihtiyâcı olmayışında, herkesin ve herşeyin ona muhtaç oluşunda, bilginlerin bilgileri hayran olmuştur. Biliriz, bildiririz ki yoktur Allah´tan başka tapacak ve biliriz, bildiririz ki gerçekten de Muhammed kuludur ve elçisidir onun. Peygamberlerin ulusudur; temiz kişilerin uydukları imamdır; herkese, yaptığının karşılığı verilecek günde ümmetin şefaatçisidir. Göğe ağanların, lütuf ve kereme uğrayıp seçilme yerine varanların, seçilenlerin en hayırlısıdır. Allah´ın rahmeti ona, soyuna-sopuna, inanarak onu görenlere, onunla görüşenlere, bilhassa gerçeklik ve vefa mâdeni Abû-Bakri´s-Sıddıyk´a, gerçekle gösterişin, yalanın arasını ayırdeden Hattâboğlu Ömer´e, hilim ve utanç ıssı olan ve iki nûr ıssı bulunan Osman´a, kılıç ve cömertlik ıssı Abû-Taliboğlu Alî´ye, bütün muhacirlere, ansâra ve emin kişilere; çok-çok esenlik ona ve onlara.

Münâcât:

Ey Allah, ey Padişah, şu anda, bu solukta esenlikler armağanlarını rahmetler bağışlarını şeriat ıssı peygamberlerin ulusu, gökyüzünün, yeryüzünün ışığı, Allah elçisi Muhammed´in tertemiz ruhuna ulaştır. Beden çöplüğüne, ten gübürlüğüne ibâdet yumurtaları koymuşuz, sen onları şehvet kedisinin pençesinin zararından koru. Gönüllerimizdeki Ay yüzlü ibâdet güzellerinin, kehlibarın çekişine karşı güçleri yoktur; ey efendiler efendisi, sen bize güç-kuvvet bağışla da dayansınlar, çekilip gitmesinler. Acı hırs suyoluyla çoraklaşan bedenimizi dayanıp savaşma başarısıyle tertemiz bir hâle getir. Gönüllerimiz, hayâllerin, vesveselerin ayakları altında kalmış, çiğnenip dümdüz olmuş, katılaşmış; başarı yağmurlarıyla, ibâdetler Hızır´ıyla beze de kızarmış, kızgın bir hâle gelmiş tabiat saçımızı, taş yüreklilerin delmesinden koru. Ölüm çağında, can kuşumuzun, beden kafesinden çıkacağı zaman, ona yemyeşil kutluluk ağacının dallarını göster de onları dilesin, istesin; o dilekle, o istekle bir hoşça kanat çırpsın, ürkmeden, sevinçle kafesten uçup gitsin.



Tanrılığına lâyık yardımla sen beni,

Dilediğin yere ulaştır.

Beden karanlığından kurtar beni,

Kendr ışığınla eş-dost et beni.

Beni benden alacağın gün,

O bildiğin şeyi yitirtme benden.

Beni bana vereceğin çağda da

Bir lütuf gölgesi sal benim üstüme.

Seninle oldum da ışığa eş-dost kesildim mi,

Işık gibi gölgeden uzaklaşırım;

Hem de ışıktan uzak kalmış gölgeden değil;

Işık veren mumdan meydana gelen gölgeden bile uzak kalırım.

Kimim-kimsem yok benim, pılım-pırtım da gizli;

Ey kimsesizler kimsesi, ben bilirsin; sen lütfet.

Niceyebir ölümden feryâd edip durayım?

Ölümüm onun yüzündense ölüp gideyim.

Ölümüm senin dileğinse, bunu bilir, bunu görür-anlarsam,

O ölüm, ölüm değildir; bir yerden bir yere göçmektir.

Yemek yenen yerden kalkıp yatağa gitmektir;

Yataktan kalkıp padişahın meclisine varmaktır.

"Andolsun neş´eli-neş´eli yürüyenlere."(108) sözlerimize, Allahın rahmeti olsun ona, Mustafâ´ya ait bir hadisle başlıyalım: Rivayet edilen inci gibi hadisler arasında, o seçilmiş Peygamber´den rivayet edilmiştir; rahmetlerin en üstünü ve yücesi; esenliklerin en olgunu ve üstünü ona olsun, bir günün sabah çağında Harise´ye dedi ki: Sabahı nasıl ettin ey Hârise? Harise, inanmış olarak sabahladım dedi. Peygamber, her gerçeğin bir gerçekliği var; senin inancının gerçeği, gerçekliği nedir buyurdu. Harise, nefsimi dünyâdan çektim; gündüzümü susuz geçirdim, gecemi uykusuz; sanki Rabbimin arşını apaçık önümde görmedeyim. Sanki cennet ehlini görüyorum; birbirlerini ziyaret etmedeler; cehennem ehline bakıyorum; feryâd etmedeler, Peygamber, gerçeksin, sarıl bu işe dedi de sonra sahabesine döndü, bu, öyle bir kul ki buyurdu; Allah, gönlünü, ululuğunun ışığıyle ışıklandırmış. Allah rahmet etsin, esenlik versin, şeriat ıssı peygamberlerin ulusu, gökün, yerin ışığı, birgün dostlarının arasında oturmuştu. Harise´ye yüzünü döndürdü de ey Harise dedi, bugün nasıl kalktın uykudan? Harise, inanmış olarak, hem de gerçek inanç sahibi, şüphesiz, taklidsiz inanmış olarak kalktım dedi.



Hür kişilerin oturdukları yerde oturduk;

İyi kişilerin seçip işledikleri işi seçtik, işledik.

Gördük ki yüz çeşit vebal altına girmişiz;

Birtek canımızı verdik de satın aldık kendimizi.

Bütün dileğimiz, Tanrının bağışlamağıydı bizi;

Şükürler olsun ki lütfetti de elde ettik dileğimizi.

Allah rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber buyurdu ki: Her gerçeğin bir belirtisi vardır; her gerçek şeyin bir anlaşılması olur, senin inancının belirtisi nedir? Harise, ey Allah elçisi dedi: dünyâdan uzaklaştım ben; çünkü dünyâyı bir aldatış tuzağı olarak, ışığa bir perde olarak gördüm; gündüzü susuzlukla geçirdim, dayandım: geceyi de uykusuz geçirdim. Şimdicek Rahmanın arşını başgözümle apaçık görüyorum; hani halkın gökü gördüğü gibi. Şu başgözümle cennetlikleri görüyorum; cennette birbirlerini ziyaret ediyorlar, kucaklaşıyorlar. Cehennemlikleri şu gözlerimle görüyorum, feryâd ediyorlar; feryâdlarını da şu kulaklarımla duyuyorum. Allah´ın rahmeti ve esenliği ona olsun, Peygamber, gerçeksin, sarıl bu işe ey yiğit dedi; doğru yolu gördün; sarıl o gördüğüne; bu yürüyüşte ayak dire de gördüğün şey, o görüş, senin durağın olsun, senin malın olsun. Çünkü görmek başka şeydir; gördüğü şeyin adama malolması başka şeydir. Ondan sonra, Allah rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber, dostlara yüzünü çevirdi de buyurdu ki: Bu, bir kuldur ki Allah, gönlünü ululuğunun ışığıyle ışıklandırmıştır. Bu kul, öylesine bir kuldur ki, üstün olsun ve ululandıkça ululansın, Tanrı,



Yüceleri görenlerin gözlerine sürme çeken,

İçerde oturanlara kapı açan,

Bu adamın can gözüne marifet sürmesini çekmiş, onun gözünü, gönlünü ışıklandırmıştır.



Riyâzatla varlık perdeni yakıp yandırırsan

Halkın düştüğü şu tehlikeden çıkar, kurtulursun.

Bir uğurdan kendinden de gizli kalırsın, iki âlemden de.

İşte o zaman, bu gizli şey gözüne apaçık görünür.

Bu, herşeyi yok ediş âlemidir, onu ısbat edişle görülebilir;

Halk bu işte, o yüzdendir ki başı dönmüş bir haldedir.

Harise, ibâdetini öne sürdü; gündüz oruçluydum, geceyi uykusuz geçirdim, dünyâdan uzaklaştım da bunları gördüm, bunları duydum, halkın görmediği, duymadığı şeyleri görüp işittim dedi ya; Allah rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber, namazını görme, yalvarışını söyleme, onu, Tanrının yardımı, bağışı bil buyurarak onu uyardı.



Bizden, bizim kulluğumuzdan birşey meydana gelmez ey can,

Sen yaptın, sen kurdun; artık sen tamamla.

Bizim esenlik yurdumuzu kınanma yurdu hâline getirdin;

Kınanma yurdumuzu da esenlik yurdu hâline getir.

Bir akdoğan, izin alarak padişahın elinden uçtu, damın bir köşesine kondu, çocuklar, o doğanın alımına, güzelliğine hayran oldular, mâşâallah, tu-tu demiye koyuldular. Uzaktan seyrediyorlar da padişahın doğanı, kendisine mâşâallah, tu-tu desinler diye oraya konmuş sanıyorlardı; bilmiyorlardı ki o doğan, padişahın izniyle o yıkık yerin köşesine konmuş, Allah, onun gönlünü ululuğunun ışığıyla ışıklandırmıştır; yâni gündüz böyle yaptım, gece şöyle ettim deme; ancak gündüzü ışıklandıran, geceyi örten Tanrı, kendi yardımıyla, kendi bağışıyla gönlüme, gözüme merhamet etti, lütuf buyurdu de.



Gönül de kim oluyor ki kendisinden bahsetsin, derdini söylesin;

Gönlün hareketi nereyedektir, meydanda.

İbâdet, itaat oğulları olmayın, ezel oğulları olun; ibâdete güvenmeyin, ezelî Tanrının lûtfuna, keremine güvenin. Zâhidler şöyle yapalım, böyle edelim diye ibâdeti düşünürler; âriflerse Hak şöyle yaptı, böyle etti diye ezelî lûtfu düşünürler, ibâdet hay-huyunu düşünmezler.



Arifler önüne ön olmıyandan bahsederler,

Hay-huyun beline vurmuşlardır; ortadan ikiye bölüp atmışlardır onu.

Zâhid, nasıl edeyim der; ârifse nasıl edecek der.

Zâhid, korkuyla ne yapayım ki, Bu kadar mihnetler içinde ne edeyim ki der.

Arif, aşkla, o ne yapacak ki,

Acaba Tanrı benim için ne edecek ki der.

Onun bakışı kendinedir, kendini görür;

iyilik edeyim, kötülüğe çalışmayayım, varmıyayım der.

Bunun bakışıysa Tanrıyadır, Tanrıyı görür;

Boyuna Tanrı cemâlini seyreder.

Zâhidlerin görüşü ibâdetlere dektir,

Ariflerin görüşüyse yok olmıya, dağılıp gitmiye takılmıştır.

Zahidin kendine gelişi ibâdetlerle olur;

Arifin sarhoşluğuysa Tanrı ululuğuna mazhar olmakladır.

İyi iş zahidin dayanağıdır,

Arifin göz dikdiğiyse bir olan Tanrıdır.

Bu, iyi işle kendini görür;

O, gizli âlemde Tanrıyı seyreder.

Bunun elde ettiği ihsan sayılıdır;

Tanrı arifi ise haddi, sınırı yıkmıştır.

Bu, yeryüzünde ömrünü yok eder;

Tanrı ârifiyse Tanrı varlığıyle yücelir-gider.

Zâhid, korkuyla umut arasındadır;[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mecalisi Seb´a
« Posted on: 29 Mart 2024, 18:39:43 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mecalisi Seb´a rüya tabiri,Mecalisi Seb´a mekke canlı, Mecalisi Seb´a kabe canlı yayın, Mecalisi Seb´a Üç boyutlu kuran oku Mecalisi Seb´a kuran ı kerim, Mecalisi Seb´a peygamber kıssaları,Mecalisi Seb´a ilitam ders soruları, Mecalisi Seb´aönlisans arapça,
Logged
30 Ocak 2010, 15:00:40
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #11 : 30 Ocak 2010, 15:00:40 »

Bil, fakat söyleme de rezil olmasınlar;

Erin güzelliği sır saklamadadır.

Kendi rezilliğin de ilerdedir; "O gün bütün gizli şeyler meydana vurulur"(111). Belki o günden önce tövbe eder diye şimdi onu rezil etmeyiz. O beyler kızgın-kızgın birbirlerine ne edelim ki diyorlardı, padişah; hüküm onun, el onun eli, insafsızsa, kötü birşey söylerse kim söyleme diyebilir? Gündüze gece derse kim diyebilir ki yanlış söylüyorsun?



Selvinin boyuna iki büklüm desen,

İki haftalık aya noksan desen,

Bütün âlemin içinde kimde o yürek var, kimin haddine düşmüş ki

Sana, neden böyle söylüyorsun desin.





L e y lâ yüzünden deli olduk, o da bir başkası yüzünden çıldırdı;

Bir başkasının bizim için delirmesini istemeyiz artık.





Biz sana âşıkız, sense aynaya âşıksın;

Biz sana bakmadayız, sense aynaya bakmadasın.

Bir âh edeyim de dumanıyla dünyayı karartayım;

Artık ayna bir daha cilalanmasın, içinde birşey görünmesin.

Birgün, o beylerden daha kızgın, daha sabırsız biri, a beyler dedi, a kardeşler, sizde sabır varsa artık bende yok; bugün gideceğim, padişahın önünde diz çökeceğim, başıma toprak serpeceğim. Nedir, nen var derse diyeceğim ki:



Gözyaşların neden gül renginde dersin;

Değil mi ki sordun, doğru söyliyeyim, neden oldu.

Gönlüm, senin sevdanın kanlı yaşlarını döküyordu;

Kaynayıp coştu o yaşlar da başıma çıktı, akmıya koyuldu.



Gamdan işim cana yetti, canıma tak dedi artık,

Dumanım bütün dünyayı kapladı; yeter artık.

Derimi yüzdün-gitti; merhametsizlik etme;

Bıçağın kemiğe dayandı, yeter artık.

Dediler ki: A kardeş, doğru söylüyorsun ama hatırımız için olsun, birkaç gün daha sabret; çünkü, "Sabır genişliğin anahtarıdır." Dedi ki: Sabredeyim ama ne olacak? Fırsatı gözetleyelim dediler;



Vakitsiz öten horozu görüyorsun ya,

Vakitsiz öten horozun başını kesmek gerek.

Peki dedi, vakti ne zaman gelecek? Dediler ki: Padişahın gönlünün ferahlandığı, neşeli bulunduğu, bize güldüğü zaman; o zaman merhameti co­şar. Gönlünüz yumuşayınca duayı ganimet bilin. Allah rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber buyuruyor ki: "Gönülleriniz yumuşadı, gözleriniz yaşardı mı, sizde bir yanış, bir yalvarış istidadı meydana geldi mi, o an, hacet dileme ânıdır; o çağı ganimet bilin ki rahmet kapısı açıktır; hacetlerinizi dileyin."



A seheryeli, o saçları zincire benzıyene söyle,

Fırsat bulursan gönlümün halini anlat.

Fakat gönül almayı istemiyorsa, öfkeliyse

Sakın ha, beni görmemiş ol, hiçbirşey söyleme (112)

Nihayet birgün padişah, pek güzel, pek nâdir avlar avlanmış, pek sevinmişti; gülüp duruyordu. Ezel ve ebed padişahının azîz avı, âşıkların gönlüdür. "Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever, ondan razı olur." Ne rahmettir o rahmet ki kulları, gayretiyle zâtından uzaklaştırır, kendine âdeta yabancı eder onları; sonra gene rahmetiyle avlar, kendine maleder onları.



Kara topraktan bir tavla tahtası yaparsın;

Her solukta o tahtaya bir başka şekil atar, o tavlada bir başka oyun çıkarırsın.

Kimi utarsın, Öldürürsün; kimi ayakta tutarsın.

Mâşâallah, kendi kendine oynayıp durmadasın, ne de ustasın, ne de hoş sanatın var.

Beyler, padişahı neş´eli görüp, rahmet kapısının açık olduğunu anlayınca hepsi önünde yere diz vurdular, ey âlem padişahı dediler, niceye bir, niceye bir bu cefâ; öldürdün bizi artık; bu senin âdetin değildi; keremine sığmaz bu iş. Bunca zamandır, gönül ipliğimize düğüm üstüne düğüm vurulmuş; dumanlara bürünmüş gecenin, kanlara bulanmış gecenin korkusundan sıtmaya tutulan kişinin koluna, boynuna bağlanan ipliğe dönmüş.



Perde yırtmayı gözünden öğrendin ya,

Şimdi de kul satın almayı saçından öğren.

Tuzağına düşenin feryadına yetiş;

Yoksa sende, feryada erişmek yolu-yordamı yok mu ki?

Senin tuzağına düştük, sabretmeyi seçtik;

Çaresiz av, tuzağında çırpınmaktan kendinden geçti.

Senin razı oluşun, gamınla, derdinle eş;

Bu yüzden senin gamın, senin derdin, bize şeker tadı vermede

Bu yüzden gamını birden yeyip bitirmiyoruz;

Çünkü şeker emilmekle biter-gider.

Kulun Senaî´nin sözünü duy, işit; cefâ etme ona;

Çünkü kulun Sena î´nin sözü, duyulup dinlenmeğe değer.

Padişah, size ne yaptım ki dedi. Dediler ki: Biz senin candan da azîz kullarınız; senin razı olmadığın hangi iş yaptık? Savaşın kızıştığı birgün herkesin kendi canının kaygısına düştüğü çağda bizim, senin uğurunda canlarımızla nasıl oynadığımızı gördün. Böyle olduğu halde filân kişiyi neden bu kadar üstün tutuyorsun bizden; hangi hüneri yüzünden oluyor bu? Bizden ne kusur gördün; Bizim, buyruğuna uymada ne kusurumuz oldu?



Senin kulun olduğunu ikrar eden kişiye

Böyle yaparsan gönlün razı olur mu ki?

O hangi kullukta bulundu ki o kulluk pek güzel olsun da bize görünmemiş bulunsun? Padişahlık et de bize o kulluğun, hangi kulluk olduğunu birazcık haber ver; Haber ver de biz de çalışalım, hünerimizi gösterelim. Padişah, ne diyeyim dedi, ne söyliyeyim? Onun yaptığını siz yapamazsınız ki.



Sözü, her söyliyenin aklınca söyleseydim

Hiç şüphe yok ki halka pek az söz söylerdim.

Nerde o kişi ki sırları duysun da anlayıversin;

Böyle bir kişi bulsaydım hergün, her ân başka sırlar söylerdim ona.

Nerde o kişi ki akıl adımını vehimden ileriye atsın da

Ona, arştan üstün şeylerden bahsedeyim.

Nerde o kişi ki göğsünü kürsî haline getirsin gönlünü arş etsin de,

Ben ona "küçük âlem"in belirtisini söyliyeyim.

Nerde o kişi ki karanlıkların dibinden ileriye doğru bir adım atsın da,

Ona apaydın denizin feyiz ışığından söz edeyim.

Nerde inci değerini bilen bir kişi, nerde bir bilgi denizinin kuyumcusu ki,

Ona yedi inciyle dört mücevherin sırrını söyliyeyim.

Nerde bir koku alan burun ıssı ki Yemen´den koku alsın da,

Ben ona Tibet miskinden bahsedeyim, amberleşmiş ödağacından söz açayım.

Nerde şu cehennemden geçip giden kişi ki,

Ona bu geçidi yüz çeşit anlatayım, sayıp dökeyim.

Attar´ın gönlü aşağılık âleme bağlanmasaydı şu toprağa gönül vermeseydi o,

Şiirimi, yücelikte, yedi yıldızdan da üstün söylerdim.

Dediler ki: Ey âlemin padişahı, bizi sına da dediğini yapamazsak, hiç olmazsa kendi kadrimizi anlayalım, onun üstünlüğünü bilelim; hasetten de kurtulalım, vesveseden de; ondan sonra da artık kendimizle savaşalım, padişahla değil.



Bana gönül verirsen, candan geçerim ben;

Canımla oynarım, candan da geçerim, cihandan da geçerim ben.

Bir kulum ki senin dileğince ömür süremiyorum;

Dileğin nedir? Söyle de o çeşit iş edeyim ben.

Kim uğradığı derdi, belâyı kendinden bilirse tövbe eder; padişahı adalet ıssı bilir, öyle över. Bu çeşit kişi aydınlanır, tez kurtulur. "Ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah yüreklerinizde bir hayırlı niyet bulunduğunu bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını verir."(113) Ey Muhammed, tutsaklara, gam bağlarıyla bağlanmış olanlara söyle, de ki: Hükmü yürüyen Tanrı takdiriyle bana tutsak oldunuz ya; gönlünüzde iyi bir düşünce varsa, ondan önce sâhib olduğunuz ve yitirdiğiniz şeyde"n daha iyisini, daha güzelini verir size. Padişah buyurdu ki; O kulunun bir hüneri şudur: Boyuna bana bakar, gözünü benden ayırmaz. Ey âlemin padişahı dediler, öyleyse tez söyle, bu iş kolay bir iş; bundan sonra gece-gündüz boyuna sana bakalım, başka işlerin başına toprak serpelim; bundan daha hoş ne iş olabilir ki?



Seni görüp de neş´elenmiyen kişinin

Başı kilimin altında kalsın, başı dönsün-dursun.

Bütün beyler buna sevindiler, secde ettiler, silâhlarını çözüp attılar. Kendi kendilerine, bundan böyle silâhımız senin yüzün; düzenimiz senin civarında, senin tapında bulunmak. Haccımız senin kapında, üstünlüğümüz senin tapında dediler. Hepsi de saf düzdü; padişahın yüzüne bakmıya koyuldu. Padişah onları seyrediyor, kendi kendine diyordu ki:



Bir bakır, altın yaldıza batsa da lâf etse ne fayda?

A lâfazan kişi, sınayış taşını, ayar taşını gördün mü, rezil oldun-gitti.







Aşk dâvasında bulunmak kolay;

Ama ona delîl gerek, burhan gerek.

Padişah has perdecisinin kulağına, git dedi, davulların-dümbeleklerin bulunduğu yerde ne kadar davul, ne kadar dümbelek varsa dama çıkarsınlar, hepsini birden yere atsınlar. Buyruğunu yaptılar; âlemi birden bir gürültüdür, bir gümbürtüdür sardı; her yan titremeye koyuldu. O korkunç gürültü kopunca beylerin hepsi yüzünü padişahdan döndürdü, birbirlerine bakmaya başladılar; sanki ne oluyor sarayda diyorlardı. O kulunsa gözü, padişahın yüzündeydi, padişah ne hâl alacak, yüzü değişecek mi, ona dikkat ediyordu. "Gözü ne kaydı, ne haddini aştı."(114)

Azizim, bu hikâye padişahı anlatmıyor; maksad o değil, beylerden maksad da beyler değil. Padişahtan maksad, yüce ve kutlu üstün Tanrıdır. Bu beylerden maksad da padişahın beyleri değildir, yedi gökün melekleridir. "Allah ne buyurduysa isyan etmezler ve emredildikleri işi işlerler.´(115) Onlara, sizi yeryüzünden menettik, bu iki ıktâ´ yoluyla Âdem´e verdik diye buyruk gelince hepsi, "Orda bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini niye yaratacaksın? Biz sana hamdederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede; seni kutlamadayız" dediler(116). Bizi ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Ocak 2010, 15:02:28
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #12 : 30 Ocak 2010, 15:02:28 »

Münâcât:

Ey padişah, ey sultan, varlık denizinden çalışıp çabalama gemisiyle geçmiye uğraşan, sana ulaşmak özliyen kişilerin canlarını esenlikle, kutlulukla rahmetinin kıyısına, lûtfunun kıyısına ulaştır. Senin ayrılık derdine düşenlere, kendi katından aman veriş, derman ediş melhemiyle ebedî bir sıhhat ve afiyet nasîb et; her birerinin gözlerini gayb bahçesinin ışıklarını, o bahçenin çiçeklerini görüp seyretmesi için aç, nurlandır. Hevâ ve hevese uyuş, isteklere kapılış karanlıklarında yalnız başına geceleyin yol alanları sapıklıktan, yolsuzluktan koru. ey "İnin"(119) buyruğuyla can kuşlarımızı, topraktan düzülmüş beden tuzağına, cisim yemine mahpus eden Tanrı, öz lûtfunla, sonsuz kereminle şu pek sarp tuzak yerinden bize, gayb âlemine yol göster ey âlemlerin Allah´ı, ey yardım edenlerin hayırlısı. Allah´ın rahmeti ve esenlik ona; söze, habere gerçek Peygamber´in, özü-sözü doğru Muhammed Mustafâ´nın bir hadîsiyle başlıyalım: O hayırlıların en fasîyhinden rivayet edilen en doğru haberler arasında rivayet edilmiştir, buyurmuştur ki: "Gerçekten de, kutlu olsun, yüceldikçe yücelsin; Allah´ın öyle büyük ve dereceleri yüce kulları vardır ki yeryüzünde onlar yağmura benzerler; karaya yağarlarsa hayır ve bereket meydana getirirler, denize düşerlerse inci meydana getirirler." Her bozgunluğu düzelten, her dileğin anahtarı olan, itaat edenin de, isyan edenin de sığındığı zât bulunan; Tanrıya yakın olana da, Tanrıdan uzakta bulunana da yol gösteren, Allah´ın rahmeti ve esenlik ona; şöyle buyuruyor: Yeryüzünü de, zamanı da yaratan, yedi kat gökü eşsiz, örneksiz kuran, zulmetmiyen, adalet ıssı olan, neliksiz-niteliksiz padişahın, balçıktan yapılmış dünyâda candan da temiz, gönülden de temiz kulları vardır.



Elest(120)buyruğuna kendilerini kaptırmış olanlar,

O Elest meclisinin ahdinden sarhoş olmuşlardır.

Dert durağında ayakları direnmiş, kalmıştır onların,

Can vermede elleri açıktır onların.

Kendilerinden geçiş şerbetini içmişlerdir de

Korkudan da geçmişlerdir, umuttan da.

Varlıktan da geçmişlerdir, yokluktan da; onlar asla

Gönüllerini bağlamamışlardır ezele, ebede.

Çevikleşmişlerdir onlar da, bir adımda

Sonradan oluş deresinden atlayıp geçmişlerdir.

Baş olmak, başköşeye kurulmak sevdasını atmışlardır,

Kulluk yerine çöküp oturmuşlardır onlar.

Benliklerinden, varlıklarından geçmişler, sevgiliyle var olmuşlardır;

Şaşılacak şey şu ki: Onlar hem yoktur, hem var.

Birlik ehli olan kişiler bunlardır işte;

Bunlardan başkaları, hep kendilerine tapanlardır.

Yüce Hak, bir kulu yakınlık durağına lâyık kıldı mı, ona ebedî lütuf şarabını tattırır; zahirini de gösterişten, münafıklıktan arıtır, bâtınını da; kendisinden başkalarının sevgisini gönlüne sokmaz; gizli lütfü gösterir ona. Varlık âleminin hakıykatine. ibret gözüyle bakar, yapılıp düzülen sanat eserlerinden, yapıp düzen sanatçıyı görür; takdir edilmiş olanlardan, takdir edene ulaşır o kul. Artık yapılıp düzülmüş şeylerden usanır, yapıp düzenle oyalanmıya kovulur; onca dünyânın bir önemi, bir tehlikesi kalmaz; âhiret de aklından geçmez. Gıdası sevgilinin zikri olur; bedeni kulluk edilenin özlemiyle heyecanlanır, o heyecanla nazlanır; canı sevgilinin sevgisiyle yanar, erir; ne çekinmiye gücü kalır, ne itiraza kudreti. Öldü mü de zahirî duyguları, feleğin dönüşünden dışan çıkar, bütün tabiî hareketlerden kalır; ama bütün bu değişiklik görünüştedir; içyüzü, özlemle, sevgiyle dolar. Halk katında ölüdür, Rab katında diridir bunlar. Halkla diridirler, Tanrı katında ölü. Buyuruyor ki: Bu kullar âleme rahmettir; belâlar onlarla kalkar; halkın amânıdır onlar; rızık kapısı onların bereketiyle açılır, belâ kapısı onların yüzünden kapanır. Yağmura benzerler onlar; nereye yağarlarsa kutlu olurlar, bereket verirler; yürüyen definedir onlar, yaşayış bağışlarlar; bengisudur onlar. Yağmur yere yağarsa buğday bitirir, nimetler verir, meyveler verir. Denize yağarsa sedefleri incilerle doldurur; inciler, mücevherler meydana getirir. Anlamı gerçekliyenlerin, anlamdaki gerçeği anlıyanların bâzıları derler ki: Bu kuruluktan maksad, insanların cesedleri, bedenleri, suretleridir; erenlerin sohbetlerinin bereketiyle bezenirler; ibâdetler, çekinmeler, yalvarışlar, esirgeyişler, acıyışlar, hayırlar, sadakalar, mescidler, minareler, ibâdet yurtları, köprüler, tekkeler, konak yerleri ve bunlardan başka daha bu çeşit şeyler, bütün bu görünen hayırlar dünyâda, o kulların sohbetinden meydana gelir; bütün bunları halk, onlardan çalmışlardır, onlardan öğrenmişlerdir. Denize yağmaktan maksat, gönülleri diriltmek, gönül gözlerini açmak, gönülleri onların sohbetiyle aydınlatmak, bezemektir; can yeni gelinini bilgi, marifet, şevk ve zevk mücevherleriyle süslemektir.



Tanrı zuhuruna perde kesilen, zâtın zuhuruna perde olan o zuhuru izhâr eden azizler,

Kaabe Kavseyn´(121) meyhanesindedirler.

Kimi korkulu bir uğrak olan nefîsleriyle savaşmak uğrağındadır onlar;

Kimi de sevgiliyi görüp seyrediş meclisindedirler.

Hepsi de hem şaraptır hem sarhoş;

Hepsi de hem yoktur; hem var.

Hepsi de gerçek var olanın yüceliğiyle yok olmuştur;

Yalvarmayış bayrağı ellerindedir.

Bedenleri, Â d e m´in ermişliğindenberi vardır;

Adları âlemin sonunadek var olacaktır.

Susmaktadırlar; candan da daha gizlidir onlar;

Yüzleri ekşidir; fakat baldan da daha tatlıdır onlar.

Yokluk yükyerinde canlarını satmaktadırlar;

Önüne ön bulunmayış tekkesinde hırka giymişlerdir onlar.

Hepsi de yokluğa düşüp şaşırma yüzünden,

Kendisinden başka tapacak bir mâbud olmıyan Allah´ın cemâline karşı yokolup gitmiştir.

Orda yürüyüp giden bir ışık gördüm;

Bir âh gibi gökyüzünde koşup duruyordu.

O ilden boyuna uzaklaşıp durmadaydı;

Hırkaları ışıklarla dopdolu bir halde parlamadaydı.

Ben de o yola girmek istedim; Onlarla yoldaş olmayı arzuladım.

O hem eğri-büğrü, hem dosdoğru safdan bir âşık çıkageldi de

Yanıma sokuldu; susuyordu ama her sözü yerliyerinde söz de söylüyordu.

Eliyle bana dokundu da dedi ki:

Sen dur Burda; o yer, senin yerin değildir.

Sen gene caizdir, caiz değildir yanına uç;

İpin ucu henüz suret elinde çünkü.

Sonunda vardılar, gönül odasının kapısında durdular; Allah´tan başka ne varsa hepsini de gönüllerinden çıkardılar; cennetten, cehennemden, canlardan, bedenlerden, daha başka şeylerden vazgeçtiler; ancak Hakkı dilemekten vazgeçmediler. Böyle olunca da üç şey meydana çıktı: İstiyen, istek, istenen. Bu durağa erişince baktılar, gördüler ki varlıklarının boynunda Hıristiyanlığın, "Allah üçün üçüncüsüdür"(122) zünnârı var. Yücelik perdelerinden "Öyle demeyin" hitabını işittiler; gözlerini, gönüllerini öylesine birleştirdiler ki isteyenle istek yok oldu; mutlak olarak eşi bulunmıyan tek Tanrı kaldı.

O şarabı içtim ki can, onun kadehidir;

O şarapla sarhoş oldum ki akıl, ona deli-divâne olmuştur.

Bir duman geldi, bürüdü beni, ateşledi beni;

O mumdan ki güneş, ona pervane kesilmiştir.

"Allah´ın, İslâm için gönlünü açtığı kişiye kim benzer ki?"(123) doğusundan. Tanrının mukaddeslik ululuğunun en büyük kaynağı parlayıp coşmaya başladı mı, o ulular ulusu güneş doğup göründü mü, ne duygu kalır artık, ne hayâl kalır. Ne vehim kalır artık, ne akıl kalır.



A beden, o yola gidecek ayağın yok senin; ne diye koşarsın?

A gönül, o güzelin yerini-yurdunu bilmezsin; ne ararsın?

Ayrı, aykırı yollara giden şu yolculardan sana ne çare var?

Sense tutmuşsun, lafedilecek yer diye dörtyol ağzında durmuşsun.

Aşıksan küfrü, îmanı bir bil;

O tek görüş, tek biliş akla göre güzeldir, iyidir.

Sen cansın; öyle olduğu halde kendini beden sanmadasın;

Sen sudan ibaretsin; fakat kendini testi sanıyorsun.

Herşeyi, aramadıkça bulamazsın;

Ancak bu dost öyle değil; bunu bulmadıkça aramazsın sen.

İyice bil ki sen, o olamazsın ama

Sen ortada olmayınca osun sen.

Ademoğlu, önce erliksuyuydu; sonra bir kan parçası, sonra da et parçası haline geldi. Yüce Tanrı, rahimler meleği denen meleği, ana rahimlerine memur eder; ey melek, ona suret ver diye emreder. O melek, Levh-i Mah-fuz´dan ona verilecek şekli, sureti almıştı; ona göre rahmin dışından, üstün ve ulu Tanrının buyruğuna göre onu düzer. Şekli tamamlanınca, ey melek geri git, bizim onunla gizli bir işimiz var diye buyruk gelir. Ondan sonra ona can verir. Can ne biçim şeydir, hiç kimse bilemez. Ondan sonra da rızkını yaz, kutsuz, yahut kutlu olacağına göre yapacağı şeyleri yaz diye buyruk gelir.

Tanrı, Adem´i yaratınca cana, başına girmesini buyurdu. Can girince balçık halindeki başı, et, kemik ve deri haline döndü; başından başka tüm bedeni balçık halindeydi. Âdem, gözünü açınca, bütün lütuf ve ihsanların Tanrıdan olduğunu bilmesi için bedenini balçık halinde gösterdi ona.

Hikâye ederler, İsraîloğulları´ndan Azim´in hikâyesini söylerler hani. O, günlerden birgün, bozgunculuk, kötülük yuvası olan evinden çıktı; ovaya doğru gitmiye koyuldu. Bir yere vardı; gördü ki bir topluluk ekin ekmiş, zahmet çekmişti; sonunda da o ekin boy atmış, sararmış, saplar tanelerle dolmuş, biçilecek, harmana götürülecek bir hale gelmişti. Derken o topluluk ateş getirdi, bütün o ekinleri yakıp yandırdı. Adam, kendi kendisine, böyle bir geliri yakmıya acımıyorlar mı ki dedi. Ordan şaşkın bir halde geçip gitti, başka bir yere vardı. Orda bir adanı gördü; bir taşı kaldırmıya uğraşıyordu. Fakat bir türlü de kaldıramıyor,...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Ocak 2010, 15:03:19
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #13 : 30 Ocak 2010, 15:03:19 »

Münâcât:

Ey padişah, ey sultan, varlık denizinden çalışıp çabalama gemisiyle geçmiye uğraşan, sana ulaşmak özliyen kişilerin canlarını esenlikle, kutlulukla rahmetinin kıyısına, lûtfunun kıyısına ulaştır. Senin ayrılık derdine düşenlere, kendi katından aman veriş, derman ediş melhemiyle ebedî bir sıhhat ve afiyet nasîb et; her birerinin gözlerini gayb bahçesinin ışıklarını, o bahçenin çiçeklerini görüp seyretmesi için aç, nurlandır. Hevâ ve hevese uyuş, isteklere kapılış karanlıklarında yalnız başına geceleyin yol alanları sapıklıktan, yolsuzluktan koru. ey "İnin"(119) buyruğuyla can kuşlarımızı, topraktan düzülmüş beden tuzağına, cisim yemine mahpus eden Tanrı, öz lûtfunla, sonsuz kereminle şu pek sarp tuzak yerinden bize, gayb âlemine yol göster ey âlemlerin Allah´ı, ey yardım edenlerin hayırlısı. Allah´ın rahmeti ve esenlik ona; söze, habere gerçek Peygamber´in, özü-sözü doğru Muhammed Mustafâ´nın bir hadîsiyle başlıyalım: O hayırlıların en fasîyhinden rivayet edilen en doğru haberler arasında rivayet edilmiştir, buyurmuştur ki: "Gerçekten de, kutlu olsun, yüceldikçe yücelsin; Allah´ın öyle büyük ve dereceleri yüce kulları vardır ki yeryüzünde onlar yağmura benzerler; karaya yağarlarsa hayır ve bereket meydana getirirler, denize düşerlerse inci meydana getirirler." Her bozgunluğu düzelten, her dileğin anahtarı olan, itaat edenin de, isyan edenin de sığındığı zât bulunan; Tanrıya yakın olana da, Tanrıdan uzakta bulunana da yol gösteren, Allah´ın rahmeti ve esenlik ona; şöyle buyuruyor: Yeryüzünü de, zamanı da yaratan, yedi kat gökü eşsiz, örneksiz kuran, zulmetmiyen, adalet ıssı olan, neliksiz-niteliksiz padişahın, balçıktan yapılmış dünyâda candan da temiz, gönülden de temiz kulları vardır.



Elest(120)buyruğuna kendilerini kaptırmış olanlar,

O Elest meclisinin ahdinden sarhoş olmuşlardır.

Dert durağında ayakları direnmiş, kalmıştır onların,

Can vermede elleri açıktır onların.

Kendilerinden geçiş şerbetini içmişlerdir de

Korkudan da geçmişlerdir, umuttan da.

Varlıktan da geçmişlerdir, yokluktan da; onlar asla

Gönüllerini bağlamamışlardır ezele, ebede.

Çevikleşmişlerdir onlar da, bir adımda

Sonradan oluş deresinden atlayıp geçmişlerdir.

Baş olmak, başköşeye kurulmak sevdasını atmışlardır,

Kulluk yerine çöküp oturmuşlardır onlar.

Benliklerinden, varlıklarından geçmişler, sevgiliyle var olmuşlardır;

Şaşılacak şey şu ki: Onlar hem yoktur, hem var.

Birlik ehli olan kişiler bunlardır işte;

Bunlardan başkaları, hep kendilerine tapanlardır.

Yüce Hak, bir kulu yakınlık durağına lâyık kıldı mı, ona ebedî lütuf şarabını tattırır; zahirini de gösterişten, münafıklıktan arıtır, bâtınını da; kendisinden başkalarının sevgisini gönlüne sokmaz; gizli lütfü gösterir ona. Varlık âleminin hakıykatine. ibret gözüyle bakar, yapılıp düzülen sanat eserlerinden, yapıp düzen sanatçıyı görür; takdir edilmiş olanlardan, takdir edene ulaşır o kul. Artık yapılıp düzülmüş şeylerden usanır, yapıp düzenle oyalanmıya kovulur; onca dünyânın bir önemi, bir tehlikesi kalmaz; âhiret de aklından geçmez. Gıdası sevgilinin zikri olur; bedeni kulluk edilenin özlemiyle heyecanlanır, o heyecanla nazlanır; canı sevgilinin sevgisiyle yanar, erir; ne çekinmiye gücü kalır, ne itiraza kudreti. Öldü mü de zahirî duyguları, feleğin dönüşünden dışan çıkar, bütün tabiî hareketlerden kalır; ama bütün bu değişiklik görünüştedir; içyüzü, özlemle, sevgiyle dolar. Halk katında ölüdür, Rab katında diridir bunlar. Halkla diridirler, Tanrı katında ölü. Buyuruyor ki: Bu kullar âleme rahmettir; belâlar onlarla kalkar; halkın amânıdır onlar; rızık kapısı onların bereketiyle açılır, belâ kapısı onların yüzünden kapanır. Yağmura benzerler onlar; nereye yağarlarsa kutlu olurlar, bereket verirler; yürüyen definedir onlar, yaşayış bağışlarlar; bengisudur onlar. Yağmur yere yağarsa buğday bitirir, nimetler verir, meyveler verir. Denize yağarsa sedefleri incilerle doldurur; inciler, mücevherler meydana getirir. Anlamı gerçekliyenlerin, anlamdaki gerçeği anlıyanların bâzıları derler ki: Bu kuruluktan maksad, insanların cesedleri, bedenleri, suretleridir; erenlerin sohbetlerinin bereketiyle bezenirler; ibâdetler, çekinmeler, yalvarışlar, esirgeyişler, acıyışlar, hayırlar, sadakalar, mescidler, minareler, ibâdet yurtları, köprüler, tekkeler, konak yerleri ve bunlardan başka daha bu çeşit şeyler, bütün bu görünen hayırlar dünyâda, o kulların sohbetinden meydana gelir; bütün bunları halk, onlardan çalmışlardır, onlardan öğrenmişlerdir. Denize yağmaktan maksat, gönülleri diriltmek, gönül gözlerini açmak, gönülleri onların sohbetiyle aydınlatmak, bezemektir; can yeni gelinini bilgi, marifet, şevk ve zevk mücevherleriyle süslemektir.



Tanrı zuhuruna perde kesilen, zâtın zuhuruna perde olan o zuhuru izhâr eden azizler,

Kaabe Kavseyn´(121) meyhanesindedirler.

Kimi korkulu bir uğrak olan nefîsleriyle savaşmak uğrağındadır onlar;

Kimi de sevgiliyi görüp seyrediş meclisindedirler.

Hepsi de hem şaraptır hem sarhoş;

Hepsi de hem yoktur; hem var.

Hepsi de gerçek var olanın yüceliğiyle yok olmuştur;

Yalvarmayış bayrağı ellerindedir.

Bedenleri, Â d e m´in ermişliğindenberi vardır;

Adları âlemin sonunadek var olacaktır.

Susmaktadırlar; candan da daha gizlidir onlar;

Yüzleri ekşidir; fakat baldan da daha tatlıdır onlar.

Yokluk yükyerinde canlarını satmaktadırlar;

Önüne ön bulunmayış tekkesinde hırka giymişlerdir onlar.

Hepsi de yokluğa düşüp şaşırma yüzünden,

Kendisinden başka tapacak bir mâbud olmıyan Allah´ın cemâline karşı yokolup gitmiştir.

Orda yürüyüp giden bir ışık gördüm;

Bir âh gibi gökyüzünde koşup duruyordu.

O ilden boyuna uzaklaşıp durmadaydı;

Hırkaları ışıklarla dopdolu bir halde parlamadaydı.

Ben de o yola girmek istedim; Onlarla yoldaş olmayı arzuladım.

O hem eğri-büğrü, hem dosdoğru safdan bir âşık çıkageldi de

Yanıma sokuldu; susuyordu ama her sözü yerliyerinde söz de söylüyordu.

Eliyle bana dokundu da dedi ki:

Sen dur Burda; o yer, senin yerin değildir.

Sen gene caizdir, caiz değildir yanına uç;

İpin ucu henüz suret elinde çünkü.

Sonunda vardılar, gönül odasının kapısında durdular; Allah´tan başka ne varsa hepsini de gönüllerinden çıkardılar; cennetten, cehennemden, canlardan, bedenlerden, daha başka şeylerden vazgeçtiler; ancak Hakkı dilemekten vazgeçmediler. Böyle olunca da üç şey meydana çıktı: İstiyen, istek, istenen. Bu durağa erişince baktılar, gördüler ki varlıklarının boynunda Hıristiyanlığın, "Allah üçün üçüncüsüdür"(122) zünnârı var. Yücelik perdelerinden "Öyle demeyin" hitabını işittiler; gözlerini, gönüllerini öylesine birleştirdiler ki isteyenle istek yok oldu; mutlak olarak eşi bulunmıyan tek Tanrı kaldı.

O şarabı içtim ki can, onun kadehidir;

O şarapla sarhoş oldum ki akıl, ona deli-divâne olmuştur.

Bir duman geldi, bürüdü beni, ateşledi beni;

O mumdan ki güneş, ona pervane kesilmiştir.

"Allah´ın, İslâm için gönlünü açtığı kişiye kim benzer ki?"(123) doğusundan. Tanrının mukaddeslik ululuğunun en büyük kaynağı parlayıp coşmaya başladı mı, o ulular ulusu güneş doğup göründü mü, ne duygu kalır artık, ne hayâl kalır. Ne vehim kalır artık, ne akıl kalır.



A beden, o yola gidecek ayağın yok senin; ne diye koşarsın?

A gönül, o güzelin yerini-yurdunu bilmezsin; ne ararsın?

Ayrı, aykırı yollara giden şu yolculardan sana ne çare var?

Sense tutmuşsun, lafedilecek yer diye dörtyol ağzında durmuşsun.

Aşıksan küfrü, îmanı bir bil;

O tek görüş, tek biliş akla göre güzeldir, iyidir.

Sen cansın; öyle olduğu halde kendini beden sanmadasın;

Sen sudan ibaretsin; fakat kendini testi sanıyorsun.

Herşeyi, aramadıkça bulamazsın;

Ancak bu dost öyle değil; bunu bulmadıkça aramazsın sen.

İyice bil ki sen, o olamazsın ama

Sen ortada olmayınca osun sen.

Ademoğlu, önce erliksuyuydu; sonra bir kan parçası, sonra da et parçası haline geldi. Yüce Tanrı, rahimler meleği denen meleği, ana rahimlerine memur eder; ey melek, ona suret ver diye emreder. O melek, Levh-i Mah-fuz´dan ona verilecek şekli, sureti almıştı; ona göre rahmin dışından, üstün ve ulu Tanrının buyruğuna göre onu düzer. Şekli tamamlanınca, ey melek geri git, bizim onunla gizli bir işimiz var diye buyruk gelir. Ondan sonra ona can verir. Can ne biçim şeydir, hiç kimse bilemez. Ondan sonra da rızkını yaz, kutsuz, yahut kutlu olacağına göre yapacağı şeyleri yaz diye buyruk gelir.

Tanrı, Adem´i yaratınca cana, başına girmesini buyurdu. Can girince balçık halindeki başı, et, kemik ve deri haline döndü; başından başka tüm bedeni balçık halindeydi. Âdem, gözünü açınca, bütün lütuf ve ihsanların Tanrıdan olduğunu bilmesi için bedenini balçık halinde gösterdi ona.

Hikâye ederler, İsraîloğulları´ndan Azim´in hikâyesini söylerler hani. O, günlerden birgün, bozgunculuk, kötülük yuvası olan evinden çıktı; ovaya doğru gitmiye koyuldu. Bir yere vardı; gördü ki bir topluluk ekin ekmiş, zahmet çekmişti; sonunda da o ekin boy atmış, sararmış, saplar tanelerle dolmuş, biçilecek, harmana götürülecek bir hale gelmişti. Derken o topluluk ateş getirdi, bütün o ekinleri yakıp yandırdı. Adam, kendi kendisine, böyle bir geliri yakmıya acımıyorlar mı ki dedi. Ordan şaşkın bir halde geçip gitti, başka bir yere vardı. Orda bir adanı gördü; bir taşı kaldırmıya uğraşıyordu. Fakat bir türlü de kaldıramıyor,...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Ocak 2010, 15:06:36
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #14 : 30 Ocak 2010, 15:06:36 »

Niceye bir gömlek derdine düşeceksin?

Belki de o gömlek kefen olacaktır sana.

Koyunun iki boynuzunu tutmuş olan, dünyada, ancak pek büyük sıkıntıyla, pek çok zahmetle yaşayabilendir; ama memesini yakalayıp sütünü sağanlar, zenginler, sermâye ıssı olanlar, kâr elde edenlerdir. Azim, bir de kancık köpek gördüm; encikleri analarının karnında havlaşmadaydı dedi. İhtiyar, bu da vakitsiz söz söyleyenlere benzer dedi; onlar köpek enciklerine benzerler; daha ana karnındayken havlarlar.



Başında aklın varsa, gözün görüyorsa

Sat dilini de başını kılıçtan satın al.

Balık, söyliyen dile tama´ etmedi de

Bu yüzden balığın başını kesmezler.



Azim, ey ihtiyar dedi; söylediklerini anladım; şimdi bir de bana, parayla elde edilen, parayla kendini satan filân kadının evi nerde, hangi mahallede; onu göster; pek güzelmiş diyorlar; ben onu elde etmek için geldim. İhtiyar üç kere Azim´in yüzüne tükurdü de dedi ki: A bahtsız kişi, sana öğütler verdiler, kulağına bile girmedi. Örnekler gösterdiler, aldırış bile etmedin. Ben ihtiyar değilim, ölüm meleğiyim, Can alıcı ´yım; sana bu şekilde güründüm. Şimdicek Tanrı´nın buyruğuyla senin canını alacağım; bir yudum su içmene bile vakit bırakmayacağım. Azim, hemencecik sararmıya, rengini atıp erimiye başladı. Ölüm meleği de o anda, âlemlerin Rabbinin buyruğuyla canını alıverdi.

Ey mal ıssı olanlar, ibret alın, ibret.

Ey söz ıssı olanlar, özür getirin, özür.

Ey öğüt alacak gönülleri kararmış olanlar, öğüt alın.

Ey vanaklarındaki sakalı ağaranlar, özür dileyin;

Hem de şu özür getiren can, söz söylemekten kalmadan önce.

Hem de görüp ibret alan şu göz, işten-güçten kalmadan önce.

Dünyada nice padişahlar vardı ki saltanatlarının gökünden

Atılan okları, Ülkeryıldızını vururdu, mızrakları ikizlerburcunu geçerdi.

Bir bakın da görün; şimdi ölümün elinden Binâtün-na´şe dönmüşler; okları şahrem-şahrem, mızrakları param-parça

Sende bir hayvan, bir şeytan, bir de rahman sıfatı var;

Hangisinden sayılırsan, sayıgünü ona katılırsın.

Hele bir dayan da gör; İsrafil´in sûru üfürüldü de âleme deprem düştü mü,

Güzel huyun, güzel yüzün gizlenir de çirkin huyun meydana çıkar.

*

Mesnevi

Varlığında üstün olan hangi huysa,

O huyun suretine uygun olarak haşredilmen vâcibdir(125)

Ama gerçekten tövbe eden, bir daha suç işlemiyen kula gelince: Yüce Tanrı, onun bütün suçlarını ibâdet yapar. "Onlar, o çeşit kişilerdir ki Allah, kötülüklerini iyiliklere tebdil eder onların." (126) Ticaretle uğraşan hangi kişi bundan daha ziyade kâr edebilir ki kulun suçu, ibâdet olmadadır; cefâ, vefa halini almadadır; uzaklık, yakınlığa dönmededir; yabancılık, bilişlik kesilmededir; kapıda duran kul, tapıya alınmadadır. Rahmet ve esenlik ona, Allah elçisi buyurdu ki: Ademoğlu, uçsuz-bucaksız bir çöle varır, konaklar; devesinin dizini bağlar; yeryüzünü döşek edinir; elini yastık; bir saatçağız uykuya dalar. Uykudan uyanınca bakar, görür ki deve gitmiş; azığı, ayakkabısı, giyinecek elbisesi de devenin üstündeydi; deve gidince hepsini de götürmüş. Kimi sağ yana koşar; kimi sol yana. Hiç bir yerde devenin izinin tozunu bile bulamaz. Gönlü, helak olacağını anlar. Derken deveyi yitirdiği yere döner; bir de bakar ki deve oracıkta. İnsan, bundan daha artık hiçbir şeye sevinmez. Görür ki yular elinde; yere kapanır da yüzünü deveye tutar; hani sevincinden boyuna Allah´ım sen rabbimsin, ben senin kulunum derdi ya; bu kez Allah´ım der, sen benim kulumsun, ben senin rabbinim. Sevincinin çokluğundan yanılır da bu sözü söyler; sen benim Tanrımsın, ben senin kulunum diyeceği yerde şaşkınlığından sen benim kulumsun der, ben rabbinim. Allah rahmet etsin ve esenlik versin ona, Allah elçisi bundan sonra buyurdu ki: Yüce Tanrı âsî kulunun tövbesine, deveyi bulup sevinen adamın sevincinden daha fazla sevinir. Tanrının, kulun tövbesine sevinmesinin anlamı şudur: Kul, birşeye sevindi mi, o şeyi üstün tutar. Şimdi o tövbe eden kul da yüce Tanrı katında pek üstündür. Gene buyurdu ki: Bir kul suç işler; o suç onu cennete sokar. Nasıl olur ey Allah elçisi dediler. Buyurdu ki: O suç, kulun gözünün önünde durur; her solukta pişman olur, özür diler o kul. Bu pişmanlık, bu özür dileyiş, sonunda onu cennete sokar. Bir kul, kıyamet günü suç defterini görür, cehennemin yolunu tutar. Ona derler ki: Defterin öbür tarafını da oku. Okuyunca görür ki tümden ibâdet, tümden kulluk; sebebi de N a s û h tövbesiyle tövbe etmesidir(127). Yüce Tanrı bu yüzden onun suçlarını kulluğa, ibâdete çevirmiştir. Kumu Halîl´e un haline getiren, demiri Dâvûd´a yumuşatan, balçığı İsâ için kuş yapan, hayız kanını çocuklara gıda eden Tanrı´nın, âlemde suçları da kulluğa, ibâdete çevirmiye gücü yeter. Allah rahmet etsin ve esenlik versin, Allah elçisi dedi ki: Mukbil-i Tammâr adlı biri vardı; hurma satardı. Bir kadın hurmacının dükkânına geldi, hurmaların iyi olduğunu gördü. Hurmacı, dükkânın içinde daha iyileri var dedi. Kadın dükkâna girince kadını öptü, çarşafına sarıldı. Kadın, onu kovmıya çalışıyor, bir yandan da kötü iş işliyorsun, Tanrıya âsî oldun; müslüman olduğun halde kızkardeşine hainlikte bulundun diyordu. Maksat M u k b i l´in hikâyesini anlatmak değil; maksat, senin de bildiğin gibi günahın dermanı nedir, ne yapmak gerek; onu anlatmaktır. Mukbil, bir daha suç işlememek üzere tövbe edince şu âyet geldi: "Onlar kötü bir iş işlediler mi, yahut nefislerine bir zulümde bulundular mı Allah´ı anıp suçlarının bağışlanmasını dileyenlerdir ve Allah´tan başka kimdir günahları bağışlıyan?"(128) Bir topluluk bu âyetin, mezar açıp kefen soyan Behlûl hakkında geldiğini söyler. Allah ondan razı olsun, Câbir rivayet eder; Ansardan bir genç vardı; adı Abdurrahmanoğlu Sa´lebe´ydi. Peygamber´e hizmet ederdi. Birgün ansardan birisinin kapısının önünden geçerken evin içine baktı; gözü, yıkanmakta olan bir kadına ilişti. Orda durdu; dileyerek kadını seyre koyuldu. Derken ansızın gönlüne yüce Allah´tan, esenlik ona, Peygamber´e benim hakkımda vahiy gelirse düşüncesi düştü; o şehvetle bakışa pişman oldu; utancından Medine´den çıktı, Mekke´yle Medine arasındaki bir dağa vardı. Kırk gün, kırk gece o dağda ağlayıp inliyerek kaldı. Peygamber, onu sorup soruşturmadaydı. O kırk gün içinde de vahiy gelmedi; hattâ kâfirler "Onu rabbi terketti; ona darıldı"(129) dediler. Derken Cebrail geldi; o kul, cehennem ateşinden bana feryâd edip durmada diye haber getirdi. Esenlik ona, Peygamber, her ikisinden de Allah razı olsun, Hattâboğlu Ömer´le Selmân-ı Farisî´yi, Sa´lebe´´yi bana getirin diye yolladı. İkisi de Medine´den çıktılar. Oralarda koyun otlatan bir çobandan sordular. Dedi ki: Sizin istediğiniz kişi, kırk gündür, iki elini başına koymuş, ne olurdu, canlılar içinden benim canım kıyamet gününde bana verilmeseydi, ölüp gitseydim diye ağlayıp inlemede. Dağa vardıkları zaman gecenin bir kısmı geçmişti. O genç, dağdaki yerinden çıktı; keşke ruhlar arasından benim ruhum kabzediliverseydi, bedenler içinde, benim bedenim dağılıp gidiverseydi diyordu. Ömer onu tutunca, suçlardan kurtuluş ne vakit dedi ve yâ Ömer dedi, beni Peygamber´in yanına, Peygamber namaz kılarken, yahut Bilâl kaamet getirirken götür. Peygamber´in Kur´an okuduğunu duyunca Sa´lebe´nin aklı başından gitti, yere yığıldı. Peygamber namazı bitirince Sa´lebe´nin yanına vardı. S a´lebe, Peygamber´in ışığıyla kendine geldi, canlandı; ey Allah´ın elçisi dedi, suçun verdiği kaygı ve utanç yüzünden kaçtım. Peygamber, sana bir âyet öğreteyim ki dedi, kulu o âyet yüzünden bağışlarlar: "Rabbimiz, dünyada da iyilik, güzellik ver bize, âhirette de iyilik, güzellik ve ateşin azabından da koru bizi.´(130) Sa´lebe, benim suçum bundan daha büyük dedi. Esenlik ona, Peygamber, Allah´ın kelâmı ondan daha büyüktür buyurdu. Sa´lebe evine gitti; üç gün, üç gece namazda ağlayıp inledi. Esenlik ona, Peygamberdolaşmıya gitti; Sa´lebe´nin başını dizine aldı. Onun suçundan geçtik diye ferman gelmişti ki Sa´lebe de o anda dünyadan göçtü. Ona namaz kıldılar; "Biz Allah´ınız; gene de gerisin geriye ona dönenleriz.´(131)



Dünyâyı yakan kıyaamet gününden kork;

Gönüllere batan Öc alma okundan kork.

Ey hırs gecesinden uzayıp giden uykuya dalıp uyuyan,

Ecel sabahın ağardı; gündüzden kork.



*



Bir mektuptur yazdım ama gönlüm azâb içinde;

Kalbim râzılık közünün üstünde çevrilip kavrulmada.

Ölüm, ayrılık bakımından çok güçtür sanırdım;

Sizden ayrılmak bence daha çetinmiş, daha güç.



Rahmet Muhammed´e ve kadri büyük soyuna-sopuna.



(118) XI, 41.

(119) 11.38.

(120) VII, 172.

(121) LIII, 9.

(122) V, 89.

(123) XXXIX, 22.

(124) XXV, 23.

(125) bu beyit F. N. U. basımında var (s. 86).

(126) XXV, 70.

(I27)LXVI,8.

(128)111,135.

(129) XCIII, 3 den alınmadır.

(130)11,201.

(131)11,156.




Beşinci Meclis

Allah, irfanının nuruyla bizi nurlandırsın,

beyanlarından

(Beşinci Meclis)

Hamd her varlıktan evvel olan Allah´a. Ne bir hüküm çıkarıp yol-yordam kuran, onun büyüklüğünün hakkını edâ edebilir, ne bir çalışıp-çabalıyan. Hamd, her varlıktan sonra mevcûd olan Allah´a. Her var olan onun ululuk eşiğine yönelir. Hamd o kudretiyle, hikmetiyle görünen Allah´a. Akıllara delilleri apaçık görünmektedir; hiçbir münkir inkâr edemez. Hamd o zâtiyle görünmiyen Allah´a. Göklerde ve yeryüzünde bulunan her zerre onun birliğini bildirmeye çekilmiş olan ve tanıklık eden bir bayraktır´(132). Gökyüzü kubbesidir, sa...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 [3] 4   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes