> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlana Kitaplığı > Makalâtı şemsi tebrizî
Sayfa: 1 2 3 4 [5] 6 7   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Makalâtı şemsi tebrizî  (Okunma Sayısı 10578 defa)
28 Ocak 2010, 13:28:33
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #20 : 28 Ocak 2010, 13:28:33 »



Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden dışarıya nur fışkırıyor. Siyah
harflar altında parlıyor.
Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor. Güneşin yüzü Mevlâna´ya
dönüktür, çünkü Mevlâna´nın yüzü de güneşe dönüktür.
(M. 233) "O imanlı kişiler ki, bizi arama yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda hidayete eriştireceğiz," (K.
29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani devriktir. Benim için efendi konağı burada kurulmuştur. Uygunsuz
misafir gerekmez.
Gazneli Mahmud, Ayaz´a, burada otur, dedi. Ayaz´dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki, Ayaz herhangi bir
durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek istiyordu. Şah dedi ki: Benim gibi binlerce insan
kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve annesini öldürdü.
Zındıklar anlasın ki, o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine, yahu dedi, sen kendi
sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak sahibinin malı değildir, bu başka yerdendir.
Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail´den gelen bir gayret
yüzündendir. Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki, tıpkı bir evlâdın babası
önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana yönelmiş bir evlât sanki. Bu kuvveti hiç görmüyor
musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes tarafından beğenilirim. Nasıl
ki, Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit daha lâzım; olayda iki kişinin
tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin Abd´ın şahitliğini iki kişinin
yerine kabul etti. Amr, bu hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan sonra Hazreti
Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr, ey Allanın Resulü! dedi, bizim hiç
bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul ettik, gerçekledik, bunlara
şahitlik ettik de, bu kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir. Çünkü sözün aslı gönülden
kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.
Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı ki kaçmayasın! Köstek
kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine faydası yok, bırakıyorum. Tene de yol yok. Falcının biri
Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi. Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne? deyince şimdi ona
iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan gelen az olur. Güzel çocuklar böyle
yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.
Mısra:
O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!
Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur; dışarı püskürürüm. Sen
zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde dayanıklı ve dirençliyim. Düşman onun önünde ne kadar
daha kuvvetli olursa ancak beni incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!
Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan başka bir etki yapmaz. Ben
cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen nazik ve narinsin, gidemezsin!
Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça odur, Arapça da budur.
Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir Arapça olsun, doğru konuşulsun, uyku getirici olmasın.
Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun! Öyle olsun senin uykun;
hep uyanıklık ve ayıklık olsun!
Bir bıçağın hatırı için yedi tane bıçağı sattım. Bu bıçak da feryat etti, beni de bırak, dedi, hepsini sattın, dedi. Senin
durumun şuna benzer: Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, eğer hiç kimseyi İslama davet etmeseydi daha kârlı çıkacaktı.
Ondan hiç bir mucize istediler mi? Eğer biz de Şemseddin´e Müslüman ol, demeseydik bize hiç düşman olmaz, belki de çok
saygı gösterirlerdi. Her meyvenin pişmiş aşı gelince, onun turfanda zamanındaki tadını vermez. Önce kiraz ve marul çıkar;
arkadan zerdali yetişir, daha sonra da karpuz, üzüm gelir.
Nasıl ki, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm ile kendinden önce gelen nebilerin şeriatı hükümsüz kaldı. Nice Müslüman,
kâfirlerden ilk defa bir şey sınamadıkça yanaşmazlar. O can bile olsa, ondan sakın; ona can ol! deyiver. Can odur ki, ondan
rahatlık doğar. Ondan nasıl olur da üzüntü ve ıstırap doğar. Bunu söyleyince kalbim ağrıyor. Nasıl ki, biri bana, sen demiyor
musun ki, gönlüm eziliyor, demişti. Eğer onlardan olsaydın, yüz parçayı yerli yerine getirir içinde yanardın. (M. 235)O zaman
ağrı ağrı üstüne gelirdi; sonra dayanılmaz hale gelen bir şeyin üstüne daha hangi yükü yükleyebilirsin. O zaman tek bir ağrı
yüz kat daha artar.
Dedim ki: O ağrının sona erdiğini görmüyorum ki, ağrı hakkında bir"Varar vereyim. Şimdi ne oldu? Biz Allanın kaza
ve kaderine razı olduk, dedi ve gerçekten razı oldu.
Allah Şuayib Peygamberi gözleri görmez olarak yarattı. Şuayib ona razı oldu. Aziz kulların yüzlerini göremiyordu, ama
mâna âleminde görüyordu. Bu zahirde hoş olur. Bir şey eline geçmeyince, ona da razı olur. Ama razı olmak ona derler ki,
insan ağır başlı olsun ve aklını yokluk üzüntüsü ile uğraştırmasın. Eyüp Peygamber, bedeninde yara açan o böceklere razı
olmuştu; gönlünü hep onlara vermişti. Düşünmüyordu ki, bu daha ne zamana kadar sürecek? Yahut, Yarabbi bu ıstırabın ne
zamana kadar süreceğini bana bildir! demiyordu. Devasız bir hastalığa tutulan herkesin ilâcı şudur: Ben yiyeyim, sen yeme!
Ama her zaman, sen yeme, demekliğin erkekliğe yakışmaz. Beni kaç kere sınadın. Son derece perhiz et diyebilirim, ama son
derece ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun ki, bu artıkça zarar verir. Kendi ıstırabından bahsederken, fazla
yediğin o günden beri, rahatım bozuldu diyorsun! Ne semâda, ne konuşmada rahat kalmadı. Sözde, sohbette, hulâsa her
şeyde rahatsızlık belirdi. Meğerse gayıp âleminden bir çare olsun. Evet, dedi, gaybe iman ederiz; biz.mümin kullardanız,
sonuna kadar inancımızı koruruz. Her şey gayptan meydana gelir, yoktan varolur. Bütün doğuşlar gayp âleminden gelir. Malik
hayli paralar sarfetti; kendisine fetâ, yahut anî desinler diye, annesini derviş yapmıştı.Ben biliyorum ki öne feta (yiğit) dır,
ne de ahî (kardeş). Oldukça alçakgönüllü ve iyi adamdır, ama onun başında bir sevda var. Annesinin gün görmez yerini
düşünüyor. Yani istiyor ki, ben annesini ziyarete gideyim. Tanıdık, bildik kadınlar; nimet hakkını unutmayan dostlar el pençe
divan dursunlar karşımda; sana ne pişireyim, ne istiyorsun, desinler. Ben de her ne olursa olsun diyeyim. Diyorlardı ki: Bizim
oğlanlar, bizimle kavga ediyorlar. Eğer ona danışmadan pişmişse bize çıkışıyorlar, şimdi ne arzu ediyorsunuz?
(M. 236) Hemedanlı Aynulkuzat´tan bir kaç söz anlatırlar. Adam, olmuş bir şeyi söyledim, ağzım kırılsın keski
olmayaydı, dediği için dolu yağmış. Ibni Abbas (Allah ondan razı olsun)´dan da buna benzer sözler iletirler. Halbuki Hazreti
Mustafa (Allahnın selât ve selâmı üzerine olsun) bunlardan apayrı konuşurdu. Onlar, Hazreti Mustafanm sırrına erişemediler ve
erişemezler de. Isa da Musa da o sırrı kavrayamadıklarından dolayı, "Allah’ım, bizi Muhammed ümmetinden kıl!" diye
yalvarmışlardır. Onların bu can atmaları, hep Hazreti Muhammed´in (S.A.) makamını istedikleri içindir. Ama bu olmaz.
Kur´an´da, "Sizin ne yaptığınızı bilen ulu yazıcı melekler vardır," (K. 82/11) buyurulmuştur. iyi bir iş işlersen sağ tarafındaki
melek, sol tarafındaki meleğin emri ile yazdırır. Çünkü sol taraftaki melek, düşünceyi, niyeti, iş alanına getirir, yazar. Yedi yüz
kat, hattâ sonsuz sevap bile yazar. Bunların her biri yine"Kur´an´da Allahya kavuşmak isteyen, iyi amal işlesin, onun kulluğuna
hiç bir kimseyi ortak koşmasın," (K. 18/110) anlamındaki âyette işaret olunan tek Allah odur. Onun varlığının ötekine faydası
yoktur. "Allah, nuru ile dilediğine hidayet yolunu gösterir," buyurulması da buna delildir. Kur´an´daki vaidler ve cezalar,
başkaları için ayrılmıştır. Mutlak ayırıcı olan ulu Allah bağışlayıcıdır da.
Dedi ki: O namazı niçin kılmıyorsun? Allah emrettiği için, dedi. Nerede buyurdu bunu? Sarhoş iken namaza
yaklaşmayınız," (K. 4/46) buyurulmadı mı? Onu sen oku, dedi. Herkes, herkese verir, iş ayrı ayrıdır. Bir âyet müminlerin hali
hakkındadır; onlar için indirilmiştir. Ondan sonra başka bir âyet de, kâfirler içindir. Ama o aşk âleminde hep lütuf vardır, hiç
kahır ve ceza yoktur. Biz çoktan beri kahırdan dışarı çıktık. Ama o buraya yakındır, cehennem bu taraftadır. Cehennemden
geçersen öte tarafı cennet yoludur. Sonsuz, uçsuz bucaksız; lütuf ve mutluluk âlemidir.
Bir ayakkabıcı vardı. Hazreti Peygamber için güzel bir pabuç dikti. Hazreti Peygamberin hoşuna gitti, güzel dikmişsin,
buyurdular. Usta susmadı, dedi ki: Bundan daha iyisini de dikebilirim ey Allah Resulü! Dikmeyi başarabilirim. Buyurdular ki: O
halde onu kim için saklıyorsun? Bu daha iyi pabucu kime dikeceksin? Madem ki benim için dikmedin kimin için dikmek
istiyorsun?
(M. 237) Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kırk yaşına kadar davette bulunmadı. Sonra tam yirmi ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Makalâtı şemsi tebrizî
« Posted on: 28 Nisan 2024, 18:08:01 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Makalâtı şemsi tebrizî rüya tabiri,Makalâtı şemsi tebrizî mekke canlı, Makalâtı şemsi tebrizî kabe canlı yayın, Makalâtı şemsi tebrizî Üç boyutlu kuran oku Makalâtı şemsi tebrizî kuran ı kerim, Makalâtı şemsi tebrizî peygamber kıssaları,Makalâtı şemsi tebrizî ilitam ders soruları, Makalâtı şemsi tebrizîönlisans arapça,
Logged
28 Ocak 2010, 13:31:34
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #21 : 28 Ocak 2010, 13:31:34 »

(M. 241) "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanın ancak bana vahi gelir. Şüphe yok ki ilâhımız tek bir ilâhtır." (K.
18/110) anlamındaki âyetin inmesi sebebi nedir?
Siz de bilirsiniz ki, Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun) Aşura ayının onuncu gününe kadar Hazreti Peygamberin yaptığı
gibi dokuz gün et yemezdi. Hazreti Peygamber, Ali´nin yüzüne bakınca onu iyice zayıflamış gördü. Sen bana bakma, dedi, ben
sizden herhangi biriniz gibi değilim. Bunun üzerine âyet geldi: "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanım." Ama aradaki fark
şu kadarcık bir şeydir ki, o da bana vahiy gelir. Yani ben açık bir iş yaparım, ama hiç kimse bilmez. Onların aralarında
yaptığım o işten, görüyorsunuz ki, ağızlarından hiç bir haber çıkmaz. Meğerki ben istemiş olayım. Peygambere, benzerler ve
eşler niçin olsun; bu, onun benzeri olur mu hiç? Niçin bu da senin benzerin olsun. Nihayet gerektir ki herkes bir işle uğraşsın.
Ben de niyet ettim bundan daha iyi bir iş varsa din ve dünya kazancı için o işle meşgul olayım, elime geçeni burada
sarfedeyim.
Hakîm Senayı eceli geldiği sıralarda dilinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdiler ağzından şu sözler
dökülüyordu:
Şiir:
Söylediğim şeylerin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum,
Çünkü sözde mâna, mânada söz kalmadı.
Çünkü sen Hazreti Allanın yolunda bir parmak yürürsen o sana bir karış yaklaşır, zahmetsiz ve minnetsiz yürürsün. O
misal yönündendir. Maksat, Allahnın kutsal sözündeki mânadır, yoksa parmak karış gibi ölçülerin ne yeri var? Göz kâğıda
bakar ve özellikle kendi yazdığı şeyi beğenmez. Beyaz kâğıt üzerine bakınca şaşıyorum. Yoksa ben seni sevenlerdenim. Onun
ne yeri var. Bana falan şehre git, diye emredersen, istersem giderim, istemezsem gitmem. O gayıp ve gizli âlemden papazlar
da haber verir. Onlar da hep birlikte söylemişlerdir ki, bütün yollardan ve gidişlerden, Hazreti Muhammed´in yolu en iyisidir.
insaflı olanlar insaf ederler. Çünkü onların görüşlerinde ve gidişlerinde Hazreti Muhammed´in (A.S.) yolu gibi aydınlık yoktur.
Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da dervişlik ve sessizliktir.
Şiir:
İncir satanlar için en güzel şey nedir bilir misin?
İncir satmaktır, incir satmak kardeşim!
SAİDİ MÜSEYYEBİN HİKÂYESİ
(M. 242) Saidi Müseyyeb, Bağdat müderrislerindendi. Güzellikte, şirinlikte eşsiz bir kızcağızı vardı ki, ünü halifeye
kadar ulaşmıştı. Halife, bu güzeli nikahlamak için zulüm ve cefadan başka ne tertipler, ne tuzaklar kurdu, ama bir türlü elde
edemedi. Said´in bir de çömezi vardı. Talebe arasında en çekingen en alçakgönüllü idi. Medresede sıraların en gerisinde
otururdu. Bu çömezin bir de derviş tabiatlı annesi vardı. Bir gün büyük üstadın gözü bu çömeze ilişti. Ders meclisi
tenhalaşınca onu yavaşça yanına çağırdı. Hal hatır sorduktan sonra, güzel kızımı sana ereceğim, sonra da seni kendime vekil
seçeceğim, dedi. Çömez hocasının bu teklifini annesine anlattı. Annesi bu haberden çok ürktü, bundan bir uğursuzluk sezdi.
Bayağı divane oldu. Yavrum, dedi, bunu rüyada mı gördün? Acaba ne oldu sana, şimdi ne yapacağım ben? Param da yok ki
seni hekime götüreyim. Oğlan cevap vecdi: Anneciğim, bu ne düş, ne hayal, ne de sayıklamadır. Gerçekten böyle oldu. Ertesi
gün annesi daha fenalaştı; mahalle kadınları ile dertleşmeye başladı. Bu oğlan başımızı yiyecek, bari siz ona korku verin de bu
hayalden vazgeçsin. Bir daha böyle şeyler söylemesin. Eğer başkaları işitecek olsa, bu sözleri onun deliliğine yorar, hakkında
zır delidir diye tanıklık ederler.
Ertesi gün tekrar derse gittiği vakit üstat onu yine çağırttı, çok ilgi gösterdi. Bundan sonra zavallı bilgi âşığı çömez
artık gözlerini oğuşturarak kendi kendine söylenmeye başladı: Acaba bu bir hayal veya rüya mı? Nasıl ki annem ve komşu
kadınlar hep birden, sen çok düşünmeden ve akıl yormadan saçmalamaya başladın, kara sevda sana geldi diyorlar. Sonra
tekrar etrafına bakındı, her şey yerli yerinde; medrese, kendisi ve müderris hiç değişmemiş. Hayır, dedi, Allahya ant içerim ki
bu hayal değil, kara sevda ve delilik hiç değil. Tekrar evine gitti, olanı biteni annesine hikâye etti. Bu sefer annesi ve komşu
kadınlar yine oğlanın şiddetli kara sevda olması mümkündür, dediler. O kendi başını, hem de bizim başımızı yiyecek diye kara
bir düşünceye daldılar. Neticede delikanlı her ne anlattı ise bunlar hiç birine inanmadılar. En sonunda gerdek gecesi
yaklaşınca, delikanlı güzel elbiseler giyerek eve geldi. Annesine altınlar, gümüşler getirmişti. (M. 243) Anne hâlâ şüpheli idi,
henüz şüphesi geçmemişti ki, kızı gece evine getirdiler. Komşu kadınlar, anne şaşkın şaşkın bakışıyorlardı. Kızı yakından
tanıyan kadınlardan bir çoğu yanına gittiler. Onda öyle bir değişiklik gördüler ki, aman Yarabbi! dediler, bu nasıl olur? Kız,
onlara yüksek sesle şu cevabı verdi: Bunda şaşılacak ne var? O bilgi ve fazilet ehlidir, biz de öyleyiz, ama belki o bizden daha
üstündür. Çünkü biz dünya adamıyız, onun ise dünyada gözü yoktur. Şu halde bizden daha erdemli bizden daha şereflidir. Biz
de dünyayı terk etmeliyiz ki ancak onun gibi olalım, dedi.
Hoca Ahmed´in gözü bir dervişe ilişti, alnında bir işaret görüyordu. Baban senin için doğru bir iş yapmıyor, dedi.
Derviş, hayır, dedi, onun hiç bir şeyi yok. Ben sana bin dinar vereyim, al götür oğlumu da sana yoldaş edeyim, dedi. Derviş
evine gitti, bunu anlattı. Hoca keramet göstermişti. Çünkü Hoca Ahmed´in oğlu yoktu. Babası dedi ki: Olmaya ki ondan umut
kesesin. Onun altını da var, urbası da var. Ama zamanenin eli onu gizlemiştir. Ben ahvali biliyorum.
Allahu Ekber (Allah en ulu Allahdır), ne demektir? Yani en küçük Allah kim oluyor ki, onu himmeti ile kendine çeksin?
"Kuvvet galibindir" demeyesin! Bizim hikâyemiz onların söyledikleridir. Ey sultan kalk! Eğer gelirsen gidelim masrafı bana
olsun, yahut beni unutan zata uğrayalım. Ben neredeyim? Benden haberi yok. Eğer beni görürsen selâm söyle! Biliyorum,
ama yine hoşlanıyorum, bakalım ne olacak? Bunlar dervişlerin hoşlandığı şeyler. Dervişlerin kulları da benden hoşlanıyor..
Dünya ahiretin köprüsüdür, sözünü biz kendimiz söylüyoruz. Biri gerektir ki beni güldürsün. Bunu anladım, tekrar hazinenin
anahtarını eline verdim, ama sen önüne perde çekiyorsun. Hem kendin, kendi nefsine perde oluyorsun. Kendinden
karıştırdığın ve kendine perde ettiğin hayaller eksik değil. Bundan dolayı hayalleri dallandırıyorsun, başka hayallerle
karıştırıyorsun. Onların seni sevmemesinden sakın gam yeme! Onların senden uzaklaşmak istemesi tıpkı Yahudilerin,
arzularına göre hareket etmeyen islâm çocuklarından tiksinmelerine benzer. Senin, mescitten çıkarken Kur´an koltuğunda (M.
244) "Allah’dan başka Allah yoktur" diye mırıldandığını, birtakım harfler sayıkladığını görüyorum. Bu da ne oluyor derler,
içinden sana bir ses geliyor mu? Mânada için dışından daha iyidir. Böyle bir hazineden kendi fikrinle uzaklaşmak gerekmez.
Kendi bedenlerine zulmedenler Allahnın has kullarıdırlar. Evet onlar azap çekerler, büyük aşk derdine düşmüşlerdir. Fakat bu
başkalarının işi değildir. Böylece onların adları anılır, acaba işin sonucu ne olur?
Yusuf Peygamberin küçük kardeşi Bünyamin´in adı hırsız diye çıksaydı ne olurdu? Derviş Bayezidî Bistami´nin türbesi
başfnda diyordu ki: Onun bir perdesi kalmıştı, o perde içinde dünyadan göçtü gitti.
Yanındaki altını her ne kadar inkâr etsen, ben bir şey değilim der, ondan daha yok mu? getir, der. Evvelce sende
ondan var idi getir. Yanında taşıdığın altını inkâr ediyorsun. O ben bir şey değilim dedi. Ondan, o yoktan getir! Önce ondan
sende vardı, ondan getir, dedi. Evet, dedi, var yokluğu ister mi? Ben de ağlıyorum, dedi, biri de olmalı ki beni güldürsün.
Şimdi sarhoş olacaksın ki ayılasın. Ah ve figan çocukların işidir, onlara yaraşır. Dedi ki: Yol senin gittiğin yoldur. Benim
gittiğim bu yolda her ne kadar bir yol arkadaşım var, ama o da buradan değil. Şimdi onlar neye yararlar? Dine yaramazlar,
dünyaya yaramazlar. Soğuk ve donuk şeyler, müsaade et de biraz gönlümü avutayım, senin yanında onlar gerektir. Yahut
onlara sen yaraşırsın!
Siz bizimsiniz, biz de sizin. Nereden bu söz? Allahya ant içerim ki, ne onlar bizimdir, ne de biz onlardanız. Onun da
sakalı var, benim de. İşte böyle şimdi ne yapalım; ona biri, Yarabbi! Sana ne dua edeyim; ey Allahm gönlümün dilediğini ver,
diye yalvarır. Benim gönlüm her şeyi istemez. Bir derviş dedi ki: Ben Ebu Abdullah Mustafa Aleyhisselâmdan şunu öğrendim
ki, Ebubekir onu bilmez, o belki, Hazreti Mustafa Aleyhisselâmdan öğrenmemiş ve haber vermemiştir. Benden bunu öğren ki,
yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır?
(M. 245) "Sultan, Allahnın gölgesidir" sözü Ebul Hasan Harrakanî´nin nazarında doğru değildir. Denize düşer ve
yüzmek bilmesen boğulurölürsün; başına su dökerler. Biri okunu uzağa atar, kerem sahibi olur. Kur´an´da, "Gördün mü,
Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (K. 25/47) anlamındaki âyeti hatırla da yüzünü arkana çevir, arkanda ne göreceksin? Hazreti
Ebubekir arkandan seslenecek: Ey şaşırmışların kılavuzu! Bir taraftan cevap gelir: Eğer Muhammed (S.A.) yaratılmasaydı o
kadar gölge kalacaktı ki, onun gölgesini arşa götüreceklerdi. Yani onunla savaşa girişen kimse divanedir. Nasıl savaşabilir?
Yedi başlı ejderha onun varlığının gölgesidir. Bu iftiradır, bunun başka mânası vardır. O öyle arıktır ki, göğsünün her tüyünden
ter damlaları boşanır. Keşke onun göğsünde tüy olaydım.sözü öğünme yönünden değildir. Biri bin istek ve yalvarma ile bir
parça rahat ister, Yarabbi işimi kolaylaştır, der. ötekini bırakmazlar ki...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 13:32:43
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #22 : 28 Ocak 2010, 13:32:43 »

Kur´an´ da, "Ey Resulüm söyle ki, eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı ve
onun bir katı da eklenseydi yine Rabbimin sözleri bitmezden önce deniz tükenirdi," (Kehf Sûresi, 110) buyuruyor. Rabbimin
sözleri diye söyleyen odur. Derler ki: O, yani Allahya işaret eden zamir, iki kısımdır. Biri doğrudan doğruya ona, yani Allahya,
öteki de onun hakikatine işarettir. Bir başkası da Allah kendisi için o zamirini kullanıyor ki bu onun için saygı ifadesidir;
böylece söz daha tatlı ve lâtif oluyor, dedi. Gaibi anmak, ondan uzaklaşmak, hazır olanı anmak da ürkmektir, derler. Zikreden
bir kimse, iki halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Gaip ise gıybet ediyor (arkadan konuşuyor), hazır ise vahşet,
ürkeklik gösteriyor, denilebilir. Onun yanında çok zikretmek, tıpkı sultanın yanında bulunan has kölesinin, sultan şöyle yaptı,
(M. 249) sultan böyle söyledi deyip durmasına benzer. Bu bir nevi küstahlık olur, hoşa gitmez. Gıybet ise büyük
günahlardandır.´ Dört büyük günah, yani gıybet, bühtan, kan dökme, zulümdür. Karşı taraf hakkını bağışlamadıkça bu
günahları işleyen kimse azaptan kurtulamaz. Meğer ki sultan ona yardım etsin. Allah karpuz gönderdi. Şimdi bizim nasibimiz
armut değildir. Armut boğazda düğümlenir, halbuki karpuzun tadı hoştur.
Şah gitti, dediler. Divane oldum. Pabuçsuz dışarı fırladım. Müjde dediler, şimdi geri geliyor. Şah mı geliyor? dedim.
Evet dediler. Yeniden canlandım, kendime geldim. Ey Adem oğlu! Şimdi yanına geleyim, bir şey okuyayım ki, yolcuları da
umutsuzluğa uğratayım, dedim. Dışarı çıktım, öyle kendimden geçmiş bir halde idim ki, önüne koştum, neredeydin ki,
gelmedin? dedim. Acaba nasıl edeyim de yanına geleyim? Bir aptal sana erişemez mi? Ben bu nefsin elinden acizim, sana nasıl
yaklaşayım! Ona öyle şeyler söyledim ki, eğer o sırada yanımda olaydın, boynuma bir yumruk vurur beni harap ederdin. Öyle
bir yumruk vur ki, şu duvara vursan delerdi. Zavallı ben, kimbilir ne hale gelirdim! Eğer kuvvetli, semiz bir delikanlı da
olsaydı, o hal sırasında hiç bir şey yapamaz, ancak terbiye ile ayağıma kapanırdı.
Diyelim ki, benim de tanıdıklarım, kardeşlerim var, gideyim danışayım. Eğer git derlerse, işin içyüzüne bakarım. Beni
kurtarırlar mı, yoksa kurtaramazlar mı? Eğer onların hatırları benimle beraber ise, ben de bizzat oraya kadar gitmek yüzünden
helak olurum, ama nihayet kendi isteğimle o maksada eriştiğime bakmaz, bu işin sonunun neye varacağını sorarsam, beni
uğursuz bir kapıcının oğlu farzet.
Zavallı kapıcı, acaba ne olacak diye o kapıcıkta oturmuştur. Halbuki şimdi yürümek zamanıdır. Çünkü o taraftan, bu
varlığa doğru her an ayrılık var, diye sesleniyorlar. Her lâhza,, gel git, diyorlar. O taraf aynı renkte, aynı şekildedir. Hak âlemi
hoş bir âlemdir.
Biri dedi ki: Bize söz söyletmezler. O der ki: Allah arş üzerindedir. Bu der ki: o mekândan münezzehtir. Artık biz de
şaşırdık. Her nerede ki, yaşa! Ömrün uzun olsun, vaktin hoş geçsin! sözleri vardır, böyle konuşmayı ayıp sayarlar.
(M. 250) Bir zaman din bilgini idim; ayrıca, Safilerin fıkhı olan Tenbih adlı kitabı ve daha başka fıkıh kitaplarını da
okumuştum. Ama şimdi onlardan hiç biri hatırıma gelmiyor. Ancak böylece arkasından gidersem başını kaldırır, karşıma geçer.
Eğer bende masal dinleme arzusu yoksa, ah git der. Bari sen gel. dostlarla bir arada bulunmak gençlik çağlarından daha
tatlıdır.
Yemin, ant içme için Arapça´da üç harf vardır: Vav, B, T harfleri. Bazıları vallahi, billahi, tallahi derler, işin içyüzü
böyledir. Evet. Onun arı ve yüce benliği, o ulu Allahnın temiz zatı hakkı için o kimseler de, o medresede o ciheti öğrendiler.
Marifet öğrenelim, falan medreseye yerleşelim dediler. O devreleri iyi değerlerdirmek gerektir. Bu toplulukta hep bundan
bahsederler. Falan yeri tutalım, çabuk meşhur olalım derler. Bilgiyi, dünya lokması uğrunda niçin tahsiLetmeli?
Benim kim olduğumu, cevherimin ne olduğunu, niçin geldiğimi nereye gideceğimi, aslımın nereden olduğunu
öğretmeyen bir tahsil neye yarar? Eğer bu mânalar bir testide su gibi ise ben testisiz su arıyorum. Arap dilindeki mânalar,
Arap kılığına bürünmüştür, istiyorum ki, bunları iyi anlamak için sıkıntıya katlanayım. Maksat Arapça öğrenmekten başka bir
şey değildir.
Mısra:
Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!
Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri, istediğim o mânaları vermek
bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım9 Bir ayranın içine
düşmüşüz. O nasıl ayrandır ki, ucu bucağı yok. Onu. çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım. Yahut bal
içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz.
Ebu Necip´e (Sühreverdî) dediler ki: Madem ki sen Allahyı göremiyorsun, bu sana müyesser olmuyor, bari çileyi boz
da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. Kör Bedreddin´in damadı,
Şahabeddin´in yanında sana başbuğluk erişmez diyordu.
Celâleddin´in vazında geçen bu söz çok doğrudur. Allahnın sözünü, onun dilini, onun kulu nasıl bilir? Allah kulu ol ki,
Allahnın dilini ve sözünü anlayabilesin. Allah olasın demiyorum sana! Küfür söz söylemiyorum.
Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır, insanlarda olan hassalar ise
bunlarda yoktur.
Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, "Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama imanlı bir kulumun
gönlüne sığdım," (Kutsal hadis) buyurmuştur. Ahmed´den Ahad´e kadar açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise
mânanın perdesidir.
Mısra:
Sen aradan kalkan o mimi cihan farzet!
Adem oğlu ne kutludur! Yedi iklime, bütün varlıklara değer. Hele Adem oğullarından Muhammed ümmeti olanlara ne
mutlu! Muhammed´in gözü Muhammed değil mi? Muhammed´in gözü aydın ki, sen ona ümmet oldun. Ona ümmet olunca, Hak
Peygamber seninle iftihar eder, elini tutar. Musa´ya, isa´ya göstererek seninle öğünür; bu adam benim ümmetimdir, der.
Hazreti Resul, o geniş yenleri ile, Arş üzerinde ve Arş sakinlerine göstererek, bakınız, görünüz der. Bir aralık ansızın bir Sütun
gözüne erişir, sonra görünmez olur. Kayıplara karışır. Tertip ehli erenler, gitmeyi düşünürler ve o zamanı korurlar. Onun
etrafında toplanarak birlikte yürümek isterler.
Ben böyle birine selâm vermek isterim ki, kendisini uzaktan selamlayanlara karşı hem selâm alsın, hem de secde
etsin. Nihayet ondan ne çıkar ki ona umut bağlayacaksın, sana ne yapabilir? O bir kaç kişiye bak ki, senin gibi yirmi tanesini
beslemeye yetişir. Gerektir ki o selâm versin, gönülalçaklığı göstersin, senden hiç yüz çevirmesin. Ancak yakınlık yönünden
olsun. Şimdi hale ve işe bak ki, o, yarım selâm bile vermez.
Henüz çocukluk çağında idim. Erginlik yaşına varmamıştım. Bu aşk yüzünden otuz kırk gün hiç bir şey yemek
istemiyordum. Birisi yanımda yemek sözünü etse ben hemen elimi ve başımı geri çekerdim. Yemek zamanı geldiği vakit bana
lokma verseler kabul ederdim, alırdım ama yenimin içine saklardım» Bu aşk haliyle semada iken, o coşkun dost beni yakaladı.
Bir kuş yavrusu gibi beni dolaştırdı. Üç gün yemek yememiş bir delikanlı, eline geçirdiği bir ekmek parçasını nasıl kapar ve
çabucak parçalarsa ben de onun elinde öyle olmuştum. (M. 252) Beni dolaştırıyordu. İki gözüm iki kan çanağı gibi idi. Henüz
hamdır diye bir ses geldi. Onu kendi köşesine salıver ki, kendi kendine yansın dedi.
Bugün, ayıptır söylemesi, meyhaneden bir kötü kadını getirsen, o aşk ile pek çok kıvrak ve hareketli rakslar etse,
yedi gök ve yeryüzü ve bunların sakinleri raksa gelirler. Bunların gerçek raksa başladığı saatte, doğu tarafı mümin ve
Muhammedi olarak raksetmeye başlarsa, eğer Muhammed batıda olsa, o da sevinçle raksa başlar.
Devenin biri bir karınca ile yoldaş olmuştu. Bir su kenarına geldiler. Karıncacık hemen ayağını geri çekti. Deve sordu:
Ne oldu sana? Karınca cevap verdi: Su var. Deve ayağını suya soktu; gel gel, dedi, kolayca geçilir. Su diz kapaklarını
geçmiyor. Karınca, ama dadi, dizden dize fark var senin için diz boyu olan su, benim başımdan aşar.
Üstatsız kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna binlerce rahmet olsun, işte benim
üstadım budur. Etrafında toplanırlar. Şüphe ne oluyor! Ben kendim için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o ölünün
vasıflarını say ki, ona göre ağlayayım.
Bir sema âleminde idi. Çalanlar hoş sesli ve güzel yüzlü, sofiler temiz yürekli idi, ama gönülde hiç yer tutmuyordu
bunlar. Şeyh dedi ki: Pabuçlarınızı iyi yoklayın. Bir yabancının pabucu araya karışmış olmasın! Akıl, evin yolunu çıkarır, ama
evin içinde yol çıkmaz. Ona da akıl perdedir, gönül perdedir. Bu kadar hoşumuza giden perdeler de kiliselerde ve
puthanelerde bulunur.
Musa Aleyhisselâm, bir dervişin eline iki testi verdi; çabuk su getir, dedi.Sonra eline bir ekmek parçası verdi. İkinci
"gün derviş Musa´ya yalvararak: Ey Musa! dedi Allah, "Benim katımda söz değiştirilemez," ve sonra (kulunun dilinden),
"Yarabbi sen verdiğin sözden dönmezsin" (Ali Ümran, 194) buyurmuştur. Musa, dervişe, sana konuk geleceğim, dedi. Derviş
şaşırarak, Ey niyaz ehli olmayan ulu peygamber! Bu nasıl olur? dedi ve ilâve etti: Ey Musa çabuk hayrete düşme. Musa sordu:
Cüz ile cüzî ve kül ile külli arasında ne fark vardır. Derviş, evet, dedi. Musa tekrar sordu: Ne fark vardır, bu fark hangisidir?
Güldü ve hoştur, dedi.
Mısra:
Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!
(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 13:33:31
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #23 : 28 Ocak 2010, 13:33:31 »

Onlar için pek zor görünen sorulara karşı cevap içinde cevap, kayıd içinde kayd, şerh içinde
şerh yazmışlardır. Benim sözümde ise bunların herbirine on türlü cevap vardır. O, güzelliği ve o tatlı edası ile hiç bir kitapta
yazılı değildir. Nasılki Mevlâna, bana, "Seninle tanıştıktan sonra bu kitaplar nazarımda pek tatsız kaldı," buyurdular.
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına dönerler, korku içinde
kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter
içinde bunalmıştır. Yukarıda sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır. Ama
şöyle bir yalan olmalı: Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden
yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başımdan gitmiş, hiç
kendime sahip değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir, hem öteki hasma
gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki mislini yapar, ateşi söndürünceye kadar çabalar ki.kimseyi yakmasın, işte o
fitne ateşini söndürmek kutlu bir iştir, ister yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu
ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede
görülmüştür? Eğer arada Mevlâna olmasaydı bizim ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda kalıyorum ve şüphesiz ki
görüyorum.
Geçen gün hayalini karşıma getirdim, onunla tartışmaya koyuldum. Niçin bunların karşılığını açıkça ve olduğu gibi
vermiyorsun, dedim. Hayalin bana şu cevabı verdi: Onlardan utanıyorum; istemiyorum ki incinsinler. Ben de buna karşılık
verdim. Derken tartışma uzadı. Söylemediğim ne kaldı ki! Hayır, söylediklerim ne idi ki! Sanki hiç bir şey konuşmadık. Yani
irfanı eksik insanların sözlerine nispetle herşeyi söyledik, ama kendi söyleyeceğime göre hiç bir şey söyleyemedik.
(M. 261) Hazreti Peygamber (Allahnın salât ve selâmı üzerine olsun), şöyle buyurdu: Bir kimse kırk sabah Allahya
can ve gönülden kulluk etse onun kalbinden diline doğru hikmet pınarları akmaya başlar.
Peygamberimiz bu sözü kendi yoldaşları arasında açıklarken, dostlarından biri kırk gün kendi kendine ibadetle
uğraştı. Sonra Hazreti Peygambere (S.A.) şikâyet etti. Ey Allah Resulü! dedi. Falan dosta öyle bir hal geldi ki, gözü, sözü,
rengi değişti. Siz ise, bu hali beyan ederken yukarıda andığımız hadisi buyurmuştunuz. Ben gittim tam kırk gün elimden
geldiği kadar uğraştım. Nitekim Kur´an´da, "Allah insana gücünün yettiği kadar teklif koyar," (K. 2/286) buyurulmuştur. Senin
sözünde de hâşa yalan olmaz. Hazreti Peygamber (S.A.) şöyle buyurdular: Ben, can ve gönülden kulluk ederse, dedim.
Can ve gönülden Kulluk etmenin şartı, bunu ancak Allah için yapmaktır. Yoksa başka emeller ve hevesler uğruna
kulluk etmek değildir.
Sen başka bir dostundan işittiğin garip konuşma tarzının sende de belirmesini istedin, bu isteğin yerine geldi.
Bize inanan bir topluluğa dedim ki: Allah sizi çok bahtiyar yaratmıştır. Çünkü böyle insanlar sizin içinize düşmüş, siz
de onlarla birlikte bulunmanın değerini anlamışsınız. Bahtiyar yaratılmış olanların yolları aydın olur; ayışığı kapılarına vurur.
Şiir:
Ben aşk yolunda bir kural koyayım ki,
Habersiz olanlar bu yola ayak basmasınlar.
Duygusuzların yoldaşlığı çok zararlıdır, haramdır. Bilgisizlerin yoldaşlığı büsbütün haramdır. Yedikleri de haram.
Haram yemek ki, bilgisizlikten ileri gelir, o lokma benim boğazımdan geçmez. Onun yemeğini yesem, sanki bir mancınık taşı
gelir, içi ta tavana kadar camlar ve şişelerle, âletlerle dolu bir sırçacının dükkânına çarpar, her şeyi parçalar.
Bir ilâhi hadiste, ulu Allah, "Her günahın bağışlanır, ancak benden yüz çevirenin günahı af olunmaz," buyurmuştur.
Önce Elif nedir? Onu söyle, sonra B´ye gelirsem iş uzar. Bugün bizim için uzun kısa hep birdir. Uzun olmuşuz ne çıkar,
kısa olmuşuz ne çıkar? Uzun ve kısa cismin, maddenin sıfatıdır. Sıfat ile mekân sonradan yaratılmıştır. Evvel, âhir, ön ve son,
Allah’dan belirdi, Allahsız ne evvel var idi, ne de son. Ne zahir, ne batın, yani ne açık var idi, ne de gizli.
Mısra:
Ey insanlar bu hâdiseler yurdundan sakınınız!
Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet´tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi ki: Bir âlem vardır, oraya
koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar
sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana
göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:"Beni Meta oğlu Yunus´tan üstün görmeyiniz." Çünkü o denizin dibinde, balığın
karnında mirac´ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı
bulmayı, mekânın yüksekliğinde veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur´ an´da, "Orada giyimleri ipektir,"
(Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri
sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur´an´da, "Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım," (Maide Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can,
senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
Şiir:
Mertçe ve mert huylu olmaya bak!
Yoksa bin türlü utanca uğrarsın.
Beni tanıyorsan, beni görüyorsan o üzüntüleri niçin anıyorsun? Eğer hoş olmak benim elimde ise niçin kendini
sıkıyorsun! Benimle beraber isen, niçin kendinle meşgulsün! Benim dostum isen, niçin kendi kendine dost oluyorsun? Yıllar
geçer de, ancak birisiyle dost olur ve huzura kavuşuruz.
Şiir:
Yıllar gerektir ki güneş altında bir taş,
Ya Bedahşan´da yakut, yahut Yemen´de akik olsun;
Aylar gerektir ki, bir pamuk çekirdeği toprak altında
Gelişsin de, ya bir çıplağa örtü, ya bir şehide kefen olsun.
Beni görüyorsan niçin kendine bakıyorsun? Beni anıyorsan kendi nefsini niçin anıyorsun? öğüt sözleri öğütleri anma
işi, kendini anma demektir, varlığını anmadır. Bir yerde ki rahat vardır, Allah vardır, öğüt nerede, söz nerede kalır?
(M. 263) Birkaç gün birlikte oturmuş, yedi sofî arkadaş vardı. Bunların yemeğe, içmeye ihtiyaçları vardı, ama
aralarındaki sohbetin tadından bir türlü yerlerinden ayrılıp yemeğe gidemiyorlardı. Vezirin biri bunların halini haber aldı.
Uzaktan gelerek yüzünü yere koydu, şöyle dedi: Canınız ne istiyor, ne arzu ediyorsunuz? içlerinden biri, git dedi, bize yetecek
derecede bolca lokma hazırla, evi boşalt, büyükten, küçükten kimse bulunmasın. Kendin de evden1 çık. Hiç kimse kapıyı
çalmasm. Vezir öyle yaptı. Bunlar yedi kişidir, dedi, ben ihtiyat olarak yirmi kişilik bir sofra hazırlayayım, ev halkını da
akrabaların evlerine göndereyim. Ayrıca şöyle dedi: Bu gün hiç kimse bu evin etrafında dolaşmasın. Kâseleri doldurdu,
ekmekleri sof raya yerleştirdi, onları eve çağırdı, yerlerine oturttu. Artık müsaadenizi diliyorum, bu gece sabaha kadar sizden
ayrılıyorum, dedi. Kapıyı kapadı ve dışarı çıktı. Onlara evi terk etmiş gibi görünerek yukarıda bir odaya çekildi, gizlice bir
delikten bunların nasıl yemek yediklerini seyre daldı. Birer birer kâseleri önlerine koyup yemeğe başladılar. Kâseler boşalınca,
ikincisini alıyorlardı. Ansızın içlerinden biri sofradan yuvarlanıp düştü. Allah rahmetine kavuştu. Her şey aslına döner kaidesine
göre, "Rabbine dön!" (Fecr Sûresi, 28) emrini işitti. O zaten doğruluk makamında idi; hem orada, hem de burada o renksiz
perdenin arkasında kalmıştı. O perde sayesinde onu burada gördüler. Geri kalan altı kişi yemeğe devam ettiler. Bir saat daha
geçmişti. Öteki arkadaşı da evvelkinin ardından yürüdü. Böylece yedinci kişiye kadar hepsi gitti, içlerinde ancak bir kişi sağ
kaldı. Ev sahibinin sabrı tükenmişti. Aşağı indi, hemen kapıyı açtı. Güya dışarıdan geliyormuş gibi bir durum takındı ve sordu:
Nasıl oldu Şeyhim? Yemekler kâfi geldi mi? İstediğiniz gibi yediniz mi? Şeyh, hayır, dedi.
Vezir sordu ve Şeyh cevap verdi: Eğer yetişecek kadar olsaydı ben de sağ kalmazdım, istek baki kaldıkça yemek
yeter derecede sayılmaz.
Tam karnı doymuş olanın cevabı ancak iç kapının hiç bir tarafından bir soru ve karşılık gelmemesidir. (M. 264) Soru
ve karşılık istekleri devam ettikçe orada başka sorular, başka cevaplar bulundukça yeterlik olmaz. Bunun delili de içinde bir
kuşku olması ve bunun cevaba muhtaç bulunmasıdır.
Bir gün Şeyh Hamid küfür ve iman bahsini yorumluyordu. Ben ona bakıyordum ve görüyordum ki, daha yüz sene
iman ve küfür konusundan bir koku alamayacaktır. Eğer bunu anlamış olsaydı. Dervişler huzurunda bahsettiği o hikmet ve
edep meselelerinde kendi düşüncelerini gizler ve derdi ki: Görüyorum ki benim sözlerim bir neticeye ermiyor. Ötekilerin
sözlerine nasıl sıra gelsin? O zaman onun bu sözü ötekinden daha iyi ve tamam olurdu.
Nasıl ki sofî, eğer senden daha iyi başka birisini bulsaydım, sen benden, ben de senden kurtulmuş olurduk. Yoksa sen
eldesin, der ve ekmeğini de hırkasının yeninde gizler. Nasıl ki, "Yolunu, paranı, gidişini gizli tut" derler. Hazreti Peygamberde,
"Herkim sırrını gizlerse işine sahip olur," buyurmuştur. Evet bir kul vardır ki, bunu niçin gizleyeyim. Mevlâna Şemseddini[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 13:35:15
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #24 : 28 Ocak 2010, 13:35:15 »

Abdestler su ile tazelendi. Hazreti Peygamber bunlardan sordular, abdest ne ile tekrarlanır? Ey Allah’ın Resulü, dediler. Senden
işittik ki, abdest üstüne abdest, nur üstüne nurdur, buyurdun. O zaman sen abdest alıyordun ve vecd halinde idin! Allah
hayatını bahtiyar etsin, bu tavsiyeyi muhafaza et. Bir kimse sana bir söz naklederse, o sözde cefa ve ürküntü varsa onu
söyleyene iade et ve eğer derse ki: Bu bir maslahat ve bir şerrin giderilmesi için söylenmiştir, isterse bir hiddet zamanında,
bir hakkın yerine getirilmesi için söylenmiş olsun, hattâ bunun bir kaç misli de fazla sözler söylemiş bulunsun! Sevgili bin bir
sevgiden ve muhabbetten sonra tek bir günah ile gelse ona nasıl yardım edilmez? Şu halde bu tavsiyeyi korumaktan da sana
faydalar vardır. Birinci fayda şudur : Bunu haber veren kişi söz taşımaktan vazgeçer, ikinci fayda şudur: O söz söyleyene de
erişir. Söylenmemiş söz de ortada kalmaz.
Nitekim bir söz söylenmedikçe nasıl duyulur. Söyleyen bunu söylemişse sonradan utanç duyar; keşke
söylemeseydim, der. Eğer söylememişse nebilerin daha çok sevgilisi olur. Çünkü onlar bunu işitseydi hoşlarına giderdi.
Bu sözleri ve bu öğütleri körler için söylüyorum. Çünkü onlar karanlıkta yarı ölmüş bir halde yürürler. Ancak ellerinde
bir deynek olursa çukura düşmezler, belleri kırılmaz. Yarım görenlere bu öğütleri vermek gerekmez. Çünkü onlar yine de
görürler. Bugün, her kim bir kimseden seni incitecek bir şey naklederse, sen o nakleden kişiden incin! Çünkü ona karşı öfke
ve incinme gösterirsen burada fadalar vardır. Bil ki, onlardan öğrenmekte büyük bir perdedir, insan onunla alçalır. Güya bir
kuyuya veya bir hendeğe düşmüş gibi olur. O zaman sonunda, şunun bunun çanağını yalamakla meşgul olduğuna pişman
olur. (M. 272) Bakî ve ebedî gıdadan mahrum kalır. Sözün ve sesin sonu, kâsedir demiştim. Nakledilen bu sözümü
tekrarlamak için dinlemek gerekmez. Dün birisi geldi. Benden ona bazı şeyler anlatmışlar. Yüzüme atıldı, benim hakkımda
niçin böyle söylemişsin, ben bu kadar büyüklere hizmet ettim, hepsi beni beğenmiş ve aramıştır, hiç biri ayrılmama razı
olmamıştır, dedi.
Sorunu daha edepli sor ki, sana gereken cevabı vereyim dedim. Daha edepli konuşabilmek için bir saat oturmalıyız
ki, nefsim sakinleşsin deyince; ben, iki saat bekle ki, nefsin sakinleşsin, cevabını verdim. Bir saat oturdu ve hemen söze
başladı: Herkes yanında beğenilmiş ve iyi tanınmıştım, herkes beni iyi adlarla anıyordu. Senin yanında niçin böyle kötü
duruma düştüm. Sonra ilâve etti: Şimdi sen bana ne ad takacaksın?
Ona dedim ki: Eğer Müslüman olursan, Müslüman derim sana, yoksa kâfir, dönme ve daha aşağılık şeyler söylerim.
Bugün eğer nefsine uymadan söz söylüyorsan söyle, yoksa sana başkaca cevap veremem!
Sübhanallah! Her şey insan oğluna fedadır, insanoğlu da kendi nefsine. Allah, "Hiç şüphesiz semaları, şerefli
yarattık," yahut, "Şüphesiz Arş´ı şerefli halkettik," buyurdu mu? Arşa çıksan hiç bir faydası yoktur. Arşın yücesine çıksan da
yerin yedi kat altına girsen de faydası yoktur. Gönül kapısını açık tutmak gerektir. Bütün nebilerin, velilerin ve erenlerin can
attıkları bunun içindir, bunu arıyorlar. Bütün âlem bir kişinin elindedir. O kendini bildiği için her şeyi de bilir. Tatarlık sendedir.
Tatar huyluluk da sendeki kahir sıfatıdır. "Kavmini hidayete eriştir. Çünkü onlar bilmezler," yolundaki dilek benim parçalarımı
doğru yola yönelt demektir. Onlar kâfir oldular. Ama yine onun parçası idiler. Eğer parçası olmasaydılar, ayrı ve bağımsız
olurlardı. O zaman kül (tüm) nasıl olurdu? Yukarıda, âlem külliyat iledir, cüziyat ile değildir diyorduk. Külliyat deyince hangi
parça dışarıda kalır?
Çıplak bir derviş yola gidiyordu. Acıktığı zaman ne kadar zorlasalar hiç kimseden bir lokma yiyecek almıyordu. O hale
böylece katlanıyordu. Bir gönül sahibi sebebini sordu. O inkâr ediyordu. Yüzünü ona çevirdi. Evet, dedi, gel, denedin, mustarip
olduğumu anla.
Şiir:(M. 273)
Ayda onun yüzünden bir eser kaldı
O melek huyludan ayda bir iz kaldı
Hayır, hayır nereden nereye, ay kim oluyor?
Can onun kulu oldu ve yalnız o kaldı.
Ay dün gece yastığının üstüne düşmüştü
Kıskançlığımdan elimi, ayağımı yere vurarak çırpınmaya başladım.
Ay kimdir ki, seninle bir yerde otursun?
Sen cihanı dolanmış, parmakla gösterilen bir güzelsin!
Allah adamları bütün ömürlerinde bir defa özür dilerler, bundan dolayı da bir defa pişmanlık duyarlar. Biri ağlıyordu:
Kardeşimi Tatarlar öldürdü, ne bilgin adam idi o! Ona şöyle söyledim: Eğer sende de bilgiden eser varsa onu Tatarlar kılıç
darbesi ile ebediyen diriltmişlerdir. Vaızlar o hayatı ne bilsinler? Kürsüye otururlar, bağırmaya başlarlar. Dünya müminin
zindanıdır derler. Biri zindan kaçmışsa ona ağlamak gerektir. Yazık niçin buradan kaçtı diye acınır ona. Zindana Tatarlar delik
açtılar. Eğer o başka sebepten kaçtı ise, bir yerden başka bir yere göçmüştür. Halbuki sen o kazmayı o zindanın duvarına
niçin vurdular, diye ağlıyorsun! O taşa niçin vurdular diyorsun! Onlara acınmaz. O güzel mermer belki onun ayağına takılmış
bir tomruk idi. O da dışarı fırladı. Halbuki sen feryat ediyorsun, başını yüzünü yumrukluyor, ne yazık ki o tomruğu kestiler!
diyorsun. Yahut içine düştüğün kafesi kırsalar eyvah niçin bu kafesi parçalasınlar ki, bu kuş kendini kurtarsın, diye
sızlanıyorsun. Yahut da, bir çıbanı deşiyorlar, içindeki cerahatlar, pislikler dışarı çıksın diye. Sen hemen feryadı bastırıyorsun:
O çıbanı niçin deşsinler? içinde birikmiş olan cerahat niçin dışarı aksın?
Hak erenlerin ziyaretini ihmal etmeyin, demek arif ve kâmilin hizmetinde bulunun anlamına da gelir. Aman köylüye
de ikram edin, diye buyurulmuştur. Yani bilgisiz ve aklı eksik olanların sohbeti kast edilmemiştir. Halk madenler gibidir. Altın
madenine benzer.
Derler ki: Hazreti Hamza ile Abdurrahman birlikte uzun bir yolculuğa çıkmışlardı. Yeryüzündeki acayip şeyleri görmek
ve gezmek arzu ediyorlardı. (M. 274) Fakat gittikleri yerde birtakım karıncalar peyda oldu. Herbiri, Allah korusun, bir kaç fil
kadar korkunç idi. Bunların âdeti de savaş zamanında herkese karşıdan saldırmamaktı, ancak bir kişiye hücum ederlerdi, önce
Hamza fırladı, karıncalara bir ok attı. Sonra başka bir aslan geldi, ona da attı. Böylece on tanesini vurdu. Sonra gerisin geriye
kaçarak gemiye sığındı. Daha sonra da Abdurrahman´ın hayatını kurtarmaya uğraştı. Okunu yaya yerleştirdi iki karınca onun
tarafına saldırdı, ama oku bir işe yaramadı. Hamza bağırdı, geri kaç dedi. Bu senin işin değil. Abdurrahman da kaçarak
gemiye sığındı. Karada bir acayip şef er oldu, ama bu yolculuğun önemli tarafı onların deniz yolculuğu idi.
Mısra:
Uzun külahım var, geceleri uzun konuşuyorum.
Dervişin biri bir dükkân sahibinden sadaka istedi. Dükkâncı onu savmak için hazır bir şey yok dedi. Ben de
dükkâncıya bu derviş azizdir, çünkü ona bir şey vermedin, dedim. Allah kısmet etmemiş cevabını verdi. Tekrar dükkâncıya
Allah kısmet etmiş idi, ama sen engel oldun dedim. Gözümle gördüğüm bir şeyi nasıl gerçekleyeyim. Eğer sen elini bu
dağarcığa sokcaydın dağarcığın başı elini sıkıştırmış ve yaralamış olsaydı, ben de gözümle görünce, evet derdim; Allah
istemedi.
Ey görünmeyen lütuflar sahibi. Görünmeyen lütuf odur ki, günah işlerken verilir, yoksa gizli ibadette lütuf olmaz.
İki kişi bir gemi yakalıyorlar, yahut savaş ediyorlar; bunlardan hangisi yenilgiye uğrarsa Hak onun tarafındadır. Galip
gelenin tarafında değildir. Çünkü ulu Allah kutsal hadiste, "Ben kalbi kırıkların yanındayım " buyurmuştur.
Bir zümre vardır ki, onların yanında bütün sövmeler, hakaretler pek kolaydır; kuvvetli küfürler, hakaretler onlara
göre bütün işlerini yarına bırakmış olduğun içindir. Yani bu güne ne oldu ki, sen bunu günlerden saymadın! Bu günün ne
günahı vardı ki, hesap dışı kaldı? derler.
Şiir:
Nerde o yeminler, nerde o verilen sözler?
Aşkta ağır davrandın, ama çabuk kaçtın!
Aşkınla beni tutsaklar gibi bağlamıştın,
Anladım ki ancak ben sana âşığım, sen sevgiyi bana bırakırsın! (M. 275)
Şimdi yol üstünde oturup mazlum kılığına bürüneceğim,
Senden davacı olcağım, bana zulmettin!
Olaki, bu ayrılıktan kurtulup sana ulaştığım zaman bana acırsın.
Yahut beni nasıl belâya soktuğunu açıkça anlarsın!
Zaman zaman arzuladığın şey bu gün eline geçti. Yemin nerede kaldı? Yani konuştuğumuz sözlerin sonucu ne oldu?
Sözlerimiz böylece geçti gitti. Sen büyük adamsın, Kur´an tefsiri okuyorsun. Tam âlim olan her insan da büyük adamdır. Ama
Allah’dan tamamiyle boşanmış ve kendi benliği ile dolmuştur.
Diyelim ki: Bu saatte bir Rum Müslüman oldu, Allah kokusunu aldı, gönlünü o koku ile doldurdu. Yüz bin peygamber
onun gönlünü boşaltamaz.
Bir çok ağlayışlar vardır ki, Allahya perde olur, kulu Allah’dan uzaklaştırır. Şimdi açıkça söyle, konuştuğumuz mesele
hakkında ne yaptın, dedi. Ona dedim ki: Sözlerin nişanı nedir ki, söylüyorsun? Onlar nasıl cevap veriyorlar? Kulağım ağır işitir,
gel kulağıma söyle!
Şiir:
Dost söze başlayınca kulağımı sağır ettim,
Onun sözlerinin tatlılığından, aslanlar ava çıkar,
Benim için bunda bir zorluk yoktur ama,
Onun sözlerini hatırlamak istiyorum.
Şöyle buyurmuşlardır: Melekler Allahya yalvardılar, falan mümin kulun sana bu kadar yalvarır, ağlayarak yardım
diler. Sen yabancıların bile duasını kabul edersin! Onun dileğini de kabul etsen ne olur? Ulu Allah buyurdu: Beni kulumla
başbaşa bırakın! Siz benden daha merhametli değilsiniz. Ben onu seviyorum ve onun sesinden hoşlanıyorum. Bazı kulların
dileklerinin en geç kabul edilmesi, muhabbet ve sevgi yönündendir. Bir zaman...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 3 4 [5] 6 7   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes