๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 06 Eylül 2010, 16:27:25



Konu Başlığı: İslâmda Savaş ve Barış
Gönderen: Zehibe üzerinde 06 Eylül 2010, 16:27:25
İslâm'da Savaş ve Barış

Prof. Dr. Davut Aydüz





İslâm’da harp, yüce bir dava uğruna, fikir hürriyeti, düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılmıştır. Bununla beraber gerektiğinde sulha gitmeyi de ihmal etmemişlerdir. Çünkü sulh esas, harp ise tâlidir.

İslâm’da savaş; kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek için yapılmaz. İslâm’da savaş, genelde müdafaa eksenlidir. Cihad, Allah ile insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek, onların Allah ile buluşmalarını sağlama ameliyesidir. Savaş ise büyük ve kutsal bir hareket o­lan cihadın bir parçasıdır. Ama kaynaklarda cihad bazen savaş yerine de kul­lanılır. Yani cihad, savaşı da içine alan bir harekettir. Fakat savaş ke­limesi, cihadın ihtiva ettiği mânâyı tamamen kapsamaz. Cihad kıyamete kadar devam e­decek olan bir harekettir; kesintisizdir. İslâm’ın doğru anlaşılması, anlatılması, sevdirilmesi için ortaya konulan her türlü gayret cihadın kapsamına girmektedir. Savaş ise gerektiğinde İslâm düşmanları ile yapılan fiilî mücadelenin sadece bir kısmıdır.

Peygamber Efendimiz (sas), her zaman barışa önem vermiştir. Hudeybiye Barışı, O’nun hayatında büyük bir zaferdir. O Yüce Peygamber, kendisine her türlü kötülüğü yapmış, hicrete mecbur etmiş olan Mekkelilere şefkatle davranmış, Mekke’yi kan dökmeden fethetmiştir. Hâlbuki isteseydi Mekkelilerin hepsini kılıçtan geçirebilirdi. Ama bunu yapmamıştır, çünkü O (sas), rahmet pey­gamberidir.

İslâm’da Barış Esastır
İslâm’a şartlı bakan ve İslâm hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan bazı kimselerin iddia ettiği gibi, Müslümanlık bir kılıç ve kan dini değildir. Vâkıa Hz. Muhammed (sas) kılıç kullanmış ve O’nun böyle gönderileceği daha O gelmeden, geçmiş peygamberler tarafından haber verilmişti: Hz. İsa İncil’de, O’nu anlatırken şöyle der: “O’nun elinde sopası, kılıcı vardır.”1 Yani icabında hak edenlerle savaşacaktır.2 Fakat barış ve hoşgörü açısından Kur’ân’a bakınca, konuyla alâkalı onlarca âyet bulmak mümkündür. Kur’ân’da bazı hususî hâller müstesna, hep müsamaha ve barış görülür. İşte bu husus, İslâm dininin herkesi kucaklayıcı bir yanını, yani onun evrenselliğini göstermektedir. İslâmî mü­samahanın çerçevesi Ehl-i Kitab’a, hattâ bir mânâda kim olursa olsun, bütün dünya insanlarına kadar uzanmaktadır.

İslâm akidesi, sevgiye dayalı bir barış dinidir. İnsanlığın tamamını birbirleriyle tanışan, birbirini seven kardeşler hâline getirmeyi hedef edinir. Gayrimüslimler Müslümanlarla barış içinde yaşamayı isterlerse, İslâm ille de savaşı öngörmez. Zaten İslâm böyle düşmanca bir ortamı tasvip de etmez. Hattâ düşmanlık ânın­da bile gönüllerdeki sevgi tohumlarını muhafaza eder. O daima iyilikle muameleyi ve adaleti gözetmeyi öngö­rür.
İslâm, insanların yeryüzünde barış ve sükûnet için­de yaşamalarını temin eden bir dindir. İslâmî yaşantı­nın aslı ve temeli barıştır. Savaş ise ancak bir mecbu­riyet sonucu, yani başka türlü hareket etme imkânı kal­ma­dığı zaman söz konusu olur. Zîrâ İslâm, insanların dünya ve âhirette kurtuluşuna, huzurlu bir hayat sür­dür­melerine çalışır.

İslâm’da savaş ise yüce bir dava uğruna, fikir ve düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılır. Bununla beraber gerektiğinde barışa gitme de ihmal edilmez. Çünkü barış esas, savaş ise tâlidir: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208)

Evet, işte bu ve benzeri âyetler, Müslümanları barışa davet etmiş, onlara savaş hâlinde dahi itidal ve istikameti göstermiştir. Onun dışındaki sistemlerin ise savaşları canavarlık üstüne canavarlık, barışları da savaştan farklı olmamıştır.

İslâm’da İnsan Hayatının Önemi
Düşmanı, barışa doğru meylettirmeyi başar­dıkları her an Resûlullah (sas) barış yapmak için hazırdı. Zaten O (sas), hiçbir savaşı başlatmadı, ancak düşmanları tarafından sa­vaşa zorlandı. Savaşta asıl maksadı saldırıyı ön­lemek, zulmü ortadan kaldırmak ve yeryüzünde barışı ikame etmekti. Kur’ân bu prensibi şu âyetlerle izah eder: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfâl, 8/61), “Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır.”

Müslümanların asıl gayelerinden biri de dünyada barışı hâkim kılmak ol­duğundan, bu hedefe ulaşmada işbirliği yapmaya hazır ülkelerle barış ve nizamı sağlamak ve sürdürmek için her türlü çabayı gösterir. Bu tür bir ilişki kurmak isteyen her ülkeyle dostça bir antlaşmaya girmeye ve işbirliği yapmaya her zaman hazır ve isteklidir. Bu antlaşmayı ve şartlarını karşı taraf resmen bozmadıkça, kendisi de bozmaz. Antlaşmalara ve paktla­ra hürmet etmek, İslâm’ın temel bir prensibi olup, müminlerin bunları ihlâl etmelerine müsaade etmez. Bununla birlikle, karşı ta­raf antlaşmayı bozduğunda müminler artık antlaşmanın şartlarına bağlı olmayıp, serbestçe hareket etme hakkına sahiptirler. Uluslar arası ilişkilerde, İslâm Devleti müm­kün olduğu derecede gerek barış ve düzenin kurulması gerekse düşmanlık ve çatışmadan kaçınmak için elinden geleni yapar. An­cak anlaşmazlığı çözecek barışçı vasıtalar tükendiğinde savaşa katılır.

Peygamberimiz’e düşman olanlar O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer insanları barış ve saadet yoluna çağırmaktan alıkoydular ve O’na muhalefet ettiler. O’nu kötülediler, O’na ve sahabelerine işkence ettiler. Kötülüklerden rahatsızdı, fakat yine de onları barış yoluna çağırmaya devam etti ve onlara “Şimdi sen onlardan yüz çevir ve: ‘Selâm size!’ de.” (Zuhruf, 43/89) diye karşılık verdi. Onları Allah’ın kanunlarına itaat üzere barış ve güvenliğe getirmek için yaptığı mücadelede asla gevşeklik göstermedi.

İslâm, insan hayatına çok büyük önem ver­miş ve insan hayatını koru­mak ve kurtarmak için mümkün olan her şeyi yapmıştır. Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur: “Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın!” (En’âm, 6/151) Bu, Allah tarafından insan hayatının korunmuşluğunun ilân edilmesidir. Bir insan başkalarının yaşama hakkına saygı gösterdiği sürece, hiç kimseye onu öldürme izni verilmez.

Sevgili Peygamberimiz (sas) bu prensibi insanlara Ve­da Hutbesi’nde gayet açık bir şekilde anlatmıştır: “Bu gününüz, bu ayınız ve bu beldeniz saygı değer ve dokunulmaz olduğu gibi (aranızda) kanlarınız, canlarınız ve namusunuz da saygıdeğer ve dokunulmazdır.”3

Yine bir rivayette Peygamber Efendimiz (sas) en büyük günahların ara­sında Allah’a eş koşmak ve insan kanı dökmek olduğunu söylemiştir.4

CİHADIN FARZ KILINMASI
Peygamber Efendimiz (sas), Mekke döneminde fiilî mukabele ve mücadelede bulunmamıştı. Etrafını alan insanlara hep sükûnet, temkin ve sabır tavsiye etmişti. 13 sene, sinelere girip, gönülleri fethetmeye çalıştı. Evet, Peygamber Efendimiz, tam 13 sene, “dövene elsiz, sövene dilsiz ve İslâm yolunda gönülsüz gerek” dedi. Gözünün önünde insanlar öldürülüyor, dövülüyor, tartaklanıyordu. O (sas), kendi büyük sıkıntılarıyla beraber bunları da sinesine çekiyordu. Fakat Mekkeli kâfirler alabildiğine acımasızdı. Müminleri doğup büyüdükleri, azîz ve şerîf olarak yaşadıkları, rahat ve huzur içinde hayatlarını sürdürdükleri yuvalarından, çocuklarından koparıp başka yerlere hicret ettirdiler. Müslümanlar 500 km’lik bir yolu çölün sıcağında katetme mecburiyetinde kaldılar.

Evet, Müslümanları yurtlarından, yuvalarından ettikten sonra dahi bir türlü hınçlarını alamamışlardı. Bir gün aralarında daha ağır bir karara vardılar: “Onların mallarına, mülklerine el koyalım ve tarlalarını aramızda taksim edelim.”

Bir gün Mekkeliler, bütün bunlar yetmiyor gibi, yağmaladıkları Müslümanların mallarını taşıyan kervan Şam’a giderken, Medine’nin kenarından geçiyor ve âdeta “Bakın da yüreğiniz erisin!” diyorlardı... Bu arada Müslümanların deve ve koyunlarını da önlerine katıp götürmeyi ihmal etmiyorlardı.

Hicretten önce Müslümanların bütün bu çektikleri sıkıntı ve uğradıkları zulme karşı ne zaman fiilî cevap/mücadele için izin istense Allah Resûlü (sas): “Bana savaş henüz emredilmedi.” buyurarak ashabını sabırlı olmaya ve Allah’ın bu konudaki emrini beklemeye davet ediyordu.5

Sonunda Allah’ın beyanı imdatlarına şu âyetle yetişti: “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardı.” (Hac, 22/39-40)

Bu, savaşa izin veren ilk Kur’ân âyetidir. Bu âyetle, haksız yere yurtlarından sürülmüş Müslümanlara, yapılan saldırılara karşı ken­dilerini müdafaa etmek üzere silâhlanmaları­na müsaade edilmiştir. Bundan sonra gelen Kur’ân âyeti müdafaa için savaşmanın önem ve gereğini vurgulamakla kalmamış, aynı za­manda Müslümanlara savaşmalarını emretmiştir: “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)

Görüldüğü gibi savaşa önce izin, sonra emir verilmesi, İslâm’a ve ona bağlananlara karşı konulan düşmanca tavrın neticesinde olmuştur. Yani bu keyfiyet, bir mânâda akidesini ve din hürriyetini korumak için meşrû müdafaa hakkının gerektirdiği bir zarurettir. “Hoşunuza gitmediği hâlde size savaş farz kılındı.” (Bakara 2/216) âyetiyle “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.”6 hadîsi de bu hakikate işaret eder.
Binaenaleyh İslâm’da savaşın asıl hedefi, insanları öldürmek, ganimet kazanmak, yeryüzünü tahrip etmek değil; aksine, zulmü ortadan kaldırmak, gayrimüslimler için hidayete giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Bunun içindir ki İslâm, sömürme, emperyalist tutku­lar ve sırf devlet toprağını genişletme hevesine yönelik sa­vaş anlayışını kesinlikle reddeder.7,

İSLÂM’DA SAVAŞIN SEBEP VE HEDEFLERİ
İslâm’da savaşa, yalnızca belir­li şartlarda izin verilmiştir. Gayrimüslimlerle savaşı, ancak devlet başkanı, belli sebep ve hedeflere binaen ilân edebilir. Yoksa herhangi bir Müslüman veya bir grup, İslâm adına istediği zaman savaş ilân edemez, kendi kendine karar verip, terör ve intihar saldırısı düzenleyemez. Şimdi bu sebep ve hedefleri birkaç madde hâlinde sıralayalım:

a. Müdafaa/Savunma Savaşı (Meşrû Müdafaa)
İslâm, bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehdit eden, onu yok etmeye, öldürmeye çalışan mukabil güce karşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşrû kılar, hattâ bazı durumlarda onu emreder. Konuyla ilgili olarak şu âyetler son derece açıktır:

“Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac, 22/39) “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)

Ayrıca şu âyet-i kerîmeler, savunma savaşının meşrû­iyetine, hattâ mecburiyetine işaret etmektedir:
“...O hâlde kim size saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah bu müttakîlerle beraberdir.” (Bakara, 2/194)

b. Zulmü Durdurmak veya Haksızlığa Uğrayan Müslümanlara Yardım Savaşı
İslâm tarihindeki uygulamalara göre meşrû savaşların bir başka şekli de bir gayrimüslim devletin teb’ası olup zulme uğrayan ve hakları çiğnenen azınlık hâlindeki Müslümanların (mustaz’afların) yardım isteğine karşı girişilen savaştır. Fakat bu gayrimüslim devletle, kendisinden yardım istenilen İslâm devleti arasında bir saldırmazlık anlaşması mevcutsa, o takdirde Enfâl Sûresi’nin 72. âyetiyle düzenlenen hükme göre savaş ilişkisi söz konusu olamaz: “İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridir (malda da birbirlerinin vârisidirler). İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin için mirasta onlara hiçbir velayet yoktur. Bununla beraber eğer din hususunda sizden yardım isterlerse sizinle aralarında sözleşme bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla, onlara yardım etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.” Mevlâna Celâleddin Rumî, “Savaş, zalimlerin elindeki kılıcı almak için farz kılınmıştır.” der.

c. İrşad Hürriyeti
İslâm’da savaş ve cihad, İslâm dinini neşretme hürriyeti engellenirse, o hürriyeti muhafaza etmek ve sağlama almak için yapılır. İslâm dinini neşretmek için savaş yapılmaz! Hak ve hakikati neşretme hürriyeti engellenirse onun için savaş yapılır. Dünyanın dört bir yanında herkese İslâm mesajını ulaştırmaya mâni olunursa, işte o zaman bu engeller ortadan kaldırılmaya çalışılır. Çünkü engelleyenlerin böyle bir davranışları, insanların hür iradeleriyle Cennet’e gitmelerine mânidir. Yani cihad bir bakıma Allah ile kulları arasındaki engelleri kaldırmaktır.8

d. Yapılmış Bir Barış Anlaşmasının Düşman
Tarafından Bozulması Sonucu Başlayan Savaş
“Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamber’i vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı. Ne o, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Ama eğer mümin iseniz, asıl Allah’tan çekinmeniz gerekir.” (Tevbe, 9/12-13) âyetinden de anlaşılacağı üzere, barış anlaşmasını bozan düşmanı tedip maksadıyla savaş açılabilir ve açılmalıdır da. Hicretten sonra Kureyş’le başlayan savaş dönemi, 6. yıldaki Hudeybiye Anlaşması’yla sona ermişken, Kureyşlilerin ihlâliyle bu anlaşma da bozulmuştu. Resûl-i Ekrem (sas) bunun üzerine onları tedip gayesiyle Mekke’yi fethetmişti.

İslâm’da Savaşın Sebebi, Müslüman
Olmayanların Dine Dâhil Edilmesi Değildir
İslâm hukukçularının çoğunluğuna (cumhura) göre, savaşın illeti (sebebi, gerekçesi) düşmanın İslâm’a ve Müslümanların ülkesine karşı saldırıda bulunulmasıdır.9 Savaşın belirgin gerekçesi şudur: “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak (sakın) aşırı gitmeyin.” (Bakara, 2/190) Başka bir ifadeyle savaşın illeti, Müslüman olmayanların dine dâhil edilmesi değildir. Çünkü zaten Kur’ân bunu yasaklamıştır: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) Eğer öyle olsaydı, kadın-erkek, yaşlı-çocuk, din adamı-sivil ayrımı gözetilmeden gayrimüslim olan herkesin öldürülmesi gerekirdi ki, İslâm Tarihi’nde böyle bir hâdise olmamıştır. Müslümanlar istemediği hâlde düşmanla savaş durumu ortaya çıkmış olsa bile, kesin olarak kadınları, çocukları, yaşlıları, özürlüleri, din adamlarını ve hattâ savaşta aktif görev almayan sivil erkekleri öldürmemişler, katliam ve soykırım yapmamışlardır.
Netice itiba­riyle, İslâm’da barış esastır, savaş ise ârızî bir durumdur. İslâm hukukunda savaşların meşrûiyeti ise yukarıda saydığımız sebeplere bağlıdır. Bunun dışında kalan ve emperyalist maksatlara yönelik veya ganimet ve mal hırsıyla veya şahsî duyguların tat­mini ve şöhret kaygısıyla yapılan savaşlar meşrû olmadığı gibi, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya teşebbüs olarak nitelendirilmiş ve kötülenmiştir.

* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi


Dipnotlar
1. Kâdı İyâz, eş-Şifâ, Beyrut 1988, 1/234.
3. Buhârî, İstanbul ts., İlim 9; Müslim, İstanbul 1955, Hac 147.
4. Buhârî, Eymân 16. Ayrıca bk. Tirmizi, Mısır 1978, Tefsîru sûre 4.
5. Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1985, İsrâ suresi 53. ayetin tefsiri; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser yay., İstanbul 1979, Hac suresi 39. ayetin tesfiri.
6. Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20.
7. Nevevî, el-Alâkâtü’d-Devliyye, Beyrut 1974, s.48.
8. Gülen, Sonsuz Nur, II, 3-5.
9. Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1993, X/5.