๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Merak Ettiklerimiz => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 20 Temmuz 2010, 18:58:25



Konu Başlığı: İlk Çağ Medeniyetlerini Uzaylılar mı Kurdu
Gönderen: Zehibe üzerinde 20 Temmuz 2010, 18:58:25
Ticarî ve İdeolojik Amaçlı, Zihin Bulandıran Bir Eser: Tanrıların Arabaları...
 

İLK ÇAG MEDENİYETLERİNİ UZAYLILAR MI KURDU?
 

Prof. Dr. İbrahim CANAN

Batı son asırlarda, dünya çapında elde ettiği, siyâsî ve iktisadî başarıların da te'siriyle beşeriyetin tek medeniyeti oldu­ğuna, bunun da kendisi tarafından temsil edildiğine inanmıştır. Ortaya atılan teoriye göre, insanlığın bidayetinden beri, yer­yüzünde, geriye dönüşü olmayan, hep düz istikamette giden tek bir medeniyet hareketi vardır. Bu medenî akış, zaman içerisinde bir memleketten diğer bir memlekete geçip ora­larda parlama gösterirse de, farklı bölgelerde müşahede edilen bütün bu medenî tezahürler, bir hat istikametinde giden aynı hareketin ifâdeleridir. Bunlar da bir diyardan diğerine "yayılma" suretiyle geçmiştir. Bugün bu medeni­yetin temsilcileri Batılılardır. Bütün dünyaya bu medeniyet hâkim olacaktır, öbürlerine "medeniyet" sıfatı izafe edile­mez [228].

Şüphesiz böylesine bencil bir "medenî terakki" anlayışı, Toynbee'nin tescilliyle[229] "Dünya Coğrafyası" adını verdiği bir kitapta, sadece Akdeniz Havzası ile Avrupa'dan bahseden bir yazarın durumunu andırır ve birçok tezadları beraberinde getirir. Burada teferruata girmeden şu kadarını söyleyeceğiz: Beşer tarihinde ortaya konmuş olan her çeşit medeni icad ve keşifleri, kendine bağlı medeniyet cereyanı silsilesi içerisinde görmek isteyen, kendi dışında kalanlara bunu yakıştıramayan bîr espri, hâriçte gördüğü medenî bir fazîleti, ya kendine mâl edebilmek için binbir te'vil ve izahlara girişecek veya bir kısım sathî ve çocuksu yorumlar yaparak sağ duyu sahipleri nezdinde gülünç durumlara düşecektir.

Bu vesile ile, geçen yıllarda, hem ticarî, hem de ideolojik maksadlarla kasıtlı bir propaganda ile hakkı olmayan bir şöhre­te kavuşturularak birçok safderunları bir hayli meşgul etmiş bu­lunan bir kitabı misâl vereceğiz:

Tanrıların Arabaları.

Bu kitap, insanlığı mutlak bir vahşetten başlatarak tedrici olarak tekâmül ettiren ve terakkinin en ileri seviyesini elinde tuttuğunu zannederek, kendi dışında kalanlara medeniyeti, te­rakkiyi münasip görmeyen Batı zihniyetinin mücessem bir ör­neğini teşkil etmektedir[230].

Yukarıda hususiyetlerini belirtmeye çalıştığımız örosantrik (Avrupa bencilliği taşıyan) zihniyete sahip bir kimse, günü­müzde ilerleyen arkeolojik ve etnolojik bilgilerin mutalarını (verilerini) anlamak ve değerlendirmek isterse, pek tabiî olarak iki durumla karşı karşıya kalacaktır: Ya peşin hükümlerden vazgeçecek, fikirlerim tashihte bulunacak ve geçmiş devirlerde insanların değişik medeniyetler kurduğunu, metodları ve vası­taları farklı bile olsa ileri teknikler meydana getirdiğini kabul edecek veya örosantrik (euro-centrique) inadında devam ede­rek elde ettiği bulguları izahta zorluk çekecek ve safsatalara düşücektir.

Sözkonusu kitabın müellifi, maalesef ikinci yolu tutarak, bugünkü insanlığa ayrı bir ced izafe ederek, bunun ibtidâî in­sanla fezadan gelen devlerin çiftleşmesi sonucu ortaya çıktığı­nı, etnolojik ve arkeolojik çalışmaların ortaya çıkardığı mü­kemmel eserlerin de fezadan gelen devler tarafından yapıldığını ileri sürüyor. Yine iddiasına göre, mukaddes kitaplarda zikri geçen âsi milletlerin başlarına gelen felâketler, fezadan gelen bu devlerin marifetidir, onların hikâyesinden başka bir şey de­ğildir.

Bir kısım iddialarının cevaplandırılmasını, cedlerinin may­mundan olduğuna inananlara bırakarak, bizi ilgilendiren bir iki noktaya temas etmek istiyoruz. Müellifin ilmen ilerlemiş insanlar veya en azından ilâhî vahye mazhar peygamberler tara­fından yapılabileceği mazinin hârikalarından biri, 16. asır Os­manlı amirallerinden Pirî Reis tarafından yapılmış olan dünya haritasıdır. Doğruluk ve mükemmelliğinin fevkalâde oluşu se­bebiyle, Pirî Reis'e ve onun şahsında insanlığa çok görülen bu eserin izahı sadedinde şu tekellüflü ve çocuksu ifâdeye yer verilir: "Haritaların çizildiği dönemlerde böyle bir teknik bu­lunmadığına göre, ne yolla çizildiklerini nasıl anlayacağız? Düşünce boyutlarımızı aştığı ve mantık kaidelerine uymadı­ğı için belki hiç aldırmayacağız. Ya da bütün cesaretimizi toplayarak haritaların bir feza gemisinden çekilen fotoğraf­lar aracılığı ile çizildiğini ileri süreceğiz. Pirî Reis'in harita­ları şüphesiz asıllarının kopyasının kopyasıydı. Onaltıncı yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile, nasıl çizildikleri yo­lunda en ufak bir açıklama yapamayız.."[231]

Aslında müellifin "hârika" olarak vasıflandırdığı herşeyi fezadan gelenlerle izah yolunu tutması, hükümlerinde ikna edi­ci vesikalardan ziyâde zihninde taşıdığı bir kısım peşin hüküm­lere dayandığının delili olmakta ve müellifin, farkında olmadığı fikrî bir bocalama içinde buluduğu kendi ifâdelerinden anlaşıl­maktadır. Meselâ, Peru'da kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalâde mükemmelliği belirtilen bir takvimle alâkalı, ola­rak: "Bu (mükemmellik) de onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır" yorumunu yaptıktan sonra: "Kendimize olan sonsuz güvenimiz bu ispatı nasıl kabul edecek bilmiyorum"[232] diyerek, Batılı üstünlük psikozunu ortaya koyar.

İşte bu pisikozdur ki, sahiplerini, geçmiş asırları vahşete mahkûm etmeye, onlarda görülen "kemâl"i, "vahşi" ye yakıştı­ramadığı için izah sadedinde gülünç durumlara düşmeye sevkedecektir: Bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım ast­ronomik bilgilerle alâkalı şu yorum bunun bir örneğidir: "Bu astronomi bilgisini, yapı san'atında bile pek geri olan ibtidâî insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dün­ya dışı bir kaynaktan mı gelmişti?"[233]

Müellifin içine düştüğü tezadı ele veren bir başka ifâdesi, Tassili'deki (Sahra) bâzı mağaralarda keşfedilen bir resimle alâkalı, der ki: "Resmin beş metre boyunda olması, onu yapan vahşinin hiç de sandığımız kadar vahşi olmadığını açıkça gös­terir"[234].                                                           

Geçmiş devirlerde yaşamış olan insanların, Batılıların zan­nettikleri kadar vahşî olmayacakları ihtimâline yer veremeyin­ce, müellifin kafasında sorular çoğalıyor: "... İbtidâi mağara adamları hangi eğitim, hangi öğretim sonucu takım yıldızları tam yerlerine çizmeyi başarmışlardır? Kristal mercek­ler hangi yüksek tekniğin dükkânından çıkmadır? 1800 santigrad dereceden sonra erimeye başlayan platini kimler eritmiş ve şekil vererek süs eşyası yapmıştır? Boksitten, bü­yük güçlüklerle elde edilebilen alüminyumu Çinliler hangi bilgilerle çıkarmışlardır?"

Bu çeşit medenî faziletleri sadece kendine mahsus gören örosantrik (euro-centrique) zihniyetin cevabı, kendini gülünç kılacak da olsa şudur: "Bizden önce, yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyece­ğimize göre bir tek nazariye kalıyor: "uzaydan bir zi­yaretçi"[235].

Kayd-ı İhtirazı: Burada, hatırımıza gelen bir endişemizi kaydetmek isteriz: Eskiden kalma eserler ve arkeolojik bulun­tulardan çıkarılan bilgi ve yorumlara ne dereceye kadar güve­nebileceğiz? Bunlarla alâkalı olarak verilen mânâlar, yapılan izahlar, bir kısım şahsî tahminler, yakıştırmalar mıdır, yoksa gerçekten doğru mudur? Ne dereceye kadar vak'aya mutabık­tır? Meselâ Sahra'da yeni keşfedildiği ileri sürülen resmin eski­liği, bir aldatmaca olup olmadığı nereden malûm? Zira gerek bulunduğu iddia edilen eşyalar ve gerekse bunlardan çıkarılan mânâlar hususunda bizi endişeli ve ihtiyatlı olmaya sevkeden haklı bazı sebebler, ilim adına ilmî maskelerle işlenen sahtekârlıklar, şarlatanlıklar vardır.

Önümüzde böylesi menfi örnekler olduğu müddetçe, ger­çekten ilim olan şeyleri bile kuşku ile karşılarsak, hasbî olarak ilmî çalışma yapan kimselerin efkâr-ı umûmiyenin ihtiyatını fazla suçlamamalan gerekir.[236]