๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 16 Mayıs 2010, 01:27:01



Konu Başlığı: Zemahşerinin bir saati
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Mayıs 2010, 01:27:01
Zemahşeri'nin Bir Saati

(Tanınmış Müslüman Türk alim ve ediplerinden Zemahşeri'ye dair okuduğum bir makale, bende onun hayatını ünlü Avusturyalı biyografi yazarı Stefan Zweig’in Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar adlı eserinde Tolstoy'un "Hayatının Bir Günü"nü (1) anlattığı gibi hikaye etme arzusu uyandırdı. İslam-Türk tarihinin bu meşhur adamının hayatını böyle anlatmanın daha ilgi çekici ve hafızada kalıcı olacağını düşündüm. Hikayede şahıs ve vak'alar tamamen tarihi gerçeklere bağlı kalınarak tasavvur ve tasvir edilmiştir.) (2)

Zemahşerli Mahmud elindeki kitabı bir kenara koydu.. Fesübhanallah!.. Merhum Gazali bu eserinde sanki bizzat kendisinin geçirdiği inkılapları, buhranları arayış ve buluşları anlatıyor!.. Şimdi hayat kitabının sayfaları hızla çevrili-yormuş gibi, ömrünün her safhasına dair bölük pörçük intibalar şuuruna hücum ediyor... Mazisine ait birçok hadise, bulanık şekiller halinde kafasına üşüşmekte: Ayağı kırık, zavallı bir serçe... Annesinin bedduası... Uğradığı ilk felaket ve onun daima hissettiği acısı. Tek ayak üzerinde durmaya, muvazenesini korumaya çalışan genç bir adam. Babasının hapsedilmesi ve ölümü... Geçim sıkıntıları... Nizamülmülk'ten vazife talebine karşı aldığı menfi cevap... İlim tahsili uğrunda geçen seneler... Diyar diyar seferler; onlarca hocadan aldığı ve yüzlerce, binlerce talebeye verdiği dersler; gençlik çağında kanını kaynatan hırslar, ikbal ve şöhret düşkünlüğü... Muhalifleriyle giriştiği ateşli fikir kavgaları... Sayısı neredeyse yaşına ulaşmış telif eserler... Şim-
di bunların hepsi geride kalmıştı!..

Mahmut Hoca harp meydanını bilgece seyreden yorgun ve yaralı bir savaşçı gibi hissediyordu kendisini. Fırtına dinmiş, vücut ülkesine sükun sinmişti. Çünkü yaşı yetmişe yaklaşmış, ölüm ve ötesine dair düşünceler benliğini iyice sarmıştı...

Mütalaa etmekten en çok zevk aldığı eserlerden biri de kendi hayat kitabıydı. Ömrünün safhaları insicamlı olarak değil, iç içe girmiş vaziyette gözlerinin önünde canlanıyordu:

Şimdi altmış altı yaşında olduğuna göre, demek ki, hicretin 467. yılında başlamıştı yolculuk... Rahmetli babasından Miraç Kandili'nde dünyaya geldiğini öğrendiği zaman iftiharla karışık bir sevinç duymuştu. Annesi de: "Oğlum sen mübarek bir gecede doğdun" derdi...

Mahmut Hoca, merhum babasının o günkü heyecanını, telaşını "ayne'l-yakin" görmüş gibi tasavvur etmeye çalışıyordu. O kutlu gecedeki mutlu doğum, kim bilir ne kadar sevindirmiştir rah-
metli Ömer Hocayı!. Hem kandil aydınlığı, hem de sevgili oğlunun doğuşu, "nur üstüne nur"du!..

İhtiyar alim kendi varlığı, hali, mazisi ve istikbali üzerinde düşünmekten garip bir zevk alıyordu. Henüz hiçbir şeyden haberdar olmadığı, omuzlarına "dağların bile taşımaktan korkup kaçındığı" ağır yükün binmediği çocukluk çağı ne güzeldi!.. Hey gidi günler!.. Çok hareketli, kabına sığmayan, afacan bir çocuk olduğunu hatırlayabiliyordu...

Tahta bacağını fark edince yüzü buruştu, ince bir sızı duymuştu, tevekkül ve alışkanlıkla karışık... ah, hayatının en büyük hicranlarından biri de küçük yaşta başına gelen o musibetti!.. Sağlam olanların farkına bile varmadan, gayet tabii bir şekilde kullandıkları bacağın eksikliğini kendisi sık sık hatırlıyor, acı acı hissediyordu... O kara gün şimdi hayalinde bir kere daha canlanmıştı:

Ömrü öğrenmek ve öğretmek için diyar diyar gezmekle geçmişti. Buhara'da, Bağdat'ta, Mekke'de pek çok alimden ders almış; dil ve edebiyat bilgilerini tahsil ettikten sonra tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi dini ilimlerde büyük bir mütehassıs olmuştu. Bir taraftan yüzlerce talebeye ders verirken, diğer taraftan çeşitli konularda eser telif etmişti. Doğrusu, gittiği her yerde ilmin değerini bilen devlet adamları, meslektaşları ve öğrencileri tarafından büyük bir saygı ve ilgi görmüştü. İnsanlar ona "Fahr-i Harzem" diyorlardı, 'Harzem'in iftihar vesilesi'...

Bir gün evin bahçesinde bir serçe avlamış ve zavallının bacağına bir ip bağlamıştı. Avluda oynarken bir ara kuş elinden kaçmış, bir duvarın deliğine girivermişti. Kendisi hayvanı oradan çıkarmak için ipin dışarıda kalan kısmını çekince, eyvah! Kuşcağızın ayağı kopmuştu!

Annesi onun bu yaramazlığını görünce öyle üzülmüş, incinmişti ki... Üzüntü ve öfkeyle:

- Onun ayağını kopardığın gibi Allah da senin ayağını koparsın, e mi! diye haykırmıştı.

Ah anneciğim, keşke öyle beddua etmeseydin!.. Merhameti taşan ana yüreği bir an öfkeye kapılarak sanki o zavallı serçenin ahını dile getirmişti.

O kara günü, o kaza, bela gününü hatırlamak bile istemiyordu... Arkadaşları tarafından eve getirildiğinde bacağı mosmor olmuştu. Babasının çağırdığı hekim, muayene ettikten sonra, üzüntüyle iç çekerek:

- Hocam, demişti, vücudu kurtarmak için maalesef bacağı kesmek zorundayız... Yoksa kangren vücudun diğer yerlerine de yayılır...

Çaresiz baba, yüreği kan ağlayarak ameliyata izin vermek zorunda kalmıştı... Zavallı annesinin gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü...

Mahmut, bacağı kesilip sakat kalınca, o kuşun ayağının kopuşunu ve annesinin bedduasını acı acı hatırlamıştı...

İlk zamanlarda ağlıyor, bu gerçeği bir türlü kabullenemiyordu. "Allah'ım, neden, neden ben?!." diye sessiz feryatlar yükseliyordu içinden... Günlerce somurtmuş ve hayata küsmüştü... Demek, bir ayağı dizinden kesilip sakat kalmış ve takma bir bacakla yürümek zorunda kalmıştı ha?!. İnanamıyordu buna!.. Dağlanan bacağıyla birlikte sanki yüreği de dağlanmış, yanmıştı... Bacağının eksikliğini uyanık bulunduğu vakit beyninde bir ur ve kalbinde bir yara gibi hissediyordu.

Fakat zamanla bu yara kabuk bağlamış ve İlahi takdiri kabullenmişti Mahmud... Başka ne yapabilirdi ki zaten? İsyan etmek, itiraz etmek neyi değiştirecekti ki?.. Sonra, kimi kime şikayet edecekti ki?!. Olan olmuştu bir defa... Hazret-i Peygamber, selam olsun O'na, bir kediyi aç bırakarak zavallı hayvanın ölümüne sebep olan merhametsiz bir kadının Allah tarafından cezalandırıldığını bildirmemiş miydi? Mahmut Hoca, bazen "Evet, ceza amelin cinsindendir, ama bu çok ağır bir ceza değil mi?" diye düşünür, sonra sorularına Kur'an'dan, hadisten cevaplar arar, bulurdu. "Sevmediğiniz bir şeyde sizin için hayır olabilir..." mealindeki ayeti hatırlar, Allah'ın şeklen şer gibi görünen bu felaketle çeşitli hayırlar murad etmiş olabileceğini düşünürdü. Mademki insanın varlığı kendisinden değildi, o halde bu vücudun mucidi mülkünde istediği gibi tasarruf edebilirdi ve nitekim ediyordu da...

Babası da zavallı oğlunun çocuk yaşta başına gelen bu felakete çok üzülüyor, onun ağır bir imtihanla sınandığını düşünüyordu. Artık bir ayağı sakat olan evladı, geçimini ancak oturularak yapılan bir işle sağlayabilirdi. Bu sebeple onu bir terzinin yanma çırak olarak vermeyi düşünüyordu. Bir gün bu fikrini kendisine açmıştı. İncitmemek için üzüntüsünü gizlemeye çalışıyordu:

- Mahmut, demişti, evladım, seni bir terzinin yanına vereyim de terziliği öğren; böylece bir meslek sahibi olur, geçimini temin edersin... Olur mu?

Gözleri yaşarmış ve hayretle babasının yüzüne bakmıştı: Böyle bir şeyi kendisine nasıl teklif edebilirdi?!. Okumayı ne kadar çok istediğini bilmiyor muydu?!. Böyle okuma aşkıyla dolu olduğu halde başka bir işi nasıl benimseyebilir, tahsil düşüncesi aklından nasıl çıkardı ki?..

Öyle dolmuştu ki, ağlamaklı bir sesle:

- Baba, dedi, ne olur bırak okumaya devam edeyim!. Hocaların beni nasıl övdüğünü biliyorsun! Ben okuyup büyük bir adam olmak istiyorum!..

Baba yüreği oğlunun yalvarmalarına fazla dayanamamıştı.. Herhalde o Mahmud'un arkadaşlarının sakat bacağıyla alay edeceklerini düşünerek böyle bir çare bulmuştu. Fakat oğlunun okuma hususunda bu kadar azimli ve istekli oluşundan ötürü sevinç ve övünç duymuş, onu şefkatle bağrına basarken:

- Peki oğlum, üzülme, demişti, yarın seni Harizm'deki medreseye götürüp kaydettireyim. ..

Mahmut, topallığının başkaları tarafından yanlış anlaşılmaması için, sakat kalışının şiddetli bir soğuk yüzünden olduğuna dair şahitler dinleterek bir vesika düzenlettirmişti... Gittiği her yerin hakimine bu belgeyi göstererek imzalattırıyordu. Ayrıca, topallığının belli olmaması için uzun elbise giyiyordu...

İlk tahsiliyle ilgili bilgileri, Allah rahmet eylesin, bizzat merhum babası Ömer Hoca vermiş, ayrıca onu Zemahşer'de bulunan diğer hocalara da göndermişti. Okuma yazmayı kısa sürede öğrenmiş ve derslerde büyük bir başarı göstermişti. Zaten babası namazda okunan sure ve duaları ezberletmiş, sonra Kur'an okumayı da az zamanda öğrenmişti. Mektebini, hocalarını ve derslerini çok seviyor, içinde öğrenmek için büyük bir istek duyuyordu.. Öğretmenler de ondaki üstün zeka ve kabiliyeti, süratli kavrayışı kısa zamanda farketmiş, kendisine ayrı bir ilgi ve sevgi göstermeye başlamışlardı. Birbirlerine Mahmut'tan bahsederken hepsi de:

- Maşaallah, diyorlardı, Ömer Hoca'nın oğlu çok zeki bir çocuk! Allah nazardan saklasın!..

- Böyle giderse geleceği çok parlak olacak!..

- İnşaallah!.. İnşaallah!..

Henüz hayatının baharında iken, ailesinin başına ikinci bir felaket daha gelmişti: Müeyyidi'l-Mülk bin el-Hasan denen o zalim vezir, babasını siyasi bir sebeple hapse attırmıştı. Mahmut babasının affedilmesi için bir dilekçe yazmış; "Genç yaşta hapsedilen babam arkasında bakıma muhtaç çocuklar bıraktı.. Böyle bir kimsenin affedilmesi sevaptır... Allah rızası için onu bağışlamanızı istirham ediyorum.." gibi acındırıcı şeyler sıralamıştı... Şimdi öyle değersiz devlet ricaline yüz suyu dökmüş olmaktan acı duyuyordu. Zira rica ve istirhamları fayda vermemiş, ne yazık ki, babası bu hapislik neticesinde ölmüştü... Genç yaşta ilk hocasını, en büyük desteğini kaybetmişti..

En büyük emeli,Kur'an'ın eşsiz edebi güzelliğini ispat edecek bir tefsir yazmaktı...Daha doğrusu, sevgili,vefalı dostu İbni Vahhas'ın ısrarlı ricası ve teşviği üzerine böyle bir karar vermişti. O zamana kadar öğrendiği Arapça ve edindiği bilgiler sayesinde Kur'an'ın her kelimesinde engin manalar keşfediyor, bu incelikleri, güzellikleri herkese ilan etmek için içinde büyük bir heyecan duyuyor, böylece kendi ilmi üstünlüğünü, dehasını da herkese göstermek istiyordu. Sanatçı çoktu ama usta olanı az... İnsanların çoğu da ne kadar uzun ömürlü olurlarsa olsunlar, cahil ve anlayışsız...

Mahmut medresede bilhassa dil ve edebiyatla dini ilimlere alaka duyuyor, bu ilimlerle ilgili dersleri dinlemekten, eserleri okumaktan büyük bir zevk alıyordu. Şimdi hatırlıyordu da, şahsiyetinin teşekkülünde en tesirli hocası herhalde Ebu Muzar Mahmut bin Cerir olmuştu. Bu adam, lügat, nahiv ve tıp sahasında o devrin sayılı alimlerindendi, bir taraftan da Harizm'de Mutezile mezhebini yayıyordu. Genç Mahmut da hocasından etkilenmiş, onun fikirlerini benimsemişti. Allah taksiratını affetsin, ne kadar şaşırtıcı, cerbezeli bir adamdı!.. Kendisi de o toyluk günlerinde bu mezhebe mensup olduğunu gururla belirtmekten zevk almaz mıydı? "Mutezili Mahmut geldi!.. Açın!" Sanki akılla bütün kapılar açılabiliyormuş gibi!..

Gençlik çağındayken Sultan Melikşah devrini idrak etmişti. Melikşah zamanı Büyük Selçuklu Devleti'nin her bakımdan en parlak devri idi. Melikşah'ın rakiplerini bertaraf etmekte yardımını gördüğü ve büyük minnettarlık duyduğu dirayetli veziri Nizamülmülk de devlet idaresinde çok faal rol oynuyordu. Memleketin her tarafında medreseler açan Türk sultanıyla onun bu İran asıllı veziri, ilmi faaliyetleri teşvik ediyor, alimleri himaye ediyorlardı. Gazali de Nizamülmülk'ün hürmet ve ikramına mazhar olmuş, Nizamiye Medresesi müderrisliğine tayin edilmişti. Sünni İslam esaslarını kabul eden Selçuklular'ı bu kültür faaliyetine sevkeden mühim bir sebep de siyasi, askeri kuvvetleriyle mücadele ettikleri Şii, Rafizi ve Batıniler'e karşı ilim yoluyla da mücadele etmekti.

İşte o yıllarda kendisi de şiir, edebiyat ve İslami ilimler sahasında namını duyurmaya başlamıştı. Ama onu üzen ve kızdıran şey, ilim ve kabiliyetçe kendisinden aşağı gördüğü kimselerin yüksek mevkileri işgal etmesine rağmen, kendisinin layık olduğu bir iş başına hala gelememiş, getirilmemiş olmasıydı. O zaman Nizamülmülk'e bir kaside sunmuş, kendi kabiliyet ve meziyetlerini anlatarak ilmi seviyesine uygun yüksek bir makama getirilmesini istemiş, bu arada gençlik hırsıyla: "Büyük mevkilerin değersiz kimselere verilmesi apaçık bir zulümdür. Fakat şu zamanenin cilvesine bakınız ki, alim, fazıl insanlar sefalet içinde sürünüyor, değersiz kimselerse itibar görüyor!.. Sizinle benim aramdaki bağ ilim bağıdır... Benim gibi bir ilim adamını arasanız da bulamazsınız!.." gibi şeyler de yazmıştı. Fakat nedense Nizamül-mülk'ten umduğu alakayı görememişti.. Herhalde kendisini aşırı övmesi ve Mu'tezile mezhebine mensup olmakla övünmesi, Ehl-i Sünnet'e bağlı ihtiyar vezirin hoşuna gitmemişti...

Mahmut Hoca kalktı, ocağı yaktı... Canı sıcak bir şey içmek istiyordu... Diğer taraftan düşünmeye devam ediyordu... İnsanoğlu yaşlanınca sık sık maziye dalıyor, hatıralarla yaşıyordu... Nizamiye hatırası, Gazali'yi, dolayısıyla kendi hayatında onunkine benzer geçirdiği bir buhranı hatırlattı:

40-45 yaşlarında iken şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı... Hekimlerin "nahike" dedikleri bu illet yüzünden çok zayıflamıştı. Bu hastalıktan kurtulunca kendi kendine şöyle karar vermişti: "Bir daha asla devlet adamlarına medhiye yazmayacak ve onlardan makam, ihsan dilenmeyeceğim... Gelip geçici dünyevi sultanları bırakarak Sultanlar Sultanına yöneleceğim..." O kararından sonra Mekke'ye gitmişti, mukaddes beldenin bereketinden feyz almak için...

Evet, bu hastalık onda manevi bir inkılaba vesile olmuştu: Bir bakıma Gazali'nin Nizamiye Medresesi'nde dört sene ders verdikten sonra müderrisliği bırakmasına sebep olan ruhi buhrana benzer bir sarsıntı geçirmişti...

Gazali akıl ve duyulara dayanan bilgilere tamamıyla güvenilemeyeceğini anladığında o zamana kadar edindiği bütün ilimlerden şüphe etmeye başlamış, ancak tasavvuf limanına sığınarak huzur ve sükuna kavuşmuştu. Kendisi ise, dindar fakat gururlu bir ilim adamıydı. O şiddetli hastalıktan sonra mütevazı, kanaatkar, kamil bir alim oluş yoluna girmişti. Sağlık bazen hastalık, hastalık da şifa gibiydi... Bu sebeple: "Beden sağlığı en büyük nimetlerden biri olduğu halde, fitne ve isyana sebep olabilir" demişti..

Bu bakımdan kendisini şanslı sayıyor ve o badireyi atlattığı için Allah'a hamd ediyordu...

Mahmut Hoca pişirdiği sütü kaseye doldurdu, içine biraz da bal karıştırdı. Yudumlarken gülümsedi... Hayyam'a atfedilen bir rubaiyi hatırlamıştı.. "Her ne zaman gönlün kederli olursa, esrar veya birkaç kadeh gül renkli şarap iç! Ey ahmak, eğer bunu ve onu içmezsen taş ye, taş ye!" -Çok şükür ne kendisi, ne babası, ne de ailesinden bir kimse şarabı ağzına almıştı...-

Astronomi, fizik, felsefe, mantık gibi ilimleri tahsil etmiş ve öğretmiş olan Hayyam, aynı zamanda rubaileriyle tanınan cerbezeli bir şair, şaşkın ve şaşırtıcı bir filozoftu. Kendisiyle yaptığı görüşmelerde onun Ebu'l-ala el-Maarri'nin eserlerini okuduğunu öğrenmişti. Aralarında geçen münakaşalarda Hayyam ısrarlı davranmış fakat yaşlı olmasına rağmen derslerine devam etmiş, kendisini takdir etmişti. Oysa Maarri, haddinden fazla akılcıydı, İslam inanç ve ibadet esaslarını hafife alan ama bir şairdi ama onun bu düşünceleri Hayyam'ı da etkilemişti. Hayyam'da varlığın şakakları zonklatan bilmecesini, hayatın sırrını, ölüm ve ötesini düşünmüş, fakat ne yazık ki, şiirlerinde herşeyin sonunun "hiç"e çıktığını, gerçeğin ve alemin esrarının bilinemeyeceğini iddia ederek teselliyi içki ve esrar aleminde aramış, alaycı bir kötümserlikle Epikür tarzında bir neşe arasında gidip gelmiş görünüyordu...

Maarri ve Hayyam'ın taşladığı hakikat ehli ise onların nefs-i emmareyi destekleyen telkinlerini: "Edepsizlik ediyorsunuz, doğru yoldan sapıyor ve zındıkları yetiştiriyorsunuz!.." diye tenkit ediyorlardı..

Fakat Mahmut bir zamanlar münakaşa ettiği şairle ilgili garip bir şey duymuştu: Damadının Beyhaki'ye anlattığına göre, Hayyam İbn-i Sina'nın Şifasından ilahiyat bölümünü okurken "Bir ve Çok" bahsine gelince, kitabı kapatmış, vasiyette bulunacak kimseler çağırmış, vasiyetini yapmış. Yatsı namazını kıldıktan sonra secdeye varıp: "Bu kul için ne kadar mümkünse, Seni o kadar tanıyabildim; beni bağışla ve bu bilip tanımamı bağışlanmama vesile kıl!" demiş ve ruhunu teslim etmiş...

Zemahşeri bu rivayetin doğruluk derecesini bilemiyor, esasen artık "büyük mahkeme"ye intikal etmiş bir dava hakkında fikir beyan etmeyi de uygun bulmuyordu. Şairin akıbeti konusunda müspet-menfi bir şey söylemeden, ona isnad edilen eserlerdeki fikirleri tenkit edebilirdi sadece... Aslında ortalıkta Hayyam'a mal edilerek yazılıp söylenen rubailerden hangilerinin kesinlikle ona ait olduğu da meçhuldü... Ya kendisi, kendi akıbeti ne olacaktı?!.

Zemahşeri, yorgun gözlerle kitaplarına ve duvardaki levhaya bakıyordu: Gece vakti insanın hassasiyeti daha da artıyordu galiba... Ah şu korkunç, esrarengiz sessizlik!.. Şu varlık içinde çektiği yokluğu, yalnızlık azabını şimdi daha acı biçimde, daha içten hissediyordu. Kendisini ilmi çalışmalara vermesinde işte bu aile meşguliyeti olmayışının da payı vardı. Ne yazık ki, aşk ve izdivaçtan yana şansı pek yaver gitmemiş, sevme ve sevilme ihtiyacını tatmin edememişti.. İtiraf etmeli ki, insanın bu eksikliğinin yerini başka hiçbir şey dolduramıyordu.. Hırçınlığını, titiz ve asabı davranışlarını biraz da bu tatminsizliğe bağlıyordu. Oysa hassas bir insan, güzelliklere aşık bir şairdi. Mutlu bir aile hayatını, sevgili, şefkatli bir eşi ne kadar özlemişti!.. Şu yaşında bile genç hissettiği gönlünün vefasız güzeller yüzünden çektiği cevr ü cefayı bir şiirinde şöyle dile getirmişti:

"Ahu gözlü Türk güzellerinden ne zaman bir vefa ümidine kapılsam, bu ümidim hep boşa çıkıyor!.. Onların benimle yaptıkları ahde, vefa göstermeleri nasıl mümkün olur ki?.. Siz Türk dilinde 'vefa'yı ifade eden bir kelime duydunuz mu?!."

Ömrü öğrenmek ve öğretmek için diyar diyar gezmekle geçmişti. Buhara'da, Bağdat'ta, Mekke'de pek çok alimden ders almış; dil ve edebiyat bilgilerini tahsil ettikten sonra tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi dini ilimlerde büyük bir mütehassıs olmuştu. Bir taraftan yüzlerce talebeye ders verirken, diğer taraftan çeşitli konularda eser telif etmişti. Doğrusu, gittiği her yerde ilmin değerini bilen devlet adamları, meslektaşları ve öğrencileri tarafından büyük bir saygı ve ilgi görmüştü. İnsanlar ona "Fahr-i Harzem" diyorlardı, 'Harzem'in iftihar vesilesi'...

Gençlik çağindayken Sultan Melikşah devrini idrak etmişti, Melikşah zamanı Büyük Selçuklu Devleti'nin her bakımdan en parlak devri idi, Melikşah'ın rakiplerini bertaraf etmekte yardımını gördüğü ve büyük minnettarlık duyduğu dirayetli veziri Nizamülmülk de devlet idaresinde çok faal rol oynuyordu. Memleketin her tarafında medreseler açan Türk sultanıyla onun bu İran asıllı veziri, ilmi faaliyetleri teşvik ediyor, alimleri himaye ediyorlardı. Gazali de Nizamülmülk'ün hürmet ve ikramına mazhar olmuş, Nizamiye Medresesi müderrisliğine tayin edilmişti. Sünni İslam esaslarını kabul eden Selçukluları bu kültür faaliyetine sevkeden mühim bir sebep de siyasi, askeri kuvvetleriyle mücadele ettikleri Şii, Rafızi ve Batiniler'e karşı ilim yoluyla da mücadele etmekti.

Aslen Türk olduğu halde Arapça'yı öyle mükemmel derecede öğrenmişti ki, bir gün Ebu Kubeys tepesine çıkarak, Araplara hitaben: "Gelin, babalarınızın, dedelerinizin dilini benden öğrenin!.." diye seslenmişti..

Esasen kendisi dil ve edebiyat ilimlerini tefsir, hadis, kelam gibi yüksek din ilimleri için bir vasıta olarak görüyordu.. Adı üstünde "alet ilimleri"ydi bunlar. Mesela Hariri'nin Makamat'ım çok beğenmiş, onun edebi dehasını takdir etmişti (hoşa gidip merak uyandıran kısa hikayelerdi bunlar) ama, bu tür eserlerde serseri ve ahlaksız kahramanların maceralarının anlatılmasını doğru bulmuyordu. Kendisi bunların konularını değiştirmiş, ahlaki telkinde bulunarak yeni bir makale türü meydana getirmişti. Bir aletin nasıl kullanıldığı kadar onunla nereye varıldığı da mühim değil miydi? Ona göre edebi eserler insanı kötülüklerden nefret ettirmeli, iyiliklere, ulvi şeylere özendirici, fazilete sevk edici olmalıydı. Peki, kendisi bu "alet'lerle neyi keşfetmiş, hangi "ali", yüce sonuca ulaşmıştı?..

En büyük emeli, Kur'an'ın eşsiz edebi güzelliğini ispat edecek bir tefsir yazmaktı... Daha doğrusu, sevgili, vefalı dostu İbni Vahhas'ın ısrarlı ricası ve teşviği üzerine böyle bir karar vermişti. O zamana kadar öğrendiği Arapça ve edindiği bilgiler sayesinde Kur'an'ın her kelimesinde engin manalar keşfediyor, bu incelikleri, güzellikleri herkese ilan etmek için içinde büyük bir heyecan duyuyor, böylece kendi ilmi üstünlüğünü, dehasını da herkese göstermek istiyordu. Sanatçı çoktu ama usta olanı az... İnsanların çoğu da ne kadar uzun ömürlü olurlarsa olsunlar, cahil ve anlayışsız...

Yıllarca süren emek bir süre önce meyvesini vermişti: Keşşaf!.. Tefsiri, ilim çevrelerinde büyük yankılar uyandırmıştı. Gerçi bazı ayetleri Mu'tezile mezhebine göre yorumlaması ve aklı haddinden fazla hakim kılması dolayısıyla Ehl-i Sünnet alimlerinin tenkitlerine uğramıştı. Ama herkes Kur'an’ın bir belagat mucizesi olduğunu ispat etmesi bakımından onu büyük bir takdirle karşılamış, alkışlamıştı. Keşşaf, kendisinin baş eseri sayılmaya layıktı. Tenkit sahiplerine kızmış, takdir ve tebriklerden gurur duymuştu...

Yıllardır kitaplığını dolduran eserlerini düşünerek: "Topallardan kimisinin yücelere yükselmekte nice sağlam ayaklılardan daha ileride olduklarını gördüm" diye kendisini teselli etmişti.. Şimdi, ömrünün son demlerinde kendi kendine soruyordu: "Deryadan inciler, cevherler bulup çıkaran usta kaşif, söyle! Niyetin neydi, hünerini ispat etmek mi?.."

el-Munkızü Mine'd-Dalal'i tekrar eline aldı, biraz daha okumak istiyordu:

"...Baktım ki, dünya alakalarına, dalmışım, bu alakalar her taraftan beni çevrelemiş. Yaptığım işleri düşündüm... En güzeli ders vermek, ilim öğretmekti. Bunda da ahirete pek faydası olmayan ehemmiyetsiz birtakım bilgilerle meşgul olduğumu gördüm. Ders vermekteki niyetimi yokladım; onun da Allah rızası için olmadığını, mevki sahibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmeye uğraşmazsam ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.Bir müddet hep bunu düşündüm... Henüz irademe sahiptim. Bir gün Bağdat'tan çıkmaya, o hallerden kurtulmaya kat'i karar verirdim; ertesi gün bu karardan vazgeçerdim. Kararsızlık içinde idim... Bir sabah ahiret isteğine meyl ve arzum kuvvet bulsa, akşamüzeri muhakkak dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırarak o arzuyu dağıtırdı. Dünya arzuları zincir gibi beni makam ve mevkiye doğru sürüklüyordu. İman münadisi de şöyle seslenirdi:

- Göç zamanı gelmiştir. Ömrün sona ermek üzeredir. Önünde uzun ahiret seferi vardır. Şimdiye kadar edindiğin amel ve ilim hep riya ve gösterişten ibarettir... Şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman..."

Göz kapakları ağırlaşıyor, sayfadaki satırlar, kelimeler, izler siliniyordu...