๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 16 Mayıs 2010, 15:32:59



Konu Başlığı: Ömer lekesiz ile söyleşi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Mayıs 2010, 15:32:59
Ömer Lekesiz İle Söyleşi

Bizim toplumsal bir hafıza ya da yaşayan değerler manzumesi olarak devralıp adına da gelenek dediğimiz bu yaşama tecrübesi öncelikle zihni olarak, bir ninni, bir dize, bir türkü, bir masal, avutucu olgunlaştırıcı bir anne sözüyle bize aktarılmıştır ki biz de onu çocuklarımıza ilkin böylece aktarırız. Dolayısıyla, edebi anlamda geleneğin, belirleyici unsuru "güzellik, muhtevası özlem, atmosferi hüzün, tebessüm ve hayret, özü ubudiyettir.

Edebiyatta gelenekten yararlanma meselesine nasıl bakıyorsunuz? Daha genel olarak, edebiyat-gelenek ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir Adem'den bir ademe bize miras bırakılan yaşama tecrübesi, ilk babanın ve annenin "güzel alem "e (cennete) mahsus özlemlerinin toplamından oluşmaktadır. Mircea Eliade bu olguya dayanarak, en adi özlemlerimizin bile cennet özleminden kaynakladığını söylemişti. Bizim toplumsal bir hafıza ya da yaşayan değerler manzumesi olarak devralıp adına da gelenek dediğimiz bu yaşama tecrübesi öncelikle zihni olarak, bir ninni, bir dize, bir türkü, bir masal, avutucu olgunlaştırıcı bir anne sözüyle bize aktarılmıştır ki biz de onu çocuklarımıza ilkin böylece aktarırız. Dolayısıyla, edebi anlamda geleneğin, belirleyici unsuru "güzel "lik, muhtevası özlem, atmosferi hüzün, tebessüm ve hayret, özü ubudiyettir. Böyle bakınca, ayrıca bir edebiyat-gelenek bahis açmalı mıyız? Zihnilik olgusu edebiyatı içeriyor zaten. Belirttiğimiz unsurlar da edebiyatın yönünü ve yünelişini gösteriyor olmalı.

-Dede Korkut Hikayelerinden Meddah oyunlarına, Karagöz ve Hacivat'tan destanlarımıza, Hamzanamelerden cin-peri masalları ve yöresel efsanelere kadarki geleneksel kültür öğelerinin Türk hikayeciliğine katkıları neler olmuştur? Bu faydanın müşahhas misalleri var mıdır? Varsa nelerdir?


Önce tanımlar üzerinde anlaşalım mı? Hikayeyi, klasik edebiyatımızdaki anlatıların genel adı olarak aldığımızdan, modern hikayeyi yani batıcı özellikler taşıyan hikayeyi "öykü" sözcüğüyle ifade etmeye çalışıyoruz. Öykü'nün hikaye sözcüğünü dilimizden kovmak üzere "uydurulduğu"nu biliyoruz, ancak onunla özel bir belirleme, alan ayrıştırma imkanını da elde ettiğimiz için kullanma gereği duyuruyoruz. Yine de bu ayrıştırma öyküyü hikayeden bıçakla kesip ayırma anlamına gelmiyor. Öykü, hikayenin bir kıyıcığına tutunmuş olarak yaşama hakkı kazanıyor. Hikaye Adem'den bugüne kadar var, öykü ise daha yüz yaşında. Zaten sorunuz da buraya parmak basmamızı gerektiriyor.

Toplumsal bir hafızadan bahsetmek aynı zamanda "toplumsal zihni tat"tan bahsetmektir. Bu zihni tat sosyal, siyasal, kültürel değişmelerden zamanla etkilenmekle birlikte hemen akşamdan sabaha değişivermez. Rejimi, alfabeyi, giyim-kuşamı bir gecede değiştirirsiniz ama "zihni tat"ı yıllarca, yüzyıllarca değiştiremezsiniz. Dolayısıyla onca kültürel değişme/değiştirme çabalarına rağmen, Dede Korkut, Hacivat-Karagöz, masallar ve diğerleri hikayeden öyküye geçtikten sonra form olarak değil ama bir renk, bir koku, bir aura olarak yerli öykücülükte hep yaşayagelmiştir. Fahrettin Celal Göktulga'nın, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kimi öykülerinde cin-peri hikayelerinin, Feyyaz Kay açan ile Haldun Taner'in kimi öykülerinde orta oyununun. Hacivat-Karagöz'ün açık etkilerini görmek mümkündür.

-Kur'an ve hadislerdeki kıssalar hikayeciklerimize üslup ve anlatım tekniği açısından ışık tutabilir mi? Bu kaynaklardan en fazla yararlanan hikayecilerden ve eserlerinden söz eder misiniz?

- Kur'an ve hadislerdeki kıssaların üç temel işlevi vardır:
1) Daha önceden bilinen ancak zamanla yalanlar karıştırılarak bozulmuş hikayeleri tashih etmek.
2) Önceden bilinmeyeni anlatmak.
3) Her iki halde de tevhidi düşünce doğrultusunda kulun rolünü belirleyerek, belli konularda dikkatini çekmek ve ona bir ders vermek.

Konumuzun nesnesini "kutsal kitaplar" olarak genişleterek baktığımızda, ilahi bilginin/bilgilendirmenin tahkiyenin özünde yer aldığını ifade etmemiz gerekir. Batıdaki Aydınlanma döneminden beri "mit" denilerek küçümsenmeye çelışılan "esatir" merhum Ahmet Hamdi Yazır'a göre "history"nin ta kendisidir. Dolayısıyla kutsal kitaplar hikayelerin doğduğu, beslendiği, çoğaldığı ana kaynaktır. Dün böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak.

Üslup ve anlatım açısından baktığımızda, öykücünün, zamanının tanığı olduğunu ve zamanının ona kazandırdığı bakış açısıyla olay ve olgulara bakacağını, yine zamanının yürürlükte olan anlatım tekniğine bağlı kalacağını ifade etmemiz gerekir. Örneğin Kafka, mümin bir Yahudi olarak Tevrat'la bağını hiç kopartmaksızın zamanını, geçerli olan anlatım teknikleriyle öykülemiştir.

Kur'an ve hadislerdeki kıssaların anlatımı son derece yoğun ve tefsirleri de sürekli olarak çağdan çağa yeni açılımlara gebedir. Sanatçının tahkiyesinde bundan yararlanması, onun sıradan bir yorumcu olmayacağı da göz önüne alındığında daha çok göndermelerle, belli izleklerle, anıştırmalarla, kısaca öyküye mahsus bir tür "mazmun" aracılığıyla olacaktır. Hapishaneyle ilgili, balıkla ilgili bir telmih, okuru Hz. Yusuf'a, Hz. Yunus'a götürüverecek dolayısıyla öykü de belli bir yoğunluk kazanacak, arka planda genişleyecektir. Bizde kıssalardan bu doğrultuda yararlanan öykücülerden aklıma ilk gelen Kamuran Şipal'dir. Hüsnü Yusuf, Salih'in Devesi, Yed-i Beyza adlı öyküleri bu açıdan yetkin öykülerdir. Yine kıssaların, Abdulhak Şinasi Hisar'ın, Sevim Burak'ın, Mustafa Kutlu'nun, Bilge Karasu'nun, Necati Cumalı'nın, Nazan Bekiroğlu'nun, Hüseyin Su'nun, Sadık Yalsızuçanlar'in, Kamil Doruk'un, Cihan Aktasın, Fatma K. Barbarosoğlu'nun öykülerinde aura düzeyinde net bir şekilde yansıdığını görmek, gözlemlemek mümkündür. Belirtelim ki karışmasın: Sevim Burak'la, Bilge Karasu'nun etkilendikleri kıssalar Tevradi kıssalardır.

-Geleneksel halk dili, şive ve diyalektlerinin hikayelerimize gerçekten bir renk kattığı söylenebilir mi? Bundan en fazla yararlanan hikayecilerimizden söz eder misiniz?

- "Derya içre olup da deryayı bilmemek" diye tabir ettiğimiz olguya parmak basıyorsunuz. Öykü neticede bir dil ürünüdür, aldığı her şeyi evvela dilinin alanından alır, vereceği bir şeyi de öncelikle dilin alanına verir. Kültürlerini tüm boyutlarıyla henüz keşfetmemiş okur-yazarlar, zaman içinde sözlü ya da yazılı olarak dil bilincine erdiklerinde hayretten parmaklarını ısırıyorlar. Feyyaz Kayacan örneği geliyor aklıma ve "dil bilincine ermek için ille de ülke dışında yaşamak mı gerekiyor?" diye sormadan edemiyorum. Bir süre Paris'te, ondan sonra da vefatına kadar Londra'da yaşamış olan Feyyaz Kayacan'ın bilmediği edebi akım yok, zamanının sürrealizm vb. edebi akımlarına da bizzat iştirak ediyor. Sanıyorum. 1963'teki bir konuşmasında, bir şeyler üretmeye çalıştığını ancak, onların hiçbirisinin kendisini tatmin etmediğini söyleyerek, sonra uzun uzun düşündüğünü ve kendi diline dönmekten başka hiçbir çıkar yolu kalmadığını belirtiyor. Tabi, dil deyince gazete dilinin Kayacan gibi esaslı bir yazarı tatmin etmeyeceği aşikar. Atasözlerimize ve deyimlerimize el atıyor Kayacan ve edebi anlamda kendisini de sevindiren önemli sonuçlara ulaşıyor.

Tabi, kimsenin, dilimizin cins, has deyimlerini, şivelerini aynen kullanmak gibi bir mecburiyeti yok. Aynen kullananlar bunu belli bir amaç doğrultusunda yapıyorlarsa bu elbette makuldür. Örneğin, Osman Cemal Kaygılı'nın öyküleri İstanbul çingenelerinin o alayişli, cümbüşlü sözcüklerden örülü konuşmalarını bir belge gibi o günden bugüne aktarıyor. Bir de dilin mezkur imkanlarını dönüştürerek, genişleterek, türeterek yararlananlar var. Bizce de asıl olması gereken bu.

-Hikayecilerimiz açısından başka milletlerin ürünlerine ve yazarlarına hayranlık, bizdeki kaynaklarımızı unutma onları nasıl bir kısırlığa sevkeder? Bunun tarihi örnekleri var mıdır? Bu hastalık sebebiyle kendini geliştirememiş ve milleti ile bütünleşmemiş, yıldızı çabuk sönmüş yazarlardan örnekler verebilir misiniz?

- İki ay kadar oluyor, internette bir öykü sayfası ile karşılaştım. Orada yeralan bir öyküyü okuduktan sonra da sayfa sahibinin talebi üzerine düşüncelerimi ilettim. Bana verdiği cevapta fantastik tarzı benimsemiş batılı yazarları çok sevdiğini ve onlardan çokça etkilendiğini yazmıştı. O yazarların asıl doğu anlatılarından beslenmiş yazarlar olması ve o öykü meraklısının bundan habersiz bulunması beni bir hayli düşündürdü.

Hadise şu: Batıcıl, materyalist bir kuşak yetiştiriyorsunuz ama onun fıtri açlığını, gönül yoksunluğunu, kimlik sorununu ortadan kaldıramıyorsunuz. O kuşak zorunlu olarak kendiliğinden mistik, fantastik, alegorik, kutsal kitaplarla bağlantılı anlatılara şu ya da bu şekilde yöneliveriyor. Bu yönelişin kendi denetimimizde olmasını sağlamak için hemen batılı yazarlardan sözkonusu türde yazmış olanları ithal etmeye başlıyorsunuz. İşte, Tamaro, Coelho, Tolkien öncelikle bu ihtiyaç üzerine Türkçeye aktarılmış yazarlar olarak piyasada bu nedenle kendilerine kolayca yer açabiliyorlar.

Bu ikinci, üçüncü el taklitlerin taklitleri, elbette bozulmuş bir anlatı tarzını beraberinde getirecekleri için yerli sanatın kalitesini de düşürürler. Ancak, onların beslendiği orijinal doğulu kaynağı keşfeder, ifşa eder, gün yüzüne çıkarırsanız bu zararı kısmen önleyebilirsiniz.

Yine de son yüzyıllık yerli edebiyatın, sizin "hastalık" diye tabir ettiğiniz olgudan aşırı şekilde etkilenmediğini söylemek mümkün. Bizde taklitçiler olarak ilk elde damgalana gelen. Halit Ziya Uşaklıgil'in, Reşat Nuri Güntekin'in, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın, Refik Halit Karay'ın, ürünlerindeki doğucul karakteri görmezlikten gelmemek gerekir. Batıyı taklit eden "ilk"ler, neticede doğunun çocuklarıydı ve asıllarını, kültürel bağlarını da hiçbir zaman inkar etmemişlerdi.

Burada, küçük bir parantez açarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizde aktarılan varoluşçuluk felsefesi çevresinde ürün veren kimi yazarların uç örnekler olarak sizin kastettiğinize denk düşebileceğini söylemek mümkün. Ancak varoluşçuluk akımından olumlu manada yararlananlar da oldu. Örneğin Sezai Karakoç.

Yine de kendi kaynaklarından bihaber olmak, kimliksiz, kişiliksiz kalmakla eş anlamlı. Edebi bağlamda Batıdan, Uzak Doğu'dan vd. yararlanmanın mahzurlu olabileceğini sanmıyoruz. Yeter ki ayaklarımız öz zemininden ayrılmasın.

-Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi halkın ölümsüz hikayelerinin Türk Edebiyatında hikayecilik yönüyle ne gibi tesiri vardır? Modern hikaye tekniklerine göre bundan faydalanarak zirveyi bulmuş hikayelerimiz var mıdır?

- Neredeyse tüm öykücüler, "Öyküye nasıl başladınız?" sorusuna verdikleri cevapta, bu hikayelerden, bunlara ilaveten Köroğlu'ndan, Dadaloğlu'ndan, Hz. Ali Cenklerinden yola çıktıklarını ifade ederler. Ancak biraz önce de söylediğim gibi onların formunu bugüne taşımak, onları yeniden diriltmeye kalkışmak pek makul gibi görünmüyor. Çünkü onlar o formlarıyla güzeldirler. Bugünün "güzel"ini başka formlarla ifade etmek, yaşatmak gerekiyor. Örneğin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, divan edebiyatından, halk hikayelerinden beslenerek nefis öyküler yazmıştır. Ama öyküleri o günün öyküleriydi ve öyle yazılmaları gerekirdi. Biz Selim İleri'den "Gelinlik Kız"ı okumalıydık, Leyla ile Mecnun'u değil. Mustafa Kutlu'dan "Sır'ı, Hüseyin Su'dan "Gülşefdeli Yemeni"yi, Cemal Şakar'dan Eviçi'ni okumalıydık.

-Türk edebiyatının en zirve ustalarından ikisi Ömer Seyfettin ve Sait Faik'tir. Bu ustalar gelecek nesillere ışık tutacak hikayeler kaleme almışlardır. Bu iki ustanın gelenek kaynağından nasıl yararlandığını örneklerle açıklar mısınız? Sabahattin Ali gibi usta bir kalemin yukarıda zikrettiğimiz hikayecilerimizden ne gibi bir farkı var ki halk onun ismini diğerleri kadar duymamış ve bilmiyor?

-Usta belirlemenize katılmadığım için umarım bana kırılmazsınız? Ustaları üç beş isme indirgemeyi hiç mi hiç beceremedim. Memduh Şevket Esendal, Refik Halit Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Tanpınar, Kemal Tahir, Fikret Ürgüp, Tarık Buğra, Sevim Burak, Mustafa Kutlu, Nazan Bekiroğlu ve daha birçokları da usta. Ama değil mi ki sordunuz size tabi olmalıyım:

Ömer Seyfettin, milliyetçilik akımına bağlı bir yazar olarak kimi öykülerinde destanların söylem ve tekniğinden bolca yararlandı. Sait Faik'e gelince o insani olan her şeyden yararlandı. Üstelik bunu "yararlanmak" adına da yapmadı. Öyle yapması gerekiyordu ve öyle yaptı. Sait Faik'i büyük öykücü yapan "hikaye yazmazsa çıldıracak" oluşuydu, o kadar.

Sabahattin Ali de usta. Sabahattin Ali'yi diğerlerine göre geride bırakan siyasete fazlaca bulaşması ya da bulaştırılmasıdır. Sabahattin Ali'nin, hapishanede tefsir okuyan cahil bir mahkuma anlamadığı yerleri açıklayarak yardım ettiğini duymuş muydunuz? Sadece, karakterinden kaynaklanan "özürcü" eğilimini göz önünde bulundurmalı Sabahattin Ali'nin; yazarlık ahlakı açısından duruşu her zaman iyi değil belki.

- Karabibik hikayesi ile ilk kez köy gerçeklerine değinen Nabizade Nazım'ı halkın dertlerine eğilme açısından gelenek mürekkebine ilk olarak kalemini bandıran yazar olarak görebilir miyiz?

- Halkın dertlerinden bahsetmek de bir gelenekse evet, değilse hayır. Biz ikinci cevabı seçiyoruz. Çünkü, Nabizade, modem hikayeciliği yani öykücülüğü başlatan ilk kalemdir.

Nabizade'nin önemi, kendi söyleyişiyle, "Hakikiyyun Mesleği'ni benimsemiş olmasıdır, sosyal gerçekliğin ilk temsilcisidir. Tam bu nokta hikayenin öykü olarak tanımlanmasını zorunlu kılan esas noktaya isnat eder. Nabizade'den sonra, geleneksel hikayenin ağırlıklı unsurlarından olan simgesel, alegorik, fantastik tarzı tercih edenler bile öyküsel gerçekliğe sürekli olarak bağlı kaldılar. Onlar rüyalarını anlatırlarken bile gerçekliğin alanından çıkmadılar. Dolayısıyla, Nabizade'nin açtığı yeni kulvarı, asıl olması gereken şekle (doğulu karakterine) onlar kavuşturdular ve öykücülüğü geleneksel imkanlarla tahkim etmiş oldular. Nabizade olmasaydı, salt gerçeklik kaygısı bir şekilde depreşmeseydi, batılı tarzın ezici üstünlüğü karşısında ya hikaye kendisini yenilemeyerek yani öyküye dönüşemeyerek zaman içinde ölecek ya da öykü gökten zembille inmiş gibi mesnetsiz, karşılıksız, okuyucusuz bir tür olarak kalıp, günü gelince de bir mum alevi gibi sönüverecekti.

- Şairlik veya romancılık dışında hikayecilik yönleriyle de tanınan A. Hamdi Tanpınar, Peyami Safa ve Necip Fazıl gibi ustaların gelenek köklerinden ne gibi gıda aldığını misallerle açıklar mısınız?

- Ahmet Hamdi Tanpınar bizde henüz aşılamamış bir sanat ve bilim adamı. Öykülerinde doğu muhayyilesinin en yetkin örneklerini vermiştir. Tadına doyulmaz örneklerdir bunlar. Peyami Safa'nın öykülerinin önemli bir kısmı ise romanlarına bir ön hazırlık gibidir. O öyküde ısrar etmeyip, büyük romancı olarak kalemini ilkin öyküleriyle sivriltmeyi tircih etmiştir. Necip Fazıl'a gelince. O, "öykü de" yazmış bir büyük şairimizdir. Şiirlerinde söylemediklerini öykülerinde söylemeye çalıştığını bildirir. Bu üç ismin de ortak özellikleri bir ayaklarını Anadolu " noktası "na muhkemce basarak, diğer ayaklarıyla tüm dünyayı kapsayan bir daire çizmiş olmalarıdır. Bu dairenin doğuya isabet eden çizgisini daha kalın, daha belirgin çizdikleri bir vakıa.

-Kimi romancıların hikayecilik yönlerinin var olduğunu biliyoruz. Bu ünlülerin geleneksel sese verdiği önem ve bunun hikayelerine yansıması nasıldır? Örneğin, Kemal Tahir'in, Tarık Buğra'nın, Selim İleri'nin...

- Yerli öykücülük uzun süre romanın hegemonyasından kurtulamamıştır. Uzunca bir süre öykü yazanlara romana geçmeyi hak eden yazarlar olarak bakılmıştır. Filanca iyi öykü yazıyor, artık roman yazmayı da hak etti denilmiştir. Öyküde ısrarlı olan yazarlar örneğin Memduh Şevket Esendal, Sait Faik, Haldun Taner, Mustafa Kutlu gibi yazarlar sayesinde bu bakış değişebilmiştir. Şimdi başat tür olarak öykü var ve roman öykünün gerisinden geliyor. Aslında romancının öykü, öykücünün roman yazması son derece doğal. Neticede bu, tahkiye dilinin en iyisini bulmakla alakalı. Kemal Tahir de Peyami Safa gibi romanlarının ilk şeklini öyküyle tespit etmeye çalıştı. Ancak "köy"ü anlatmaktaki ısrarıyla bu tarzın en yetkin yazarı olarak ön plana çıktı. Anadolu insanının has sesine yaslandığı, onun öz karakterini anlatmaya çalıştığı için bugün bile aşılamayan bir yazar olarak edebiyata maloldu. Romancı Tarık Buğra "oğlumuz" öyküsüyle sanat dünyasına girmişti. Uzunca bir süre de öykü yazmaya devam etti. Onu romana yönelten sebepler Kemal Tarhir'i romana yönelten sebeplerle hemen hemen aynıdır. Vatansever insanların, filancalarla anlaşamadı diye vatan haini ilan edilmelerine, Osmanlı gibi bir cihan devletinin yıkılışına duyduğu tepki onu roman kurgulu anlatılara yöneltti. Buna rağmen Tarık Buğra da özgün bir öykücü olarak dahil oldu yerli edebiyata ve hep bir öykü ustası olarak da korudu adını. Selim İleri ise romancı olmaktan önce öykücü. Öyküyü basamak yaparak romana geçmedi. Has öykülerin yazarı olarak "roman da yazdı" sadece.

Alıntı