> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlananın Eserleri > Fihi Ma Fih > 26.Bölüm
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: 26.Bölüm  (Okunma Sayısı 650 defa)
24 Temmuz 2011, 14:31:49
Vatan Var Olsun !
Dünyalılar
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 8.940


« : 24 Temmuz 2011, 14:31:49 »



26. BÖLÜM



(Mevlânâ) buyurdu ki:
Katımda, yahut ben yokken lûtuflarda bulunuyorsunuz, çabalarda bulunuyorsunuz. Açıkça teşekkür etmiyorsam, sizi ululamıyorsam, sizden özür dilemiyorsam, bunlarda kusur ediyorsam kendimi büyük gördüğümden, yahut aldırış etmediğimden, yahut da nîmet verenin hakkını, karşılığında sözle, işle ne mükâfatta bulunacağını bilmediğimden değil. Fakat sizin ter-temiz inançınızdan biliyorum ki siz, onu
özden, Tanrı için yapıyorsunuz, ben de özrünü Tanrı dilesin diyorum, ona bırakıyorum. Mâdemki yaptığını onun için yaptın; teşekkür etmeye kalkışsam, dille sizi ululasam, övsem Tanrının vereceği sevâbın bir kısmını ben vermiş olurum. Çünkü bu gönül alçaklığı göstermeler teşekkür etmeler, övmeler, dünya tadıdır. Dünyâda bir zahmettir, çekersin ya; bu, bir mal vermeye, bir mevki bağışlamıya benzer; bunun karşılığının da tümden Tanrıdan gelmesi daha iyi. Bu yüzden teşekkür etmiyorum. Zâti teşekkürde bulunmak, dünya istemektir. Çünkü mal yenmez ki, mal olduğundan istenmez mal. Malla at alırlar,
halayıkçağız alırlar, köle alırlar; bir mevki elde etmek isterler; böylece de övülmeyi dilerler. Zâti dünyâ dediğin de adamın büyük, saygı değer olmasıdır; böyle olan adamı överler, sayarlar. Buhârâ'nın Dokumacı Şeyhi, büyük bir erdi; gönül ehliydi. Bilginler, büyükler, onun katına gelirler ziyâretine varırlar, tapısında diz çökerler, otururlardı. Şeyh, anadan doğduğu gibiydi, okuma-yazma bilmezdi. Kur'ân'ın tefsîrini, hadîsi onun dilinden duymak isterlerdi. Derdi ki: Ben arapça bilmem; âyeti, hadîsi benim dilime çevirin de anlamını söyleyeyim. Âyeti diline çevirirlerdi. O tefsîr etmeye, gerçek anlamlarını söylemeye koyulurdu. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin derdi; Mustafâ, filân duraktayken bu âyeti söyledi. Sonra o durağın makamları böyledir der, o durakların, o yolların hallerini, oraya ağmayı etraflıca anlatırdı. Bir gün Muarrif Alevî, onun tapısında kadıyı övüyor, dünyâda böyle bir kadı olmaz, rüşvet almıyor; eşi yok; pervâsız; özü doğru; Tanrı için halka adâletle muâmele etmede diyordu. Şeyh dedi ki: Şimdilik rüşvet almıyor diyorsun; biyol yalan bu söz. Sen Alevîsin, Mustafâ soyundansın, sonra da
tutuyor, onu övüyorsun; bu rüşvet değil mi? Onun karşısında onu övüyor, onu anlatıyorsun; bundan daha iyi rüşvet mi olur? Tirmiz Şeyhülislâmı, Seyyid Burhâneddin, gerçekle ilgili sözleri güzel söylüyor; bunun sebebi de şeyhlerin kitaplarını, sözlerini, onların sırlarıyla ilgili yazıları okumuş olması dedi. Birisi, sen de okuyorsun;
nasıl oluyor da Öyle söz söylemiyorsun dedi. Dedi ki: Onda dert var, savaşma var, ibâdet var. Adam peki dedi, neden bunu söylemiyorsun, neden bu, hatırına bile gelmiyor da okumasını söylüyorsun? Temel olan bu, biz onu söylüyoruz, sen de onu söylesene. Onlarda, o dünyânın derdi yok. Kimisi ekmek yemeğe gelmiş, kimisi ekmeği seyretmeye. Bu sözleri öğrenip satmayı isterler. Bu sözler, bir geline, güzel bir halayıkçağıza benzer; onu, satmak için alırlar hani. O halayıkçağız, onu ne diye sevsin, ne diye ona gönül versin. O alış-verişte bulunan kişinin aldığı tat, satıştadır; erliği yoktur onun; halayıkçağızı satmak için alıyor; erliği, erkekliği yok ki halayıkçağızı kendisi için alsın. Puştun eline, güzelim bir Hint kılıcı geçse onu, satmak için alır. Yahut bir babayiğidin yayı, eline düşse onu da satmak için alır. Çünkü onra o pazı yoktur ki tutsun da o yayı çeksin. O, yayı istese bile kirişi için ister; fakat kirişi çekecek gücü de yoktur; sadece
kirişi sever. Onu da sattı mı, parasını allığa, rastığa verir puşt, başka ne yapacak ki? Onu sattıktan sonra ondan daha iyi ne alacak acaba? Süryancadır bu söz; sakın anladım demeyin. Ne kadar çok anlar, bellersen o kadar uzak düşersin anlamaktan, bellemekten. Bunun anlayışı, anlayışsızlıktır. Senin uğradığın belâ, düştüğün musibet, elde
ettiğin yoksunluk, o anlayıştandır. O anlayıştan kurtulman gerek ki birşey olasın. Sen diyorsun ki kırbamı denizden doldurdum, deniz, kırbama sığdı; mümkünü yok bunun. Evet, kırbamı denizde yitirdim dersen bu söz güzel; temel olan da bu. Akıl, seni padişahın kapısına götürünceyedek güzeldir, dilenir. Onun kapısına geldin mi aklı boşa; o anda akıl, ziyan verir sana; yolunu keser. Meselâ biçilmemiş bir kumaştan bir kaftan, yahut bir cübbe diktirmek istiyorsan akıl, seni tutar, terziyedek götürür. Akıl, bu ânadek iyidir; seni
terziye ulaştırır. Şimdi bu anda aklı boşamak gerek; terziye karşı kendi düşünceni bırakmak gerek. Hasta da böyledir. Aklı o zamanadek iyidir ki onu tutar, hekime götürür. Hekime vardıktan sonra aklı bir işe yaramaz artık; kendisini hekime tapşırması gerek.
Senin gizli-gizli attığın nâralar, dostların kulaklarına geliyor; duyuyorlar onlar.Birşeyi olan, bir özü, bir derdi bulunan kişi anlaşılır. Deve katarının içindeki esrik deve, gözünden, yürüyüşünden, ağzının köpürüşünden, daha da başka şeylerinden belli oluverir: "Secdelerinin izleri yüzlerinden belli olur, yüzlerinde görünür." Ağacın kökü ne yiyorsa ağacın gövdesinden, başından, dallarından, yapraklarından, meyvelerinden belli olur. Birşey yiyip içmemiş ağaçsa solar-sararır; nasıl olur da attığınız şu yüce nâralar
gizli kalır? Bu nâraların sırrı, bir sözden sözler anlamanız, bir harften nice şeyler duymanızdır. Hani birisi, Vasît okumuştur, büyük-büyük kitaplar okumuştur. Tenbîh'ten bir sözdür, duyar; onun şerhini okumuştur; o bir tek meseleden temeller, meseleler anlar. Tenbîh'in bir tek harfini duyunca hay der, yâni ben bu sözde birçok şeyler görmedeyim; onu elde etmek için zahmetler çekmişim, gecelerimi gündüz etmişim,
defîneler bulmuşum demek ister. "Göğsünü açıp ferahlatmadık mı" denmiştir ya, gönül anlatılmaya kalkışılsa sonu gelmez. Oysa o şerhi okumuştur; bir işâretten birçok şeyler anlar. Fakat okumaya daha yeni başlayan, o sözden anlamını anlar; ne haberi vardır onun, ne de hay-hay eder, nâralar atar. Söz, duyanın miktarına göre söylenir, dinleyen, o hikmeti ne kadar çekmeye uğraşır, ne kadar onunla gıdalanırsa hikmet, o kadar söylenir. O istemezse hikmet de söylenmez, yüz göstermez. Ne şaşılacak şey der, neden söz söylemiyor? Söyleyecek olan da ne şaşılacak şey diye cevap verir, neden söz
söyletmiyor? Sana dinleme gücünü vermeyen, söyleyene de söyleme isteği vermiyor. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ'nın zâmanında bir kâfirin Müslüman bir kölesi vardı; mayası temiz bir köleydi. Sahibi, tasları al da hamama gidelim dedi. Yolda mescidin önünden geçiyorlardı. Mustafâ, sahâbeyle mescidde namaz kılıyordu. Köle, efendim dedi, Ulu Tanrı hakkıyçin şu tası bisoluk tut da iki rek'at namaz kılıvereyim; kılar-kılmaz gelirim. Köle mescide girdi, namaz kıldı. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin,
Mustafâ, dışarı çıktı; bütün sahâbe de dışarı çıktı. Köle mescidde yapayalnız kaldı. Efendisi, kuşluk çağınadek bekledi, a köle, çık dışarı diye bağırdı.Köle, bırakmıyorlar beni diye cevap verdi. İş sınırı aşınca adam, başını mescidden içeri uzattı; bırakmayan kimdir, onu görmek istiyordu. Ne kimseyi gördü, ne kimsenin gölgesini, ne bir ayakkabı vardı, ne kımıldayan kimsecik. Köleye, seni dışarı bırakmayan kim
dedi. Köle, seni içeriye sokmıyan biri var ya dedi, beni dışarı bırakmayan o. Sen onu görmezsin hani, zâti insan, görmediği, duymadığı, anlamadığı şeye âşıktır. Gece-gündüz onu arar, ister; görmediğime kulumköleyim ben der. Anladığından, gördüğünden usanır, kaçar. Bu yüzdendir ki filozoflar, Tanrının görüleceğini inkâr ederler; derler ki görürsen doyabilir, usanabilirsin, buysa olamaz. Sünnîlerce o, bir renkte, bir şekilde görünürse usanılır. Her solukta yüzlerce renkte, yüzlerce şekildedir. "Hergün bir iştedir
o." Yüz binlerce yıllar görünse bir görünüşü, bir görünüşüne hiç mi benzemez. Sen de şu anda Tanrıyı izlerinde, işlerinde görüp duruyorsun. Her solukta çeşit-çeşit görmedesin; bir işi, bir işine hiç benzemiyor. Sevinç vaktinde bir başka görünüş, ağlayış vaktinde bir başka görünüş, korku vaktinde bir başka görünüş,
umut vaktinde bir başka görünüş. Tanrının işleri, işlerinin görünüşü, izlerinin-eserlerinin görünüşü, renkrenk, çeşit-çeşit olur, bir-birine benzemezse elbette zâtının görünüşü de böyledir, işlerinin görünüşüne benzer. Onu, bununla kıyasla. Sen de bir parça-buçukken Tanrının gücüyle bisolukta bin hale geliyorsun, bir kararda durmuyorsun.
Kullardan kimi kullar vardır, Kur'ân'dan Tanrıya varırlar; kimisi de vardır, hastır; Tanrıdan gelirler de Kur'ân'ı burada bulurlar; bilirler, anlarlar ki onu Tanrı yollamıştır. "Biziz Kur'ân'ı indiren; ve gerçekten de biziz onu koruyacak olan." Müfessirler derler ki bu âyet, Kur'ân hakkındadır. Bu tefsîr de iyidir amma şu da var: Yâni sana bir öz, bir istek, bir sürek verdik; onu koruyan, yitirmeyen, bir yere ulaştıran da biziz. Sen bir kere Tanrı de, ondan sonra ayağını dire; bütün belâlar sana gelir-çatar. Birisi, Tanrı rahmet etsin,
esenlikler versin, Mustafâ ya dedi ki: Gerçekten de seni seviyorum ben. Mustafâ dedi ki: Aklını başına al, ne diyorsun sen? Adam, seni seviyorum dedi. Mustafâ, aklını başına al, ne diyorsun sen dedi. Adam tekrar, seni seviyorum ben deyince Mustafâ, öylesine ayağını dire dedi; kendi elinle seni öldüreceğim, vay sana. Birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ'nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki: Senin bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun,
dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm-kuvvetim kalmadı, dileğimisteğim kalmadı. Mustafâ, hâşâ dedi; benim dinimin şânından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini-barkını silip süpürmesin, ter-temiz etmesin de geri gelsin; "Ona ancak ter-temiz olanlar dokunabilirler." Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa, kend...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: 26.Bölüm
« Posted on: 25 Nisan 2024, 08:29:08 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: 26.Bölüm rüya tabiri,26.Bölüm mekke canlı, 26.Bölüm kabe canlı yayın, 26.Bölüm Üç boyutlu kuran oku 26.Bölüm kuran ı kerim, 26.Bölüm peygamber kıssaları,26.Bölüm ilitam ders soruları, 26.Bölümönlisans arapça,
Logged
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes