๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mesnevi-i Nuriye => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 12 Şubat 2011, 20:03:25



Konu Başlığı: 10. Risale
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 12 Şubat 2011, 20:03:25
ONUNCU RİSALE


(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01150.gif)
(1)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01151.gif)

İ'lem eyyühe'l-aziz! Şu âyet-i kerimenin yüksek semâsına çıkıp sırrını fehmetmek için yedi basamaklı bir merdiven kuruyoruz.

Birinci basamak: Semâvâtın, melâike ile tesmiye edilen münasip sakinleri vardır. Çünkü, küre-i arzın semâya nispeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zevilhayatla dolu olması, semâvâtın ve müzeyyen burçları zevi'l-idrakle dolu olmasını tasrih ediyor. Ve keza, semâvâtın bu kadar ziynetlerle tezyin edilmesi, behemehal zevi'l-idrâkin takdir ve istihsan ile nazar-ı hayretlerini celb etmek içindir. Çünkü, hüsn-ü ziynet, âşıkların celbi içindir. Yemek ve taam da aç olanlara yapılır. Maahaza, ins ve cin o vazifeyi ifâya kâfi değillerdir. Ancak, gayr-ı mahdut, oraya münasip melâike ve ruhânîler o vazifeyi ifâ edebilir.

İkinci basamak: Arzın semâvatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet, arza gelen ziya, hararet, bereket ve saire semâvattan geliyor. Arzdan da semâya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek, aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki, arzın sakinleri için semâya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah, cesetlerinden tecerrüdle semâvâta uruç ederler.

Üçüncü basamak: Semâvatta devamla cereyan eden sükûn, sükût, nizam, intizam, ıttıraddan hissedildiğine nazaran, semâvat ehli, arz sakinleri gibi değildirler. Evet, arzda bulunan nifak, şikak, ihtilâf, ezdâdın içtimâı, hayır ve şerrin ihtilâtı gibi şeyler, semâvatta yoktur. Bu sayede, semâvatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur. Sakinleri, verilen emirlere kemâl-i itaatle imtisal ediyorlar.

Dördüncü basamak: Cenab-ı Hakkın, iktizâları, hükümleri mütegayir bazı esmâları vardır. Meselâ, Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kirama yardım etmek üzere, küffarla muharebe etmek için melâikenin semâdan inzâlini iktiza eden ismi, melâikeyle şeyâtin (yani semâvî olan ahyarla arzî eşrar) arasında muharebenin vukuunu istib'ad değil, iktizâ eder. Evet, Cenab-ı Hak melâikeye bildirmeksizin şeytanları def veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetin iktizâsı üzerine, bu kabil mücâzâtın müstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.

Beşinci basamak: Ruhânîlerin ahyârı semâda bulunduklarından, eşrarı da letâfetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i semâ, onları şerâretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, bu gibi mânevî mübârezeleri âlem-i şehadete, bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır.

Altıncı basamak: Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, nev-i beşeri itaate irşad, isyandan zecr ve men etmek üzere kullandığı üslûb-u âlisine bak:
(2)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01152.gif)
Yani, "Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semâvat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultanla çıkarsınız."

Kur'ân-ı Kerim bu âyetle, pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında nidâ ediyor: "Ey insan-ı hakîr, sağîr, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melâikeyle necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezele isyan ediyorsun. Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun?"

Yedinci basamak: Yıldızların pek küçük efradı olduğu gibi, pek büyükleri de vardır. Semânın veçhini, yüzünü ziyalandıran herşey yıldızdır. Bu neviden bir kısmı, semâya ziynet olmuştur. Bir kısmı da şeytanları recmetmek için semâvî mancınıklardır. Semâda yapılan bu recim, semâ gibi en vâsi dâirelerde bile vukua gelen mübareze hadisesini insanlara göstermekle, insanların mutîlerini âsilerle mübarezeye teşvikle alıştırmaktır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbelle alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrâke mâlik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dahilî ve haricî şeylere taallûk eden idrâki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü: İnşaata lâzım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Meselâ, bir evin yapılması

için lâzım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi.

Binaenaleyh, insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlûkatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sânii hamd ü senâ etmektir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakkın atâ, kazâ ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kazâ kanununu; kazâ da, kaderi bozar.

Meselâ: Birşey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kazâ demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazâdan affetmek, atâ demektir. Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler. Demek, atânın kazâya nisbeti, kazânın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kazâ kanununun şümulünden ihraçtır. Kazâ da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vakıf olan ârif, "Yâ İlâhî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım da senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı helâk olurdum" der.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Esmâ-i Hüsnâyı tazammun eden bazı fezlekelerle âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, bazan âyât-ı kudreti âyetlerde basteder, sonra içerisinden esmâyı çıkarır. Bazan mensucat toplar gibi açar, dağıtır; sonra toplar, esmâda tayyeder. Bazan da ef'âlini tafsil ettikten sonra, isimlerle icmal eder. Bazan da, halkın a'mâlini tehdidâne söyler; sonra rahmete işaret eden isimlerle tesellî eder. Bazan da bazı makasıd-ı cüz'iyeyi zikrettikten sonra, o makasıdı takdir ve ispat için, burhan olarak kavâid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddî cüz'iyatı zikreder, sonra esmâ-i külliyeyle icmal eder. Ve hâkezâ...

İ'lem eyyühe'l-aziz! Acz de aşk gibi Allah'a isal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selâmettir.

Ehl-i sülûk, tarik-i hafâda letâif-i aşere üzerine, tarîk-i cehirde nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibâret, hem kısa, hem sehl bir tariki, Kur'ân'ın feyzinden istifade etmiştir.

Birinci hatve (3)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01153.gif) âyetinden,

İkinci hatveyi (4) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01154.gif) âyetinden,

Üçüncü hatveyi (5) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01155.gif)
âyetinden,

Dördüncü hatveyi (6) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01156.gif) âyetinden ahzetmiştir. Bunların izahı:

Birinci hatve:
İnsan yaratılışında kendi nefsine muhib olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzat nefsi kadar birşeye sevgisi yoktur. Kendisini, ancak mâbûda lâyık senâlarla medhediyor. Nefsini bütün ayıplardan, kusurlardan tenzih etmekle-haklı olsun haksız olsun-kemal-i şiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenab-ı Hakkı hamd ü senâ için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ve senâ için sarf ediyor ve (7) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01157.gif) deki (8) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01158.gif)  şümulüne dahil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

İkinci hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevk edilmeli, ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.

Üçüncü hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks, acz, fakrdan mâadâ birşeyi bırakmamalıdır. Bütün mehâsin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in'am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahri istilzam etmediklerini itikad ve telâkki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi, kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.

Dördüncü hatve: Kendisi istiklâliyet halinde fâni, hâdis, mâdum olduğunu ve esmâ-i İlâhiyeye aynadarlık ettiği halde şahit, meşhud, mevcut olduğunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi, vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle (9) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01159.gif)  yü kendisine vird ittihaz etmektir.

Ve keza, Vahdetü'l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetü'ş-şühud halkı ise, bütün mevcudatı, görerek, cezalılar gibi nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

Kur'ân'ın ifham ettiği tarik, kâinatı, mevcudatı hem idamdan, hem hapisten kurtarır. Esmâ-i Hüsnâya mazhariyetle aynadarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kâinatı, istiklâliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.

Ve keza, insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü, hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir. Hem imanı tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmi dört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hatâ ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir. (10) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01160.gif) ya istinaden insaniyetin mebdei, hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasriyle galat ediyor. Sonra, herşeyin kıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiyatıdır. Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir. Meselâ, insanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktizâ eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da, imanın îtâsıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sabık nimetlerdir. Evet, nasıl ki midenin îtâsıyla bütün mat'ûmat îtâ edilmiş gibi telâkki ediliyor; hayatın îtâsıyla da, âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetlerle beraber îtâ edilmiş gibi telâkki ediliyor.

Ve keza, nefs-i insanînin îtâsıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezâlik, imanın îtâsıyla, mezkûr sofralarla beraber, Esmâ-i Hüsnâda iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devamla hizmete mülâzım olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler, mahzâ Onun fazlındandır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Envâın efradında, bilhassa haşerat ve hevâm kısmında görünen fevkalâde çoklukta müşahede edilen, hârikulâde gayr-ı mütenâhi bir cûd ve sehâvet vardır. Kemal-i itkan ve intizamla bütün envâda bulunan şu kesret-i efrad, tecelliyat-ı İlâhiyenin gayr-ı mütenâhi olduğuna ve Cenab-ı Hakkın mâhiyeti herşeye mübâyin olduğuna ve bütün eşya onun kudretine nisbeten mütesâvi olduğuna sarahaten delâlet eder.

Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemalîdir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın yaptığı san'atların suhulet ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar san'atlarda, bilhassa ince ve lâtif cihazatta ilmî mahareti çok olursa, o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh, eşyanın hilkatinde sür'at-i mutlaka ile vüs'at-i mutlaka içinde görünen suhulet-i mutlaka, Sâniin ilmine nihayet olmadığına hads-i kat'î ile delâlet eder. (11) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01161.gif)  İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me'kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir.

Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir ve cevelân etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. Maahaza, bazan bu büyük âlem o lâtifeye o kadar darlaşır ki, âlem o lâtifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o lâtifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalâa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.

İşte, insanın mütefâvit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar, fakat içinde boğulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur. Demek, insanın seyr-i ruhânîsinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur-u tevhid pek suhuletle nasip ve müyesser olur. Bir tabakasında da gaflet ve evham öyle istilâ eder ki, kesret içinde gark olmakla, tam mânâsıyla tevhidi unutmuş olur. Sukutu suûd, tedennîyi terakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medenîler, ikinci tabakadaki insanlardandır.Onlar, hakaik-i imâniyeyi derk etmekte bedevîlerin bedevîleridir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemal ise, mevcudatın cüz'iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nevilerdeki cûd-u mutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecellîyatındandır.

Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellîsinden, cemal dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazan da cemal, celâlden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celîldir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Sâniin mânen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdânındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar olduğundan, meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlandır. Ve illâ, Sâniin inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Bir tarlaya zer edilen bir tohum, mânevî bir sur ve bir duvardır; o tarlayı tohum sahibine mal eder, başkasının tasarrufuna mâni olur. Kezâlik, küre-i arz tarlasına zer edilen nebatat, hayvanat tohumları, mânevî bir sur ve bir seddir ki, şirketi men ediyor; gayrı, müdahaleden tard eder.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Tabiatları lâtif, ince ve lâtif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letâfeti fazlaca parlasın. Çünkü,(12)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01162.gif)  Lâkin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letâfet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.

Kezalik, dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlûkat ve masnuat arasında-hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemâdatta olsun-bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sâni-i Hakîm tarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şâirâne bir hayalle dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam, görebilir.

Maahaza, o gibi şeyler kastî olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehâlüf olmazdı. Evet, tehâlüfte kasıt ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simâca muhalefeti buna delildir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhibü'l-Hayata olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani, insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemâdâtın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek, herşey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esmâ-i Hüsnânın delillerini fehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine göre cüz'îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir fert iken, bir nevi gibi olur. (13) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01163.gif)  İ'lem eyyühe'l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.

Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbirşeyi Allah'ın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakikî tevhidleri ise, herşeyi Cenab-ı Hakka isnad etmekle beraber, herşeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti nefyeder.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayat-ı dünyeviyeye kasten ve bizzat teveccüh edip bağlanan kâfirin, imhâl-i ikabında ve bilâkis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakiyetindeki hikmet nedir?

Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, sıfâtıyla Cenab-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garâbet-i san'at-ı İlâhiyeye nazarları celb ediyor. Ne fayda ki, farkında değildir. Demek, o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah'a ubudiyetine mâni olan, cüz'î nazarını cüz'î şeylere hasretmektir. Evet, cüz'iyat içerisine düşüp cüz'îlere hasr-ı nazar eden, o cüz'î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev'e ve umuma baktığı zaman, ednâ bir cüz'înin en büyük bir sebepten sudûruna cevaz veremez. Meselâ, cüz'î rızkını bazı esbaba isnat edebilir. Fakat menşe-i rızk olan arzın, kış mevsiminde kup kuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızıkla dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah'tan maadâ kendi rızkını verecek birşey bulunmadığına kanaati hasıl olur. Ve keza, evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnat edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbâü'l-Envârın nuruyla muttasıl olduğuna vakıf olduğun zaman anlarsın ki, kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden, ancak leyl ve neharı birbirine kalb eden Fâtır-ı Hakîmdir.

Ve keza, senin vücudunun zuhur ve vuzuhça Hâlıkın vücuduna nisbeti, Hâlıkın vücuduna delâlet edenlerin nisbeti gibidir. Çünkü, sen, bir vecihle kendi vücuduna delâlet ediyorsun. Amma Hâlıkın vücuduna, bütün mevcudat, bütün zerratıyla delâlet ediyor. Öyleyse, onun vücudu senin vücudundan âlemin zerratı adedince zuhur dereceleri vardır.

Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:

"1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.

"2. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.

"3. İnsana en karib (yakın) nefistir" diyorsun. Pekâlâ. Fakat, o fâni lezzetlere mukabil, lezâiz-i bâkiyeyi veren Hâlıkı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir? Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyûmu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet olursa, bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi', Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir? Binaenaleyh, bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetinle beraber mahbub-u hakikî olan Fâtır-ı Hâkîme ihdâ etmek lâzımdır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Senin önünde çok korkunç büyük meseleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi: Dehşetli, korkulu ebed memleketine yolculuktur.

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere mâruz kalmaktır. Öyleyse, bu gaflet ve nisyan nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilât-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı dâimeden tegafül edeceksin?

İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakka hamdler, şükürler olsun ki, mesâil-i nahviyeden isimle harf arasındaki mânevî farkla çok mühim meseleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:

Harf, gayrın mânâsını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi, şu mevcudat da Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatını izhar, ifham, izah için birtakım İlâhî mektuplardır ki, içlerinde yazılı delâil, berâhin, havârık, mucize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması, ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzat cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkep olur.

Ve keza, mesâil-i mantıkıyeden "küllî" ile "küll" arasındaki farkla rububiyete dair çok meseleleri öğrenmiş bulunuyorum. Cemal ile ehadiyet külliyyün zû cüz'iyât şümulüne dahildir. Celâl ile Vâhidiyet kûllün zû eczâ unvanına dahildir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Dünya, âlem-i âhirete bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin mühim meselelerine olan işaretlerden biri, cismânî olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fâni, rezil, zelil dünyada bu kadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanın vücudunda yaratılan havâs, hissiyat, cihazat, azâ gibi alât ve edevatından anlaşılır ki, âlem-i âhirette de(14) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01164.gif) kasırların altında, ebediyete lâyık cismanî ziyafetler olacaktır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına-çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi-leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, âciz, zayıf bir cüzsün. Lâkin Sâni-i Hakîm lütfuyla, lâtif san'atıyla seni cüzlükten küllîliğe çıkartmıştır.

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duygularınla âlem-i şehadet üzerinde cevelân etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itâsıyla bilkuvve "küll" hükmündesin. Ve keza, iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve "küllî" olmuşsun. Ve keza, mârifet ve muhabbetin in'âmıyla muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize meyledersen, âciz, zelil bir "cüz'î" olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen, bir "küllî" ve bir "küll" olursun.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara mâruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem' edip Vâhid-i Ehade tevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarf edersen, bütün mahbuplarınla beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.

Evet, bir sultana intisab eden bir adam, o sultanın herşeyle alâkadar, her mekânda herkesle muhaberesi, alâkası zımnında, o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Meselâ, kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair itâ-i malûmat eden adama, bütün mâmelekini ona feda etmeye hazırsın. Amma daire-i mülkünde bir arı hükmünde bulunan kamerin Hâlıkından haber getiren ve ezel, ebede, hayat-ı ebediyeye, hakaik-i esasiyeye, azîm meselelere dair malûmat itâ eden ve seni mânevî perişaniyetlerden, dalâletlerden kurtarıp kesretten vahdete doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye imanla mâülhayatı sana içirtmekle firak ve ayrılmak ateşlerinden kurtaran ve Hâlıkın marziyatını, metalibini tarif eden ve Sultan-ı Ezel, Ebedin muhaberesine tercümanlık yapan Resul-i Rahmân'ı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadıka imanla teslim olmaya mâni olan nefsin hevâ ve hevesini terk etmiyorsun.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Görüyoruz ki, Sâni-i Hakîm, kemal-i hikmetiyle, pek âdi şeylerden pek harika, mucize-i mensucat yapıyor. Ve keza, abesiyet ve israfa mahal bırakılmamak üzere, bir ferdi envâen vazifelerle tavzif ediyor. Hattâ, insanın başında, insanın muvazzaf olduğu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadar maddî birşeyin bulunması icab etseydi, bir başın Cebel-i Tûr büyüklüğünde olması lâzım gelirdi ki, ashab-ı vezâife yer olsun.

Ve keza, lisan sair vezâifiyle beraber, erzak hazinesine ve kudretin mutfağında pişirilen bütün taamlara müfettiştir. Ve bütün taamların tatlarını yakîn eden, bilen bir ehl-i vukuftur.

İşte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaşılıyor ki, zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyâleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet, âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikati tenvir eder. Öyleyse, bu fani dünyada mevt, fena, devâir-i gaybiyede sâfi bir bekaya intikal ederek bâki kalır. Evet, rivâyetlerde vardır ki, "İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzîe ile avdet ederler."

İ'lem eyyühe'l-aziz! Görüyoruz ki, Sâni-i Hakîmin, efrad ve cüz'iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi, kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab-ı Hakkın şu tefennünde takip ettiği hikmet:

1. Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.

2. Kudret mektupları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.

3. Kudretin kemalini izhar etmektir.

4. Celâlî ve cemalî her iki nevi san'atı ibraz etmektir.

Maahaza, pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tâmim için bir kısmını küçük harflerle, bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın iktizâsı yerine getirilmiştir.

Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmâre, cismin küçüklüğünü san'atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor.

Ve pek büyük cisimler dahi hikmetle yaratılmamış iddiasında bulunarak, bir nevi abesiyete isnat ediyor.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Gerek vücutta, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet, eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh, bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayvanattan olsun, nebatattan olsun, tevellüdle tenasül şümulüne dahil olan her fert, veçh-i arzı istilâ ve tasallut etmek niyetindedir ki, arzı kendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmakla Fâtır-ı Hakîmin esmâ-i hüsnâsını izharla Hâlıkına gayr-ı mütenâhi bir ibadette bulunsun.

Evet, kuşların, balıkların, karıncaların, yumurtalarında, eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratın tohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lâkin âlem-i şehadetin darlığına ve müstakbel ibadetlerin Allamü'l-Guyûbun ilminde mevcut olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân-ı Kerim, bazan birşeyin müteaddit gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsis eder. Bu ihtar içindir, inhisar için değildir. Yani, o şeyin gayeleri, zikredilen gayeye münhasır değildir. Ancak o şeyin nizam ve intizam ve sair faydalarına insanın nazar-ı dikkatini celbetmek için insanlara râci o faydayı zikrediyor. Meselâ:

(15)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01166.gif)
(16)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01165.gif)

âyet-i kerimeyle zikredilen fayda, takdir-i kamerin binlerce faydalarından biridir. Yoksa, takdir-i kamer bu faydaya münhasır değildir. Yani, kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakka mahsus taklidi mümkün olmayan en bâhir tevhid sikke ve mühürlerinden biri, gayr-ı mâdud muhtelif eşyayı basit birşeyden halk etmektir. Evet, pek basit olan şu topraktan binlerce envâ, muhtelif nebatat, gayr-ı mütenâhi bir kudretle, bir ilimle, pek büyük bir itkan, bir suhuletle yaratılmakta olduğu tevhidin öyle bir burhanıdır ki, hem taklidi, hem tenkidi imkân haricidir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayat-ı insaniyenin vezâifinden biri de, kendi cüz'î sıfatlarını, şuûnatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuûnatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır. Amma, âlem-i âhirette, haşirdeki şuûnat-ı azîmesini ve kıyamette emvatın ihyâsıyla ahvâl-i umumiyesini fehmetmek için, ancak güz mevsiminin kıyametiyle baharların haşri, haşir ve kıyamet-i kübrâda Hâlıkın şuûnatına mikyas olabilir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakkın helâl ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiği habîsat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:

Parçalayıcı arslanla, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacıyla jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihata çıkıyor.

Esnâ-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır. Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifâyab olur. Ve o arslan ata inkılâp eder. Burak gibi bineği olur. O sehpa ağacı da daima teceddüd etmekte olan ahvâl-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeye âlet ve vasıta olur. O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor:

"Yâhu, nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at, keyfine bak."

Adamcağız:

"Yok baba! Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın mâruz kaldığı fenâ ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ, seninle beraber dans oynayalım. Ve illâ gözümün önünden def ol, git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünkü,
(17)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01168.gif)
(18)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01167.gif) 
bana yeter."

İ'lem eyyühe'l-aziz! Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, Müslümanları ecnebî âdetlerine ittibâ ile şeâir-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur'ân Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: "Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeâiri de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız. Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur'ân'ın sadâsını dinleyecek olursan, o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmâna ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firakla dağıtacaktır. Ve keza, önümüzde idam sehpaları kurulmuştur. Eğer imân, îkanla Kur'ân'ın irşadını dinlersen, o sehpa ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

Ve keza, sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır. Eğer Kur'ân'ın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmân'ın ziyafetine şevk ve iştiyaka inkılâp edecektir. Acz ve zâfımız da Kadîr-i Mutlakın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

Ve keza, bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur'ân'ın güneşinden, Rahmân'ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâlâ. Ve illâ sükût ediniz. Kur'ân-ı dinleyelim, bakalım ne emrediyor:
(19)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01169.gif)
Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle veya felsefenin dalâletiyle veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşrep ve mesleğine tâbi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izâleyle ayıltacaktır.

Ve keza, insan hayvan gibi yalnız zaman-ı halle müptelâ ve meşgul değildir. Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederiyle hal elemlerine mâruzdur. Fakat kendisini şakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur'ân'ın şu beşaretini dinlesin:

(20)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01170.gif)


(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01171.gif)
(21)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01172.gif)

ilâ âhir-i sûre...

İ'lem eyyühe'l-aziz! Herbir masnuda tahakkuk eden kemal-i sanat, Sâniin her mekânda ve her masnuun yanında bulunmasına delâlet ettiği gibi, hiçbir mekânda ve hiçbir masnuun yanında bulunmamasına da delâlet eder.

Ve keza, insan, herbir şeye muhtaç olduğu cihetle, herşeyin melekûtu elinde ve herşeyin hazinesi yanında olan Zat-ı Akdesten maadâ kimseye ibadet edemez.

Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür.

Ve keza, insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerre kadar bir iktidarı, şuâ kadar bir hayatı, dakika kadar bir ömrü, cüz'î bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diğer cihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır. Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlakın tecelliyatına geniş bir mâkes olur.

Ve keza, insan hayat-ı dünyeviye cihetiyle bir çekirdek olup, pek büyük semere ve sümbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde etmek için tavuk gibi toprakları,

gübreleri, necisleri eşmeye sarf eder, faydasız tefessüh eder. Ve hayat-ı mâneviye cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bir şecere-i bâkıyedir.

Ve keza, insan fiil ve sa'yi cihetiyle zayıf bir hayvan olup dâire-i sa'yi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyle Rahmân-ı Rahîmin aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniştir.

Ve keza, insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü, insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidatlar itibarıyla hayvanların en âlâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki, bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine verilmiştir.

Ve keza, insan saltanat-ı rububiyetin mehâsinine nâzır ve esmâ-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlâhiyeyi mütalâayla mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlûkat ve halife-i arz olmuştur.
(22)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01173.gif)
İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlıkla nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhâniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gınâ-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyâsına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hâcât, envâ-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyleyse fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını Estağfirullah ve Sübhânallah ile ilân etmektir.

(23)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01174.gif)

İ'lem eyyühe'l-aziz! Herbir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu, kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle, onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele mâkûsedir, onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yolla gidenin ne silâhı var, ne zahiresi. Tabiî, yolda pek çok korkulara mâruz kalacağı gibi, ihtiyaçlarını def için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûk edenin hem silâhı, hem erzakı beraberdir. Pek serbestâne gider. Birinci yol Kur'ân yoludur, ikinci yol ise dalâlet yoludur.

Evet, ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaştığında, onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardır. Fakat, dalâlet zulümatı içinde yürüyenler esnâ-yı seferde korkudan, açlıktan herşeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda, onda dokuzu ya idam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı birşeyi, dünyevî, ednâ bir hiffet için tercih etmez.

Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. Kur'ân yoluyla gidenlerin silâh ve zahireleri ise, Kadîr-i Mutlaka, Ganiyy-i Kerîme olan tevekkül onları temin eder. Zira, tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür. Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini ifa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzimeleri hazine-i Rahmân'dan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür

(24) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01175.gif)
İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü'l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi? Binaenaleyh, Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki, dünyada paşa, âhirette gedâ olmasın!

İ'lem eyyühe'l-aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı, iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların partisine dahil olur.

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi tâlim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh, erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle-meselâ-iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla, insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebâir, takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Amma gerek nefsine, gerek evlât ve taallûkatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah'ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatı da O verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, betâlet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı mâderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklarla besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına götürüp sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: Allah'ı itham etmekle işini terk edip Allah'ın işine karışma ki, nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

(25)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01176.gif)
İ'lem eyyühe'l-aziz! "Bazı dualar icabete iktiran etmez" diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ, şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

Ve keza, zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. Ve illâ, "İcabet duaya iktiran etmedi" diyemezsin. Ancak, "Henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır" diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is'af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. Meselâ, doktoru çağırdığın zaman, herhalde "Ne istersin?" diye cevap verir. Fakat "Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver" dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülâyim olmadığından vermez.

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden, aksülâmel olur. O dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünyayla âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kışla yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın ba'delmevt, Hâlık-ı Rahmân ve Rahime rücûu hakkında ilânat yapan
(26)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01177.gif)(27)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01178.gif)(28)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01179.gif) (29)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01180.gif) gibi âyetlerde büyük bir beşâret ve tesellî olduğu gibi, ehl-i isyana da büyük tehditleri imâ vardır.

Evet, bu âyetlerin sarahatine göre, ölüm, zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı Ezel ve Ebedin huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle, kalb adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur. Evet, küfrün tazammun ettiği cehennem-i mâneviyeye bak  (30)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01181.gif) hadis-i kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalb eder. Sonra, iman ve yakîn ile, Cenab-ı Hakkın likasından sonra, rızasından sonra, rüyetinden sonra mü'minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak. Hattâ Cehennem-i cismanî, ârif olan mü'min için, âsiye kâfirin cehennem-i mânevîsine nisbeten cennet gibidir.

Arkadaş! Âlem-i bekaya delâlet eden berâhinden maadâ, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan "Âmin! Âmin!" söyleyen enbiya, evliya, sıddikîn imamları, Mahbub-u Ezelînin Habib-i Ekremi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın tazarruatı, duaları, âlem-i bekada insanın bekasına pek büyük burhan ve kâfi bir vesiledir. Çünkü, kâinatı serâpâ istilâ eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller, o Habibin tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek birşeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberrâ değil midir? Elbette münezzehtir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:

Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci veçhi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var:

Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam "Ne kadar güzel oldun" dediğine karşı, "Güzellik paltonundur" dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan, kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umur-u dîniyeye ve a'mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran, ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünceyle amelini adem-i ihlâsla iptal eder. Çünkü, sevap itâsında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i Nâsa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Keramet ile istidraç mânen birbirine mübayindir. Zira keramet, mucize gibi, Allah'ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'ın kendisine hâmi ve rakîb olduğunu da bilir. Tevekkül ve yakîni de fazlalaşır. Lâkin, bazan Allah'ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidraç ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidraç sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki,(31) (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01182.gif) okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefis ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidraç ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam mânâsıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da

Allah'ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fenâ fillâh olan havaslarıyla görürler. Bunun istidraçtan farkı pek zahirdir. Zira, zahire çıkan bâtınlarının nurâniyeti, mürâîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.
(32)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01183.gif)  İ'lem eyyühe'l-aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdud envâlarıyla herşeyde vardır. Fakat, herşeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünkü, husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zaten Mâbud-u Mutlakın ilmi kâfidir. İnsandan maadâ mahlûkatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım değildir. Ve keza, amellerinin sıfâtını bilmek de lâzım değildir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan-ı mü'minin kıymeti, ihtiva ettiği san'at-ı âliyeyle Esmâ-i Hüsnâdan in'ikâs eden cilvelerin nakışları nisbetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür. Kezâlik, bu âlem de, eğer Kur'ân'ın tarif ettiği gibi mânâ-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakkın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi mânâ-yı ismiyle, yani hiçbir fâil, Hâlıkla bağlı olmayıp müstakil-i bizzat nazarıyla bakılırsa, kıymeti câmide, mütegayyir maddesinde münhasır kalır. Kur'ân'dan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misalle tebârüz eder:(33)(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/f-mesnevi/ayetler/f01184.gif) Bu hükm-ü Kur'ânî, Esmâ-i Hüsnânın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki:

Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber size musahhardır. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlikiniz var ki, bu şems onun bir lâmbası olup, misafirhanesinde sakin misafirlerini ziyalandırıyor.

Felsefenin hikmetince, şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. Arzla seyyarat, ondan uçan parçalardır; câzibeyle şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın Cenab-ı Haktan hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilâkis, daima Ona şükretmeye medyundur. Çünkü, mülk Onundur, insan Onun memlûküdür.



1 "Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık." Mülk Sûresi, 67:5.

2 Rahmân Sûresi, 55:23.

3 "Nefislerinizi temize çıkarmayın." Necm Sûresi, 53:32.

4 "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur." Haşir Sûresi, 59:19.

5 "Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da hendi nefsindendir."Nisâ Sûresi, 4:79.

6 "Onun zatından başka herşey helâk olup gidicidir." Kasas Sûresi, 28:88.

7 "Nefsinin arzusunu kendine mâbud edinen kimse." Furkan Sûresi, 25:43.

8 "Kimse."

9 Mülk umumen Onundur; hamd de Ona mahsustur.

10 Yerdeki herşeyi bizim için yarattı.

11 "Bizim birşeyi yapmamız, gözün bir bakışı gibi kolay ve sür'atli tek bir emirledir." Kamer Sûresi, 54:50.

12  Eşyânın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.

13 En doğrusunu Allah bilir.

14 "Altlarından ırmaklar akar." Bakara Sûresi, 2:25.

15 "Vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye." Yûnus Sûresi, 10:5.

16 "Ay için de menziller takdir ettik." Yâsin Sûresi, 36:39.

17 "O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır." Enfâl Sûresi, 8:40.

18 "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.

19"Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah'ın azâbını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin." Lokman Sûresi, 31:33.

20 "Bilin ki, Allah'ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
"Onlar îmân eden ve Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınan takvâ ehlidir.
"Dünya hayatında da, âhirette de onlar için müjde vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik olmaz. En büyük kurtuluş işte budur." Yûnus Sûresi, 10:62-64.

21 "Yemin olsun incire ve zeytine. Ve Sînâ Dağına." Tîn Sûresi, 95:1-2.

22 "Ey insanlar, hepiniz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve her türlü övgüye lâyıktır." Fâtır Sûresi, 35:15.

23 "İhlâs ile kulluk edenler, nimetle dolu Cennet içindedir. Günaha dalan kâfirler ise Cehennem ateşindedir." İnfitar Sûresi, 82:12-13.

24 "Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalamadan başka birşey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." Ankebut Sûresi, 29:64.

25 "Bana dua edin, size cevap vereyim." Mü'min Sûresi, 40:60.

26 "Dönüş Onadır." Ra'd Sûresi, 13:36.

27 "Herkesin dönüşü Onun huzurunadır." Mâide Sûresi, 5:18.

28 "Hepinizin dönüşü Onadır." Bakara Sûresi, 2:245.

29 "Hepinizin dönüşü Onadır." Hûd Sûresi, 10:4.

30 "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." Buharî, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr, 2, 19; Tirmizî, Zühd: 51, Daavât: 131; İbni Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.

31 "Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir." Kasas Sûresi, 28:78.

32 "Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin." İsrâ Sûresi, 17:44.

33 "Güneşi bir kandil yapmıştır." Nuh Sûresi, 71:16.