๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 16 Mayıs 2010, 15:51:44



Konu Başlığı: Kalp ve ruh ufku
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Mayıs 2010, 15:51:44
Kalp ve Ruh Ufku

Kalb dendiğinde ilk akla gelen, göğsün sol yanında, sol memenin altında, hem sinir hem kas esaslarını cami; karıncıkları, kulakçıkları bulunan ve insan uzuvları arasında kendi kendine hareket etme özelliği taşıyan; atar ve toplardamarların kökü, merkez noktası; solunum ve akciğer hareketleriyle de ilgi ve paralelliği olan.. yürek dediğimiz çam kozalağı şeklindeki malum organdır ama, biz burada, cismani bu kalbden daha ziyade gönül de diyeceğimiz, vicdanın dört temel unsurundan biri sayılan, bütün duygu, düşünce, şuur, sezgi, idrak ve manevi alemimizin merkezi, ruhani ve ilahi latife ' olarak bilinen kalb üzerinde durmak istiyoruz ki, bizce insan hakikatinin özü, esası da işte bu kalbdir. (1)

Gönül sözcüğüyle de ifade ettiğimiz bu latife, insani kemalata uzanan bir merdiven, cismaniyet aleminde ötelerin bir izdüşümü, insan bünyesinde ruhani alemlere açık en geniş kapı, benliğimizin şekillenmesinde biricik laboratuvar ve hayrın, şerrin de en önemli bir test merkezidir. Bizim ruhla münasebetlerimiz, aklımızı olumlu istikamette harekete geçirmemiz, beşeri temayüllerimizi kritik etmemiz hep bu merkeze bağlı cereyan eder. İşte bu kalbdir ki, zamanla ruhumuzun gözü-kulağı haline gelir; gelir de, nokta-i istinat ve nokta-i istimdat buutlarıyla sezgimiz onun bakışı, aklımız kritikçisi, iradelerimiz de sevk ve idarecisi olur.

Bu ruhani kalbin beslenme kaynağı iman, onun itminana ulaşma yolu da her zaman Allah'ı anmaktır.. evet "Kalbler, ancak Allahı anma ve yad etmekle oturaklaşır"(Ra'd , 13/28) huzura erer.. ve bu sayede ruhtaki bütün acılar diner .. stresler, hafakanlar aşılır ..ve his dünyamızda da sürekli itminan meltemleri esmeye başlar; başlar, zira, herşey Allah'la başlamıştır. O öyle bir 'Mebde-i Evvel' dir ki, zincirleme sürüp gidiyor gibi görünen bütün sebepler döner-dolaşır, nihayet O'nda sona erer. Bütün arzu, istek ve beklenti mülahazaları gider Onda noktalanır. O, evveli olmayan ikincisiz bir ilk, ahiri olmayan bir merci, bir münteha ve bir sondur. Ne dış dünya ve afaki alemde ne de iç alem ve vicdan mekanizmasında O'nun ötesinden söz edilemez; O, ötelerin ötelerin ötelerin ... ötesidir ve daha ötesi de yoktur. O, tam hissedilerek anılınca, insani düşünce en son ufka ulaşmış; akıl, mantık hayret ufkuna ermiş ve ruh, fanilerin varabileceği son serhadde varmış olur. Bütün ümitlerin gerçekleşebileceği, bütün dünyevi endişelerin birer vehimden ibaret olduğu, sebeplerin bir bir devrilip herşeyin tevhidi boyaya boyandığı serhadde.

Bu noktaya kadar, insanoğlunun yöneldiği bütün nimetler-minnetler, sevinçler-inşirahlar, bulmalar-tatmin olmalar hep daha mükemmeli elde etme mülahazasıyla cereyan ederken, iş gelip bu noktaya dayanınca herşey birdenbire bitiverir.. evet O'na ulaşınca bütün arzular, istekler sona erer, bütün yol heyecanları hemen sönüverir ve duygular, düşünceler de 'çiğ noktası'na ulaşmış nem gibi rahmete inkılab ediverir; ediverir de, esbab dairesi içindeki bütün yükselme talepleri sona erer.. merci arama ihtiyacı kafalardan silinir gider.. ve insan, adeta, yürüdüğü o upuzun yolu bitirmişcesine bir neşve duymaya başlar. Ne var ki, bundan sonra da, herhangi bir kemmiyet ve keyfiyet ölçüsüne sığmayan değişik tecelli dalga boyundaki bu huzur esintileri, sürekli bir vuslat ve aşk u şevk içiçeliğiyle hep sürer gider.

İnsan mahiyetindeki bu ruhani kalbin, bedeni kalble, tıpkı cisim ve ruhun birbiriyle münasebetine benzer sırlı bir münasebeti vardır; ama, şimdiye kadar bu iki münasebetin keyfiyeti ile alakalı net herhangi bir şey söylemek mümkün olmamıştır. Biz, prensip açısından bugüne kadar söylenebilmiş sözlerin hemen hepsinin bir mahmili olabileceğine açık durmakla beraber, şu anda bu kabil bir teferruata girmeyi de gereksiz buluyor ve geçiyoruz.

Ruhi hayat ve ruhaniliğin ruhla alakası açık ve bedihidir. -Esas yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri olan bu iki epistemolojik konuyu, teferruatıyla orada tahlil etmek gerekecek.- Kuran-ı Kerim: "Ruh, Rabbimin emrindendir" ( İsra, 17/85 ) der. Bu ifade tarzı, ruh gerçeğinin, Rabbin bilebileceği bir şey olduğunu ve Allah'tan başka hiç kimsenin O'nun hakikatini bilemeyeceğini vurgulama bakımından fevkalade manidardır. Evet, Ruh, harici vücudu bulunan bir kanun ve şuurlu bir namustur; sabit ve daimi fıtrat kanunları gibi emir aleminden ve irade sıfatından gelmiş bir kanun ve namus. Hem ruh hem de kainatta cari diğer bütün kanunlar emir aleminden gelmiş aynı şeylerdir.. ve kaynakları, devamlılıkları itibarıyla ikisinin hakikati da aynı sayılır. "Eğer nevi (tür) lerdeki kanunlara kudret-i ezeliye harici ve mahsus (duyu organlarıyla hissedilebilen) bir vücut giydirseydi, onlar da ruh olurlardı.. ve eğer ruhu şuurdan tecrit etseydi, o da değişik nevilerde-ki kanunlar gibi bir kanun olurdu." (Hakikat Çekirdekleri) Kur'anın bir-iki kelime ile işaret edip geçtiği ruh hakikatinin bu veciz izahı, onun özü, esası ve iç yüzü ile alakalı bütün metafizik tartışmaları kökünden kesip atacak mahiyettedir.

Aslında, Allah'ın hemen her işi, herhangi bir sebep, şart, malzeme ve materyale ihtiyaç hissedilmeden, sırf bir "ol" deyivermekle oluverir. O'nun böyle tekvini bir emri, herhangi bir şeyin harici vücut açısından meydana gelmesi için yeterlidir. Tabir-i diğerle, İlahi irade ve meşietin diliyle, bir nesnenin herhangi bir keyfiyette vücut bulmasını dilemek o objenin var olması için kafidir. Bu türlü var olmaların devam ve temadisi aklın zahiri nazarında "ef'al-i adiye" gibi değerlendirilse de, bu kabil bütün hadiselerin harika olduğu açıktır.. ve gerçek emir sahibine bağlanmadan izah edilmeleri de imkansızdır.

Bazen biz, ruh dediğimizde, en kamil ruh manasına gelen Cenab-ı Hakk'ın nefhası "ruh-u a'zam"ını düşünürüz; düşünürüz zira, Allah'tan gelmiş, Allah'a en yakın ve lahut alemine ait esrarı haiz olan işte bu ruhtur.. ve insanın Allah'a halife olması da onun böyle bir ruh taşımasına bağlıdır. İnsan bünyesindeki bu ruh; madde, cisim, cevher olmayan alemden cismaniyet alemine bir armağan; hem de metafizik mülahazaların bir dili, bir tercümanı gibidir. Bir kere ruh dediğimiz bu cevher, hem ilim hem de vücut aleminden bir tecellidir; onun şuurlu bir kanun-u emri olması, Zat'la irtibatı, nuraniyet ve şeffafiyeti de ilme tam bir mazhar olması itibarıyladır. Eğer insan ilahi sırlara açılmak istiyorsa -ki potansiyel olarak buna herkes müsait olarak yaratılmıştır- böyle bir açılım da ancak kalb ve ruhla mümkün olabilecektir. Evet, uluhiyet hakikatına dair sırlar ancak gönül ufkundan, ruh gözüyle temaşa edilebileceği gibi, akıl, mantık, muhakeme ve sebepler üstü Hakk'a yakınlık da, sadece ve sadece ruhun ayağı ve kalbin kurallarıyla gerçekleşebilecektir.

Ruh, bir müşahit, gönül onun özel temaşagahı; ruh Hakk'a yaklaşma yolunda bir atlet, gönül onun en hayati dinamosu; ruh bir seyyah, gönül onu hedefe ulaştıran bir rehber; hatta canın Cananla keyfiyetler ve kemmiyetler üstü müşterek bir halvethanesidir. Bu itibarla da, eğer insan sonsuza yönelecekse önce gönül kapısına yönelmeli, oturup-kalkıp sürekli gönül hikayeleri söylemeli, gönül insanlarıyla içlidışlı olmalı ve ruhuna gönlünün kanatlarından tüyler takmalıdır ki, fiziki dünyanın çekim ve sürtünme gibi engellerine takılıp yollarda kalmasın.

Sonsuzluk yolunda gönül, insanın kolu-kanadı ve enerjisini ötelerden alan bir dinamosudur. Gönlün gücünü yanına alan ve onun rehberliğinde gök yolculuğuna açılan kimseler, kat'iyen bir başka vasıtaya ihtiyaç hissetmezler; hissetmez ve seyahatlarini hep ruhanilerle atbaşı götürürler.Yorulmadan arş semtine koşan işte bu ruhlar, büyük ölçüde ten kaygılarından sıyrılmış gönül şehsuvarlarıdırlar.Onların kanat çırptıkları aynı noktalarda, sürekli melek kanatlarının sesleri duyulur.

Ruh, bir müşahit, gönül onun özel temaşagahı; ruh Hakk'a yaklaşma yolunda bir atlet, gönül onun en hayati dinamosu; ruh bir Seyyah, gönül onu hedefe ulaştıran bir rehber; hatta canın Canan'la keyfiyetler ve kemmiyetler üstü müşterek bir halvethanesidir.

Üzerinde Yaradan'ın mührü bulunan gönül, ruhani alemlerle cismani alemlerin birleşik noktasında yaratılmış, berzahı vücuduyla insanlar arasında adeta "insan-ı kamil" konumundadır. Dünya-ukba, mülk-melekut, fizik-metafızik alemleri ortasında bir berzah mahiyetindeki kalbin/gönlün, çok geniş bir irtibat alanı vardır. Bu genişliği ile o, mazruf olduğu aynı anda zarf durumunda ve muhatken de (kuşatılmış) muhit (kuşatan) konumundadır. O bedende yaşarken, onun hakiki hayat kaynağı; cismaniyete tabi görünürken, sonsuzluk yolunda onun imamıdır. Ruhun aydınlıklara açık olması, kalbin ziyasından, suretinin imrendiriciliği de onun ledünni cazibesindendir.

İnsan mahiyetinde, suret de, can da kalb cevherinin terkişine bağlanmış birer arazdan ibarettir. Aslında suretinde, canın da haiz bulundukları kıymet tamamen kalbden kaynaklanır. Akıl, en kalıcı eserlerini hep kalb atmosferinde öregelmiştir ki; kalbin ilhamları dört bir yandan dimağı kuşatınca, mantık ve muhakemeye bağlı bütün yalancı mumlar söner, sadece ve sadece yağı, fitili öteden, o gönülçerağı par par yanmasını sürdürür.

Havası-suyu her zaman sonsuzdan gelen gönül pınarında, sürekli bembeyaz "ab-ı hayat"lar çağlar. Ziyası, rengi ötelerden kalb fanusu etrafında, her zaman kelebekler gibi ruhaniler pervane döner. Böyle bir ab-ı hayat çeşmesine ulaşabılenler Hızır'la aynı yeşilliğe seccade sermiş sayılırlar; bu fanusu gözbebeklerinin içine alanlar da, bir daha o ışık kaynağından ayrılmayı düşünmezler.

Gönlün yüzündeki peçenin sıyrılıp kalb gözünün sonsuza uyanması tamamen zamana ve zaman içinde de aktif sabra bağlıdır. Zamanı değerlendirip bu sabrı gösterenlerin gönül gözleri, bugün olmasa da yarın mutlaka açılacağından ve bunların lisanlarının zamanla bir beyan çağlayanı haline geleceğinden şüphe edilmemelidir. Evet gün gelip de bunların kalbleri ulaştıkları ufkun nurlarıyla aydınlanıp dillerinin de bağı çözülünce, çevrelerine başları döndüren ne sihirli besteler ne sihirli besteler sunarlar..!

Gönül ilahi sırlara açık öyle bir ufuktur ki, o ufkun iki adım ötesinde hemen her zaman meleklerin "hay-huy"u ve ruhanilerin kanat sesleri duyulur. Böyle bir sır burcuna erenler için "Sidre" ile "Kabe" iç içe bir vahit haline gelir.. "Ravza" "Firdevs"e örtü olur.. "Evvel" "Ahir"in rengini alır.."Zahir" "Batın"ın boyasına boyanır.. hisler dehşete düşer.. ruh hayretler yaşar.. beyan bir adım geriye çekilir.. gönül can diliyle konuşmaya durur.. ve her şey sonsuzun büyüsü ile büyülenir.

Gönül erlerinin konuşmaları harfsiz ve kelimesizdir; onlar hep ruhlarıyla söyleşirler.. birbirlerine dilsiz-dudaksız laf ederler.. güller gibi çehrelerine akseden kalblerinin renginden birbirlerine tebessümler yağdırır dururlar. Bütün bütün gönül rengine boyanmış bu ruhlar arasında "sen", "ben" düşüncesi tamamen eriyip gitmiş ve ortada sadece "O'na" bağlı izafi bir "biz" kalmıştır. Bu itibarla da onlar kat'iyen birbirleriyle çekişmez.. biribirinin ışığını söndürmeye çalışmaz ve "benim mumum", "benim meş'alem" demezler. Aslında ışık ışıkla vuruşmaz, nur ziya ile zıtlaşmaz, bahar yeşil ile savaşmaz, derya damlayı kurutmaz; şavk şavka güç kazandırır, ziya nura şuleler gönderir, bahar çimenlerle sarmaş dolaş yaşar, derya damlaya ölümsüzlük yolunu açar.. her şey ama her şey, bize "biz" olma neşideleri mırıldanır.

Evet insan, şahsi benliğine bağlı kaldığı sürece, bir zerre, bir damla, hatta bir hiç olmadan kurtulamaz. Aksine benlik fanusunu taşa çalarak gönlünün enginliğinde başkalarıyla birleşip kaynaştığı ve kendi dar dünyasının dışında ayrı bir heyete ulaştığında ise, hemen bir güneş, bir umman ve bir kainat halini alır. Birbiriyle birleşen yağmur damlalarının çağlayanlara dönüşmesi gibi onlarda adeta bir ırmak haline gelerek sonsuzlaşma yoluna girer ve değerler üstü değerlere yükselirler. Böyle bir birliğe ulaşamadıkları takdirde ise sadece dünyevi ve maddi değerlere bağlı kalırlar ki bunların kıymeti de kabir kapısına kadardır. Gün gelip ölünce, her şey biter; onlar da hazan yemiş yapraklar gibi savrulur giderler. Gönül bahçesinin gülleri, çiçekleri ise her zaman taptaze kalır ve kat'iyen sararıp solma bilmez.

İşte size, herşeyi dünyeviliğe bağlamış bir ruhun ızdıraplarını mırıldanan nefis bir çift söz:

Kimi vicdana dokundu, kimi cism u cana,
Zevk namıyla ne yaptımsa peşiman oldum.
(N. Kemal)


Bir de, etrafa gülücükler yağdıran ve tamamen gönlün sesi şu sözlere bakın:

Bu dünyada bütün çiçekler solar
Ve bütün kuşların ötüşleri de devamsızdır;
Ben ebedi sürecek yazları düşlüyorum.
Bu dünyada çok kimse, aşklarının,
Dostluklarının zevaline ağlar;
Ben ebetlere kadar sürecek sevgilileri düşünüyorum.
(Sully Prudhomme'nin Dünya adlı şiirinden)


Gelin şimdi de her şeyi engin bir temaşa zevkine bağlayan şu münacat gibi sözlere kulak verelim:

Faniyim, fani olanı istemem,
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu Rahman'a teslim eyledim gayr istemem!
İsterim, fakat bir Yar-ı Baki isterim
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim,
Hiç ender hiçim, fakat umum mevcudatı beraber isterim.
(Bediüzzaman)


İstenmeyen şeyler, iki adım ötede bizi bırakıp gidecek şeylerdir. İstenen ise, her zaman gönül ufkunda temaşa edilen Canan'dır. Kalb zirvelerine yükselip can gözüyle O'nu temaşa edenler, her şeyi bulmuş ve kurtulmuş sayılırlar. Böyle bir rasat noktasından habersiz yaşayanlar ise, ebediyyen hasret ve hicran içinde inler dururlar. Böyle bir şahikaya yükselmenin yolu ise, biyolojik hayat çeperinden sıyrılarak kalb ve ruhun hayat mertebelerine yönelmeye bağlıdır. Bu yolun en hızlı ve amudi (dikey) yükselme vasıtaları ise iman, tevhid ve marifetullah hakikatlarına karşı sürekli açık durmaktır.

1-) Tasavvuftaki yeri itibarıyla ayrıca üzerinde durulabilir.