๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 06 Eylül 2010, 15:59:23



Konu Başlığı: Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader
Gönderen: Zehibe üzerinde 06 Eylül 2010, 15:59:23
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER

Abdulfettah Şahin

ÂYET ve HADÎSLERİN AYDINLATICI TAYFLARI ALTINDA KADER
Kader mes’elesi, ancak aşağıda zikredeceğimiz âyet ve hadîslerin ışığı altında ele alınır ve işlenirse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına uygunluk sağlanmış olur. Yoksa ya itizalî ya da cebrî düşüncelere kaymaktan kurtulamayız. Onun için bu bölümde mevzû ile alâkalı âyet ve hadîsleri ele alıp tahlil etmeyi düşünüyoruz.
Bir âyette ALLAH (cc) şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o bir kitapta bulunmasın. Doğrusu bu ALLAH’a kolaydır.” (Hadid, 57/22).
Gökten, yerden ve nefsinizden size, ne zaman ve nasıl bir musibet isabet ederse etsin, o musibet gök, yer ve nefsiniz yaratılmadan evvel takdir ve tayin edilmiştir. Evet, herşey önceden yazılıp çizilmiştir ve olanların hepsi bu tesbit çizgisi içinde cereyan etmektedir.
Mes’eleye bu şekilde inanma, bu şekilde yaklaşma Muhammedî yolda yürümenin gereğidir. İnhiraflar ise, inhirafın büyüklüğüne, küçüklüğüne göre sapıklık ve dalâlettir.
Kader mes’elesine delâlet eden âyetlere kitabımızın başında işaret etmiştik. Şimdi onları tefsir eden birçok hadîs-i şeriften birkaç tanesini aktarmak istiyoruz:
1. Abdullah b. Amr b. As rivayet ediyor: Efendimiz şöyle buyurdular: “ALLAH, gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene evvel mahlukatın kaderlerini tayin ve tesbit etmiştir. Ve arşı su üzerindeydi.”5
Bu ellibin sene, hangi zaman kıstaslarına göredir, bilemiyoruz. Belki de dünyamıza ait zaman ölçüsüne vurulursa bu elli bin sene de olabilir. Elli milyon sene de... Hatta kesretten kinaye de söylemiş olabilir.. kesin birşey söyleyemiyoruz.
Gök ve yer yaratılmadan, göklerin ve yerin semeresi beşer halkedilmeden ellibin sene önce meşhergâh-ı âlemde teşhir edilecek olan herşey tayin ve tesbit edilmiş bulunmaktadır.
Hadîsin devamında “... ve arşı mâ üzerindeydi” denilmektedir ki, bu mes’elenin derinlemesine tahlilini bir başka eserimizde yaptığımız için burada onu söz konusu etmeyeceğiz. “Mâ” belki birçok muhaddisin dediği gibi “Amâ” maddesidir. Belki de “Esir”dir. ALLAH’ın arşı, atomların, partiküllerin asıl maddesi olan esir üzerindeydi. Belki varlıklar o zaman esirî vücudlarıyla vardılar. Bunu bilmemiz hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü biz de, babamız Âdem de henüz yoktu. Kâinat da yoktu. Hilkatin semasında henüz bir şimşek bile çakmamıştı.
2. Ubâde b. Sâmit vefat edeceği ân etrafında toplanan çocuklarına şunları anlatıyordu: “Evladcığım, sen, sana gelecek şeyler gelmeden evvel tayin ve tesbit edildiğini ve sonra da hiç şaşırmadan sana geldiğini kabul etmedikten sonra îmanın tadını tatmış olamazsın. (Vicdanında îmanın zevkine ulaşmış olamazsın. Îmandan matlup neticeyi elde edemez ve zevk-i ruhânîyi duyamazsın.) Ben Rasul-ü Ekrem Aleyhisselam’dan işittim. Buyurdular ki, “ALLAH’ın ilk yarattığı kalemdir. ALLAH, kalemi yaratır yaratmaz ona “Yaz” emrini verdi. Kalem “Ey Rabbim neyi yazayım?” dedi. Cenâb-ı Hakk “Kıyamete kadar olan her şeyin kaderlerini yaz!” buyurdu. Ve sonra ALLAH Rasulü sözlerine şöyle devam etti: Kim bunun aksine bir iman üzerine ölürse benden değildir!” (Onun intisab-ı Muhammediyesi ve İslâm’la ilgisi yoktur).”6
İşte Ubâde b. Sâmit, ölümle burun buruna geldiği bu son ânında, evlatlarına bu mes’eleyi anlatıyor ve onlara kadere îmanı sanki bir emanet gibi teslim ediyordu.
3. Yine yukarıdaki âyeti îzah ve tefsir eder mahiyette Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiği şu hadîs de meselemize ışık tutması bakımından çok mühimdir: (Abdullah b. Abbas, ALLAH Rasulü’nün terkisinde bulunuyordu). Efendimiz ona hitaben şöyle buyurdu: “Ey delikanlı, sana birşeyler öğreteceğim! ALLAH’ın emir ve nehiylerini gözet ki, ALLAH da seni gözetsin. ALLAH’ın hakkına riayet et ki, O’nu karşında bulasın. İstediğini sadece ALLAH’tan iste. Yardım dilediğin zaman da sadece O’ndan yardım dile. Kat’iyen bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir yardımda bulunmak isteseler, ALLAH’ın senin için yazdığının dışında bir yardımda bulunamazlar. Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için bir araya gelseler, ALLAH’ın senin aleyhine yazdığının ötesinde hiçbir şey yapamazlar. Zira artık kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur.”7 Yani: ALLAH’ın hakkına riayet et ki, ilerisi için birşeyler göndermiş olasın. İstediğin zaman sadece ALLAH’tan iste. Başkasına boyun büküp bel kırma. Başkasının karşısında serfüru etme, başkasına müracaatta bulunma. Çünkü senin işini halledecek sadece ALLAH’tır. Öyle ise isterken O’ndan iste. Zira kimden istersen iste, neticede senin istediğini sana ALLAH verecektir. Öyleyse aradaki vesile ve vâsıtalara takılıp kalma. Bütün aracıları ortadan çıkar. Hem söz olarak, hem de fiil olarak bunu böyle yap.. ve bil ki, bütün vesile ve vasıtalar da aynen senin gibi âcizdirler. Senin her türlü arzu ve isteğini yaratmaya muktedir olan bir tek zât vardır, O da ALLAH’tır. Zira göklerin ve yerin anahtarı O’nun elindedir. Takdir ve tayin eden O’dur. Yaratan O’dur. Mes’ud eden, hüzne boğan yine O’dur. İstediğini aziz, istediğini zelil kılar. Bütün insanlar sana hayırda bulunmak için birbiriyle yarışsalar, ve içinde bulunduğun kötü durumdan seni kurtarmaya çalışsalar; sana yapacakları iyilik hiç şüphesiz ALLAH’ın takdiri çerçevesinde olacaktır. Yapılmak istenen kötülüklerin durumu da aynıdır. Zira, kalem yazacağını yazmış, sahifeler de kurumuştur. Yani bundan öte onlarda zerre kadar bir değişiklik söz konusu değildir.
Efendimiz, “Hıbrü’l-Ümme”, ümmetin allâmesi Hz. Abdullah b. Abbas’a, cevâmi’ül-kelim kabul edilen bu sözleriyle kadere ait en derin mes’eleleri talim buyuruyor. Müntehinin kader anlayışı işte bu olmalıdır.
Evet, kader vicdanî ve hâlî bir mes’eledir. İnsan, bütün bu anlatılanların gerçeğini ve hakikatini vicdanında duyacak ve dolacaktır.
Denilebilir ki, Efendimiz’in en çok tahşidat yaptığı mes’elelerden biri kader mevzûudur. Ve bu hadîslerden ekserisi Kütüb-ü Sitte’de mevcuddur. Onun için de kader mes’elesi üzerinde ne kadar durulursa yeridir ve lüzumludur.
Mecûsiler iki ayrı kuvvete inanıyorlardı; hayır ve şer. Bunlar (haşa), Cenâb-ı Hakk’la şeytanı birbiriyle kavga ettiriyorlar ve birbirlerinin işlerine müdahele etmediklerine inanıyorlardı.
İslâm bu düşüncenin tamamen karşısındadır. Ve bu tür zihniyetlere cihad ilân etmiştir. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki olmadığına inanıyoruz. Rabb O’dur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Sultan birdir; güç ve kuvvet O’nun elindedir.
Sabah ve akşam onar defa okunması sünnet olan şu cümleler bize apaçık bu hakikati anlatmaktadır: “ALLAH’tan başka ilah yoktur. O tekdir, şeriki yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kâdirdir.”8
Biz bu ifâdede, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’âl hakikatlerini görüyor ve öğreniyoruz. Herşeyi Bir’e irca etme çok mühim bir mes’eledir ve bu bizim îman anlayışımızın özünü teşkil etmektedir.
4. İsterseniz bu hususu Hz. Ali (ra)’ın rivayet ettiği şu hadîs-i şerifin aydınlık ikliminde takip edelim:
ALLAH Rasulü bir sahabînin defni münasebetiyle Bakî-ı Garkad’da mahzun ve mükedder duruyordu. Elinde asası vardı. Oldukça mahzun ve biz de etrafına halelenmiş yüzündeki gam çizgilerini anlamaya çalışıyorduk. Elindeki asa ile yerde bazı şekiller çiziyordu. (Derin bir düşünceye dalmış insanın durumu tasvir ediliyor). Ve bu arada mübârek dudaklarından şu sözler döküldü: “İçinizde hiçbir ferd yoktur ki ALLAH onun âkıbetini cennet veya cehennem olarak tayin buyurmuş olmasın!”
Bu sözü dinleyen sahabî hayretle sordu: “Ya Rasulallah! Madem ki durum dediğiniz gibidir, niçin amel ediyor, niçin çalışıyoruz?”
Şöyle cevap verdiler: “Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekâvet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır.”
Ve ardından da şu âyetleri okudular: 1. Ama kim (varını) ALLAH yolunda harcar ve ALLAH’dan korkar.. ve en güzel kelimeyi (Lâ ilâhe illallah) tasdik ederse, Biz ona en kolay yolu hazırlarız.
2. Ama kim de cimrilik eder ve (ALLAH’a karşı) müstağni davranır ve güzeller güzeli kelimeyi (tevhid) yalanlarsa, Biz de onu çetin bir yola zorlarız” (Leyl, 92/5-10).9
Evet, cennet için yaratılmış olan bir insan ibadet neşvesi içinde bulunacaktır. Menhiyyata karşı içinde bir tiksinti duyacaktır. Onun için mescide giden yol çok kolaylaşacak, meyhaneye götüren yol da gırtlağına oturmuş gibi zorlaşacaktır.
Amel edin, herkes ne için yaratılmışsa onun yolundadır. Cennetin yolu mescidden ve Resûlullah (sav)’ın arkasında yürümekten geçer. Alnı secde görmeyene, kalbini ve vicdanını Hakk’a makes yapmayan bir insanın cennet yolunda olduğu söylenemez.
Eğer insan saadet ehlindense, işin neticesinde saadet ehlinin amelini işler ve saadet ehlinden olur. Ve yine insan netice itibariyle şekavet ehlindense, ergeç onlara ait amel işler ve şekavet ehlinden olur.
Onun içindir ki ALLAH Rasulü sabah-akşam şu duâyı okurlardı: “ALLAH’ım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı kıl. Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azap çekmekten koru.”10
ALLAH Rasulü yukarıdaki ifadelerine Leyl sûresinin 5-10’nuncu âyetlerini delil getiriyor. Ve bu âyetler ma’nâ olarak bizlere şunları hatırlatıyor:
Kim malını ve canını hak yolunda harcar, herşeyini o yolda feda eder, takva dairesine girer, ALLAH’ın kanunlarından istifade eder, yani her zaman kalbi saygıyla dolar taşar.. ALLAH’ın himayesine dehâlet eder, gerçek kurtuluşu ALLAH’ta bilir ve bulur.. böylece her işinde ALLAH’a güvenir, dayanırsa.. sonra Esmâ-i Hüsnâ’yı tasdik eder, ve inanılması gereken herşeyi doğrularsa; Biz de ona doğru yolu kolaylaştırır ve onu çağlayan bir çay gibi akar hale getirerek hedefine ulaştırırız. Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle cihad yapar ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “deli” derler. Evet artık onun ölümü istihkarı bir destan, yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terketmesi akıl üstü bir efsane gibi görülmeye başlar ve onun cömertliği bir nağme gibi dillerde dolaşır durur. Zira ALLAH iyiye giden yolu ona kolaylaştırmıştır.
Durum aksi olursa, yani insan cimri kesilir ve hiç kimseye birşey vermezse, böyle bilmelidir ki, vermeyene verilmez. Verirse ALLAH da ona verir. Neyi verir? Hüsnâyı, güzel âkıbeti... Ama kim vermez, hem de müstağnî davranırsa; yani diğerinin ittika edip Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmesine mukabil bu kendinde bir varlık hissedip müstağnî davranır Karun gibi, “Bütün bunlar bana benim ilmim sayesinde verildi” der, camiye gitmeyi gericilik sayar ve camiye gidenleri hor ve hakir görür, hüsnâyı da tekzip eder, o Esmâ ile müsemma olan Cenâb-ı Hakk’ı yalanlar, Esmâ-i Hüsnâ’nın nokta-i mihrakiyesi olan Rasul-ü Ekrem (sav)’i kabul etmez, Esma-i İlâhî’nin cilvelerinin ezelî bir tercümesi olan Kur’ân’ı tanımazsa, Biz de onu zora koşarız. Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur. Fakat kıldığı namazı gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez. Zamanla cemaatı da, ibadeti de terk eder. Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir. En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir. Çünkü o zora koşulmuştur. Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir..
« “Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım..” (Müddessir, 74/17).
Evet, insanların kimisi bir kömür damarı bulmuş ve durmadan o kanalda kömür aramakta, kimisi gümüş, kimisi bakır, kimisi de altın... Ve niceleri de var ki kanalizasyonlarda dolaşmaktadır.
Kalbi sağlam tutmak, sıdkı bütün olmak, teveccühü tam etmek, ALLAH için vermek, bekleneni ALLAH’tan beklemek, Esmâ’yı tasdik etmek, ALLAH’a karşı istiğnâ göstermemek, kendi cılız iradesine ve kendi zayıf ilmine itimat etmemek, herşeyi ALLAH’tan bilmek ve başını O’nun eşiğine koymak, evet bütün bunlar yolu kolaylaştıracak hususlardır. Aksini yapmak ise, yolu sarpa sardırmak ve aşılmaz bir yokuş haline getirmek demektir.
Yukarıda zikrettiğimiz hadîsin râvisi Hz. Ali diyor ki: “Sahabe, Efendimiz’den bunları duyduktan sonra öyle derin bir ibadet anlayış ve şuuruna erdiler ki, ibadet için paçaları sıvadılar ve gece-gündüz ALLAH’a ibadete koyuldular.” Demek hepsi de ben hangi yoldaysam neticede oraya varacağım, diye düşünüyordu..
İşte sahabenin kader anlayışı buydu. Kadere iman onlarda tembelliğe değil, aksine daha çok çalışmaya sebebiyet veriyordu.


DİPNOTLAR
1) Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî, 17
2) Müslîm, Münafikun, 43-47; Buhârî, Menak›b, 27.
3) Buhârî, Vudû, 46,32; Menâkib, 25, E_ribe 31; Müslim, Zühd 74, Fedâil, 4-6.
4) İbn-i Mace, Mukaddime,10; Müsned, II/86,125, V/407.
5) Müslim , Kader, 16.
6) Ebû Davûd, Sünnet, 16.
7) Tirmizi, Kıyâmet, 59; Müsned, I, 293,303/307.
8) Buhari, Teheccüd, 21; Ezan, 155.
9) Buhârî, Tefsir (92) 7, Kader 6, Tevhid 54;s Müslim, Kader, 6-8.
10) Ahmed bin Hanbel, IV, 181.