๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 15 Mayıs 2010, 20:50:56



Konu Başlığı: Kırık mızrapta mazmunlar
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 15 Mayıs 2010, 20:50:56
Kırık Mızrap'ta Bazı Mazmunlar

Şiir'e bir bakıma "yoğun söyleyiş" veya "yoğun konuşma" denebilir. İnsan, ruhunda veya gönlünde biriken ilham bulutlarını ifade için -eğer kabiliyeti varsa- çok zaman şiire başvurur. Gerek nesirde, gerekse ve bilhassa şiirde ilham bulutlarının ağırlığı nisbetinde bazen mücerret manalar ifade edebilmek için, bazen de yeterli kelime bulamamaktan dolayı çok defa edebi sanatlar kullanılır ve bu sanatlar, hem de mana derinliklerini yüzeye çıkarmada, hem de söyleyişi güzelleştirmede önemli fonksiyona sahiptir. Aynı anda pek çok sanatı birden ihtiva edebilme özelliğine sahip olan mazmunların, bilhassa bir kelime ile çok anlamları ifade etmede ve ayrıca, duygu yumağını çözmede ve gönül veya ruhtaki manalara herkesin görebileceği ceset giydirmede çok önemi vardır.

Edebiyatta kullanılan mazmunlar kültüre, dünya görüşüne, edebi akıma, çağa ve şartlara, hatta milli hasletlere göre farklılık arzeder. Mesela, Divan edebiyatımızda aşk için "mey" (içki, şarap), aşk halini ifade için "mest ü mahmur olma" (sarhoşluk, içki ile kendinden geçme), aşık için "mest ü "veya "sermetü mahmur" (sarhoş, kendinden geçmiş) mazmunlarına çok sık başvurulur. Aynı mazmunlar, tekke şiirlerinde ve yine Divan edebiyatında Allah aşkını ifadede çok sık geçer. Burada "mey" aşkı, "mest ü mahmur" aşıkı, "sakı" mürşidi, "cam" veya "kadeh" yolu, mesleği veya tarikatı, "meyhane" tekkeyi, "cem" de zikir meclisini ifade eder. Mecazi aşktaki "sevgili, canan" veya "yar", bazen de, mesela Şeyh Galip'te görüldüğü üzere "hünkar", tasavvuf edebiyatında Allah için kullanılır. Fuzuli'nin meşhur Su Kasidesi'nde geçen şu beyitte "mest" aşıkı "mey" ise aşkı ifade etmektedir.

Men lebün müştakıyam zühhad kevser talibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hüşyare su

Leyla vü Mecnun mesnevisinde, bir göç esnasında çölde kafileden ayrı düşen Leyla bitkin ve perişan bir adama rastlar ve kim olduğunu sorar. "Mecnun" cevabını alınca inanamaz. Biraz konuştuktan sonra onun gerçek Mecnun olduğuna inanır. Fakat, Mecnun da onu tanımamıştır. Ve kim olduğunu sorduğunda Leyla şu gazelle cevap verir.

Eyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedür
Men kimem saki olan kimdür mey ü sahba nedür

Gerçi canandan dil-i şeyda içün kam isterem
Sorsa canan bilmezem kam-ı dil-i şeyda nedür
Vasldan çün aşıkı müstağni eyler bir visal
Aşıka ma 'şukdan her dem bu istiğna nedür

Hikmet-i dünya vü mafiha bilen arif degül
Arif oldur bilmeye dünya vü mafiha nedür

Ah u feryadım Fuzuli incidüpdür alemi
Ger bela-yı ışk ile hoşnud isen gavga nedür


Mecazi ve hakiki aşkın iç içe işlendiği, sarmaş-dolaş olduğu Leyla vü Mecnun'daki bu gazel, her iki aşk, bilhassa Allah aşkı adına gerçekten güzel ve manalıdır.

Yine, Divan edebiyatımızda aşık için "bülbül", sevgili için "gül" mazmunu çok sık kullanılmıştır. Bilhassa Tekke edebiyatımızda Peygamber Efendimiz'i (S.A.V) ifade için kullanılan "gül" mazmunu, Divan edebiyatımızda sevgilinin yanaklarını tasvirde çokça başvurulan mazmunlardan biridir. Ay manasına gelen "mah" sevgilinin yüzünü, "hilal" kaşlarını, "ok" kirpiklerini, bazen de aşkın deliciliğini, "sümbül" saçlarını veya kaküllerini ifade ederken, gerek Divan gerekse edebiyatımızda sevgili için, boyuna atfen "serv" veya "selvi", bilhassa Halk edebiyatımızda, onu bir kuğu veya ceylana benzetme sadedinde "ahu" veya "suna" kelimeleri de çok geçer.

Kırık Mızrap'ta ise, en çok başvurulan üç mazmun "ışık" ve/veya "nur", hemen hemen aynı anlamlarda kullanılan "akıncı", yiğit, genç", bir de "bahar"dır. Bu üçü içinde, Kırık Mızrab'ı, şairini ve onun mesleğini ve düşünce yapısını anlamada en önemli kelime olarak, ışık ve/veya nur her zaman bir önceliğe sahip görünmektedir.

Işık ve Nur
Kırık Mızrap, 20'nci asır Türkiyesinde özgün ve hayatın bütününü kapsayıcı İslami bir hareketin bir bakıma şiir sahasında el kitabı olma özelliğiyle, her bakımdan incelenmeğe değer mahiyettedir. Edebiyatın her ne kadar evrensel bir yanı ve evrensel özellikleri varsa da, her zihniyet, her dönem, her medeniyet ve her kültür kendi edebiyatını şekillendirir ve kendi mazmunlarını, hatta kendi mana ve muhtevasını ifadede kendi lafızlarını kullanır. Bu açıdan, belki lafız ve söyleyiş güzelliği açısından aşılabilir olup olmaması tartışılabilir bir husus olmakla birlikte, Kırık Mızrap, mazmunları, seçtiği kelimeleri, ifade şekilleri ve bazen basit gibi görünen lafızlarının altında gizli çok derin ma'na ve muhtevasıyla, şiir adına rehber kitap olma özelliğine sahiptir. Bu sebeple, onun en çok ışık veya nur kelimeleri üzerinde örgülenmesi, şairinin mensup bulunduğu hareketin mahiyetini de kavramak açısından oldukça mühimdir.

Bilindiği gibi, bir hadis-i şerifte, "Allah 'in ilk yarattığı benim nurumdur" buyurulmaktadır. Bir başka hadis-i şerifte, Miraç dönüşü kendisine "Allah'ı gördün mü?" diye sorulduğunda, Efendimiz'e (SAV)'in "Gördüğüm nurdu" cevabını verdiğini okuyoruz. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'in Nur Suresinde geçen ve Nur Ayeti diye meşhur olan ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır:

Doğu tarafından yavaş yavaş emareleri beliren şafak gibi, artık ufuklar bir şafak aydınlığı ile tüllenmekte ve güneşin bütün haşmeti, okşayıcılığı ve göz alıcılığıyla doğuşu yakın görünmektedir. Bir mayıs sabahında seher vaktinin, güneşin doğum öncesi vaktinin büyüleyiciliği ne ölçüde ise, Işık Ordusu'nun yürüyüşünde görünen manzara ondan çok daha büyüleyici ve okşayıcıdır; çünkü bir ışık yürüyüşüdür bu.

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali şuna benzer: içinde lamba bulunan bir oyuk, bir fanus. Lamba, cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne de batıya ait mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese de, yağı nerdeyse ışık verecek. Nur üzerine nur. Allah, nuruna dilediğini ulaştırır. Allah, insanlar için böyle temsillerde bulunur. Allah, her şeyi tam olarak bilendir."

Çok sırlar, çok manalar yüklü bu ayet hakkında geniş yorumlarda bulunulmuş, hakkında İmam-ı Gazali Hazretlerinin Mişkatü'l-Envar'ı gibi ayrı kitaplar da yazılmıştır. Bizim için burada önemli olan, Allah'ın göklerin ve yerin nuru olduğu, yani göklerin ve yerin O'nunla aydınlandığı ve Allah'ın kimi dilerse O'nu nuruna götüreceği gerçeğidir. Yani, bu ayet-i kerimede "nur" kelimesi hem maddi-fiziki, hem de manevi-sembolik veya metafizik olarak kullanılmaktadır. Buradan ve yukarıda verdiğimiz hadis-i şeriflerden, nurun adeta Cenab-ı Allah'ın ilk tecellisi, yaratıklarıyla arasındaki ilk perde, varlığın özü, esası, başlangıcı olup, dolayısıyla varlığın nur, nurun da "vücud" manasında varlık ve var olmaya tekabül ettiğini, bu Lahut-nasut alemleri veya metafizik sınırındaki fiziki gerçeğin yanı sıra, manevi hayatın özü ve esasının da yine nur olduğunu veya nura dayandığını anlıyoruz. Bu ikinci manayı gerek te'yid, gerekse açıklama sadedinde ilgili bazı ayet meallerini vermek yerinde olacaktır.

"Ey Kitap Ehli! Şüphesiz size Rasulümüz geldi: Kitap'tan gizlediklerinizden pek çoğunu size açıklıyor ve pek çoğundan da geçiyor. Şüphesiz size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi" (Maide, 5.15) ayetinde geçen nur'dan kasdın Kur'an-ı Kerim olduğu genellikle ileri sürülmüşse de, bu ayet, "Ey Peygamber! Seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve izniyle Allah'a bir davetçi ve nur saçan (aydınlatan) bir lamba olarak da" (Ahzab, 33.45-6) ayetleriyle birlikte ele alındığında, burada sözü edilen "nur"un Peygamber Efendimiz (S.A.V) olma ihtimali belki daha büyüktür. "O ki, güneşi ışık, ayı nur kıldı" (Yunus, 10.5) ve Ayı (göklerde) bir nur ve güneşi de lamba yaptı" (Nuh, 71.16) ayetlerinde "nur"un yanı sıra bir de "ziya", yani "ışık"tan bahsedilmektedir ki, bu, ikisi arasında fark olduğunu gösterir. Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır'ın açıklamasına göre, nur ışığa göre daha genel, ışık nura göre daha özel bir mana, ifade eder. Işık'ta şiddetli bir aydınlık ve yayılma, nurda ise karanlığın zıddı olan yumuşak bir yayılış, sükun ve letafet vardır. Bir tarife göre de nur, ışığın karanlığı gideren şuaıdır. Işıkta nurdan başka sıcaklık ve yakıcılık da olabilir. Bu önemli farklar dolayısıyladır ki, Kur'an-ı Kerim güneşi nur saçan bir lamba veya bizzat ışık olarak anarken, ayı nur olarak tavsif etmekte, böylece ayın ışığının güneşten olduğunu da hissettirmektedir. Yukarıda mealini verdiğimiz Ahzab suresi'nin ilgili ayetinde, Efendimiz nur saçan, aydınlatan bir lambaya, yani bir manada (manevi) güneşe benzetilmektedir ki, bu benzetme, O'nun ve temsil ettiği dinin, elçisi olduğu Cenab-ı Allah'ın Celali ve Cemali yanlarını, Cennet ve Cehennemi'ni de ifade etmesi açısından hem manidar, hem harikadır. Dolayısıyla, hem nurun kaynağı olarak ışık, hem de güneş gibi nur saçan bir lamba olmakla tavsif edilen Efendimiz'in, Maide süresi 15'inci ayetinde geçen "nur" olmasında hiçbir mahzur yoktur.

Şu halde, Kur'an-ı Kerim'de anıldığı yerler ve kendisine yüklenilen manalar itibarıyla nur ve ışık, önce varlığın aslı, özü, temeli ve "vücud ve hayat" manasında bizatihi kendisi, sonra insanlara manevi varlık ve hayat kazandırma adına Peygamber Efendimiz'dir. İnsanlar manen Allah ve Rasulu ile dirilirler ki, yine Kur'an-ı Kerim'de "Ey iman edenler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasulü'ne uyun. Bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve şüphesiz O'nun huzurunda haşrolunacaksınız" (En-fal, 8,24) ayetinde hem bu gerçeğe, hem "çağırdıkları" zaman değil de, "çağırdığı" zaman demekle Peygamber'in davetinin tamamının Allah'a davet olduğuna ve hem de kalblerin iman ve İslam'la dirileceği ve maddi-manevi hayatın kaynağının kalbde bulunduğuna açık ve kapalı işaretler vardır.

" O'na (Rasulüllah'a) iman eden, O'nu destekleyen ve O'na yardım eden ve O'nun beraberinde indirilen nura tabi olanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerdir" (A'raf, 7.158) ayetinde ve ayrıca Nisa suresi 74 ve Teğabün suresi 64'üncü ayetlerde Kur'an-ı Kerim "nur" olarak tavsif edilmektedir. "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar" (Tevbe,9.32) ayetinde İslam; "Allah kimin göğsünü İslam için açmışsa, o Rabbisi'nden bir nur üzerindedir" (Zümer, 39.22) ayetinde "hidayet, iman" ve imandan gelen "basiret, feraset" ve "istikamet" nur olarak anılmaktadır. Nitekim, "De ki: "Görmeyenle gören,karanlıklarla nur bir olur mu?" (Ra'd, 13.16) ayetinde nur ile görmeğe, karanlıklar ile körlüğe işaret olunmaktadır ki, bilindiği gibi, ışık görmenin sebebidir. Göz açık da olsa, insan karanlıkta göremez.

Nur'un zıddı Kur'an-ı Kerim'de karanlıklar olarak geçer ve Kur'an-ı Kerim, Allah'ın karanlıkları ve nur'u (var) kıldığından söz eder (En'am, 6.1). Işığın nurdan daha hususi ve bir bakıma nurun kaynağı olması ve Kur'an'da güneşin ışık ve/veya nur saçan bir lamba olarak anılması, Risale-i Nurlarda Zat-ı Uluhiyet'le ilgili gerçekleri anlatmada neden güneş misalinin kullanıldığına aydınlık getirmektedir. Demek ki, önce varlıkta esas olan ışıktır ve ışık vücuddur, varlıktır. Buna karşılık, karanlıkların ve nurun "ca'l’inden, yani (var) kılınmasından bahsedilmesinden ve bu ikisinin bir arada kullanıldığı yerlerde karanlıkların önce anılmasından. Mutlak Varlığın karşısında mutlak yokluğun olamayacağını, izafi yokluğun, "ışığın gizlenmesi" ma'nasında karanlıklara tekabül ettiğini ve karanlıkların varlığının "yokluk ve tahrib" noktasında tamamen izafi olduğunu anlıyoruz. Buna karşılık nur, ışığın tecellisi olarak, mutlak varlıktan "tereşşuh" eden hayattır ve ışığa nisbetle müsbet (pozitif-görünür, hissedilir..) manada vardır. Ayrıca, karanlıkların çoğul, nurun tekil olarak gelmesi ise, nurun kaynağının bir ve tek olduğuna ve neticede varlığı ve insanları bire götürüp, aralarında tam bir birlik sağladığına, buna karşılık, karanlığın sebebinin insanlar, hatta insanların düşünceleri sayısınca olabileceğine ve neticede karanlığın bölünmeğe ve ayırımlara götürdüğüne işaretler vardır. Bu gerçekle birlikte, insanların ve toplumların hayatında en az üç devreli karanlıklar olabileceğine de dikkat çeken "(Kafirlerin yaptıkları) şuna da benzer: Engin bir denizde karanlıklar: Üstünü bir dalga örtüyor, onun üstünde bir başka dalga, onun üstünde de bir bulut. Üst üste karanlıklar. Elini çıkarsa, neredeyse onu dahi göremeyecek. Allah kimin için nur kılmamışsa, onun nuru yoktur" (Nur,24,40) ayetinin yanı sıra, "Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlere gelince, onların velileri tağut (isyankar zalimler, ins ve cin şeytanları)dır, onları nurdan karanlıklara çıkarırlar..." (Bakara, 2.257) ayetinde de, mü'minin içinde bulunduğu islami hal ve hayat nur ile tavsif edilirken, kafirlerin hayatı, tabi olduklar; din veya sistemler ve içinde bulundukları hal karanlıklar olarak anılmaktadır.

Özet olarak, Kur'an-ı Kerim'de ışık. Peygamber Efendimiz, ayrıca hususi manada nurun kaynağı, aynı zamanda kendisinde sıcaklık gibi özellikler de bulunan ve güneş ile izah edilen varlığın, hayatın özü, esası ve görünme sebebi olarak; nur, yer yer varlığın özü ve esası olma ve Peygamber Efendimiz'i de tavsif noktasında ışıkla aynı manada, yer yer de bilhassa manevi açıdan İslam, Kur'an, hidayet, basiret, feraset ve fert ve toplum bazında tam manasıyla yaşanan İslami hayat manalarında geçmektedir.

Neden öncelikle ışık ve/veya nur?
Kırık Mızrap'ta ışık ve/veya nura öncelik verilmesi, bir noktada şairin mesleğini meşrebini ortaya koyucu bir özelliğe sahiptir. Fakat burada bizi daha çok ilgilendiren, meslek-meşrep açısından da olsa, ışığa ve nura neden öncelik verildiği ve neden tüm düşünce yapısının bu temele oturtulduğunu anlamaya ve açıklamaya çalışmaktır.

Yukarıda izahına çalıştığımız gibi, ışık ve nur varlığın esası, özü ve görünme sebebidir. Mahiyetleri ve fonksiyonları itibarıyla madde ve fizik ötesi aleme daha yakındırlar. Ayrıca, hayatın da bir bakıma kaynağı durumundadırlar. Gerçek bu iken, ışığa ulaşma basamakları olması gereken bilimsel gelişmelerin küfre, yani karanlığa, yokluğa basamak yapılması, dünya tarihinde en yoğun ve yaygın şekliyle Rönesans'tan sonra olmuştur. Bu şekilde küfürle ve onun hem en mühim sebebi, hem de en korkunç neticesi olan zulmün bir karanlık halinde - ki, karanlık (zulmet) ve zulüm, Kur'an-ı Kerim'de aynı kökten gelen iki kelimedir. İnsanlığın başına çöktüğü son asırlar dünyasında, zulmün yok edilmesi ve karanlıkların izalesi ancak ışıkla olabileceğinden, şu son asırlarda güneş gibi, Allah'ın Nur isminin tecellisine en fazla mazhar İslami bir akımın varlığı kaçınılmazdı. Her gerçeğin tersine çevrildiği bu son asırlarda, ayrıca insanda bütünüyle zulmün ve zulmetin kaynağı olan nefsin ve maddenin öne çıkarılıp, ışığı itibarıyla bir el fenerinden farksız zulmani aklın da ona tabi kılınarak, ışığın insandaki en büyük yansıması olan ruh ve ruhani şeylerle beraber, insanın ve kainatın manevi ve asıl hayatının kaynağı İlahi vahyin ve ona dayalı olan dinin inkar edilmesine "aydınlanma" adı verildiğine de acı acı şahit olduk. Doğruyu ararken yanlışı bir külah gibi başına geçiren ve daha da acısı, bunu doğru zannedip, dünyanın başına da gündüz yerine gece karanlığını dolayan insanlığın başındaki bu karanlık külah, bu gecenin giderilmesi, onun zihnine ve kalbine ancak ışığın tutulmasıyla mümkün olabilirdi.

Bu noktada üzerinde durulması gereken tevafuklar arasında. Nur ismine dayalı İslami akımın doğduğu günlerde, Batı'da da her şeyi maddeden ve fizik dünyadan ibaret sayan bilimsel anlayış büyük darbeler yiyor ve atom fiziğinin mekanik fiziği yerle bir etmesiyle madde adeta anti-maddeye inkılap ederek, varlığın özündeki ışık ortaya çıkıyordu. Bu gelişmelerden kısa bir zaman önce enerji ve elektriğin keşfedilmesi, ışık veya nurun adeta fizik dünyadaki bir tecellisi ve insanlığın düşünce ve manevi hayatında da ışığın doğmakta oluşunun müjdecisi gibiydi. Sanki bilim, gerçek yörüngesine oturacağı ve kendisine konu edindiği kainatın gerçek mahiyetiyle keşfedilip, yorumlanacağı günlerin yakın olduğunu haber veriyordu. Galile ve Newton fiziğinin ruh ve cisim arasındaki birliği redle insanlığın düşünce ve ruh dünyasında açtığı uçurum kapanıyor, ruh ve dinle bilim arasındaki silahların bırakılması gerektiğinden söz ediliyor, o kadar ki, Molla Cami örneği,

Kainatta ne varsa,vehm veya hayal
Ya da aynalarda bir akis veya zilal

diyecek ölçüde tasavvufi bir imana bağlanan Eddington gibi, James Jeans, Bernard Bavink ve Max Planck gibi bilim adamları ruhu maddenin önüne çıkarıyorlardı. Böyle bir zamanda, insanların önlerini göremeyecekleri ölçüde zihin ve kalblerine ve kainatın üstüne çekilen, neticede toplum hayatında da, tam bir zulme yol açan karanlıklara ışık tutup, her tarafı aydınlığa boğacak bir nur hareketi ve nur neslinin ortaya çıkması adeta kaçınılmaz görünüyordu. Bu hareketin kendini ifade şekli de öncelikle ışık ve nur olmalıydı.

Kırık Mızrap'ta ışık ve nur mazmunları etrafında örgülenen bu manalar o kadar canlıdır ki, insan kendisini cennetler üstü bir aydınlık diyarda, nurdan çimenler üzerinde bir melek hafifliğiyle yürüyor zanneder. Burada, günümüzde hak ve hakikat adına nasıl olunması ve nasıl davranılması gerektiğinin nurdan prensipleri, hedefe yürüyüşte nasıl adım atılması gerektiğinin ışıktan düsturları vardır. Bu prensipler ve düsturların da ışık, nur, aydınlık gibi mazmunlarla ifadesi, hem onların cezbediciliğini, hem gerek niyette, gerek yürüyüşte, gerekse hedefte başkalarını ürkütecek gizli hiçbir şeyin olmadığını, bu meydanın sadece nur ve ışık meydanı olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır.

Kırık Mızrap'ta ışık ve nurun kullanılma şekilleri
Işık ve nur, Kırık Mızrapta hemen hemen aynen Kur'an-ı Ke-rim'de kullanıldıkları biçimiyle geçer. Nasıl Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (SAV)'i güneşi tavsif ettiği kelimelerle tavsif ediyor, güneş gibi O'na da "nur saçan bir lamba" diyor, yani onu "ışık" olarak tanıtıyor ve ayrıca O'ndan "nur" olarak da bahsediyorsa, aynı şekilde Kırık Mızrap'ta da Peygamber Efendimiz sık sık "ışık" ve "nur" kelimeleriyle anlatılmaktadır:

Işık verdin aleme, ışık aldılar Sen 'den
Kapkaranlıktı cihanlar Sen gelmeden evvel
Çehrenden akan nurdan aydınlandı dört bucak.
Bir hamlede ettin zulmeti ışığa tebdil
Silindi kasvetler her taraf nurlarla doldu.
Henüz Sen gelmeden ışığın ruhlara doldu.
(Gönüller Tahtın, s.65-6)

Kur'an-ı Kerim, bizzat kendisinden "nur" olarak söz ettiği gibi, Kırık Mızrapta da Kur'an-ı Kerim "Ezeli Nur" olarak tavsif edilir. Onun için "ışık" kelimesi de kullanılır ki, esasen Kur'an-ı Kerim, Kelam Sıfatı'nın tecellisi olarak nur, zihinleri, gönülleri ve kainatı aydınlatması bakımından da "ışık"tır.

Nurdan çehrendeki bu nikap da ne?
Güneşlere tac giydiren ışıkken
Ey mukaddes Kitab ey ezeli nur
Ey iklimi ziya etrafı huzur
(Ezeli Nur, 64-5)

Bunların dışında, çok zaman ışık ve nurun eş anlamlı olarak geçtiği Kırık Mızrapta Nur mesleğinin asıl sahibi olan Zat için "Metaı nur olan", yani nurdan beslenen, bütün zihni ve ruhi varidatını nurdan alan "Işık Adam" tabiri kullanıldığı gibi, onun izinde gidip, geçtikleri yerlere ışık götüren insanlar topluluğuna da "Işık Ordusu" adı veriIir.

Sür atını durmadan;
Kalmadı bende derman;
Ey metaı nur adam!
Yok fevt edecek zaman
(Işık Adam, 28)

Işık ordusu aydın nasiyelerinde nur
Sinelerinde derin ve sımsıcak mutluluk.
Duyguları, düşünceleri ışıktan bütün
(Işık Ordusu, 3-4)

Evet Zaman, "medenilere ikna ile galebe" ve karanlıkçılara karşı "Ezeli Nur'un nurdan düsturları veya kılıçları ile mücadele zamanı olduğundan, Işık Ordusu'nun duyguları ve düşünceleri, hem doğrudan Kur'an'dan alınmış, hem de nüfuz edici, aydınlatıcı, okşayıcı ve insandaki san'at-ı İlahi'yi ortaya çıkarıcı özellikte olması hasebiyle ışıktandır. İnsanın duygu ve düşünceleri, iç dünyası, sima aynasında yansıdığı için, onların alınları, simaları da ışık gibi parlamakta, içlerindeki nur dışlarına aksetmekte ve onları insanlar içinde kolayca seçilir kılmaktadır. Işıkla coşkun bir deryayı andıran mazi ile aralarına giriveren kapkaranlık çölde, Arş'tan gelen ışığın aydınlığında yürürken, Arş'tan gelen bu ışık hüzme hüzme inip, etraflarını aydınlatmakta ve onlar bu aydınlakta emin adımlarla, dünden daha ışıklı yarına yürürken, ellerinde tuttukları ışıktan meş'alelerle çevrelerini de aydınlatmaktadırlar. Yürüdükleri yol neticede Hakk'a uzanan ışıktan bir "akyol"dur; bu ışıktan Akyol'un adı, tabii ki İslam'dır.

Işık Ordusu'nun dünya adına bir beklentisi olamaz. Çünkü onların gıdası nurdur. Yani onlar, bu yürüyüş boyu adeta maddelerinden tecerrütle saflaşıp melekleşmişler ve melekler gibi ışıktan kanatlar takıp, Hakk'a kanat açmışlardır.

Peygamber Efendimiz (SAV), Mekke'ye girmeden önce, bu emin belde'nin yakınında mola vermiş ve ordusunda bulunan herkesin ateş yakmasını emretmişti. Bir meş'ale halinde semaya yükselen ışık cümbüşü, o anda ordugaha gelmekte olan Ebu Süfyan'ı ve manzarayı dışardan gören Mekkelileri büyülemişti. İşte, Işık Ordusu, iman, ibadet, sevgi, müsamaha, diğergamlık, güzel ahlak ve ilimden oluşan ve neticede güneşin tek rengine dönüşen ışık cümbüşü altında, dudakları ışık türküleri ile yol alırken, karanlıklar yer yer hummaya girmekte, fakat neticede silinip gitmektedir. Ne Mohaç'a giden ve binlerce km.lik yol boyunca geçtikleri yerde tek bir ekin tarlasına, bağa, bostana bile zarar vermeyen ordunun yürüyüşü, ne Kosova'ya Mercidabık'a giden ordunun yürüyüşü, bu Işık Ordusu'nun yürüyüşüyle kıyas edilemez. Işıktan başka bir rengin görülmediği ve yıllardır zihinlerdeki, kalblerdeki ve dolayısıyla çevredeki karanlıkları aydınlata aydınlata devam eden bu yürüyüş, nerdeyse hedefine varmak üzeredir. Doğu tarafından yavaş yavaş emareleri beliren şafak gibi, artık ufuklar bir şafak aydınlığı ile tüllenmekte ve güneşin bütün haşmeti, okşayıcılığı ve göz alıcılığıyla doğuşu yakın görünmektedir. Bir mayıs sabahında seher vaktinin, güneşin doğum öncesi vaktinin büyüleyiciliği ne ölçüde ise, Işık Ordusu'nun yürüyüşünde görünen manzara ondan çok daha büyüleyici ve okşayıcıdır; çünkü bir ışık yürüyüşüdür bu.

Işık Ordusu'nun dünya adına bir beklentisi olamaz. Çünkü onların gıdası nurdur. Yani onlar, bu yürüyüş boyu adeta maddelerinden tecerrütle saflaşıp melekleşmişler ve melekler gibi ışıktan kanatlar takıp, Hakk'a kanat açmışlardır. Dolayısıyla, onların tek hedefi bu kanatlarla Hakk'a uçmak ve sonra da arkalarında bıraktıkları zaman ve mekana ışıktan tebessümler yağdırmaktır.
Kırık Mızrap'ta ışık ve nur mazmunları etrafında örgülenen bu manalar o kadar canlıdır ki, insan kendisini cennetler üstü bir aydınlık diyarda, nurdan çimenler üzerinde bir melek hafifliğiyle yürüyor zanneder. Burada, günümüzde hak ve hakikat adına nasıl olunması ve nasıl davranılması gerektiğinin nurdan prensipleri, hedefe yürüyüşte nasıl adım atılması gerektiğinin ışıktan düsturları vardır. Bu prensipler ve düsturların da ışık, nur, aydınlık gibi mazmunlarla ifadesi, hem onların cezbediciliğini, hem gerek niyette, gerek yürüyüşte, gerekse hedefte başkalarını ürkütecek gizli hiçbir şeyin olmadığını, bu meydanın sadece nur ve ışık meydanı olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır.

Alabildiğine maddileşmiş ve manaya körleşmiş, Ahiret'i inkarla bütün ağırlığını dünyaya vermiş bir zamanda, herhalde duygu, düşünce ve davranış helezonunda ışık teneffüs edip, ışık vermek dışında başka hiçbir şey tesirli olamazdı. Kat kat karanlıkları aydınlatmak, kendinde bir karanlık izin bile olmadığı ışıkla, zulmün asla nüfuz edemediği ve edemeyeceği iman, sevgi, merhamet ve barıştan oluşan ışık hüzmeleriyle mümkün olabilirdi. Dolayısıyla, zamanımızda verilmesi gereken İslami hizmetler ancak ışık ve nur temeline oturmalıydı ki, İslami olabilsin ve tesir edebilsin. Öyleyse, bir defa daha Nur ayetini hatırlamada fayda var:

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali şuna benzer: içinde lamba bulunan bir oyuk, bir fanus. Lamba, cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne de batıya ait mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese de, yağı nerdeyse ışık verecek. Nur üzerine nur. Allah, nuruna dilediğini ulaştırır. Allah, insanlar için böyle temsillerde bulunur. Allah, her şeyi tam olarak bilendir."

Doğu'dan da batıdan da değil, Arş'tan gelen nurun, nur üzerine nurun dalga dalga üstüne karanlık denizleri aydınlık cennetlere çevirmesi, ilimle zihinlerin, imanla kalblerin aydınlatılmasından geçecektir. Kırık Mızrap, bu kutsi mesleğin Şark'a ait olması açısından şarkısını, günümüzde Türkiye toprağında yeniden doğmuş olması açısından da türküsünü dile getirmektedir.