๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mesnevi-i Nuriye => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 11 Şubat 2011, 16:13:26



Konu Başlığı: Şûle
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 11 Şubat 2011, 16:13:26
ŞÛLE

(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01189.gif)

İ'lem eyyühe'l-aziz! Bütün Esmâ-i Hüsnânın ifâde ettiği mânâlarla bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan Allah bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder, sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi, aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla, ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl, bilmutabakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdesle sıfât-ı kemaliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder.

Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan Allah'ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor.

Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh Lâ ilâhe illâllah kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zat, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Madem ki herşeyin Allah'tan olduğunu bilirsin ve ona iz'ânın vardır. Zararlı, menfatli herşeyi tahsin ve hüsn-ü rızâyla kabul etmek lâzımdır. Ve illâ, gaflete düşmeye mecbur olursun. Bunun için esbab-ı zahiriye vaz edilmiş ve gözlere de gaflet perdesi örtülmüştür. Kâinat hâdiselerinden insanın heva ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur. Eğer heva sahibi, bu esbab-ı zahiriyeyi görüp Müsebbibü'l-Esbabdan gaflet etmese, itirazlarını tamamen Allah'a tevcih eder.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Dualar üç kısımdır.

Birisi: İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır. Savt ve sadalı hayvanatın, meselâ acıktıkları zaman kendi hususî lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.

İkinci kısım: Nebatat, eşcarın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyacî dualardır.

Üçüncüsü: Tahavvül, tekemmül şe'ninde olan şeylerin, lisan-ı istidatla hissedilen istidadî dualarıdır.

Evet, herşey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah'a dua eder.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken, o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim müntec bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de Allâmü'l-Guyûbun terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların herbirisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Mü'min olan zat, mânâ-yı harfiyle, yani gayre bir hâdim ve bir âlet sıfatıyla kâinata bakıyor. Kâfir ise, mânâ-yı ismiyle, yani müstakil bir "ağa" nazarıyla âleme bakıyor. Bu itibarla herbir masnuda, iki cihet vardır. Bir ciheti, kendi zat ve sıfâtından ibarettir. Diğer ciheti, Sânie ve Esmâ-i Hüsnâdan kendisine olan tecelliyata bakar.

İkinci cihetin dairesi daha geniş ve mealce daha kâmildir. Zira, bir harf kendi zatına bir harf miktarı-o da bir vecihle-delâlet eder. Kâtibine çok vecihlerle delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.

Kezalik, kudret-i ezelî kitabından olan bir masnu, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder, ama Nakkaş-ı Ezelîye pek çok vücuhla delâlet eder. Ve kendisine tecellî eden esmâdan uzun bir kasideyi inşâd eder. Kavâid-i mukarreredendir ki, "Mânâ-yı harfî, kastî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismi, sâdık, kâzip her hükme mahal olur." Bu sırra binaendir ki mânâ-yı ismîyle kâinata bakan felâsifenin kitaplarında kâinata âit hükümler, nefsülemirde örümceğin nescinden zayıf ise de, zahire göre daha muhkem görünüyor.

Ehl-i kelâm, felsefî meselelerde ve ulûm-u kevniyeye mânâ-yı harfiyle, istidlâl için tebeî bir nazarla bakıyor. Hattâ şemsin sirac olması, arzın beşik, cibâlin evtad olması, ehl-i kelâmın müddealarını ispata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâmın reyleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onların müddeâsına zarar vermez ve  tekzibe de müstehak olmazlar. Bunun içindir ki, ehl-i kelâmın reyleri mesâil-i felsefiyede ednâ ve zayıf görünür. Amma mesâil-i İlâhiyede demirden daha metindir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakkın günahkârları affetmesi fazldır, tâzip etmesi adldir. Evet, zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünkü cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde Allah'ın fazlına mazhar olur.

Mâsiyetle azap arasında kavî bir münasebet vardır. Hattâ ehl-i itizâl, mâsiyet hakkında doğru yoldan udûl ile, mâsiyeti, şerri Allah'a isnad etmedikleri gibi, mâsiyet üzerine tâzibin de vacip olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam ettiği, rahmet-i İlâhiyeye münâfi değildir. Çünkü şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan nisyandan alındığı için, nisyana müptelâdır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında, nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemaldir. Bu itibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemal, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Lâkin mükâfatın, menfaatin tevziinde bir zerreyi bile terk etmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemal, sa'y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor. Fakat neticelerde, faydalarda, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Mü'minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki, herbir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Ve herbir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur-bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma... Ve keza, herbir fert, arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallâk-ı Kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.

İşte mü'minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvî, mânevî teâvün ve birbirine yardımlaşmakla hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlûkat içerisinde mükerrem ünvanını almıştır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Birşeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvâli hakkında ihtilâfları olduğu zaman, yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh, Avrupa filozofları, maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur'ân'ın hakaikinden pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm; nefsülemir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh, şimşek, buhar gibi fennî meseleleri keşfeden filozoflar, hakkın esrarını, Kur'ân nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Sem', basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî, şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatleri vardır. Binaenaleyh, o gibi umumî nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet sayılır.

Hal bu merkezde iken, bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah'a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümulü yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki, en büyük nimet, âmm ve dâimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal-i ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın bazı âyetlerinin tekrarını iktiza eden hikmetler, bazı ezkâr ve duaların da tekrarını iktiza eder. Zira Kur'ân, hakikat ve şeriat, hikmet ve mârifet kitabı olduğu gibi, zikir, dua ve dâvetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, dâvette tekid lâzımdır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân'ın yüksek meziyetlerinden biri de şudur ki: Kesrete ait bahislerden sonra vahdet tezkirelerini yazıyor. Tafsilden sonra icmal yapıyor. Cüz'iyatın bahislerinden sonra rububiyet-i mutlakanın düsturlarını, sıfât-ı kemaliyenin namuslarını fezlekelerle zikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, âyetlerin sonundaki faydaları, âyetlerin ortalarında zikredilen mukaddemelere neticeler hükmündedirler. Veya illet olurlar, ta ki sâmiin fikri âyetlerde zikredilen cüz'iyatla meşgul olup ulûhiyet-i mutlaka mertebesinin azametini unutmasın ki, ubudiyet-i fikriyesine halel gelmesin.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Velîlerin himmetleri, imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah'tır. Fakat insanda öyle bir lâtife, öyle bir hâlet vardır ki, o lâtife lisanıyla her ne sual edilirse-

velev ki fâsık da olsun-Cenab-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İlim ve yakîn şümulüne dahil olan ahvâl-i mâziye ile şek perdesi altında kalan ahvâl-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farz et, otur. Sonra, mevcudat-ı mâziye kafilesine dahil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp peyderpey vücuda çıkan evlât ve ahfâdın arasında bir tefâvüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve itkan ile Sâniin masnuu olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sâniin masnuu olacaktır. Her iki kısım da Sâniin ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iâdeten ihyası, evlâdının icadından daha garip değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki, vukuat-ı mâziye, Sâniin bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna şehadet eden birtakım mucizelerdir.

Evet, kâinat bostanında görünen şu mevcudat ve ecram, Hâlıklarının herşeye kadîr ve herşeye alîm olduğuna delâlet eden harikalardır.

Kezalik, nebatat ve hayvanat, envâıyla, efradıyla, Sânilerinin herşeye kadir olduğuna şehadet eden san'at harikalarıdır. Evet, kudretine nisbeten zerratla şümus mütesâvi olduğu gibi, yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir. Ve keza, ağaçların çürümüş, dağılmış yapraklarının iâdeten ihyası arasında fark yoktur.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihyâ-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celb ettiğinden, kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki:

Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semâvattan Hâlık-ı Semâvata daha yakın bir yoldur. Zira, kâinatta tecellî-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilâfete ve Hayy-u Kayyûm isimlerinin cilvelerine en uygun, topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet su üzerindedir; arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir aynadır. Evet, kesif birşeyin aynası ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nurânî ve lâtif birşeyin de aynası ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ, hava aynasında, yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Su aynasında şems ziyasıyla görünürse de elvân-ı seb'ası görünmüyor. Fakat toprak aynası, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.
(1)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01190.gif) olan Hadîs-i Şerif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyleyse, arkadaş, topraktan ve toprağa inkılâp etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme!

İ'lem eyyühe'l-aziz! Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbimle arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad, burhan şeklinde bir temsille ibraz ediyor. Meselâ:

Fâtır-ı Hakîmin kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardır. Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu gibi, fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbir şeyden de hariç değildir.

Evet, âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mâmulât-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vakıf olasın. Meselâ, biri arzda, diğeri semâda veya biri şarkta, diğeri garpta iki şeyi bir anda yaratan Sâniin, o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır. Ve keza herşeyin kayyûmu olduğu cihetle de, herşeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardır. Bu sır, daire-i vücub, tecerrüd ve ıtlak hasâisindendir. Ve fâil-i aslînin mâhiyetiyle, zıllî olan münfail arasındaki mübâyenet-i lâzimesidir. Meselâ, şems, timsallerine kayyûm olduğu için, fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Aynadaki zıl ve gölgeyle semâda bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu'diyeti vardır.

1 "Kulun Rabbine en yakın olduğu an, onun secde halidir."el-Münavî, Feyzü'l-Kadîr, 2:68, hadis no:1348; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 2:110.