๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 11 Mayıs 2011, 17:00:17



Konu Başlığı: Okuduğunu anlayamamak
Gönderen: Zehibe üzerinde 11 Mayıs 2011, 17:00:17
Okuduğunu anlayamamak

Geçtiğimiz günlerde yoğun bir trafik yaşadık. İstanbul’da ve Adapazarı’nda bazı okulların ve kolejlerin misafiri olduk.
   
Sohbet ve imza günlerine katıldık. Sınıf sınıf dolaştığımız okullar da oldu.
Şunu gözlemledim: Her sınıfın psikolojisi farklı ve her sınıftaki her çocuk, bir kâinat. Tek bir insan tipi yok karşınızda. Hayat sebebiyle karıncanın bile dünyadan daha büyük olduğu düşünülürse, karşımızdaki bu pırıl pırıl hayatların önemi ve değeri o zaman bir derece anlaşılıyor belki. Annelere, babalara, öğretmenlere ve meslektaşlarımıza çok iş düşüyor.
Dünyanın ve kâinatın kaderini değiştirebilecek emanetler elimizde duruyor. Kalplerine ve ruhlarına ne katarsak ve ne verebilirsek, onunla yetişecekler, öyle büyüyecekler... Yarın çiçeklenip meyveye durduklarında, inşallah bizden aldıklarını verecekler.
Aman dikkat… Aman dikkat... Şefkatimizin ışığı onların hayatlarında ve çevrelerinde rast gele, şuursuzca dolaşmamalı. Sorumluluğumuzun ne kadar büyük olduğunu bu vesileyle bir kez daha anladım.
Bir öğrencinin sorusu, içimde yer etti doğrusu:
“Ben okuduğumu anlayamıyorum. Ne yapmam gerekir?”
Soru içime işlemiş olacak ki, epeydir aklımdan çıkmadı. Her ne kadar o an bir şeyler söylemeye çalıştıysam da, bu soru daha geniş bir cevabı hak ediyor. Bunu da sizlerle paylaşmak istedim.
Bu soru, hepimizin sorusu aslında. Bizi de yakından ilgilendiriyor. İtiraf edelim etmeyelim, bu gerçekten önemli bir mesele. Meşgalelerin bu kadar çoğaldığı bir dünyada, maalesef nitelikli okumaya zaman kalmıyor ne hikmetse…
Soru şunun için önemli: Çocukluk safiyeti içerisinde sorulabiliyor bu önemli konu. Ama yaşlar ilerledikçe, birtakım duygular da hâkim oldukça, arazlar ve marazlar çoğaldıkça, okumanın önemi, her vesileyle kendini hissettiriyor ve bu soru o zaman ne yazık ki sorulamıyor.
Hâlbuki derdimiz bu. Devası da burada gizli. Zübeyir Gündüzalp ağabeyin “Okuyamamaktan kork” sözünün mânâsı bir kere daha anlaşılıyor sanırım.  Beşinci sınıf öğrencisi bir gencin de üç ayda on üç bin sayfa kitap okuduğunu duyunca afallamadım desem yalan olur. Bu genci epey zamandır takip ediyoruz ama çıtayı bu kadar yükselteceğini hiç düşünmemiştik doğrusu. Rabbim inşallah emsallerinin adedini de çoğaltsın. Biz yine sadede dönelim.
***
Nefsimiz tıpkı haylaz ve yaramaz bir çocuk gibi… Daldığı oyundan, oynaştan onu her ne kadar tutup çeksek de, aklı, hevesi hep orada kalıyor. Daha önemli uğraşların içine girse ve yönelse de insan; nefsin gözü yine orada kalıyor. Bazen namazdayken oluyor bu, bazen kitap okurken... Tam olarak o ciddî işe veremiyoruz kendimizi. Bir dağınıklık hâkim. Eşyaların ve fuzûlî işlerin mahkûmu durumundayız.
Hangi şeye tam odaklanabiliyor ki insan, layıkı vechiyle okumaya, ibadete de tam olarak kendini verebilsin? Her gün kim bilir, kaç defa bu gelgitleri yaşıyoruz içimizde…
Kitabı elimize almak zaten mühim bir mesele. Bu, birinci aşama. Sonra okunacak bahsin seçilmesi geliyor. Kitabı baştan aşağı şöylece tararız. Onu okumuşuz, bunu biliyoruz, şunun da sırası değildir vs… Sayfalar hızlı hızlı akıp gider elimizden…
Hadi, bunu da atladık farz edelim. Hoşumuza giden yeri ve sayfayı bulduk, okumaya başladık diyelim. Bu defa baştaki soru çıkar karşımıza. Okuruz, anlamayız. Niye? Döner, bir daha okuruz, bir daha okuruz. Yine anlamayız… Çünkü nefsimizin hevesi, aklı, gözü hep başka yerlerdedir.
Yıllar önce çok sevdiğim, şimdi rahmetli olan bir ağabeyimin bir kardeşimize tavsiyesi vardı. On sekizinci Söz’ü anlayamadığını söyleyen o gence: “Okumaktan vazgeçme. Devam et.” demişti. “Hatta mümkünse on sekiz defa oku.”
Sonra o ağabeye: “O genç ne yaptı?” diye sorduğumda, on sekiz defa okuduğunu, yüzünün nur gibi parladığını söylemişti.
***
Bu meselede de ince sırlar var.
Nefis başka bir yere kaçamayacağını anladığında, köşeye sıkışınca, başka çıkar yol olmadığını görünce, o da pes ediyor. Nefis bile hoşlanıyor o zaman okumaktan. Perdeler kalkıyor, sırlar açılıyor. İlk beş - on dakika en dirençli nokta. Mücadelenin en önemli noktası burası. Kararlı duruş, nefsi de susturuyor. Bu kararlılık hali, istikrara dönüşüyor, bir duâ oluyor adeta. Allah (cc) nefsin inadını kırıp, onu da razı ediyor. Yeter ki Allah’a dayanalım, çalışmaya, okumaya sarılalım, sağlam bir duruş ortaya koyalım. Yeter ki, okuma azmimiz hiç kaybolmayan kuvvetli bir niyet olsun. O zaman kendisine hem dünyada hem ahirette hem de kabirde faydası dokunacak önemli bir ibadetin içinde ve peşinde olduğunu anlıyor insan.
Ayak sürümeler, nefsin işi. Ama o işe nefsi adapte etmek ise, vicdanın, aklın ve kalbin önderliğinde, gerçek bir inanç ve dava adamının görevidir. Sıradan insanlarla, ideal sahibi insanlar arasındaki fark da bu değil mi?
Okumak, kolay elde edilen bir alışkanlık değil. Yıllar gerekiyor bazen. Oysa terk etmek için küçük bir tembellik yetiyor.
Önümüze hiçbir engelin çıkmadığı, dümdüz yollarda terakki yok. En doğru yolun önünde bile nice engellerin olduğu bir dünyada, hizmetin de, ibadetin de, okumanın da önünde elbette birtakım engeller olacaktır ve olmalıdır da…
Engelleri aşa aşa önündeki hedefe ve ideallerine doğru yol alır insan. Okumanın zorluğu olmasa idi, okumanın önemi anlaşılamazdı. Okuyup da anladıklarımızın, hayatımıza giren o güzel cümlelerin ve sözlerin bir kıymeti olmazdı. Demek ki müşkülat ve zahmet ne kadar çok ise, kolaylık ve rahmet de o kadar fazla.
Mehmed Âkif Ersoy’un dediği gibi:
“Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek…”
Bir kere, okuyup da anlayamadığını söylemek, Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına el açıp duâ etmek de, zaten bir nevi duâ değil mi?
Halini, zaafını, Yaratanına arz etmek, Sübhan olan Allah’a, her türlü eksik ve kusurdan münezzeh olan Rabbine karşı ellerini açıp ihtiyacını arz etmek de az şey midir?
Bak, ey nefsim… Bir kusurunu gördün ve bildin. Şimdi o kusurunun giderilmesi için Rabbinden yardım niyaz ediyorsun. Daha ne istiyorsun? Bu kusurun da olmasaydı, kendini hepten kusursuz zannedecektin. Okuyup da anlasan, ne faydası vardı ki o zaman? Şükür ki, ‘Tam kendimizi veremiyoruz’ diye şikâyet edecek bir halimiz var. Madem derdimiz var, devâsını da buluruz inşallah. Bu durumdan hoşnut olmadığımızı ifade eden, vicdanımızda onu dillendiren bir yanımız var madem, buna da çok şükür…
İnsan ne kadar değerli bir varlık. Vicdanımız, yani içindeki suflör, yaptığımız işin eksikliğini görüyor, bildiriyor ve dile getiriyor. İnsan ne muhteşem bir varlık… O okusun, o konuşsun, o söylesin diye susmuş, kâinat hazırda bekliyor. Kul kusursuz olmaz. Kusurunu itiraf etmeyen, zaten kul olamaz. İnsanın güzelliği ve mükemmelliği aczinde gizli, kusurunu görmekte saklı.

Kim ne istemişse Mevlâ’sından,
Eli boş dönen yok kapısından…
Hiç mahrum kalmaz isteyen Ondan
Eli boş dönen yok kapısından…
***
Bir yaprak ne kadar güzel olursa olsun, ağacın başındaki yaprakların güzelliğiyle asla boy ölçüşemez. Bir ağacın tek başına bir güzelliği ise bütün ağaçların yer aldığı küçük bir korulukla asla boy ölçüşemez. Evet, tek başına bir yaprak da güzeldir ama ağaçtaki yapraklar kadar değil. Tek başına bir ağaç da güzeldir ama bir koruluk kadar değil…
Evet, insan görüyor ama Allah’ın ‘Basîr’ isminin tecellisiyle. İşitiyor ama ‘Semi’ isminin tecellisiyle. Okuyor ama ‘Alîm’ isminin tecellisiyle. Anlıyor ama ‘Hakîm’ isminin tecellisiyle. Yürüyor ama ‘Kayyum’ isminin tecellisiyle. Hayatındaki eksiklerini görüyor, gidermeye çalışıyor, kusurlarını itiraf ediyor. Bunlar da ‘Kuddüs’ isminin tecellisiyle. Adil olmaya çalışıyor, insaflı davranmaya çalışıyor yine üzerindeki ‘Âdil’ isminin tecellisiyle. Ve azmini, niyetini duâlarla perçinlemeye çalışıyor. Hep Rahman ve Rahim olan Allah’ın inayetiyle oluyor bunlar.
Üzerine rahmetin yağdığı bunca güzellikler olur da, bu insan, çiçeklenmeden kuru bir dal, köksüz bir ağaç gibi öylece kalsın, olur mu?
Bu kadar güzel beslenen ve büyütülen bir varlık, sonunda bir hiç olup gider mi?
Evet, bir insanın gözü güzeldir ama bütün insanlardaki gözleri düşününce, o güzelliği idrak etmek daha bir güzel oluyor.
İnsanın kulağı, eli, ayağı elbette güzeldir. Ama Allah yarattığı için güzeldir bunlar. Bunun bütün insanlarda aynı şekilde yaratılmış bir güzellik olduğu düşünüldüğünde, o zaman işte, güzellerin güzelini buluyor insan. İçi ferah-ı fahur oluyor. O güzellik duygusu sadece bir ferdde görülüp kalmıyor. Sıfatlardaki birlikten, yani vahidiyetin tecellisinden, zatın birliğine, ehadiyetine geçiyor o zaman insan. Tıpkı Hz. Yunus’un (as) kıssasında olduğu gibi… İşte o zaman sırr-ı tevhid nur-u ehadiyet içinde görünüyor. (bkz. Birinci Lema)
Evet, bir eser ne kadar güzel olursa olsun, o eseri güzelleştiren sanatkârı da görmek ve bilmek gerekiyor. Akla sanatkârını getirmeyen eser, ehadiyetin tecellisinden mahrum bakışlar, sadece eserdeki güzelliklere odaklanan nazarlar, bir yerde bir arızaya sebep olabiliyor. Vahidiyet ve ehadiyet denklemini bakınız nasıl kuruyor Bediüzzaman:
“Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şeyin ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzün ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.
(…) Evet, Hâlık-ı Vâhidden başka kim güneşi arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip rû-yi zeminde çevik çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe binler batman eşyayı yuttursun? Ve hâkezâ, herbir şey, herbir unsur, herbir ecrâm-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelâli gösterir.
İşte, celâl ve haşmet noktasında vâhidiyet göründüğü gibi, cemal ve rahmet noktasında dahi, nimet ve ihsan, ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder. Çünkü, zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san’at-ı câmia içinde, hadsiz envâ-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır. Âdetâ bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün Esmâ-i Hüsnâyı birden mâhiyetinin aynasıyla gösterir ve onunla ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder.” (Mektûbat, 229)
Anlasak da anlamasak da yolumuz okumaktan geçer. Okumaya çalışmak da bir ibadettir, o da bir vazifedir. Ne güzel der Mehmed Âkif Ersoy:

“Bekâyı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Çalış, çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir.”

Evet, mini mini yavrularımızın, o yarının büyüklerinin sorusu, bakın bizi alıp nerelere getirdi... Dert aynı olunca, dillendirenin küçüğü büyüğü olmuyor. Bazen bir söz, bir cümle bizi kitabın başına götürüyor, ders ve ibret aldırıyor.
Dört bir yanımızı kuşatan pek çok fuzûlî meşgalelerden kurtulmanın bir çaresi de şu güzel cümleyi hayatımızın merkezine taşımaktan geçiyor. Bunu ilk defa seneler evvel, çok sevdiğim bir kardeşimizin kaldığı dershanedeki çalışma masasının üzerinde okumuştum:
“Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.” (Bediüzzaman, Şualar, 184)
Bu cümlenin hemen altında ise o sevgili yavrumuzun sorusuna cevap da olabilecek gayet veciz bir cümle vardı:
“Beş dakika bir sayfa. Bir sayfa çok şey demektir.”
Okumaktan kaçan ve sürekli erteleyen nefsimizin sesini kısmaya ise Zübeyir ağabeyin tavsiyesi yeter:
“Şimdi oku. Kabirde okuyamazsın!”
Bahaneler çok… Birinden kurtulsan, birinden kaçsan, diğerine yakalanırsın. İyisi mi, ‘Allah’ diyelim, O’nun adıyla ‘Bismillah’ deyip başlayalım. Okumayı nasip eden, anlamayı da nasip eder inşallah.
Allah’ım, bize okumayı kolaylaştır. Anlamayı ve yaşamayı da nasip eyle. Rızan dairesinde cümlemizi istihdam eyle…


Selim GÜNDÜZALP