๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 18 Mayıs 2010, 20:10:51



Konu Başlığı: Kendini Seç
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 18 Mayıs 2010, 20:10:51
Kendini Seç

Öteden beridir biyografik metinlere böyle bakıyorum. Böylesi kitapları her okuduğumda, sanki birden fazla hayata sahip oluyorum. ‘Ben’den ‘başkası’ olanın iç kırıkları, soruları, ulaştığı cevapları, kendince kurduğu anlamı yedeğime alarak ve kendime ait kılarak hayata gidiyor, böylelikle yavaştan hayata yettiğimi hissediyorum.

Doğu/Batı
Yediği kurşunla yere serilmiş insanı kim öldürmüştür? Tetiği çeken parmak mı, yoksa parmağı tetiğe götür(ebil)en zihinsel alt yapı mı? Bir insan nasıl bir insanı öldürebilir? Bir ülkeyi kim ve niçin işgal eder? Çocukların ve yaşlıların, denizin ve toprağın üzerine kim/nasıl bombalar bırakır? Kuşlara yuva yapan ile ölüm kusan bombalar üreten aynı insan mıdır? Çelik kapıları kesip çalan ile bulduğu parayı sahibine teslim eden ‘aynı’ insan olduğuna göre, biri niye hırsız diğeri niye başka bir şey?

‘Biz’i; insanlarla, etrafımızı kuşatan varlık ve eşyayla kurduğumuz ilişki, kendimizi içinde bulduğumuz hadiselerde verdiğimiz görüntü ele verir. Çünkü ‘ilişki’de, yani eylemde, ‘kendimiz’den çıkarız; kendimizi dışarıya, başkasına taşırız. Bakışımız, dokunuşumuz, dokunup konuşmamız, konuşup eylememiz esnasında ve etrafında oluşan hava ‘iç’imizi gösterir. Rengimizi, kokumuzu, tadımızı… Farkımızı ortaya kor yapıp ettiklerimiz. Tarihimizi ele verir, içimizde biriktirdiklerimizi. Yaslandığımız, beslendiğimiz dağ ve kaynakları… Okuduklarımızın, dinlediklerimizin, doğru ve iyi bildiklerimizin veya çirkin ve kötü dediklerimizin yol göstericiliğinde adımlar atarız.

Kipling, “Doğu Doğu’dur, Batı’da Batı…” demişti. Demişti çünkü Doğu Doğu’dur, Batı da Batı… Batı’nın Batı, Doğu’nun da Doğu oluşu, sadece içinden çıktıkları coğrafyayla izah edilemez. İnsanı ‘zübde-i âlem’ olarak gören Doğu ile insana ‘sahib-i âlem’ diyen Batı arasındaki fark çok daha derin olsa gerek. ‘Kuvvet haktadır’ demek ile ‘güçlü olan haklıdır’ demek arasındaki fark gibi… ‘Kul hakkı’nı vazgeçilmez kabul eden, varlığın her bir parçasını da, ‘Rabbini dillendiren bir kul’ gibi değerlendiren tasavvurun inşa edeceği/ettiği bir ‘sulh’u düşünün, bir de, ‘hedef’ için ‘başkası’nı rakip görüp onu alt etmek adına ‘oyunlar’ icat eden tasavvurun ateşlediği savaşları…

Batı’nın problematiği
Batı’yı gösteren parmaklar sadece bir coğrafyayı değil, aynı zamanda bir probleme de işaret ediyor. Batı’ya gittiğimizde, tarihini okuduğumuzda, oradaki düşünce kırılmalarına eğildiğimizde Batı’nın hep bir problemin konusu olduğunu görürüz. Elbette ki Doğu bütünüyle sükûnun yurdu değil, orda da çatışmalardan bahsedilebilir, ancak o Batılı anlamda trajediyi bilmiyor. Çünkü Batı ‘bulmuş’ değil; ne aradığını bilmese de arıyor, sadece arıyor! Bulmamışlığın tedirginliği ve arayışın telaşesi Batı’yı hep bir hareketin içinde tutmuştur, hareket ise birçok şeyi tetiklemiştir. Batı’nın bugünkü gelişmişliği, bu hep çatışma hâli denen durumdan doğmuştur. Bir gelişmişlikten bahsetmek mümkün ama bulmamışlığın, dolayısıyla arayışın sürekliliği de kocaman bir tedirginlik doğurmuştur. Tedirginlik güvensizliğe dönüşmüş, derin güvensizlik, o kadar zenginliği anlamsızlaştırmış, böylelikle hayat Batı’da gittikçe zorlaşmıştır.

Batı tarihi, biraz da din ve akıl karşıtlığının tarihidir. Din Batı için hep bir sorun olmuştur. Hayatın bütününde etkisi hissedilen ama hayatın hepsine yetmeyen ve sorulara cevap olamayan Batılı din ‘baskı’ya sığınmış, hayatı ve insanı baskılamıştır. Bu durum, ‘din’den ‘akıl’a taşınmayı getirmiştir. Dine karşı kışkırtılan ve bütünüyle kendisine yaslanılan akıl da, çok sonra üstesinden gelinmeyecek bir bela olmuştur. Aklın iktidarıyla birlikte hayatın ve insanın büyüsü kaçmış, doymak bilmeyen bir açgözlülükle her şey tüketime sunulmuştur. Dini hayattan kovan, hayatı akla veren Batı şimdilerde ise ‘Akıl Tutulması’ denen bir hastalıkla boğuşmaktadır.

Prometheus, Tanrı Zeust’tan ateşi çalarak insanlara vermişti. Bu, insanın Tanrı’ya karşı kazanımı olarak okunur. Ateş çalınarak bilgi, yani güç böylelikle insanın eline geçmiştir. Bacon bu yüzden, ‘Bilgi güçtür!’ diye buyurur. ‘Bilgi’nin tarihine gidildiğinde, ‘bilgi felsefesi’ okunduğunda, ‘bilgi’nin hep insanı ‘güç’lendiren önemli bir ‘şey’ olarak algılandığı görülecektir. Söylemeye gerek bile yok, bu bilgi deneysel olandan çıkan şeydir. Apriori, denenmemiş, algısal olmayan, müteal olan bu ‘bilgi’nin dışındadır. İnsanı, Tanrı ve tabiat karşısında karşıt bir yere oturtan algının, Tanrı’ya ve tabiata karşı kazanılmış bir güç olarak yorumladığı bir bilgidir bu.

Baskın bilgi yorumu bu olunca ve bilgi daha çok beyaz önlüklülerin ‘evet’ledikleri sonuçlar olarak algılanınca, ‘bilgi’ ve ‘bilginler’, kaçınılmaz olarak dokunulmazlık edinmişlerdir. Aşkın olana karşıt yerde şekillenen bilginin ve bilginlerin aşkınlığa yakın bir yere düşmeleri tabii ki gariptir, ama olan budur. Bilginin ve bilginlerin yanılmazlığından bahsedilebiliyor. Böylesi bir bilgiye vurulmamış, bu bilginin onayını almamış her bir şey küçümsenir, kuytulara sürülür. Bilgi güçtür ve bu gücü elinde bulunduranlar ‘süper-men’lerdir. Ki bu ‘süper-men’ler, her zaman hayata müdahale edebilir, tabiat üzerinde istedikleri uygulamayı başlatabilirler. Akademisyenler sanki birer Prometheus. Beyaz önlükleri, dokunulmazlığın (dokunulamıyor oluşun) işareti olarak, sanki kirden ve acziyetten uzaklıklarını imliyor. Akademi denen yer ise, ‘düşüklük’ten kurtarılmış bir yer, bir tapınak gibi duruyor. Tanrı’dan, dinden, laboratuarın onayından geçmemiş her tür bilgiden uzak ve ‘üstün’ tutulan bu yerin sakinleri ne çok kibirlidirler. Hayata karşı kazanmış adamların pozları içinde keskin birer inançlı gibi yaşarlar. Kendilerinden çok emindirler. Asla yanlış düşünmediklerini, bütün soruların cevabı için gidilecek tek bir adresin bulunduğunu, onun da ‘bilim’ denen ‘yüce’ şey olduğunu düşünürler. Bu adamlar ağlar mı, acı çekerler mi, bir gün bir an olsun hayata yetmedikleri olur mu? Dua ederler mi mesela? Yok canım, ne duası?! Prometheus’un bilmem kaç kuşak sonrası temsilcileri bu kadar ‘bilgi’yi edinmişlerken, ‘güç’ denen şeyden epey nasiplenmişlerken, insanın Tanrı’ya teslimiyeti demek olan duaya geçerler mi hiç!

Böyle düşünür ve yaşarlar ama hayat onları hep yalanlıyor. Diyeceğimiz şu ki; ‘Akıl Tutulması’na yakalanmış Batı’da biten hümanist kültürün ve modern zamanların insanda vehmettiği o büyükçe güce inanmayın, insan her bir şeyin üstesinden gelebilecek bir varlık değildir. Hayat çok şeydir ve insan bu çok şeye yetmemektedir. Şu bir gerçek ki, bir tek hayat, bu hayata yetmiyor; çok şey demek olan hayatın bütünlüklü sorularına cevap bulmak için birden fazla hayata ihtiyaç vardır.

Biz bir tek hayata sahip olarak yaratılırken, çok şey olan hayata yetmek için birden fazla hayatı nereden bulacağız? Diyeceğim şu ki, o birden fazla hayatı, yakınımızda veya uzağımızda oylumlu bir gerçeklikte yaşayan insanların hayatlarını yazmalarında, kendileri demek olan hayatlarını bir kitabın kapakları arasında önümüze koymalarında bulabiliriz. Bir soru cıngılında geçen sahici hayatların muhasebesi, hayatın yetemediğimiz sorularına cevap olabilir. Öteden beridir biyografik metinlere böyle bakıyorum. Böylesi kitapları her okuduğumda, sanki birden fazla hayata sahip oluyorum. ‘Ben’den ‘başkası’ olanın iç kırıkları, soruları, ulaştığı cevapları, kendince kurduğu anlamı yedeğime alarak ve kendime ait kılarak hayata gidiyor, böylelikle yavaştan hayata yettiğimi hissediyorum. Mesela Sylvia Plath’ı, Virginia Wolf’u, Camus’u, Pavese’yi, kendileriyle ve hayatla yaka paça olmuş nicelerini okuduğumda içim ne çok acımıştır. Deliliğin tarihinden geçmek olan bu hayatlar önüme ışıklar düşürmüştür. Tarkovsky’nin yenilerde okuduğum günlüklerinde karşıma çıkan, ‘İnsan Tanrısız nasıl yaşar? Ancak kendisi Tanrı olarak ki, bu da mümkün değil…’ cümlesinin altını çizmişsem, bu okumalar sayesindedir. Hayatlarının sonunda yığılıp kalmış bu cins kafalar için hayat, her şeyiyle birlikte kendilerine düşmandır. Düşmanlarla dolu değil, bütünüyle düşman olmuş bir hayatın içinde Tanrısız kalırlar. Gidip kendisine sığınacak ve her şeyin üzerinden gelebilecek bir Tanrı’ya sahip olmayınca, bütünüyle düşmana dönüşmüş bir ‘evrensel terör’ olan hayatla tek başlarına mücadele ederler. Mücadele ederler ama bu evrensel teröre yenilmekten kurtulamazlar. Yenilirler, çünkü insan Tanrı değildir, gücü her bir şeye yetmemektedir.

Kendini seç!
Özde rahmet olan ‘su’nun ‘sel’leşip hayatları ölümün içine çektiği; uygarlığın insanın ‘var’lığına bindirme yapıp onu ‘tanrı’laştırdığı, bunu yaparken de her şeyi yok ettiği; varlığın, insanların ve ülkelerin ‘savaş’ta çürüdüğü bugünlerde biz hangi hikâyelerin kıyıcığına ekleniyor, içine düşüyoruz? Yoksullukta ve yüzeysellikte geçen hayatlarımıza iyi gelir düşüncesiyle, kendimizi kimlerin, hangi ‘kahraman’ların ışığına bırakıyoruz? Bir iletişim çağı olarak bellenen modern zamanların parlattığı ve bizlere model olarak sunduğu yıldızlara yürüdüğümüzde, kıyılarında dinlenip hayatlarına sokulduğumuzda karşılaştığımız şey bizi sahiden var ediyor mu?

Modern zamanlar nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, nihayette yaşanan, bir yanılsamadır. İnsan, kendisini var kıldığını düşündüğü hemen her lahza, onu yokluğa çekiyor. Çünkü çağ çiğ bir çağdır; insana kaldıramayacağı bir paye vermekte, onu kendisinden çıkaran bu payeyle yok etmektedir. İnsandaki devi uyandıran modern zaman sesleri, onu devleştirirken aslında cüceleştiriyor. Değilse, bu kadar var olan, ‘ben’leri bu derece şişirilmiş insanların dünyasında huzur, barış, paylaşım, yaşanılır bir hayat niçin yok olsun? Görünen o ki, insanın ‘ben’ine işaret ederek onu ‘var’lığa taşımak sadece ‘yok’ları çoğaltıyor.

Aşka düşen, aşk içinde ‘yok’luğa varan, yoklukta kendilerini var kılanlar ise, modern zamanların kahramanları gibi var oluşları içinde görünmüyorlar, yok oluşlarında kendilerini gösteriyorlar. Hepsi birer gezgindir. Gezgin olmak ise, bağlanmamaktır; insanın yeryüzünde bir yolcu olduğu hakikatinden hareketle, dünyayı bir yolculuğa dönüştürmektir. Yurttan, evden, evlad u iyalden, insanı kendisine çağıran ve kendisinde tutan arzulardan sıyrılıp, kendini kalbin ‘giz’li yollarına vurmaktır. Gezgin kendinden çıkar, kendinden kurtulur; ‘başkası’na, yollara vurur kendini; Allah’ın başka türlü bir kelamı olan varlığa kalbini açar, ordaki esmayı okur. Kalbi, gözü, kulağı, her bir şeyi açık hâlde hayata ve varlığa yürüyen gezgin, o kadar şeye maruz kalır ki, maruz kaldığı her bir şeyin kendisine taşıdığı tek bir hakikatin içinde erir, yok olur. Nihayette sadece var olan O kalır. Gezgin O’nun terazisinde kendisini görür, seyreder; gördüğü ve seyrettiği kadarıyla var olur. Hiçbir şey istemez hâle gelir, ne verilirse onu alır. Talep etmez, ona verilir.

Hangi hikâyelerin kıyıcığına ekleniyor, içine düşüyoruz? Kendimizi kimlerin ışığına bırakıyoruz? Modern zamanların parlattığı ve bizlere model olarak sunduğu yıldızlara yürüdüğümüzde, kıyılarında dinlenip hayatlarına sokulduğumuzda karşılaştığımız şey bizi sahiden var ediyor mu?

Hâlimiz, bu soruların cevabı gibi duruyor. Peşine düştüğümüz kahraman ve hikâyelerin bize bulaştırdıklarıyla birer ‘yorgun’ olmuşuz. Dizlerimizin bağı çözülmüş, kollarımız yana düşmüştür. Her tarafımız kir, pas, çamur içindedir. Bu hâl, hastalığımızın altını çiziyor. Hastaysak, acılarımız varsa, şifa aramalıyız. Kendimizi, hayatımızı, kıyıcığına ilikleneceğimiz hikâyeleri, peşine düşeceğimiz kahramanları yeniden seçmeliyiz, önceki seçimlerimizi gözden geçirmeliyiz.

Nihat Dağlı