๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mektubat-ı Şeyh Hazret => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 22 Ocak 2010, 00:32:19



Konu Başlığı: Yetmişinci Mektup
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 22 Ocak 2010, 00:32:19
YETMİŞİNCİ MEKTUP

En yüce halifesi Zokaytli El-Şeyh Abdülkahhar oğlu Şeyh Mahmud’a, muhabbet ve şiddetli talebin fazileti, bazı haletlerinin tefsiri, en kamil ve en tam bir şekilde Vahdetü’l-Vücud makamının iki kısmı olan şühudiyye ile ilmiyyenin beyanı ve insan kendi nefsinin kusurunu bilmesinin fazileti ile bütün bu konularla ilgili şeylerin hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hamd o Allah’a olsun ki, bizi bu nimete kavuşturdu. Eğer, Allah bizi hidayet etmeseydi, kendiliğimizden hidayet yolunu bilemezdik.

Şübhesiz Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdir. Özel olarak Peygamberlerin efdallarına ve umumi olarak da diğerlerine, Peygamberimizin (Sallallalü aleyhi ve sellem) ve onların al ve ashabına Allah’ın salat ve selamları olsun!

Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu Şeyh Mahmud’adır. Allah, onu nefsani arzularından sıyırıp Allah’ın (celle ve ala) irade eylediği şeylerel amel etmek için, ömrünü uzatsın!

Molla Muhammed Emin adresi üzerine gönderilen mektubunuz perverdeye ulaştı. Ona baktıktan sora, neşesi arttı. Çünkü o, Allah’a giden bütün yolların en ala ve yakını olan Allah’ın muhabbet bahsini içine almıştır. Muhabbet nasıl en yakın yol olmasın ki? İnsanın kalbinden masivayı yakma ve yok etme keyfiyeti ancak onunladır. Ondan mahrum olan kimse, hayvanlar sınıfından olup, ruhtan boş olan su ile çamur kısmından sayılmaktadır. Nitekim bu mealde farça bir şiirde şöyle dinilmiş:

“(Allah’ın) aşkından boş olan yürek hakikatta kalb değildir. Gönlünden Allah aşkının derdi olmayan bir beden, su ile topraktan başka bir şey değildir.”

Gönül Allah’ın aşkı vasıtasıyla, sayılmayacak ilahi feyzlerin tecelliyatının merkezi olur. Dolayısıyla gönül, hayvanlara, köpeklere ahir olmakatn da kurtulur. Şiir:
“Ey kardeş! Sen, ancak düşünceden içindeki düşündüğünden ibaretsin. Diger kalan kısmın kemik ile kılsın. Eğer içindeki düşüncen, manevi varlığın gülse, gülbahçesisin , dikense külhanesin.”

Mektubunuz, size haletleredn hiçbir manevi halet, onunla ölçülmeyen şiddetli talebin hasıl olduğuna da şamildir. Çünkü şiddetli taleb, Allah’ın muhabbetinden peyda olur. Üstad-ı azamı (Kuddise sirruh), Gavs-i azam(Kuddise sirruh) yemeğin tadını almaz diye medh ederken yemekten zevk almaması, yani talebinin şiddetindendir, der. Yani ondan tad duyulmaması hasıl olan sekr haletindensi, bu bir noksanlıktır. Şiddetli talebtense, methin son derecesinden ibaret olduğuna işarettir.

Mektubda, kainattadki şeyleri görmekten, onları yaratan Allah ü sübhanehü ve tealanın azametinin tefekkürü bana hasıl olur, diye yazılan halet Allahü tealanın efalinin manevi tecelliyatları kısmından olup bu haletin devamı, yaratan ile mahlukun maneviyatta birleşme peyda olmasına sebeb olur. Ki ehli tasavvufun nezdinde bu ittihad, bütün eşyaların kendilerine nazar her ne kadar varlıkları madum olsa bile, yine Allat’tandırlar diye tarif edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, ehli tavvufça eşyalar, gözle görüldükleri halde varlıkları düşünmeksizin Allan’ın icadıyla olduğu dünülür. Ta ki o düşünce, kainattaki varlıkların bekaları için Allah’ın inayetindenolduğu görüşüne sebeb olsun.

Bazı vakitlerde sizden gayri ihtiyari sadır olan sesin hikmeti, kalbinize varid olan Allah’ın manevi tecelliyatındandır. Ki onlar yukarıda bahsi geçen ittihad haletinden aladır.

Sırf hayalinizle, kainattaki eşyalara, vücut ve hakikat olmadığını görmek meselesi ise, o halet, eşyeların hakikatte mevcut oldukları veya mevcut olmadıklarını bilmekle midir? Yoksa yalnız mıdır? Diye mektubda beyan edilmedi. Çünkü, tasavvuftaki bu halet, vahdetül vücud makamındadır. O ise, iki kısımdır. Birincisine: Şuhudi vahdetül vücud denirlir. Ki sabahleyin güneşin doğuşundan batışına kadar, gökte yıldızlar mevcut olduğu, lakin güneş ışıkları onlara öyle galebe etmiş ki, yıldızlar onun karşısında, mahv olup, eserleri bile görünmez bir hale geldiklerini bilen bir kimse gibi salikin üzerinde, Allah’ın varlığından başka, kainatta bulunan eşyaları görmeyip bununla beraber, eşyaların mevcut olduğuna dair bilgisi vardır. İşte, aynı şekilde kalbi Allah’ın muhabbetiyle dolup ona taalluk ederek, Allah’ı (celle ve ala) tefekkür etmekten başka, kalbinde hiçbir şeyin düşüncesi yerleşmemiş, bu tefekkür kalbininbütün etrafını doldurmuş kimsede hariçte eşyalar mevcut olduğunu bildiği halde, Allah’tan başkasını görmez. Bu halet El Vahdetül Şuhüdiyye diye tesmiye edilir. Yüce zatlar, bu kısmındanuzaklaşmayıp, ancak parlak şeriat alametlerinin eserleri silindği bir zamanda onları halka tebliğ etmek nedeniyle bu haletin talebini terkederler. Fakat bu terkleri, haşa ve kella bu halette bir noksanlık oldğu için değildir.

İkinci kısmı, ilmi vahdetül vücuddur. Ki bu kısmın üzerinde durmayıp ondan geçmek lazımdır. Bazı zatlar, bunda hayret edip kalmışlardır. Bu kısım şöyle tarif edilir ki: Salik kainatta yalnız, tek birvarlık olduğnu bilip görmesidir. Fakat o vücut uluhiyyet mertebesine, mabud ve vacibül vücuddur. İmkan mertebesinde, mümkün olup ilahi hüküm ve teklifleri ona taalluk eder.

Bu düşünce Sofestaiyye mezhebine muhaliftir. Çünkü onlar, cehalet ve inatla ifrat ederek,hiçbir şey hatta yüce Allah’ın mevcut olduğunu da ispat etmezler. Ama ilmi vahdetül vücut kısmı hakkında, mezkur bu kavlin sahibi bütün eşyanın hakikatlarını ispat eder. Ancak kalbi üzerine Allah (celle ve ala) azameti şiddetle zahir olmasının tecellisinden çeşitli imtiyaz düşüncesi aklından silinip, mümkün ile vacibin arasındaki sırf müşterek noktası olan vücut zihninde kalır.

Rivayet edilir ki, şeyhin birisi Ey, Rabbim! Firavun, kavmine “Ben sizin en yüce rabbinizim.” Deyince, onu rahmetinden kovdun.

“Ben hakkım (Allah’ım).” Dediğinde, onu kendine yakın dost edip yaklaştırdın, dediği üzerine, gaybiyeden ona cevab verildi ki: Firavunun kalbine inat serkeşlik, kibir galebe ettiğinden, beni görmedi de, kendine uluhiyyet ispat etti. Mansur ise, ona, benim aşkım ve azametim galebe edip, kainatta benden başka hatta kendi nefsini bile görmediği için, aklında benden başka bir şey kalmayıp, “Enel hak (Ben Allah’ım)” dedi. O, kullandığı bu cümledeki, ben kelimesinden kendi nefsini kasd etmeyip, belki Allah’ı (celle ve ala ) kasd etti.

Bu ikinci kısım ilmi bir mesele olup, maneci haletler ile ilgisi yoktur. İzah edilmesi bu mektubda layık değildir.

Şayet size hasıl olan halet, mezkur vahdet-i vücudun birinci kısmındansı, onu azı dişlerinle ısır tut, bırakma! İkinci kısımdansa, ondan korkma! Çünkü birçok manevi şeylerin husulüne sebeb olması mümkündür. Keşke o halet sizden zail olmayıp da mektubla arz ettiğin zaman kadar sabit kalsaydı, mektubu gönderdiğin vakte kadar da o haletten sizde bir nebze kokusu kalmıştı. Şayet birinci kısımdansa, kiainat zerrelerinin vücud düşüncesi kalbinden gaib olup manevi görüşünde Allah (celle ve ala) dan başka bir şey kalmayıncaya kadar çalış! Celal lafzının (Allah kelimesinin) zikrine devam et ki, bahs ettiğin sendeki titreme gidip sukunet hasıl olsun.

Kalb cemiyyeti, (Allah’tan başka bütün eşyaların düşünceden sıyrılması) ile kuvvetli manevi huzur size hasıl olduğundanbahs ettiğin haletler ise, Allah seni her iki halet üzere sabit eylesin. Sende en tamam bir şekilde tekamül olmaları için, rabıtaya devam et! Çünkü rabıtanın o şekildeki olması, her iki haletin en tamam bir şekilde hasıl olmalarına sebeb olur. Kalbde rabıtanan tecellisi ne kadar tamam ise, Allah’ın manevi huzuru, ondan daha üstün olarak zahir olur.

Sendeki bu haletlerin husulü ile beraber, kendini kusurlu görmeniz ise, Allah’ın (celle ve ala) kendi kusurunu görene ihsan eylediği nimetlerdendir. Topraktan yaratılan ile, sahiblerinsahibi olan arasında ne gibi bir münasebet olduğu dünülse, insandaki kusur nasıl görünmesin?

Şeyh Abdullah El-Ensari (Kuddise sirruh), buyurdular ki, Allahü teala ibadete müstahak olduğu için ona ibadet etmiyorum. Ben nerde? Ta ki ona müstahak olduğu ibadetini yapmam nerde? Onu sevdiğim için de etmem. Çünkü muhabbette de nefsin görünmesi vardır. Hiçbir menfaat mukabilinde de yapmam ki, ücretli bir işçi gibi olayım. Belki ona yaptığım ibadetten maksadım, yalnız emrine imtisal etmek içindir.

Bu hatlerin nefi ile isbat (La ilahe illallah) zikrini yapmaktan sana peyda olduğunu demeniz ise, o mümkündür. Belki bir çok zamanlarda o halet her ikisinden hasıl olur. Bazı vakitlerde, zikri Celal’den (Allah) lafzı zikretmeden hasıl olan Allah’a (celle ve ala) karşı kalbin cezbesinden de olur. Zikri Celal dan hasıl olan bu halet (Vahdetül vücud), Celal’deki haletten kulun hayaline bile o sıfat gelmeyip belki ancak sırf ona Allah’ın (celle ve ala) keremindendir.

Mektubda, Masumun annesinin hastalığından bahs etmediğinziden taaccüb edilir. Şayet hastalığı iyileşmesi dolayısıyla, bir yere gitmeniz mümkünse ve bundan başka arz edilecek bir şey’e ihtiyacın kalmışsa, buraya gel! Yoksa, Atmankan kabilesine git! Sizden, annenizden dua taleb edildikten sonra, size, çocuklarınıza, yanınızda hazır bulnanların ve hidayete tabi olanların çümlesine selam olsun!  


Konu Başlığı: Ynt: Yetmişinci Mektup
Gönderen: ismail üzerinde 22 Ocak 2010, 00:35:40
MaaşaALLAH ne çok mektup emeğinize kalbinize sağlık


Konu Başlığı: Ynt: Yetmişinci Mektup
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 22 Ocak 2010, 00:50:42
Allah razı olsun...