> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlana Kitaplığı > Makalâtı şemsi tebrizî
Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6 7   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Makalâtı şemsi tebrizî  (Okunma Sayısı 10573 defa)
28 Ocak 2010, 12:48:21
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #10 : 28 Ocak 2010, 12:48:21 »



Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed´i (S. A.) görmek dileyen kolayca gitsin
Mevlânâ´yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak
isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlânâ´yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o,
en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da
sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mev-lânâ´ya
karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?
Bir gün biri sordu: «Âyetteki, ´Allahyı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,´ diye buyurulmasının manası nedir?
Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk, ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de böylece sözü altından
anlıyorsun. Şu halde burada fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması yönünden bir mertebeye
erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»
Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir velînin müridi onu yetmiş
kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye erememiştir. Dedi ki: «Bütün bilginlerce açıkça bilinmektedir
ki, her Peygambere bir özellik verilmiştir, İbrahim´e dostluk Musa´ya kelâm (konuşma), Hazreti Muhammed´e (S. A.) rüyet
yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu söyleyen Ayşe midir? Yoksa
onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu Muhammed´in (S.A.) söylediğini sananlar kâfir oldular, İbni Abbas
dedi ki: «Ey Ayşe bize hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve peygamberlik, kendini
görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka sözlerle ifade ederler. (M. 115) Her ne
kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir gerçektir. Bütün bilginlerin
birleştikleri bir nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin gördüğü şey, nebiden
niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,» buyurulmuştur. Mevlânâ´nın mektubunda yazdığı bu söz
çok düşündürücü ve heyecan vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete gelir. Hazreti Peygamber
buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbin:z-den gelen kokular vardır. Ancak siz ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki,
bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu güzel kokular Allah
yakınlığına ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o saadet bununla
ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce ambara konsa hepsi de halis altın olur. O halde, o
Allah erinin nefesi nerede? diye sorarlarsa! Şiir:
Dün gece rüyamda bir pir bana dedi ki,
Aşk yolunun belâsı, hep ben ve biz sözündendîr.
Ona dedim ki, o halde ben ve biz hangisidir?
Bütün zorlukların çaresi sizdedir.
Her hangi bir şey ki Hakkın aynı değildir hep ben ve biz sözlerinden ibarettir. Hatanın kaynağı odur dedi.
Kelâm yani söz, Allah sıfatlarındandır. Çünkü Allah, Kelâm sıfatı ile görünür, kendi zatını gizler ki, söz halka erişsin de
perde arkasında kalmasın. Yoksa perdede olan Zat sözünü halka nasıl duyurabilir? Bu onun elindedir, dilerse bu perdeyi önüne
çeker, dilerse arkasına atar, onları perdeye sokmaz, derler. Perdelediği şeylerin de örtüsünü kaldırmaz. Bu sözü şu maksatla
söylüyorum: Konuştuğum zamanlarda çok kere pek tatsız hallere düşüyorum. Allah’ın zat´ından ayrılmaz sıfatları vardır.
Mucize ve keramet ise kulun sıfatlarıdır. Allah’ın mucizesi olmaz. Çok makbul kullar vardır ki, onlara Allah sıfatları yol gösterir.
Şeyhin katında olduğun zamanlarda da başka şeyhlerin yanında da, çilede kalmayınca, sana devamlı bir halvet hali gelir. Öyle
bir durumda olursun ki, hep yalnız kalmak istersin. Allah’ın öyle kulları vardır ki, yanlarına giden bir kimse onu daima halvette
bulur. Bana da mademki hiç kimsenin mü-rid olması gerekli değil! Ben niçin ona bir şeyler söylemek kaygısına düşeyim ki, o
da bana gücensin ve yolundan sapsın.
(M. 116) Evet hangi gün olduğunu iyice hatırlamıyorum, bir söze başlamıştım. Mevlânâ´ya gerekirdi ki o sözden
dolayı bana öfkelensin. Çünkü benim onunla aramızdaki dostluğa yaraşan da, o konuda hiç bir söz konuşmamaktı. Mevlânâ da
gönül alçaklığı gösterir; hayır derdi. Mevlânâ, benim üzerime farz veya vacib olanı ben yerine getiririm, diye cevap verirdi,
işte o gönül alçaklığı, şeyhlerden kalma bir töredir. Bu, onların yapacakları bir iş onlara yaraşan bir erdemdir. Bu, eskiden beri
böyledir. Ezelden ebede kadar da Allah ile birlikte ayakta kalacaktır. Ancak bu kulaklarla duyulmaz! Çünkü kulaklar da
toprakla doludur, gözler de. O güzel ve büyük Allah kelâmı bu kula buyurdu ki, o konuda bir kaç söz söyleyeyim, onlara
sesleneyim de yollarına ışık tutayım. Tâ içimden gelen bu sözler hiç bir zamanda söylenmiş sözlerden değildir. Ben bir kaç
örnekle yetindim. Bunların özetini Kuran´dan dinleyebilirsin. Sözün değişmesi, mananın da değişmesine delildir.
Derler ki: Hazreti Muhammed (S. A.) Hira dağın-da halvete girmişti. Buyurmuşlardı ki, bu halvet kendi kurdukları
kurallara göre yapılsın. Dedim ki: «Bunu kendileri yapmamışlardır.» Bana, «Biz senin sözüne inanmak istemiyoruz,» dediler.
Hayır asla, ama ben evvelce nakledilmiş olanlardan başka bir şey sorarsam, tefsirden bir şey söylemediğin gibi, kendi aydın
görüşlerinden de açıklamalar yapmıyorsun, dedim. Benim yanımda sözlerimin özetlerini dinledikten sonra kendimden bir şey
söyleyemem, dedi. Şu halde sakalını, bıyığını birer birer yolsam, bu benim aydın görüşümün ifadesi ve benim sözüm olur mu?
Bu yolda, bu söylediğin şeylere çok rastlanmaz. Benim emrim olmadan hiç kimseye vahiy gelmez, benim emrimle gelir, benim
emrimle gider, gibi sözler vardır. Ah, istedi ki benden bir söz işitsin! Ama onu önledim. Başını çevirdi, şaşırdı. Her şey benim
emrime boyun eğmiş, benim hükmüm altındadır; her şey benim buyruğuma ve fermanıma bağlıdır. Ansızın bir «Ah!» çekti,
başına vurarak dışarı fırladı. Ak saçları birer birer meydana çıkmamıştı ki, onları koparalım. «Niçin gitmiyorsun,
toplamıyorsun?» dedi «İstemiyorum,» dedim. «Niçin?» diye sordu. Bugün benim nefesimi kesiyorsun, bu yemek bana ziyan
verdi. Maksadın ne olduğu belli değildi, «Bana ziyam yok,» dedi; çıkar bir yürüyüş yaparsın birlikte dolaşırız. Bizimle ilimden
konuş. Orada ne dolaşıp duracağız. Eğer bu marifet altı yıl önce olaydı vakit geçirmiye yarardı. Dostlarla da beraber olurduk.
(M. 117) işitiyoruz ki bu Konya´da bir çok semâ âlemleri, davetler oluyormuş. Biz görmedik. "Yani onlarda bir hal ve
kal´dan bir şey yok. Göreceksin, dedi. Sizin cemalinizi gördüğüm günden beri, gönülde size karşı bir ilgi ve sevgi yerleşti. Eğer
hiç yazı yazmak bilmiyorsan, sana yazı öğreteyim. Ancak sen bunu biliyorsun. Ben öyle birini istiyorum ki hiç bir şey bilmez,
ama öğrenmeye heveslid r. Bunu söylediğim şu anda sen gönül alçaklığı gösteriyorsun, bu ilgi sana neden dolayı gösterilmedi
diye üzülüyorsun. Sen benim ne söylediğimi işitmiyorsun. O senin nefsini, nefsinle buldu ki, Peygambere karşı hâşâ, «Yolunu
şaşırmış,» demeyesin. Ne Allahyı kaybedip tekrar bulmakla ilgili sözlerden, ne de çeşitli söz yorumlarından başın dönmesin!
Bu her ne kadar açık manalı sözdür ama buradan Hak yolcusuna yüz milyon sır meydana çıkar. Bu manadan, Tann isimlerinin
çevrelediği engeller ortadan kalkar; bu arada, başka duvar ve engellerin nasıl aşılacağını öğretir. Nefis kelimesi iç´n «dişil»
dememişler miydi? Ben buradaki gizli nükteyi saklayabilirsem onu saklı tutayım.
Muhammed Gûyanî, «Bu ne oluyor?» diye soruyor ve tekrar diyordu ki: Evet o onlardan daha bilgindir. Yakışık alır mı
ki, o onların kadın gibi olan nefislerni bir Mevlânâ Celâleddin yapsın? Onlar bilmezlerdi ki, onların nefisleri yaratılışta inci
gibiydi.
Tusî, o buzağıyı benden soruyordu: «Ne diyorsun bu konuda?» Biri pek aşağı düştü diyor, öteki bu zikir yüzünden
olmalı diyor. Dedim ki: Hayır bu mezkûr yani Allah yönünden olmuştur. O mimber üzerinde bir kaç nağra atar. Şu halde
bilmiyor musun ki, neden bu? Ne bağırıp duruyor? Önünde başka iki buzağı daha oturmuş ama onları kendine yakın
görmüyor. Onlar da bizi kendi postuna oturtacak diye çabalıyorlar. O, özürler diliyor, «Ben onun şehrine geldim, evine konuk
oldum. Bana nimetler verdiler, hizmetler ettiler,» dedi. Bir bahane ile onları dışarı gönderdi. Benden sorular sordu. Dedim ki:
îç âlemle meşgul olan bir insan Kuran´ı ezberinde tutamaz.
Zeynedd´n-i Tusî benim müridim idi. Onun da bir müridi vardı ki, divane olmuştu. Onu daha beter bir hale getirdim.
Dedi ki: «O kim oluyor ki, benim müridim olabilsin? Ben onun g bi kimseleri hiç müridli-ğe kabul eder miyim?» Çünkü o ancak
kendi hayatını gördü. Ama o kimse ki kendini feda eder, şüphesiz diri kalır. Çünkü kendi hayatını orada görür ve nereye
gideceğini sonunda kestirir. Ama kendi hayatım göremeyen, bu hayatı nasıl hevaya verebilir? (M. 118) Meğer divane olsun ki,
ölümü hayattan üstün tutsun. Bu noktayı açıkça gören kendi hayatını ve onunla ilgisini düzenine koyar. Kâfirler ve onlara
uyanlar, ilişiklerini kesmişlerdir. Ölüden kimse namaz bekler mi? Biri gelse de ölüye, «Kalk namaz kıl!» dese, bütün akıllılar,
«Bu adam delidir, bunu tımarhaneye götürmeli, zincirlere vurmalı, her gü...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Makalâtı şemsi tebrizî
« Posted on: 28 Nisan 2024, 06:10:00 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Makalâtı şemsi tebrizî rüya tabiri,Makalâtı şemsi tebrizî mekke canlı, Makalâtı şemsi tebrizî kabe canlı yayın, Makalâtı şemsi tebrizî Üç boyutlu kuran oku Makalâtı şemsi tebrizî kuran ı kerim, Makalâtı şemsi tebrizî peygamber kıssaları,Makalâtı şemsi tebrizî ilitam ders soruları, Makalâtı şemsi tebrizîönlisans arapça,
Logged
28 Ocak 2010, 12:49:58
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #11 : 28 Ocak 2010, 12:49:58 »

Şimdi, Ulu Allah, Hızır´ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan rahmet verdik,»
buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona ayrıca, «Kendi katımızda ilim öğrettik,» buyurulması da
başka bir iltifattır. O ilim medresede öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi hiç bir Allah kulundan
da elde edilemez.
Şimdi, Yüş´a, Musa´ya dedi ki: «Ben, Hızır´ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç yetiremem.
Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak
istiyorsan gidebilirsin.» Yüş´a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb´rle-riyle konuşmaya başladılar. Hızır, Musa´ya bir
şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni dinlerim,» diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan,
onunla konuşmak şerefine eren yüce Peygamberdeki niyaz´ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,» yani, «Seni
uyandıracağım,» dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden uyandırıyordu. Şimdi
hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit anlatacağım.
(M. 126) Mutlu insan o k;sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde saklayarak onu kendine önder
sayar.
Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü o hal Müslümanlarda
görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle
ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son
derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz duman çıkmaya başladı.
(Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun üzerine tekrar geri döndüm ve
yine baktım. Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.
Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı yerine getirmekle Müslüman
olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu konuda Seyyid
Burhaneddinin düşüncesi başka idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun için gerekliydi. Çünkü çok çeşitli, ağır
hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak farz olur. Hastalıklardan dimağını
korumak, sağlam b´r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi. Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî ve kâfir olurdu. Onu
Yahudiler kabristanına gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu, namaz kılmazdı. Mevlânâ
da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana bundan bahset! Yüce Allahya ant olsun ki, namaz
kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu şöyle bir nükte ile işaret
buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o dervişe hoş gelmez, ona /sadece bu tavsiyeye
uymak uygun görülmez. Ama sadece namaz kılmak da yeterli değildir. Hatta namaz kılanlara dil uzatırlar; onlara acırlar bile.
Nihayet Reşid´in onu dışarı çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o sebeptendi; bu yüzden
saçlarını yoldum.
(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak sana hiç engel olmuyor
mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile birleşiyor musun?» «Evet, evet, ama o engel olmuyor,»
dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni yaratan Allah aşkına söyle.
Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona iman getiriyor-sun, o kız kardeşe ve
damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp getiresin, bana
bağışlayasın,» dedim. «Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp olmasaydı nerelerde olduğunu,
kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz de öyle ikiyüzlü yaşarız.
«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere «Kulhuvallah» okurum. On kere okurum
yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki: Bizim haddimiz değildir ki senin hizmetinde zahmete
katlanalım. Emir gelirse uymak aynı edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek de, gitmek olur. Nasıl ki
emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri göremiyor O.
Ayaz´da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o kadar aydın gönüllü değildirler.
Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse, bilirim ki, onun ve benim gönlümde konuşmak arzusu uyanmıştır.
Ama bir aralık Mevlânâ da bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz konuşmam. Meğer
kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime. Senden cüppe istedim. Buna verilecek
cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki, biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma şeftali dikilsin, ama çarçabuk
söyleme» demiş. Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o sırrı, ölümden sonra o da
söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır. Bu ona hiç yasak değildir. (M. 128) Ancak sizin için
haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok sohbet etmesi gerektir. Ama
bu söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa bu onun için lanet olur,
rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.
Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir namazını bir tarafa
bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen namaz kıldığını da söylemez; zaman olur ki, devamlı
namaz halinde olduğunu da söyler. Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa Kuraıı´a el basarak yemin
eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu gibi.
Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak, sadaka vermek hususunda
hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik yapan kimse, doğru
yoldadır. O kimse, eğer onlardan ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine sadaka veriliyor. Bunda
sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra! Allah rızası için mevcut olan bir
şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen, konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer düzelttik, niçin gitmez?
Bu o çocuk için nü ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini biliyorum. Ancak Allah,
bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu olaydı asla beni kadıya götürmezdi. Şimdi
mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o burada başka türlü
yaşayamaz. İçiniz ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.
Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni yaralamaz. Gönül hoştur; biraz
güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi, yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi, derler. Bana bir tiksinti
gelip de zarar vermesin diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım. Benim yârim benim gibi
olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir şahlık ve devlet sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve
mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam yemezdim, acı duymazdım.
Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz konuşurken her biri bizimle
dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler saçarlardı. Bununla beraber hepsi de güzel huylu idiler.
Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir nükteden söz açmadı ama,
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü. Başıyle işaret buyurarak
dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da göreyim,» dedi. Dedim
ki: «Mevlânâ´yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona sövdüm sen de söv bakayım.» «O melun
köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek beni çağırdı, «Tanıklık
edeceksin,» dedi. Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler Kilisede başlarıyla şöyle şöyle
yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık edeceksin, gel!» Ama ben bu tanıklığı yapmaya yetkili
değilim. Çünkü derler ki: Şahit o kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona der ki: «Bırak onu, sen
onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.
«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer sözünün manası anlaşılamadı,»
dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş, kadına asla gerekmez. İster
soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik yapsalardı, ben Hazreti Peygambere olan inancımı değiştirirdim.
Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.<...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 13:00:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #12 : 28 Ocak 2010, 13:00:17 »

Rahatça
oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer böyle yapmasaydım, ya bir işle uğraşmak yahut
da tekrar Tekkeye dönmek zorunda kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda tekmeler, alt üst ederdin.
Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi. Görüyorsun, senin terbiye ve yetişme
tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım. Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük günde ne aydınlıklar
belirdiğini gördün. Eğer o neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o olup bitenler hep iş
hesabı değildi. Şam´a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.
Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle baktı ve dedi ki: «O Allahyı böyle bir kimseden arıyor.» Ben ona çok inanırım.
Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allah’ı ondan aramıyorum, onu ben Allahtan istiyorum.»
Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir. Bakarsanız hiç kimse
bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir yudum su gibi geçip gitti:
Kazvin´li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.
Şiir:
Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.
Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar güzel bir ..şekilde kim
ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve güzel görünür, başını secdeye koyduğun vakit sana öyle
bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol ve bacak sallayacak
gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona ziyan vermez. Ben kıyamete kadar bu
yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber benden ayrıldığın gün
üzüldüm, gece sabaha kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum. Kabe´nin kapısı kıble olmasaydı,
Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.
Sen Erzurum´dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar uzaklaşır mı hiç? Kulağına
vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer benden ayrı ve yalnız uyursan ben rahat edemem. Elimi
ayağımı bir tarafa atar çırpınırım. Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri olsa, kâğıdı tutar, yağlar
ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh, oh!» deyiver ki, ben de senden ne kadar
istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta
olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yakarım.
Mevlânâ´dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce onun per-desM kaldır da
öyle oku! Bu Kazvin´linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak ibriğe işeyip de onunla taharetlenen Kazvinlinin hikâyesi.
Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti anmak vahşettir,» derler.
İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik yönündendir derler.
Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım. Benden her hangi biri incinirse
onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman olur. Şimdi onu daha iyi olması için sıkıştırıyorum. O, belki daha
çok zahmet çekecektir. Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler hatırına gelir, başka
biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ´nın şaşırtıcı ve yorum isteyen sözleri her konuya uygun
düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu söz ilk defa söylenmiş
sözlerdendir.» Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu yazmak gerek. «Şüphesiz,
Hak, Ömer´in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi sözlerinden hangisinin Allah ilhamı, hangisinin Şeytan
vesvesesi olduğunu ayıracak güç yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu olanları yazmak gerek.
Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler olmuştu. O şeyh, beni kendisine çok
güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O, ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu. Biz, onu bizim tarafımıza
çekiyorduk. Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed´´in (S.A.) yanında oturtsalar yaraşırdı.
Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm dinleyene merhem olur. Halk
arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale düşerse sonucuna katlanır. İş adamı, yaptığı işte yetkili olmak
gerektir. Öyle kişi ne acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her an ayağı kaymasın diye
dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere yanıldı mı arkasından hemen pişman olur. Artık bir
daha yamlmamak için tetik ve uyanık davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü zaman geçtikçe
üzülmenin ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli yaralanmıştır. İlk defa buna çok
acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için bir cerraha, bir hekime koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan
bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi olduğunu sanır.
Mevlânâ´da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup olmadığını düşünmez.
Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır. Birini sözle terbiye edersem kend´i benliğinden kurtulur.
(M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh, Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz benim için birer örnek iş
adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş adamı olmak gücü bulunan kişi
konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş görür. Ben Tekkeye daha çok onu yakalamak için giderim. E´ğer
avlayabilirsem selâm ve saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu avlamak için yine yakalarım.
Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur olduğu için, «Hûd sûresi, beni kocalttı,»
buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için Allahnın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı beni ancak gençleştirir.
Çünkü hadisteki «y» harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta birinci nokta ile yanyana
gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne gerek var diyeceksiniz. Ama Allahm
işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan Allah, seni mübarek kılsın!»
diye dua eden kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı ile Hazreti Ömer´in
dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n´inden döner1? Görüyorsun ki o söz onun değildir. Mu-hammed´in (S.A.) hesabına Ali
konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed´in (S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi? Sana ne diyeyim ona ne
söyleyeyim. Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir sevgi vardır ki, buna hiç bir şey engel olamaz.
Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster inkârlı olsun, ister
inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana yaramazlık etmeye başladı ama yine de beni sevdi.
Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek sâm mı?
Rubai:
Ey can bugün bütün umudum sensin!
Başka sevgililer de var, ama asıl gönlümü yakan sensin!
Cihan halkı Nevruz bayramı ile sevinç içinde,
Bugün benim bayramım da, Nevruzum da sensin!
Şiir:
Bahar mevsiminde yârin gül yanağından uzak düştüm,
Bana hayat neye yarar, yeşilliklerden bana ne?
Bağdan yeşillik yerine diken topladık,
Buluttan damlacıklar yerine taş yağdı.
(M.145) Bir adamın gerçekten susamış olduğunu anlamak istiyorsan, önüne helvalar, şekerler koy. Eğer onlara dönüp
bakarsa, o gerçekten susamış değildir. O yol kesici Kürt dedi ki: «Ey bilginler, ellerinizde ekmeğiniz var, halbuki çömezler
açtır.» Bunun cevabını ben vereyim. «Git yakında bir köy var olaki orada eline bir ekmek verirler,» dedim. «Orası uzak,
nerede o köy? Şimdi çocuklar açtır,» dedi. Dedim ki: «Biz de ekmek arıyoruz, bulamıyoruz.» Gidiyoruz, hiç bir yerde
durmadan, bir tarafa bakmadan bu cevabı söylüyoruz. Hemen bıçağı yakaladı, bari onda bıçak tutacak yürek ve güç olsaydı.
Ben dün birazcık çorba içmiştim, başka bir şey de yemedim. Eğer perhiz yapmasaydım her gün hastalanırdım.
Bedenim arıklaşmıştır. Onu ancak perhiz ateşiyle dağlarım. Yazıklar olsun o güne ki, gönlüm perhiz istemez. Allah perhiz
denilen o rahatsızlığı gönlümde öylesine şirin gösterir ki asla sağalmasını istemem.
Bu konuya tekrar dönmek istemiyoruz. Ama yine bu bahse dönmezsek, din zarar görür. Yolda ona bir soğukluk ve
uyuşukluk gelmişti. O gün para getirmesi Mevlânâ´mn hoşuna gitmemişti. Mevlânâ´nın bu hoşnutsuzluğundan ona da soğukluk
geldi. Ama o konunun dışında konuşmak da bize hoş geliyor. Nasıl ki, bir kaç kere bu günlere eriştik, bu günlerde ibadet
gerekiyordu. Allah bugünlerde kullarını başka günlerde olduğundan daha çok korur ve görür. Bu halk böyle derler, ama Allah,
Allah olalıdan beri her şeyi görür, işitir. Şu halde niçin Ramazanda görür diyorsun? Günah iş...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 13:02:41
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #13 : 28 Ocak 2010, 13:02:41 »

Başkalarının gamını çekmek Allah işidir.
O dedi bi: Şemseddin´den bize bir gönül hoşluğu yoktur. Halbuki benden bir Mecusî bile gönül hoşluğu istese, onu
bulur. Neşe ve mutluluk görür. Yeter ki beni incitmeden, acı sözler konuşmadan bunu istesin. Eğer bir keşiş bir Müslümam
öldürse de Medreseye sığınsa, kendi yardımcılarından kaçmış, sana gelmiş ve sana gizlice, «Aman beni kurtar!» demiştir.
Müslüman, Müslümanı öldürünce o cezadan kurtulamaz. Ama eğer sen o keşişin yalvarışına karşı aman
vermezsen için burkulur. Üzülürsün. (Bu satırlardan sonra gelen yarım sayfalık Farsça metin, pek açık saçık küfürler ve
bugünün anlayışına göre edep dışı, öfkeli sözler ile dolu olduğu için çevirisinden vazgeçilmiştir. Okurlarımızdan özür dileriz
(Ç.))
(M.152) Her Müslümana bir zındık, her zındığa da bir Müslüman gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var? Lezzet
küfürde! Çünkü Müslümanda hiç Müslümanlık yolunu bulamazsın. Ama bakarsan, bir zındıktan Müslümanlık yolunu bulursun.
Bu el kâfir elidir dersen, öpersin; kâfirliği öpmüş olursun. Bu senin elin de Müslüman elidir dersin; onda Müslümanlığı öpmüş
olursun. Doğrusu, Hak kimin elinde ise o eli öpmektir.
Allahm! Birinin üç yüz dirhem parası var, elbisesi var ona vurma, onu biz tutuyoruz. Bu adamın da eline bir dânecik
geçse onu dağıtır, bu da Müslümanlık satmaktır. Bütün ilimlerde benden daha üstün olan öyle bir önderi getirin ki, ona yüz
kere secde edeyim, bir kere değil. Eğer ben onun hazır olduğu toplulukta mimbere gider de tek bir söz söylersem, herkes
bana güler. Ama ben size gülmem, edeple susarım. Ben çılgın mıyım? Her ne kadar bunlardan söz açıyorum ama siz nasıl
kabul ediyorsunuz? O mutlu yüze yüz bin kere rahmet olsun! Allah bana onu öpmek fırsatını versin ve beni ona lâyık kılsın.
Şeyh Muhammed Allahyı arıyordu, Allah adamıydı. Benimle görüşmek dileğinde bulunurmuş, ama görüşemedi. Ben
de seninle buluşmak arzusunda idim. Bu, bana nasip oldu. Şu halde senin merteben nerede kalır?
Evet, dedi ki: Ben, bir gün atımı feda edeyim. ilâç içmek için sen o bir dirhem parayı veriyor ve onunla birlikte
yürüyordun. Halbuki sen âlimsin, para sarfediyordun. «Neden, niçin?» dedim. Çünkü o öyle bir adamdı ki, «Hayır, sen benim
konuşma tarzımı anlamıyorsun.» Mademki vezir senin uşağındır, Adalet Bakanı kaç paralık adamdır! Bu Sultan sana köle
olmuştur. Diyordum ki: Hocendî´nin vaızına gideyim, onun mescidine uğrayayım. Ama gönlüm dedi ki: Gitme! O yerinde
yoktur. Sonra gideyim de Ulu Camide oturayım, dedim. Her kim konuşursa söyle, söyle! diyeyim. İkinci büyük kapıya vardım,
tekrar geri döndüm. Garip bir şey oldu. Hacının vaizi onun vaızın-dan daha iyidir, o zahir yönünden konuşur, halk onun
öğütlerini tutarsa, binlerce faydasını görür, dedim. Dinledim. (M. 153) Hacının vaızında hayrette kaldım. Bu kimdir ki
konuşuyor? Kimseyi göremiyorum. Ye, iç bir işe sarıl. Yazamıyorsan bari bir kalem kes! Onu da yapamıyorsan, bir kalem
cızırdat. Her üçü de hoşa giden bir yemek gibidir. Biz hangisiyle uğraşsak. öteki işi bırakmış oluruz. Her üçü ile uğraşmak
ancak vaizlerin işidir. Onların himmeti başkadır. Gayret yönünden yersizdir.
Soylu bir edebiyatçı bir Şehzade ile iki ay meşgul oldu, ona güzellikle söyledi, sert konuştu ama hiç bir etkisi olmadı.
O hep kendi sazını çalıyor, oyuncakları ile eğleniyordu, îki ay sonra Padişah geldi oğlunu görmek istedi, içeriye girince bir de
ne görsün, oğlan başına bir peçe örtmüş oyuncakları ile meşgul, öğretmen de haylaz öğrencisinin elinde âciz kalmış, sarığım
onun başına örtü yapmış yanına oturmuştu.
Padişah, «Öğretmen nerede?» diye sordu. Peçenin altından gelen bir kadın sesi «Benim» dedi. Padişah; «Bu ne hal?»
deyince öğretmen, «İki aydanberi hep onu kendi rengimle boyamaya, kendime benzetmeye uğraştım, başaramadım. Şimdi
ben onun rengine boyandım, artık kendimi ona uydurmaya mecbur kaldım,» dedi. Ama öğretmen yine erkekti, ona ne ziyanı
var? Mutluluk başgösterince sırasında vezir, padişaha, «Bu iş bu milletin işi değildir,» diyebilir. Sen şu ileri yaşta genç
kuşaklara nasıl vaizlik yapabilirsin ki onun vaiz kürsüsünün altında oturuyorsun.
Çulhanın biri vezirin makamına gitti uzakta edeple oturdu. Vezir sordu, «Nasılsın? Boş şeyler mi düşünüyorsun?»
Çulha, «Ne yapayım,» dedi. «Allah rızası için sizin ululuğunuza güvenerek geldim. Ama bunun Allah rızası için olması işin zor
tarafıdır.» Sonra vezir onu çok uzaktan görünce hemen Padişaha haber saldı, Padişah tahtından indi. Bu da yine Allah rızası
içindi. Nihayet iki yıl sonra, «Yarın gel de babana bir vaiz et,» dedi. Vaiz etti. Hayrette kaldılar. Dedi ki: «Nihayet üç kere
tekrarladım öğrendim.» öğretmen dedi ki: «Ben sana onun kulağında bin tayla-san var dememiş miydim?» Onun mimberi
altında oturmuşlardı. Yedi yüze yakın Peygamber hadisi anlattı. Sonra İmamlardan soruyordu: Böyle bir hadis biliyor
musunuz? (M. 154) Bundan sonra sizinle benim aramda söz yoktur. Kör gibi hep benim sözlerimi dinlediniz. Bunlar hep benim
sözlerimdi, siz bu bir hadistir sandınız. Siz bunu nasıl söylüyorsunuz ki sen bize çok iyi bir efendisin ama biz sana karşı kötü
kuluz. Güzel efendilik yönünden bizim kötü kulluğumuza karşı bizi esirge!
Nara atan sarhoşa, az iç! diyorsun. Ey ham sofu! Su aşağı doğru akıyor. Fikir yürütenler bir dem içindedirler. Amber
kokulu sağlam pabucu onun önüne bıraktım. Ansızın parmağım ayağına .değdi. Ateşte kızmış bir kızıl demir gibi olmuştu.
Beyit:
Çok damlacıklar, çiy danelerl gördüm,
Ben onda Samîrî ile danası gibi kaldım.
«Dünya bir oyuncaktır,» dedi. Bugün eğer onunla geçinemiyorsan bari yapma, açıktan gösterme bunu, beddua etme.
Allahya ısmarlayıp onu inciltme. Çünkü o görünüşte her şeye katlanır gibi gösterir ama içinden Allah’a havale eder. Öyle olur ki
bizim nefesimizi keserler, ağzımızı tıkarlar; yahut bu gece aralarında konuşur belki de öldürürler. O dedi ki, «Ben sığınacak
yerimi gördüm. O geniş yolda kandan başka saldırganlığa karşı cesaretli oldum. Onun düşmanı gibi ve yeşil toprak oldum.»
Her gezegenin, öteki gezegene kavuşmasından bir Burç doğar. Erkeğin kadınla birleşmesinden nasıl insan doğarsa,
elbise ile insan bedeninde nasıl sıcaklık olursa, iki birleşmeden de bir şey meydana gelir. Yaydan kirişi çıkarırsanız ne ´iş
görür? Ancak onun kulağını bükerlerse o zaman yaralar. Söz ağızdan çıkar hiç bir iş ve muamele yoktur ki, o «Ben yoksulların
yoksulu, düşkünlerin düşkünüyüm Allah benim nefsimi sizden iyi bilir?» demesin. Bir kimse sana bu sözü söylerse sen de ona
söyle ki, «O sensin kıskançsın, kıskançlıktan dolayı da böyle coşuyorsun. Sen kendine de haset ediyorsun.» îşte her kim sana
bu türlü söz söylerse, de ki: «O sen değil misin? Sen o yılanın başısın!»
Biri sordu: «İblis kimdir?» «İblis sensin!» dedim. Eğer Cebrail kimdir diye sorsaydı, o sensin derdim. Her kim sana,
falan kişi seni övdü derse, de ki, «Hayır beni sen övüyorsun da onu bahane ediyorsun.» Ona söyle sen onun sözünden ne
anlaşıldığını nereden bileceksin? Gel de o sözü kendisinden soralım, görelim ne demiştir. Ben bir söz söylersem başka manada
söylerim. Onun manası nedir acaba ne maksatla söylemiştir?
(M. 155) Kera Hatun bile kıskançtır, Mevlânâ da kıskançtır. Ama insanı cennete götüren o kıskançlıktır. Bütün gün
benim konuşmalarım da bu kıskançlık üzerinedir. Ama ötekinin kıskançlığı onu cehenneme götürür. Ben bir hizmet
görüyorum, ondan dolayı da bana kıskançlık ediyorsun ki ondan vazgeçeyim, geri durayım.
Efendi ev sizindir. Siz gitmeyin, ben gider ve size Kaf dağı gibi teşekkürlerimi sunarım. Mevlânâ´nın sohbetinden,
onun şerefini omuzlarımda taşıdığım halde ayrılayım, tekrar teşekkürler sunayım, özgür kalayım. Bendeki ahmaklık öyle bir
kerteye geldi ki. Eğer Musa Aleyhisselâm gelse de, «Benim dilediğim o ümmeti bana göster,» deseydi, ona «îşte budur!» diye
gösterirdim.
Kendi kendime adakta bulundum. Eğer bu durumdan kurtulursam gizli, aşikâr neyim varsa sadaka vereyim. Şimdi ey
düşmanlar bana bir hile yapamıya-caksınız! Bana kuracağınız tuzakla şu Kaf dağını kaldırıp omuzlarıma yükleseniz, buna bir
kat daha ekle-seniz ve bunları hiç kaldırmasanız bile yine benim için bir can rahatlığı olacaktır.
Ömrümüzü hep kadın sevgisi oyunları ile geçirdik. Allah kitabını arkamıza attık. O ilâhî kitabın hesabını nasıl
vereceğiz. İnsan olan kimse de o kitabın âyetidir. O âyet içinde âyetler vardır.
Yahudinin biri bazı Kuran âyetlerini ezberlerdi, Bağdat´ta kadılık yapıyordu. Yıllarca yer altında bir takım adamlar,
silâhlı kişiler gizlemişti. Halife bu hali haber aldı ve onu yakalattı. Kadılık, ilim, fetva ve Kuran hepsi o Yahudideydi. Ama o
ancak sahtekâr bir köpekti. Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır derler. Kadir gecesi «İnnâ Enzelnâ» sûresinde bir kaç âyette
işaret buyurulmuştur. O bin aydan hayırlıdır. Ayın on dördüncü gecesinden daha aydındır. Ama aylar arasında gizlenmiştir.
Çok parlak olduğu için gizlenmiştir o Kadir gecesi. Gerçi diğer bir âyette, «Vah ne yazık ki Allah tarafına yönelmekte, ona
yaklaşmakta tembel davrandım!» buyurulmuştur. Halbuki, öylesine zaman ve mekândan uzak, öylesine yönsüz ve tarafsızdır
ki! Ama zamanı gelmeyince ne yapar. Ben hoşum, nasıl hoş olmıyayım. Şimdiye kadar beni hiç kimse inkâr etmedi ki,
arkadan Allahya yakın yüz binlerce melek, gerçeklemesin. Bana asla bir kimse cefa etmedi, kötü söz söylemedi ki, celâl ve
ululuğu en yüce olan Allah, o kötülüklere karşı beni binlerce defa öğmüş olmasın. Sonra benden ayrılmıyan, bana yabancı
kalmıyan bir kimse yoktur ki, ona ulu Allah (M. 156) binlerce yakınlık göstermiş olmasın. Her kime öğüt yoluyla bir söz
söyledimse bana o sözün karşıl...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 13:04:00
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #14 : 28 Ocak 2010, 13:04:00 »

Sana bir atalayım ama, yine burada kal, gitme.» Senin söylediğin bu söz bile bir hile ve mekirdir. Benim işim yok. Müslümanlık, arzusunakarşı gelmek, nefsine uymaktır. Kâfirlik de kendi keyfine uymaktır.
 Diyelim ki, biri imana gelmiştir. Bunun anlamı şudur: «Ben
artık arzularıma, nefsime uymayacağım, buna söz verdim.» Bir başkası da, «Bu benim işim değildir,» dedi, «Ben bunu
yapamam, ancak haraç verir, kendi keyfimce yaşarım.» Peygamber de buna razı oldu kabul etti, kâfire berat verdi ve buyurdu
ki, «Her kim bir Zim-mî´yi yani Müslüman olmayan bir insanı incitirse beni incitmiş gibi olur.» Ama başka biri de diyor ki: «Ben
Müslümamm, artık heva ve hevesten de üzgünüm.» Ama istiyorum ki, o ne haraç versin ne de arzularından vaz geçsin.
«Müminim, Müslümamm,» diyor ama imanı yoktur. «Dürüst adamım,» diyor ama dürüst değildir.
Sana, «Dostunum, senin uyruğunum,» der ama değildir. «Beyazım,» der ama siyahtır o, «Doğan kuşuyum,» der.
Hayır, kargadır. Mümin üzerine şükretmek gerektir, çünkü kâfir değildir. Kâfire de münafık olmadığı için şükretmek gerektir.
Garip hadisler arasında anlatırlar. Ama bu pek yaygın değildir. Cehennem halkı cehennemi boşalttıkları zaman, en
alçak ve derin yerleri bomboş kaldığı, kapıları kapandığı sırada cehennem harap bir boş eve dönerken münafıkların feryatları
duyulur. Onlara sorarlar: «Siz nasıl bir toplumsunuz ki, herkes burayı boşalttığı halde siz hâlâ içerdesiniz!» «Bizler nifak ehli
kişilerdeniz bizim için ne kurtuluş umudu kalmıştır, ne de burada kalmak imkânı.»
(M. 166) Bu hadisi de Kadı Şemseddin-i Hoyi ders sırasında anlatmıştı. Ama yaygın değildir ancak manaya âşinâ olan,
işin iç yüzünü bilen kimse bundan bir pay çıkarır. Bugün bir açık nifak vardır bir de gizli nifak. O açık nifak bizden ve
dostlarımızdan ırak olsun ama insanoğlunun yaratılışında olan o gizli nifakı da ondan söküp atmaya çalışmak gerektir. Yine
hadiste, «Mümin, Müminin aynasıdır,» buyurulmuştur. Bundan daha önemlisi, «Hak kulun aynasıdır, kul da hakkın aynasıdır,»
anlamına gelen hadislerdir. Olgun söz böyle dolgun olur.
Şemseddin-i Hoyi´ye biri karşı çıktı ve şöyle bir tartışma açtı. Onun maksadı bir din adamını kötülemekti. Diyordu ki:
«Filan kişi bu kadar şiir ezberlemiş, her fenden, devlet ve divan işlerinden bir kaç şey öğrenmiştir. Ötekinin ise hiç bir şeyden
haberi, resmî işlerden bir bilgisi yoktur.» Buyuruyorsunuz ki: «Nihayet onun ezberinde bir şey yoktur, kitap da yazmamıştır.
Ama söz eridir, tecrübe sahibidir. Görmüyor musunuz ki, sırası geldiği zaman nasıl konuşuyor. Ötekinin ne kadar geniş bilgisi
olursa olsun, tecrübesi yoksa görüyorsun ki yeri geldiği zaman hiç bir şey söyleyemiyor.» Şimdi bunların aralarındaki ayrılık
ve derece farkı, zahir bilgisi, duygu ve düşünce yönün-dendir. Bu cihanın aklı ve bu cihanın hissi iledir.
Halbuki öteki cihanın akıl mertebelerinin nasıl olduğunu söylersem bu da bir mekir ve hile olur. Size demiyor
muyum ki, pamukları kulağınızdan çıkarın da kuru sözlerin esiri olmayın. Açık ikiyüzlülüğe kapıl-mayasınız, Her görünüşe
aldanmayasınız, gözünüzü kulağınızı açasınız ki, işin iç yüzünü kavrayabiles´niz. (Onun iç yüzünü ancak Allah bilir yahut
Peygamberin rızasını kazananlar bilir,) Savaş adamlarına nasıl olur da sır verebilirsiniz? Ona, «Gel şu savaşı, karşı durmayı
bırakıver» dersen ne çıkar? O, savaş sevdasındadır. Her nerede bir kavga görse, kendi havasına uyar atılır. Banş isteyen bir
kimse de ona göre davranır, ona göre konuşur, çalışır ki, eğer birinin kulağına •giderse o da barışa yanaşsın ve desin ki:
«Ben çok utanıyorum, yaptıklarımdan ettiklerimden ve dediklerimden pişman oldum. O, şeytanın teşv´ki, şeytanın hilesiydi.
Yarabbi, ne fena işler yaptım! O ne iş idi ki ben yaptım. (M. 167) Meğer o bir kuruntu idi ki, benden bir söz çıktı onun hatırı
kırıldı.» Pişmanlık duysun. Onun gönlünde güzel sözler ve hareketlerle barışsever bir insan olduğu inancını yaratır.
Şiir:
Üstadın aşktır senin, oraya erişince
O sana hal diliyle anlatır ince, ince.
Hazreti Peygamber (S.A.) «Size helâl olan sihir sanatından haber vereyim ki, onunla özgür kimseleri parasız pulsuz
kendinize köle yapasımz,» buyurdu. Sahabeler, «Ey Allah elçisi bize bildir,» dediler, «iyi davranış, tatlı dildir,» buyurdu.
O ahmak bir iş yapar, bir söz söyler ki, soğukluğu açıktan belli olur. O, öyle bir hırsıza benzer ki iş-kence yapmadan,
soruşturmadan yaptıklarını açıkça söyler. Ancak o bir hırsız ki içinde hırsızlık zevk ve muhabbeti vardır. Gönlü çaldıklarına
bağlıdır. Onun hırsızlığını anlayanlar yüz bin kutsal canı böyle bir hırsızın ayağına saçarlar.
Dedi ki: Bugün Allah adı ile bu birinci lokmaya başladım, ikinci lokmaya, Cebrail´in, üçüncü lokmaya Mikâil´in adı ile
dördüncü lokmaya Azrail´in adı ile başladım. Çünkü yoksulluk lokmasıdır.
Dostluk o mudur ki, dostu uyurken biri gelsin, elbisesinin bir kenarını açsın, eteğini çeksin, edep yerlerini çıplak etsin
ve bunu halkın gözü önünde yapsın. Nuh Peygamberin oğlu gibi kara yüzüne erkekçe bir tokat vurur, gizlice eteğini çekerler.
O da öteki gibi gülmez ve der ki, «Eğer ben de onun gibi gülmezsem beni çıplak eden zavallı incinir.» Bu hoşgörme, yönünden
değildi, dostluktan da değildir. Umarım ki bir vakit bizi kötüleyenler yahut hayalle uğraşanlar arasında bizim hakkımızda
konuşulurken bazıları tereddüt gösterirler. Hayret edilecek nokta şudur ki, acaba bu sözleri dostlar mı söylüyorlar yoksa bizi
ayıplayanlar mi? Hangisini ele alalım. Onlar bir şey işitmek için kulaklarını dört açmışlardır. Bir taraf belki öteki taraftan daha
üstündür, derler. Umarım ki sen bunlar arasında en doğru olan sözü söylüyorsun belki kendinden hiç bir şey söylemiyorsun.
Zaten doğru konuşmak lâzımdır. Ben onlara (M. 168) dedim ki: «Sizden şu sebsple ayrılıyor ve sohbetlerinizi terk ediyorum:
Siz dervişi incitiyorsunuz.» Bu söz onlar için faydalı oldu çünkü onlar anlamıyorlar. Senin perhizin, onlardan ayrılman bizim
dostluğumuz yüzünden olmuştur. Onlar bu hali yorgunluk, yahut nezaket icabı sanırlar, yahut başka sebeplere yorarlar. Eğer
hatıra bir şey gelir de bu sözü söylersen falana bir zarar gelir düşüncesi ile o sözü saklamak gerekmez. Çarçabuk dosta
anlatmak ve söylemek lâzım gelir.
Gönül ki, göklerden, feleklerden daha büyük, daha geniş, daha hoş ve aydındır; onu gereksiz sözlerle niçin
daraltmalı? Pek hoş olan bir âlemi kendine zindan gibi daraltmak nasıl uygun düşer? Bostan gibi olan bir cihanı kendine
daracık bir zindan etmek, ipek böceği gibi daracık bir koza içinde kuruntular, vesveselerle, çirkin hayallerle oyalanmak,
kendini karanlık bir âleme atmak, hep gafil uyumak ne demektir? Biz o kimselerdeniz ki, zindanı kendimize bostan yaparız.
Bizim zindanımız bostan olunca ya bostanımız nasıl olur? Bir seyret de gör! Hazreti Peygamberin (S.A.) mübarek sözlerinden
hiç birinden irkilmedim. Ancak şu, «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadiste şaşaladım. Ben dünyayı hiç de zindan
görmüyorum. «Zindan nerede?» diyorum. Ancak o hazret, «müminlerin zindanı,» demiş, «kulların zindanı,» dememiştir.
Kullar başka bir toplumdur. Burada kendi maksadını o daracık düşünceye sığdırmak gerekmez. Dost ile her ne gelirse, çabuk
çabuk, ahval şöyledir, der geçersin. Perhiz şu cihetten gereklidir ki, acaba bu bahsi dost ile nasıl konuşayım? Dost zaten hali
görüyor. Eğer dost olan arkadaşına söylemezsen ne kadar araşan bu konuda sol yönü bulamazsın çünkü onun her iki eli de
sağ eldir. Bundan dolayı âyette, «Allah ve Resulünün iki eli arasında,» buyurulması belki her iki eli de açıktır anlamına gelir.
Nasıl ki o gün demişti ki:. Tebbet âyeti ile ihlâs sûresi arasında hiç bir fark yoktur. Her ikisi de birdir, Allah kelâmıdır. Ben bir
vakit bu türlü söz söylemiştim. «Gel de şimdi anlat bakayım. Nasıl diyorsun ki Tebbel nedir ki?» Ebû-lehep ziyan etti, helak
oldu, Ebûleheb´in iki eli kurusun! Alevli ateşe götürülecektir. Gün olur ki ateş içinde heybetli bir dille konuşur. Şimdi bu îhlâs
sûresi yani söyle ki «Allah tektir,» âyeti ile Tebbet´ten her ikisi bir olur mu? Bu îhlâs sûresinin anlamı Allah sıfatlardan başka
değildir. Şimdi söylemek gerekir ki, sen Müslüman olarak öleceksin, kâfir ölmeyeceksin, kurtulacaksın ateşten. Şimdi öyle
hoşum, öylesine hoşum ki şu hoşlukla iki cihana sığamıyorum.
Siyah şalvarlı denen, bir din bilginiydi. Meliki Âdil ona çok inanırdı. Bindiği bir eşeğin sahibi ile kavgaya tutuşmuş,
Farsça diyordu ki: «Bu eşek kötü yürüyor, her saat yüzüstü kapanıyor. Halbuki geçen gün bana iyi bir eşek gösterdin, sonra
iyi eşekleri başkalarına verdin. Topal eşeği bana getirdin.» Ona dediler ki, «Bu adam Farsçadan anlamaz, onunla Arapça
konuş!» Acem bir saat kadar düşündü, Arapça konuşacağı kelimeleri zihninde hazırladı. Eşek sahibi biraz uzaklaşmıştı. Şeyh
ona seslendi. Kafasında hazırladığı Arapça sözleri unutmamaya çalışırken, eşekçi: «Ne diyorsun?» dedi. Şeyh, şu anlamdaki
Arapça sözleri kekeledi: «Yarın ben, güzel bir eşek...» Eşekçi sordu: «Bugün de öyle misin? Yâ Şeyh!»
Onu çekmeyen kıskanç fakihler akşam namazını kıldırması için sözbüiiği ettiler. Biliyorlardı ki, o Fatiha okumasını bile
beceremez. Onu koruyan Meliki Âdil de onun kim olduğunu bu vesile ile anlasın. Bu sözleşmeden sonra onu söze tuttular ki,
namaz vakti geçsin. Ama Hoca işi sezmişti, yüzünü Meliki Âdil´e çevirdi, «Ey ulu sultan,» dedi. «Sen lük, lük yürümesini bilir
misin?» «Hayır,» dedi sultan. Hoca, oradaki hizmetçiye gözüyle işaret ederek, «Getir şu pabuçlarımı,» dedi. Pabuçları
giydikten sonra yerinden sıçradı. Bir ayağını basıyor ötekini sürüklüyor, arada duraklıyor; sonra öteki ayağını da aynı veçhile
tekrar ba...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6 7   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes