๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Mektubat-ı Şeyh Hazret => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 19 Ocak 2010, 10:14:25



Konu Başlığı: Birinci Mektup
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 19 Ocak 2010, 10:14:25
BİRİNCİ MEKTUP

Bazı vâkıaların, yüce manevi makamlara manevi seyri ile ona terettüb eden nübüvvetin, peygamberlik makamının kemâlâtı, kul cüz'i ihtiyari olduğu, kazâ ve kader hakkındaki son tetkik, bu konuda akâid imamlarına ( Rahimehümullah) tâklid etmemiz ( uymamız) lazım olduğu ve bu konu ile ilgili beyana ait validinin ( Kuddise sirruh) halifesi ve katibi Bitlisli Molla Mustafa'ya yazılmıştır.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla başlarım. Bütün hamdler, yaptığı işlerden sorumlu olmayan Allah'a mahsustur. Salâtü selâm, bütün âlemlere rahmet için Peygamber olarak gönderilen efendimiz Muhammed'in, din temellerini teyid eden âl ve ashabının üzerine olsun.

Besmele hamd, salatü selamdan sonra, bu mektûb, alem kutbu kaymakamının (radıyallahü anhüma) perverdesinden (ilim ve amelce nezdinde terbiye görmüş kimseden) doğruluk ve temiz kalb sahibi Seyda'nın ( Kuddise sirruh) sır ve Ahfa manevi makamlarının katibi olan efendimiz Molla Mustafa'yadır. Allah, onu habibi Muhammed El-Mustafa'nın ( ona, al ve ashabına salatü selam olsun!) Yüzüsuyu hürmetleri için, temenni ve dileklerine kavuştursun.

Cevahir ve kıymetli incilerle dolu, ondan muhabbet kokusu duyulan ve ondan iltifat ışığı parlayan şerefli mektubunuz, bu hakir kimseye ulaştı. Dolaysıyla gayet sevindi. Çünkü hatırınıza onun gibi kimsenin gelmesi, muhabbetle ona bir iltifatınız, kendisi için büyük ni'metlerdendir. Velilerin hatırlarına gelmekten daha kıymetli ve âlâ ne gibi bir şey vardır? Hatta bazı kimseler, bir şiirde:

"Benden çirkin sözlerle bahsetmen, eğer beni kötülese de, hatırına geldiğimden dolayı gerçekten beni sevindirmektedir."

Denildiği üzere, velilerden kendisi hakkında sadır olan sövme ve gıybetlerinden dolayı iftihar etmiştir.
Şüphesiz mektubunuzda zikir edilen konuların izahından, perverdenin kabiliyeti olmayan şeyleri sordunuz. Taşımasına takâtı olmadığı yükleri üzerine yüklediniz. Onların beyanından, birçok merhale uzak olan mes?elelerin cevabını kendisinden istediniz. Bu teklifiniz, ona karşı şiddetli sevginizden olduğunu zan eder; ki onu bu gibi nadir mes'elelere ikaz ettiniz. Ey kardeşim! Kendisi, bu mes'elelerin beyanından uzaktır. Lakin emriniz mucibince, izahları hakkında, aklına geleni söyleyecektir. Şayet mahalli kabule geçerse, son emelidir. Yoksa, ifrat eylediği beyanı için, onu uyarınız.

Perverde, üstad-ı a'zam ( Şeyh Abdurrahman) ile şeyh-i Ekber'den ( Şeyh Fethullah'dan) ( Radıyallahü anhüma) istimdad etmekle, mes'elelerin tahkik yuları kudretinin elinde bulunan, yüce Allah'tan tevfik dileyerek sorduğunuz suallerin cevabına başlar, der ki: Mektûbda yazdığımız üzere, venabınıza tecelli eden göğe yükselip birbiri ardınca toprak unsurunuzun manevi makamlara doğru, seyrine alamettir. Zira Nakşibendi tarikatın sadatın ( uluların) ( Radıyallahü anhüm) nezdinde sabit olduğuna ve te'lif ettikleri kitablarda beyan ettiklerine, bilhassa İmam-ı Rabbani ( Radıyallahü anh) da kendi kitabında beyan eylediğine göre, tasavvuftaki yüksek makamlara, manevi seyr, alem-i emirden (kün fe yekünden) alemül halka ( kainata) gelen beş letaifte münhasır olmayıp, ancak latifelerin manevi seyrleri, tamam olup, makamlarına vasıl olduktan sonra, sıra unsurların seyrine gelir. Vilayet makamının kemalatı, letaifin seyrine terettüp eder. Veliliğin kemalatı, ilahi aşktan gelen tedrici bir şuursuzluk, nübüvvetin kemalatı ise, o aşkın şuursuzluğundan tedricen bir ayrılma haletidir. Allah, size ve perverdeye ulvi makamların manevi seyrini hasıl eylesin.

Vakıada, ulvi makamdan, yükseldiğiniz yere dönmeniz, yükseldiğiniz manevi makamdan dönmeye ve ayrılmaya kabiliyetiniz olduğuna işarettir. Öyle ise, o kabiliyetin zahir olabilmesi için tâat ve ibadete çok çalışmanız gerekir.
Vakıada, karnınızın büyüyüp, onun katiplerle dolu bir çarşı olduğunu ve bazıları mushaf şerhi ve bazıları da evliyaların eserlerini yazdıklarını gördüğünüzü demişsiniz. Bu haletiniz geçmiş zamanda, üstad-ı a'zamın başkalarına, size yazdırmış olduğu mektubların ve size yazdırıp da bitirmesine Allah?ın iradesi olmadığı ve onu tamamlamasına yakınıp çok heves ettiğinizdendir. Demek ki bu vakıa, mezkur haletlere tam bir bağlılığınız ve size katib ismi verilmesine bir alamettir. Hem de mezkur vakıada, mushafların yazıldığından anlaşıldığını göre, şeriatle amelin terk edilmemesine, hatta Kur'an'ın nisbeti hasıl olduğuna ve evliyanın eserlerinin yazılmasından da anlaşıldığı üzere, evliyanın izlerinin takip edilmesine işarettir. Yine onda, geçmiş zamanda işlediğiniz iyi ameller unutulmayıp terk edilmesine, hatta onlara çalışmak için günden güne hasretinizin artmasına işaret vardır.

Mektubda, bazı vakitlerde kul işlediği fiilde hiçbir cüz'î ihtiyari yes olmadığı belki hakiki faili,ancak Allahü teala olduğu, Kur'an Peygamberler ile hasımlarının arasında vaki olan mücadeleden haber vermiş olduğu, halbuki o Allah'ın ezeli kelamı olduğundan dolayı, haber verdiği olayların mutlaka vaki olacağı düşüncesi aklıma gelir diye sormuşsunuz. Hatta, müktulü ve eceli ile öleni öldüren ancak Allahü teala olduğu cihetle bu fiiller nasıl kula isnad edilip de dolaysıyla kul onlara karşı ya mükafatlanır veya cezalandırılır demişsiniz.

Sözünüzün hülasası: bütün vaki olan şeyler, hadiseler, Allahü tealanın kaza ve kaderiyle olup husûlünde kulların hiçbir muhtariyet hakkı olmadığını düşünüyorsunuz. Bu benim için geçici bir halet olmayıp daimi olduğunu da demişsiniz. Burada mektubda dediğiniz şeylerinin hülasası sona erdi.

Ey doğru ve şefkatli, bu geniş olarak izah edilmesi iktiza eder. Şâfii, Hanefi mezhebine mensub alimler ile diğer bütün taifelerin alimleri teker teker bu konudan konuşmuş, hatta bu konu bazı alimlerin helakine, diğer bazılarının kurtuluşuna sebeb olmuştur. Sadi El-Teftezani, Akaid ilmindeki Ömer El-Nesefi kitabının " Kulların ihtiyari fiilleri olup fiilleri tâat ise, sevablanır, masiyet ( günah) ise ona karşı ikablandırılırlar ( cezalandırılırlar)" metninin şerhinde, demiş ki, Cebriye taifesinin kul için asla fiil olmayıp ondan sadır olan hareketi, cansız mahlukattan sadır olan hareket gibi gayri ihtiyari olarak, onda hiçbir kudreti ve müdahalesi yoktur, dedikleri gibi değildir. bu davaları batıldır. Çünkü insanın iradesi ile kendisinden vaki olan hareketi, irade ve hareketi dışında kendisinden vaki olan hareketi, biribirine mugayır olduklarını, açıkça fark ederiz. Ki birincisi, kulun ihtiyariyesiyle, ikincisi ise, kendisinden gayri ihtiyari olarak, vaki olduğunu anlarız. Teftezani daha sonra demiş ki: " Eğer, Allahü tealanın ilmi, genel olduğu kabul edildikten sonra, yani kendisi ezelden, halkın başına gelecek hadiselerini ve işleyecekleri fiillerini, bildiğine göre, kul, yapacağı fiilinde, mecburiyeti hasıl olması lazımdır. Çünkü ya ezelden Allah'ın ilmi, o fiilin olmasına taalluk etmiştir ki, vücuda gelmesi vacib olur. Veya vaki olmamasına taalluk etmiştir ki, vaki olması mümtenidir. Yani ilmi taalluk etmiş bir şey, ilmine muhalif olsa, cehaletle muttasıf olması lazım gelir. Halbuki yüce Allah, cehaletten münezzehtir. Vacib olan mümteni olan vasıflarla birlikte, kulu için, hiçbir ihtiyari ivasfı yoktur." 

Denilse, bu suale cevaben deriz ki: Allahü teala, ezelden kul ilerde kendi ihtiyarıyla ( arzusuyla) fiili işleyip işlemiyeceğini bilir. Öyle ise bunda itiraz yoktur. Şayet durum böyle ise, kulun işlediği ihtiyari fiili, ya vacib veya mümteni olur. Bu ise ihtiyarilik vasfına aykırıdır denilse, bu suale cevab olarak Hayali ( akaid ilmindeki, Sadi Teftezani'nin mezkur şerhi olan kitabın haşiyesinde), demiş ki: Şüphesiz denilen bu itiraz da diğerleri gibi men edilmiştir. Çünkü ilim malum olan bir şey'e tabidir. Yani mutabakatta asıl malum ( bilinen şey) olup ilim ise, onun bir gölgesi ve hikayesidir. Öyle ise, kulun fiili vacib olmasına, ondan kudret ve serbestliği selb etmesi için ilahi ilminin hiçbir müdahalesi yoktur. Burada Hayali ile, haşiyesi Abdülhakim'den nakl edilen ibareler sona erdi. Zira , kulun kendi ihtiyarıyla işlediği, fiilin vacib olması, onda ihtiyari vasfının muhakkıkidir, muhalifi değildir. Yine mezkur mukaddimedeki itiraz, Bar-i tealanın yaptığı fiilleriyle de, iptal olunur. Çünkü Allah'ın ezeli, ilim ve iradesi, işlediği fiillere de, taalluk eder. Öyle ise, yapacağı fiillerin işlemesi üzerinde vacib olması lazım gelir. İmam-ı Rabbani ( Kuddise sirruh) bu konuyu daha tamam bir beyanla izah ederek buyurmuşlar ki: " Kaza ve kader, kuldan cüz'i ihtiyariyi selbetmez. Çünkü Allahü teala, kul, kendi cüz'i ihtiyariyesiyle o işi, yapacağına veya yapmayacağına hüküm etmiştir. Hülasa Allah'ın kazası ( hükmü), kulda ihtiyari vasfı mevcud olduğuna ve onu isbat etmesine dair bir muhakkıkdır. Ona muhalif değildir. Bari tealadan sadır olan fiiller de, bu cebir davasını iptal eder. Mezkur batıl iddiaya göre, Allah'ın fiili, kazasına nisbetle ya vacib, veya mümteni olması lazımdır. Çünkü ezeli kazası yapacağı fiilin vücuda gelmemesine taalluk etmiş ise, vuku mümteni olur. Binaenaleyh eğer ihtiyari olan fiilin vücubu ( sübutu) fiilin ihtiyariyet vasfına münafi olsaydı, Allahü teala yaptığı fiilinde muhtar ( serbest) olmayıp, mecbur olması gerekirdi. Halbuki bu düşünce küfürdür." Burada İmam-ı Rabbani'nin sözleri sona erdi.

Hayali yukarıda geçen Teftezani'nin " ihtiyari vasıf ile beraber olan vücub vasfı, kulda ihtiyari vasfının, ispatçısı olup, ona münafi değildir." dedikleri kavlinin beyanında, demiş ki, öyle ise, iradesi ile kuldan sadır olan fiilin, cansızların hareketlerine benzemez. Buradaki beyandan maksad da budur. Fakat kul hiçbir şey'i kendiliğinden icad etmeye kudreti olmadığı için, onda mevcut ihtiyari vasıf da, Allahü tealadan olduğu ve dolaysıyle cebir lazım geldiği düşüncesi, Ebu-El-Hasan El-Eş'arinin mezhebidir. Yani söz konusu olan kulun ihtiyari vasfı, ehl-i sünnetin görüşüne göre, kul hiçbir şey yaratmadığı için ihtiyari vasfı, onun fiili olmayıp, Allahü tealanın yaratığı olduğundan cebr lazım gelmesini, El-Şeyh Ebû-el-Hasan El-Eş'ari de, kabul ederek der ki: kul ihtiyari vasfı için mecburdur. (ni hayır ve şerden birisini kendine seçmekte zorunludur. ) Çünkü o, cebri kendisinde peyda eden iradenin mahallidir. Bu cebr ise, mutavassıt olup, kulun fiilerinde hakiki cebri istilzam etmez.

İbrahim El-Beycuri de ( Tuhfet-el mürid) kitabında bu mutavassıt cebre işaret ederek demiş ki: " hülasa kul, işlediği fiilinde az bir te'siri olmayıp, kendisi batında yaptığı fiilinde mecbur, zahirde muhtardır. Buna göre, eğer kul, yapacağı fiilinde, batınca mecbur ise, zahirdeki muhtariyet vasfının, hiçbir manası yoktur. Çünkü çübhesiz, Allahü teala, gelecek zamanda kuldan vaki olacağı fiili ta ezelden bildiği, bilmesi de lazım olduğu, kul onu işleyebilmesi için, onda kudret yaratmış olduğundan, illa vaki olması muhakkaktır, denilse, bu soruya " Allahü teala, yaptığı şeyden sorumlu olamaz" diye cevab verilir. İşte bunun için, efendim İbrahim El "Düsûki demiş ki: ( bu hususta) halka hakikat gözü ile bakan kimse, onları mazur bilecek, onlara şeriat gözü ile baksa, onlardan darılacaktır. " Demek ki kul hakikatta mecbur, şekil itibariyle yaptığı fiilde serbesttir.

Sofiye taifesi ise, cebrin kabul edilmesine çok işaret ederler. Fakat maksadları, haşa zahiri vebirden uzak olup ancak batıni cebirdir. Burada Beycuri'nin dediği sözleri sona erdi.

İbnu Hacer ( El-Haytemi) Hemziye kitabının şerhinde buyuruyor ki " Asi olan kimseye, işlediği günahı kendinden sıyırması, kaza ve kader, onu sevk ettiği günahlardan ötürü, kendini cezalandırmaktan kurtarması için, Allah'a karşı delil olarak getirecek hiçbir özürü yoktur. Çünkü Allahü teala, bu alemde cereyan eden hadiseleri, sebe ve illetlere bağlı olduğuna dair, adetini icra kılıp, sureten onlardan vaki olduğuna nazaran, onlara isnda edilirler. Gerçi hakikatta hepsi, ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle olurlar. Nitekim bu konuya, Allahü teala'nın:

"( Siz Bedir savaşında) o kafirleri kendi kuvvetinizle öldürmediniz. Lakin Allah onları öldürdü. ( Ey Resulüm!) Düşmanların gözlerine, bir avuç toprak attın zaman da sen atmadın. Lakin Allah atdı."

buyurduğu ayet-i celilesi de delalet edip, zahiren öldürmeyi, Peygamberin ( Sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına ve toprak atmasını da Resulüne isnad etmiş. Fakat, hakiki icad ve yaratmak itibariyle, her iki fiili de, kendilerinden vaki olmadığını buyurmuş, fiilin kuldan vaki olması hususunda her iki makamı da, göz önünde bulundurmamızın, üzerimize vacib olduğuna işaret etmiştir.

Yani kullar, sureten fail oldukları itibariyle medh ve zemm olunmaları için, kendilerinden sadır olan fiilleri, şeklen ve sureten onlara, fakat icad etmesinden kul aciz olup yaratmasında yalnız Allahü teala münferid olduğu için, hakiki olarak Allah'a isnad edelim. Burada İbnu Hacer'in sözleri sona erdi. Bu izahımız Eş'ari'nin re'yine göredir.

Matüridiye taifesine göre, kulun yaptığı fiilinde bir te'siri vardır. Ebul İshak İsferaini, fiil, Cenab-ı Hakk'ın kulda yarattığı hadis olan kudreti, fiilin aslındaki te'siri ve Allah'ın ezeli kudreti te'siriyle hasıl olur. Yani her iki kudretlerin bir aslın üzerinde birleşmelerine cevaz verip sonra demiş ki: El-Kadi Ebu Bekir El-Bakillani de kulun kudreti, işlediği iyi veya kötü olan fiilin vasfında te'siri olduğuna hüküm etmiştir. Daha sonra, Ebu İshak sözlerine devamla demiş ki, bu zaif kulun fikrine göre, kulun hadis kudreti, fiilin hem aslına hem vasfına te'sir eder. Çünkü vasfına te?siri olup da aslına, yani icadına te'siri olmadığının hiçbir manası yoktur.

İşte, bu izahtan anlaşıldı ki bu husustaki doğru yol, ne Cebriye ne de Kaderiyye taifesinin yollarıdır. İkisinin ortasındaki yoldur. Zira Cebriye taifesi hakikaten ve sureten kul yaptığı fiilinde mecburdur der. Kaderiye taifesinin mezhebi de, kulun fiili icad için, Allah'ın kudreti olmadığını deyip onun icadı için ancak kulun kudretini isbat ederler.

Yani ikisinin ortasındaki doğru yol şudur: Sureten fiiller kuldan sadır oldukları nazari itibara alınarak onlara sevab ve azab hükümleri, hakiki mucidi Allahü teala olduğu bakımından onlara ayrı ayrı hükümler taalluk eder. Çünkü bu görüşte ne ifrat ne de tefrit olup açık adalet ve apaçık çıkar yoldur.

Mutezile taifesinin bu konudaki akidelerinden lazım gelen tatil ( Allahü tealanın işlerden muattal kalması ) yeri de yoktur. Çünkü Allahü teala Kur'an-ı Kerim'de kullardan sadır olan bütün fiilleri onlara isnada etmiştir. Buna Alaeddin El-Attar da ( Radıyallahü anh) işaret ederek buyurmuşlar ki: mürid, zahirde Allah'ın yoluna sımsıkı sarılması, batında da kalbini Allaha rabt etmesi gerekir. Yani onu seadete kavuşturacak zahiri sebeleri düşünüp emr olunduğu üzere, o sebeblere çok çalışıp, menhiyattan kendini koruyacaktır. Hü.asa; zahirde kulun, nazari sebeblere hasr olup hakikatdra bütün eşya iş ve gücü hususunda, Allah'a tevekkül edecektir. Şöyle ki, kortuğu şeylerden dolayı vaktinde kapısını kapayıp, atını bağlayacak, ekmek yiyip, su içecek fakat onu, hakikaten koruyan, yemekten doyuran, sudan onu kandıran ancak yüce Allah olduğunu bilecektir.

İşte, bu izahtan anlaşıldığına göre, fiilleri sebeblere bağlanması hakkında varid olan nass, ayet ve hadisler ile, tevekkül edip de bütün işlerin Allah havale edilmesi hususunda, rivayet olunan ayet-i kur'aniyye ve hadislerin arasında zahiri çelişme zail olup mana itibariyle açıkça birleşmiş olurlar.

Bil ki, Aliyulkari Mişkatulmesabih adlı kitabın şerhinde beyan ettiğine göre, kaza ve kader, Allahü tealanın sırlarından bir sırrı olup onu ne yakın bir meleğine, ne de halka gönderdiği bir peygamberine bildirmiş, akıl yolu ile de düşünüp ondan bahs etmek caiz değildir. Belki Allahü teala, iki taife olarak halkı yaratmış olduğuna fazilet ile birisini ni'met ve cennet için, diğer bir taifeyi, adaletiyle cehennem için yarattığına itikad edilmesi vacibdir.

Adamın birisi, Ali b. Ebu Talib'den ( Radıyallahü anh) kaderin ne olduğunu sorar. Der ki: bana kaderden haber ver! ( Radıyallahü anh) ona, bu karanlık bir yoldur, onda yürüme! Adam tekrar sorar, o derin bir denizdir, içine dalma! Adam yine suali iade edince, Ali ( Radıyallahü anh) gerçekten o senden saklanmış Allah'ın bir sırrıdır, onu kurcalama! Buyurdu. Burada Aliyülkarinin sözleri sona erdi.

Bundan anlaşıldı ki, kaderin bahsine dalmak, hakkında soru sormak, layık olmayıp hatta bid'at olduğu da denilmiştir. Urvet El-Vüska Hace Ma'sum, Şeyh Ebu Said Ebül-Hayrin rubaiyyatı şerhinde, dediği sözlerinden anlaşılıyor ki, Hak teala subhanehu beliğ hikmetiyle, kamil kudretini, zahiri sebelerin kisveleri altında gizlemiştir. Dolaysiyle bazıları, görüşünü zahiri sebeblerin kisveleri altında gizlemiştir. Dolaysiyle bazıları, görnüşünü zahiri hasr edip, yüce Allah'ın kudretinin hepsini ne de bazısını anlamadılar. Bazıları da, bu husustaki düşüncelerini kaza ve kadere hasr edip parlak islam şeriatinin ahkam ve sebelerinin hikmetlerini faydasız kılıp muattal kıldılar (onunla amel etmediler). Bu iki taife de doğru yoldan çıkmış, halkı da sapıtmışlardır. Diğer bazı taife ki; anlar Naciye taifesidir. Ne fiillerin sebeblerini ne de şeriat ahkamının muattal olduğuna ve yüce Allah?ın kudreti, zahiri sebebler altında gizlendiğine inanmış her iki şıktan da nasibini almışlardır. Yani, gerçi hiçbir kimse, sebeblerin hikmetine vakıf olmadığı ve musebbebatin vücude gelmesinde esbabın hiçbir müdahalesi olmadığı halde, sebeblerinin fiiller için mutlaka yeterli bir hikmeti olduğunu anlamışlardır.

Beyan ettim bütün bu şeylerle beraber, şerefli sadatımızın ( Radıyallahü anhüm) ( seleflerimizin) yolu olduğu, yolu olduğu üzere, bu hususta onları taklid etmemiz lazımdır. Onlarca, ne tarafa fitmemiz için emr edilmişsek, gider, o tarafa gideceğimize bir fayda terettüp edip etmeyeceğini düşünmeyeceğiz. Üstad-ı a'zam ( El-Şeyh Abdurrahman)  buyurdular ki, Seyyid Taha Gavs-i A'zam'a ( El-Seyyid Sıbgatullah'a ) ( Radıyallahü anhüm): "Mürşidim, benden aldığın tarikatı değiştirme!" diye bana tavsiyede bulundu. Ben de onun buyurduğu gibi sana derim. Gavs-i a'zam üstad-ı a'zama bu tavsiyenin benzeriyle emr eyledi.

İmam-ı Rabbani, El-Mebde ve Me'ad risalesinde, buyurdular ki, Sofiler tarikatından, hatta islam dininden, en büyük pay, iyi sıfatlardan başka, kendisinde, taklid yaratılışı ile mürşidine mutabaat cibiliyeti daha ziyade mevcut olan şahıs içindir. Zira bu tarikatın ( Nakşi ) medarı, taklid üzeredir. İşte bu fıtri vasfı, Ebu-Bekir El-Sıddık da (radıyallahü anh) diğer vasıflardan daha ziyade olduğu için, hemen tabi olup,doğru yola tabi olanların ilki oldu. Burada kısa olarak İmam-ı Rabbani'nin buyurduğu sözleri sona erdi.

Zaten kaza ve kader hakkında tefekkür edmek, Nakşibendi tarikatında yoktur. Çünkü bu tarikat mensublarının görüşleri, herhangi bir dalalet ve hidayeti düşünmeden hakiki olarak sırf Zat-ı barinin sevgisinde, mecazi olarak da mürşidinin sevgisinde ve rızasının tahsili, muhabbeti için yanıp yakınılmaya hasr edilmiştir. İşte bu tavsiyemi muhafaza et.

Bil ki, Allah'a karşı isyan eden kimse, günahının çokluğundan dolayı, ümidsiz olmaması, salih kişi de işlediği iyi amellerinden dolayı, Allah'ın azabından emin olmaması, belki korku ve reca arasında bulunması, kazanın sırlarındandır. Allah'ın salatü selam ( rahmetli) Efendimiz Muhammed'in, al ve ashabının üzerine olsun!