๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 30 Temmuz 2010, 14:03:31



Konu Başlığı: Sadece canlıya değil eşyaya da iyi davran
Gönderen: Sümeyye üzerinde 30 Temmuz 2010, 14:03:31
"Sadece canlıya değil, eşyaya da iyi davran"



“Ya Rab! Kalemim müy-i fenadan sakla
Tahririmi ta’n-ı süfehadan sakla,
Tevfikin idüp kanda gidersem rehber,
Şehrah-ı Şeraitte hatadan sakla”
Müstekimzâde Süleyman Saâdeddîn Efendi
-Sadece canlıya değil, eşyaya da iyi davran der bir veli-

“… Rabbim!..
Yerin damarlarından çıktığım günden beri, içinde kaybolduğum bir ormanın dehlizindeyim. Hızardan geçirilen bedenimi, kapkara bir nurdan yarattığın ruhuma geçirdin ve ben bu şehrin mahzenlerinde kayboldum! Kim bulacak beni Rabbim?..

…Rabbim!..
Yazmalıyım!.. Yazmalıyım!.. Anlatmalıyım ruhların bilinmezliğini. Senin ilminden öğrendiğim eczama ve madenime ait bilgiyi, bilgisizliğin ıssızlığında üşüyen insanlara anlatmalıyım. Beni yaratan sensin Rabbim!.. Şu bedenimin ağacı yeşersin diye gökten melekler indirdin ve yağmurlar yağdırdın. Kara bir elmastan yarattığın ruhumun sırları kelimelere sığmıyor. Ben şimdi issiz, tozsuz ve hecesiz bir sükûtum! Bu sükûtu senin için bozmak nasip olmayacak mı?

Rabbim!..
Kâinattaki bütün soruların cevabı senin aşkında! Sen yakmayınca yanmaz gönüller. ‘Aramakla mutlaka bulunmuyor, yine de seni bulma ümidiyle arayanlardanım.’

Rabbim!..
Senin rızan için yazan bir bedene büründür beni. Etine kemiğine bürüneyim, o kulunu yerin yedi kat maden damarlarında gezdireyim. Göğsündeki ‘anka kanadı’ benim üflememle kanatlansın ki, kelimelerine sızan bir ruh olayım…

***
Günlerce böyle yakardı kurşun kalem... Günlerce…
Eşya deyip geçmeyiniz. Onların da bir ruhu vardır. Kâinatta yaratılan her varlık yaradılışına uygun bir vazifenin başındadır. O da sıradan bir kalem olmak istemiyordu. Varlığının bir anlamı ve varlığıyla bir anlam katmak istiyordu hayata. Bir afacanın ellerinde tezden tükenip bitmek istemiyordu.

O akşamüstü bulunduğu kırtasiye mağazasının tezgâhında Rabbini tespih etmekle meşgul iken satın alındı. Yo, hayır, korkmayınız! Bir afacan değildi onu satın alan. Safiyüddin Efendi’nin nurdan avuçları içindeydi şimdi. “Gel bakalım kalemcik” dedi gülümseyerek. Mademki hizmete ve ebedi diriliğe talipsin, şu halde bize lâzımsın...”

Safiyüddin Efendi’nin kalemle olan bu muhabbeti şaşırtmıştı genç tezgâhtarı! Eşya ile konuşana ne derlerdi? O gece ‘Hâlveti Dergâhı’nda’ misafir edildi kurşun kalem. Tövbe verildikten sonra uykuya yatırıldı. “Bu gece göreceklerin külünün rüyasıdır…” dedi Safiyüddin Efendi. Uyandığında kalem sahibi genç bir yazar olacaksın. Ezeldeki bu hâline dair hiçbir şeyi hatırlamayacaksın. Sadece zaman zaman bir şeyler hatırlayacak ve bulmamacasına kendini arayacaksın! Bütün çilen ve ıstırabın bu arayış sancısı olacak!..”

Uykuya daldı kurşun kalem... Sonsuz bir bakışla süzdü karanlığı... Kâğıt, kelime, harf tozu, işaret, imge, amber, simge… Damla damla şırınga ediliyordu damarlarına. Çoktan kapanmış bir çağın kalıntısı gibi hissediyordu kendini. Hissetmek… Kendini… Sudaki yansıma kadar titrek ve yanıltıcı onlarca siluet belirip belirip kayboluyordu. İmgeler ve yüzler... Zaman ve yokluk... Karanlığı bir çift cılız ışık gibi tarayan gözleri kentin muhkem surlarına çarpıp geri dönüyordu. Üç yüz yıllık bir kilisenin mahzenine iniyordu keşişler... Soluk ay ışığında, gümûşi tüllerini açıyordu bir dergâh… Her yerde duruyordu... Her durduğu yere bir ad takıyordu. Binlerce gözün, her baktığında kendinden bir şeyler kattığı binlerce bakış... Kentin granitten profiline imgeler karışıyordu. Kurşuni bir denize akan bir yeraltı ırmağı oluyordu şimdi. Kör bir ayna karşısında hatlarını ve ifadelerini arayan hikâyesiz bir yüz… “Parmak uçlarımı uzatsam, acaba kendime değer miyim?” dedi kendi kendine. Ve uzandı… Dokundu… Devingen, titreşimli, ışıltılı bir dünya dümdüz uzandı önünde... Sonsuza dek... Dünyadaki yerine, yazgısına intikal etmişti artık...



-Külünün Rüyasıydı Yaşamak-


Öğleden sonra eve dönerken balkonda asılı duran acayip şeylere bir anlam veremedi ilk önce. Adımları yaklaştıkça bunların kedileri Dilâra, Dilrûba, Dilfirûz, Dilaşûb ve Nesrin olduklarını anlamakta gecikmedi. Annesi oyuncak kedilerini çamaşır makinesinde bir güzel yıkamış, sonra da her birini kulaklarından ya da kuyruklarından mandallayarak asmıştı. Sonunda da ortaya böyle traji-komik bir manzara çıkmıştı.

Eve vardığında misafirler gelmişti. Pek de hoşnut olmayan bir yüz ifadesiyle misafirlerin ellerini öptükten sonra, mutfakta çay servisi hazırlamakla meşgul annesinin yanına geçti. Bir an önce odasına kapanıp kendisini yazmak için sıkıştırıp duran ilhâm meleği ile baş başa kalmak istiyordu. Annesinden müsaade istediğinde, misafirlere kabalık olacağı belirtilerek odasına çekilme talebi geri çevrilmişti.

“Ama anne çok önemli ya! diyerek çocukça hırçınlaştı. Kalem mesuliyeti hakkındaki yazımı bir an evvel yazmalı ve editöre vermeliyim!”
Bu cümleyi söylerken, sanki bütün cihâna böyle bir mesuliyeti ilk defa kendisi ilân edecekmiş gibi bilgiç ve mağrur bir eda takınmıştı. Annesi müstehzi bir gülümseyişle dudak bükerek cevap verdi;
“ Kalem mes’uliyeti demek... Hâlâ bir oda dolusu ayısı, bebeği, kedisi ve bir sergi açacak kadar tokası, boncuğu olan kız mı yazacakmış bu ‘Kalem Mes’uliyeti’ hakkındaki yazıyı?”

Olduğu yerde kalmış, cevap veremeden annesinin yüzüne bakıyordu. Hayatta kendisini onca kuvvetli hissettiği ve ‘bir şey’ zannettiği zamanlarda büyüklerin ettikleri bu lâflar bütün karizmasını yerle bir etmeye yetiyordu. Hırsla balkona gidip bütün kedilerini toplayarak odasına götürdü ve her birini ait oldukları yerlere koydu. Çalışma masasına geçerek kararlı bir şekilde kalemini ve defterini çıkardı. Kalemi eline aldı. Ancak hiçbir şey yazamıyordu. Can sıkıntısıyla kalkıp aynanın karşısına geçti. Aynada kendini inceledi. Saçlarındaki boncukları ve örüklerindeki ayılı tokaları görünce cesareti büsbütün kırıldı. Daha önce bu eşyaları kullandığını ve bunları kullanmanın bir ‘bebeklik’ ya da ‘çocukluk’ alâmeti sayılabileceğini hiç mi hiç aklına getirmemişti!

Bilgisayarın başına geçip yazdığı gazetenin diğer yazarlarını ciddi bir şekilde gözden geçirdi. Hepsi gayet ciddi duruyorlardı! Kimi parmaklarının arasında duran bir kalemle elini çenesine koymuş, kimi parmağını şakağına dayamıştı! Kiminin yakası dantel, kiminin gözlüğü ve kepi enteldi. Kalemi eline alarak onları taklit etmeye çalıştı! Ancak örüklerindeki ayılı tokalarla sadece bir aptala benzetti kendini! Hırsla çıkarıp attı onları. Kafasındaki düşünceleri toparlayabilmek için kendini yatağın üzerine bıraktı! İçine bir kurt düşmüştü! İçinden; “…Acaba ben kalemimin hakkını verecek bilgi, tecrübe ve olgunluktan mahrum muyum?” dedi kendi kendine. Deminden beri sıkıca sarıldığı şeyin ayısı ‘Zarife’ olduğunu fark edince, birden onu hırsla duvara fırlatarak; “Defol yanımdan salak şey sen de!” diye bağırdı.

Yatağın üzerinde bağdaş kurup, elini başının arasına koyarak düşünmeye başladı; “ Peki, hâlâ olgunlaşmadıysam şimdiye kadar çektiğim ıstıraplar neyin nesiydi?” Başörtüsü için tahsilini ve dünya titrleri için müreffeh bir hayatı her defasında elinin tersiyle geri çevirmemiş miydi? Çileli bir hayatın bütün ıstıraplarını zerrelerine kadar hissetmemiş miydi? Hayır! Hayır! Çektikleri az ıstıraplar değildi ve olgunlaşma, kalem mes’uliyetini yüklenme yolunda bunların hiç birini ayılarına, bebeklerine ve o aptal tokalarına feda edemezdi artık! Onları kaleminin önündeki son engeller olarak gördüğünde hepsini toplayıp bir kutuya doldurdu.

Günlerce halvete çekilmiş dervişler gibi kuytularda düşündü. Kimi zaman yağmurlar yağdı, evleri, iş yerlerinin alt katlarını su bastı. Öğrenciler YÖK’ü protesto etti. PKK saldırılarını artırdı. Amerika Irak’ta vahşetine ve katliamlarına devam etti. Filistinli çocuklar taş atmaya, Çeçen Mücahitler savaşmaya devam etti. Televizyonda deprem senaryoları, Akdeniz ve Ege sahillerinde Sodom ve Gomorra halkının fiilleri devam etti. “Evet, biz şu kadar Ermeni’yi kestik” dediği için Türk olduğu söylenen bir yazara Nobel Edebiyat ödülü verildi.

Günlerce düşündü. Kalem Mes’uliyetini yüklenmiş dava adamlarının eserlerini okudu. Necip Fazıl, Fethi Gemuhluoğlu, Osman Turan, Tahsin Banguoğlu, Nureddin Topçu, Cemil Meriç, Osman Yüksel Serdengeçti. Günlerce okudu. Eski yazarların sağ-sol kavgalarına bir anlam veremedi. Bir ikindi vakti Pirinç Han’da imza gününde tesadüfen tanıştığı Romantik İsyankar” lakaplı yazar abi kendisine “Ben solcu olduğum halde başörtülü kızlarla da konuşurum.” dediğinde; “Solcu ne demek abi?” diye sormuştu. Nedendir bilinmez gözleri buğulanmıştı bu soru karşısında romantik isyankârın! “Afedersin küçüğüm!... Boş ver, hem sen aldırma bize… Biz gevezelik ediyoruz işte! Sen dolu bir kızsın, eminim ki çok güzel şeyler yazacaksın… ” demişti. Esasında solculuğun ne demek olduğunu da biliyordu. Ancak o ağabeyle, o anki dostluk atmosferinde sanki bütün kavramların içi boşalmıştı? Solculukta neyin nesiydi? Bu dostluğa nasıl perde olabilirdi? Evet, okumuştu. Deniz Gezmiş’i, Hüseyin İnan’ı ve Yusuf Aslan’ı da tanımıştı. Aktif bir militan olarak dövüştüğü günlerde babasına bir mektup yollamış Yusuf Aslan. “Babacığım, demiş mektubunda. Sizleri çok üzdüğümü bunun için benden nefret ettiğinizi biliyorum. Fakat siz benden nefret etseniz de ben sizi sevmeye devam edeceğim. Kötü bir iş yapmadığımı, doğru yolda olduğumu anlayacaksınız. O zaman şimdi utandığınız benden gurur duyacaksınız..”

Yusuf Aslan idam sehpasında “Ben halkımın bağımsızlığı ve mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar, --------liğinizle her gün öleceksiniz! Biz halkımızın hizmetindeyiz! Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm!” diye bağırırken, Deniz Gezmiş’te “Yaşasın Türkiye halkının bağımsızlığı, yaşasın Marksizmin- Leninizmin yüce ideolojisi, yaşasın Türk Ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun Emperyalizm!” diye bağırmıştı ölüme giderken. Ve acaba emperyalizme ‘kahrolsun!’ derken onlar tarafından kullanıldığının, kandırıldığının ve asıldığının farkında mıydı?

Gün Sazak ve Metin Yüksel’in şahadetini de okumuştu gözyaşları içinde. Adnan Menderes’e yapılanları ise aklı almamış, gönlü affetmemişti. Bunları asanlar kim? Bir türlü anlayamamıştı büyüklerinin kafasına sağ-sol fikrini kimlerin soktuğunu. Sonra her iki sinin de kafasını kimlerin kopardığını!

Ülkesindeki büyüklerin kafasına geçmişte bu ayrımcılığı sokan baş mimarlar şimdi seneler sonra bir koalisyonda birleşmiş, ülkenin bankalarını hortumlamış, haramiler gibi beraberce talan etmişlerdi ülkeyi. Kur’an Kursları susturulmuş, İmam Hatip’lerin önü kapanmış, genç kızların başörtüsüne uzanmıştı elleri!

Bir türlü anlayamamıştı! Kafası o kadar karışmıştı ki, bir gece “kalem güzeli” hocasının, “münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” olan babasından kalan kütüphanesinde kafasındaki bütün bu karmaşık sorulara cevap bulmaya karar verdi. Ev değişikliği yüzünden kafasından daha beter karışmış kütüphaneyi, beynini kemiren bütün düşüncelerle birlikte o gece sabaha kadar, hocasının arada bir fark ettirmeden kontrol ettiği endişeli bakışlar arasında tasnif etti. İngilizceler, Fransızcalar, meşin kapaklı ansiklopediler... Eline aldığı her kitap sanki okumadan onun beynine nüfuz ediyordu... Öğleye doğru tozlu ve bitkin bir halde kıvrıldığı köşeden uyandığında karşısında duran münzevi ve mütecessis fikir işçisinin fotoğrafına uzun uzun bakmış ve şu karara varmıştı: “Sağ ya da Sol… Her iki tarafta bir mes’uliyet uğrunda ölmüşler! Ne olursa olsun “ÖLEBİLMEK, ÖLDÜRMEKTEN DAHA GÜÇLÜDÜR!”

Peki, öyleyse ülkemin üstünde gezen bu habis ruh, bu vebalı eller kime ait? Bu maskeli surat, bu hain pusu kimin hüneri? Günlerce bu yüzü aradı. Bu hınçla yazdı ve yazdıklarını hocasına okudu. Bazen hırsından, öfkesinden çatır çatır kırılıyordu elindeki kalemler. Kalem güzeli her defasında ona “Kırılma yavrum! Yazarken kırılma… diyordu. Kırılırsan çabuk tükenirsin!...

İşte o zaman eski hâlinden, geldiği yerden, özünden bir şeyler, hayaller hatırlar gibi oluyordu. “Kimim ben diye soruyordu kendine. Ben kimim? Ben hangi kapalı hududu zorluyorum? Neden her an buralardan kovulacakmışım gibi hissediyorum kendimi?” Kendini aramaktan, arayıp ta bulamamaktan korkuyordu. Bu yüzden bulmamacasına arıyor ve her gün daha çok yitiyor, her gün daha çok yitik oluyordu.

Sadece Üftâde Dergâhı’nda buluyordu huzuru. Bir de ‘Halveti Dergâhı’nın’ önünden her geçişte âdetâ pencerelerinden birinin ona seslendiğini duyuyordu. “Sen kimsin? Biliyor musun? Piyanoda hep yanlış tuşlara bastın, hayat bayat dedin her sabah çaya bandırıp bir simit gibi yedin. Elbisen her gün değişmeye mahkûmken sen hiç değişmiyorsun? Ayıp ediyorsun cici kız, ayıp ediyorsun!.. Gerçeği arıyorsan eğer, bu yollar sana dar gelecek. Bu dava sana yolun sonunda ‘Haydi kendini at!..’ dese, atacak mısın kendini Yusuf gibi kuyulara? Evet... Birinden birini seçmek hakkı ve imkânı varsa ‘ölümü’ seçmek gerek. Ama karanlık ve mezara götüren ölümü değil; seni değiştiren, nura götüren ölümü…”

Kalem mes’uliyetini taşıyanlardan bu emaneti devr almak hayli sancılı olmuştu. Ne kalem mes’uliyetini yüklenebiliyor ne de bu dergâha kabul olunuyordu! Acaba ne yapmalıydı? Bu dergâha kabul edilmek için o da Aziz Mahmut Hüdai Hz. gibi sopalara ciğer takıp sokak sokak ciğer satması mı gerekiyordu? Eğer içinde bulunduğu durumdan kurtaracak olan buysa, ciğer satmaya razıydı! Şu halde dergâhtan sopaları bir şekilde almalı ve bir an önce bu işe başlamalıydı.

O sabahın alacasında evden çıktı kalem mes’ulü kız…
Ciğer sopalarını gizlice almak için dergâhın yolunu tuttu…



ALINTI