๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 17:02:02



Konu Başlığı: Huzur arayışı ve yanlış adresler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 17:02:02
Huzur Arayışı ve Yanlış Adresler

Gerçek saadet, insan zihninin dağınıklık ve perişaniyetten kurtulması, insan kalbinin itminan ve istirahata ermesinden ibarettir. Onu, deniz kenarlarında, dağ başlarında, tenha koruluk ve koylarda arayanlar hep yanılmışlardır.
 
Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünyada yaşanan kargaşa, sıkıntı, samimiyetsizlik, bencillik ve koşuşturmadan uzaklaşma ve huzur, güven ve barış içinde bir hayat yaşamanın yollarını aramaktadır. Huzurun içe ait, ruh dünyasını ilgilendiren, mânevî ve psikolojik bir inanç ve deneyim olduğu; maddî imkân, iktidar, fizikî güç ve güzellik, hattâ ilim ve sanatla elde edilemediği anlaşıldıkça insanlar, alternatifler ve çareler aramaktadırlar. Aslında insanı böyle bir ihtiyaçla yaratan Yüce Allah, onun yanlışa düşmemesi için kitaplar göndermiş, peygamberler görevlendirmiştir. Ancak zaman zaman İlahî Mesaj’dan uzaklaşmalar yaşanmakta ve huzur yerine huzursuzluk kaynağı olan, insanları maddî ve manevî açıdan sömüren, aile dramlarına, intiharlara, psikolojik hastalıklara sebep olan yanlış düşünce ve akımlar meydana çıkmaktadır. Bunların önü alınmaz ve kitlelerin ihtiyacı doğru olanla giderilmezse toplumsal felâketler kaçınılmaz olacaktır.

Ülkemizde son zamanlarda kulağa hoş gelen, merak uyandıran ancak geniş halk kitlelerinin anlamlarını pek bilmediği bazı kavram ve uygulamalar basına yansımaktadır. İşin enteresan tarafı, her biri din görünümlü farklı bir inanç veya oluşuma ait bu uygulamaların sürekli huzur ve mutluluk sağlayacağı iddiasında olmalarıdır.

Maneviyattan uzak şekilde sadece teknolojik gelişmelerin ışığında bir toplum düzeni kurmanın çıkar yol olmadığını fark eden Batı dünyası, bunun bir neticesi olarak gençliği kurtarabilir ve bozulan aile düzenini yeniden tesis edebilir ümidiyle -belki fıtratın denge prensibi gereği- son zamanlarda mistik konulara ve metafizik akımlara büyük ilgi göstermektedir. Böyle bir ihtiyaç olmamasına rağmen, ülkemiz de maalesef bu akımlardan nasibini almış bulunmaktadır. Ülkemizde 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren belirginleşmeye başlayan yoga modası son birkaç yılda en yüksek seviyesine ulaştı. Yoga guruları1 ülkemize gelmekte, lüks otellerde pahalı seanslar düzenlemekte; onlarca kitap piyasaya çıkmakta, lüks semtlerde yoga salonları açılmakta, hattâ bazı kreşler çocuklara yoga ve meditasyon yaptırmakta; ünlü sanatçılar, politikacılar ve iş adamları yoga ve meditasyonun faydalarına yönelik beyanlarda bulunmaktadır. Bu arada işin hem siyasî, hem ekonomik, hem de dinî boyutu gündeme gelmektedir. Kısacası sosyal ve inanç çevremiz ciddi bir şekilde değişmekle kalmamakta, nereye varacağı kestirilemeyen bir kaosa doğru âdeta sürüklenmektedir.

Yazımızda, çok karmaşık olan ve bazı karanlık güçler tarafından programlı bir şekilde insanlığın önüne konulduğu intibaını veren bu inançların bir iki noktasını kısaca tahlil edip, aslında bu uygulamaların propagandası yapıldığı şekliyle insanı huzura kavuşturmaktan uzak olduklarına; son din İslâm’ın inanç ve pratik bakımından kıyamete kadar gelecek bütün insanların her türlü meşru huzur ve itminana ulaşmaları için yeterli olduğuna işaret etmeye çalışacağız.

İnsan Tabiatı ve Huzur Arayışı

Huzur aramak insan tabiatının bir gereğidir ve manevî bir keyfiyettir. Ne bunu insan fıtratından çıkarmak ne de maneviyatın dışında bir yolla tatmin etmek mümkündür. Huzur ve mutluluk başlı başına talip olunan birer değer olduklarından istismar edilmeleri de kolaydır. Onun için de huzur vaat eden hemen her düşünce ve uygulama ilgi odağı olmaktadır. Hattâ şöyle denilebilir: İlginin arttırılması için daha çok huzur ve benzeri kavramlar kullanılmaktadır. Meselâ meditasyon için şu propaganda yapılmaktadır: “Solunumla meditasyon, meditasyonun tüm yarar ve amaçlarını gerçekleştirmesi nedeniyle çok etkili bir yöntem olarak övülmektedir. Bu yarar ve amaçlara; daha enerjik oluş, sağlıklı yaşam, dengeli bir sinir sistemi, derin bir rahatlama, sükûnet, zihin açıklığı, duygu ve düşünceleri kontrol edebilme; konsantrasyonun, fiziksel gücün, ruhsal dengenin gelişmesi gibi haller girmektedir!”2

Fakat sayılanlar tek tek incelendiğinde vaat edilen hedeflere ulaşmanın âdeta imkânsız olduğu görülmektedir. Zîrâ hem insanın yaradılış gayesi, hem fizik ve psikolojik yapısı, hem çevre şartları, hem de genetik aktarımlar bu hedeflere ulaşmada ciddi engeller oluşturmaktadır. Elbette peygamberler ve veliler istisnadır. Dolayısıyla “... Ari’ler Yoga tekniklerini uygulayarak vücudun, duyguların ve zihnin hâkimi olup, doğadan kopmadan, Evrensel Ruhla devamlı temasta olmuşlardır.”3 şeklindeki cümlelerin herhangi bir objektif tespit ve kritere dayanmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Zîrâ kendilerinden geriye tarihî kayıtların kalmadığı ve binlerce yıl önce yaşamış kişi ve toplulukların nasıl yaşadıklarına dâir kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Öyle ise yoga yoluyla varılacağı söylenen hedeflerin hayal olduğu ve kişileri, aşırı güven, teslimiyet ve inançtan ötürü geçici bir rahatlamaya götürse bile, sonuçta boşlukla yüz yüze bırakıp psikolojik sıkıntılara sürükleyebileceği hesaba katılmalıdır.

Oysa din olarak İslâm’ın, dünyada olunması mümkün olabilecek kadar huzur ve mutluluğu sağlamaya vesile olduğu aşikârdır. İşin başında da doğru bir Allah inancı gelmektedir. Sözü edilen akımlara bakıldığında bu konuda ciddi sıkıntı ve yanlışlıklar içinde oldukları görülecektir. Kimisi Allah’a inanmamakta, kimisi kendileri gibi bir insanı tanrı edinmekte, kimisi şeytanı veya meleği tanrı telâkki etmekte, kimisi de tabiatta var olan taş, ağaç, güneş yıldız vb. şeyleri Tanrı kabul etmektedir. Panteistler gibi Tanrı’yı yok sayıp bütün varlığı Tanrı kabul edenler de bulunmaktadır. Bir Evrensel Ruh’tan söz edenler de bununla neyi kastettiklerini ve sözü edilen Ruh’un hangi özellikler taşıdığını belirtmeye yanaşmamaktadırlar. İşin felsefesini yapmaya kalkıştıklarında da tanrı olması mümkün olmayan hayalî bir varlık portresi çizmektedirler.

Öyle ise zâtı, isimleri, sıfatları ve şuunatı ile doğru bir Allah (tevhid) inancı, işin nirengi noktasını oluşturmaktadır. Allah-insan-kâinat ilişkisinin sağlam bir zemine oturtulması ise hem beklentilerimizi netleştirecek hem de nasıl yaşamamız gerektiğinin köşe taşlarını koyacaktır. Birkaç misâlle konu daha iyi anlaşılabilir: 1. İnsan hayatı dünyada yaşanandan ibaret olmadığı gibi, dünya hayatı ahirete nazaran çok kısadır. Ayrıca dünya çalışma ve hazırlanma yeridir. 2. Başta kalb olmak üzere kişiyi huzura kavuşturacak mânevî güç odakları (ruh, kalb, sır, hafî, ahfa gibi latifeler) ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olabilmektedir (Ra’d, 13/28). 3. Huzurun diğer bir kaynağı da insanlığa hizmet, paylaşma, diğergamlık, ibadet, adalet ve sağlam bir tevekkül anlayışıdır. Bunlara başka maddeler de eklemek mümkündür.

Dünya ve âhiret anlayışı, kendi içinde bir bütünlük oluşturmakta ve tevhid, nübüvvet ve ahiret prensiplerine dayanmaktadır. Tekrar etmek gerekirse, adı geçen akım ve düşüncelerin hedefledikleri hayat, sayılan prensiplere dayanmadığından kısır kalmakta ve geçici bazı faydalar sağlasa bile sonuçta kişiyi yanlışa sürükleme riski taşımaktadır. Bazı psikolojik hastalıklar ve toplu hâlde gerçekleşen intiharlar da bunu doğrular mahiyettedir.

Bir noktaya daha değinmek gerekir: Sonsuzluğa talip olan insan, ancak Cennet’teki sonsuz hayatla bütün duygu ve isteklerini karşılayabilecek bir nitelikte yaratılmıştır. Sözü edilen bazı akımlar da bu noktayı isabetle tespit etmiş olacaklar ki, bu dünyada Cennet hayatı yaşanacağını(!) ifade etmektedirler. Bu durum âhiret hayatını ve orada yaşanacakları inkâr etmek anlamına gelir. Oysa İlâhî dinler ve tarihî realite, bu dünyada yaşanan sıkıntı ve adaletsizliklerin âhiret hayatını gerektirdiğini ve orada hem mümin insanın bütün yönleri ile mükemmel ve eksiksiz olacağını hem de sonsuza kadar zirve seviyede mutlu yaşayacağını ortaya koymaktadır. Sonsuzluğa namzet insanı da ancak bu hayat tatmin eder. Ancak bu hayatın dünyada yaşanabileceği düşüncesine kapılmak, hedefe varmak için bütün yolların meşru sayılmasına sebep olacaktır ki, bunun da istismar ve aldatmaya kapı açacağı izahtan varestedir.

Eski Düşünce ve Medeniyetler

Bugün kimi kişilere çekici gelen akımların hemen bütünü, çok eski çağlarda yaşanmış ve tarihe karışmış öğreti, düşünce, medeniyet ve geleneklere dayanmaktadır. Hattâ cazip olmalarının bir sebebi de sık sık bu noktaya vurgu yapmalarıdır. Kimi Atlantis gibi eski medeniyetleri tekrar kurmakla görevli olduklarını,4 kimisi de Amon, Babil, Mu, Maya, Eski Mısır... gibi bazıları birer efsane olan medeniyetlerden söz ederek o dönemde yaşanan bazı pratiklerin ve o gün insanlığın içinde bulunduğu durum gereği gelişen, gizli kadîm ilimlerin günümüze taşınabileceğini söylemektedir. Oysa sözü edilen medeniyetlerin yaşandığı ortam ayniyle günümüze taşınamayacağı gibi insanlığın ruhî, kültürel ve zihnî kazanımları o günlerle kıyaslanmayacak derecede ilerlemiş ve başkalaşmıştır. Özellikle Efendimiz’in (sas) peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra insan hayatında birçok şey değişmiştir. Mesela din (İslâm), insanların mânevî ihtiyaçlarını karşılamada, semavî dinlerin tamamını da ihtiva edecek şekilde, eski hiçbir öğreti, pratik, düşünce ve dine gerek olmayacak şekilde kemâle ermiştir (Bak: Maide, 5/3).

Değişenlerden birisi de cin ve şeytanların daha önce kullandıkları bilgi edinme yollarının Hz. Peygamber’in (sas) bi’seti ile birlikte kapanmış olmasıdır. Kulak hırsızlığı ile elde edilen ve insanlara, bire bin katılarak ulaştırılan bu bilgilerin bir kısmı, net ve kesin olmamakla birlikte, ileriye dönük tahminlerin ipuçlarını ihtiva etmekteydi. Ancak Efendimiz’le birlikte bu yol ebediyen açılmayacak şekilde kapandı. Kur’ân-ı Kerim’de bu konu şöyle yer almaktadır: “Cinler dediler ki: “Biz göğe çıkmak istedik. Bir de ne görelim; orası sert ve kuvvetli bekçiler, şihablar, alevler, mermilerle doludur. Önceleri biz göğün bazı yerlerinde oturup dinleme merkezi edinirdik. Ama şimdi kim dinlemeye kalkışırsa, derhal kendini gözetleyip izleyen bir alevle karşılaşır” (Cin, 72/8-9, Ayrıca Bak: Hicr, 15/16-18, Saffat, 37/6-10).

Efendimiz’e (sas) ulaşıncaya kadar geçen eski medeniyetlerin hemen çoğunda cin ve şeytanların kırıntılar hâlinde insanlara ulaştırdığı bilgilerin, sihir ve benzeri ilimlerle geliştirilerek o günün insanını yoldan çıkarma gayret ve uygulamalarının olduğu bilinmektedir. Ancak insanlık başıboş bırakılmamış ve zaman zaman peygamberler görevlendirilmiştir. Bunun ötesinde sihir ve büyünün çok yaygın olduğu Babil’de Hz. Süleyman (a.s) döneminde, insanları kâhin ve büyücülerin şerrinden ve aldatmalarından korumak için bir de melekler görevlendirilmiştir. Harut ve Marut adında iki melek, büyünün dayandığı esas ve bilgileri halka öğretmiş ve bu bilgilerin kötüye kullanılma tehlikesinin de olduğunu hatırlatarak insanları uyarmışlardır (Bak: Bakara, 2/102).

Günümüzde tekrar diriltilmek istenen gizli ilimlerin, peygamberlere gönderilen İlâhî mesaj değil de cin ve şeytanların yalan yanlış insanların önüne koyduğu ve hidayete ermeyen kişilerin tâbi olduğu bu tür bilgilerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu tür akımlarda Şeytan’a sık sık vurgu yapılmasının sebebi bu olmalıdır. Aslında Şeytan, Cennette Hz. Âdem ve eşine bir anlık zelle şeklinde yaptırdığı ancak devamını başaramadığı isyan ve dalaleti, bu dünyada tamamlamak üzere kolları sıvamış bulunmaktadır. Satanizm ve benzerlerinin gerisinde bu düşüncenin olduğu da hesaba katılmalıdır.

Hz. Musa’nın yaşadığı dönemde Amon medeniyeti hâkimdi ve bu medeniyette büyücülük büyük bir rol oynamaktaydı.5 Ondan ötürü de Firavun, resmî rahipler olan büyücüleri Hz. Musa’nın karşısına çıkarmıştı. Hz. Musa da onların anlayacağı bir dille mucizeler göstererek hidayete ermelerine vesile olmuştu. Dikkat edilirse sözü edilen akımlar tarafından Amon medeniyetine vurgu yapılmakta ve tekrar diriltileceği, kurtuluşun bunda olduğu söylenmektedir. Ancak Hz. Muhammed’in (sas) bi’setinden sonra yanlış inanç ve pratikleriyle o dönemi tekrar insanlığın önüne koymak mümkün olmayacağı gibi, böyle bir girişim hem insanlığın varmış olduğu tekâmül seviyesini hem de zihnen ve ruhen gelişimini hesaba katmamak olacaktır.


Sırat-ı Müstakim veya Doğru Adres


Doğru adresin, konumuzla ilgili olan iki özelliğine daha değinmek istiyoruz. أَلاَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
"İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur, tatmin olur." (Ra›d, 13/28) âyet-i kerimesi şu şekilde izah edilmektedir:

"Evet, başkası ile değil ancak Allah'ın zikri ile yani Allah'ın öğrettiği zikir ile veya Allah'ı zikretmekle kalbler mutmain olur; gönüllerin ıstırabı sükûn bulur ve yatışır. Zîrâ her işin başı ve başlangıcı Allah olduğu gibi sonu da ancak Allah'a varır, O'nda son bulur ve bütün sebep ve vesileler Allah'a dayanır. Allah, üstü, ötesi olmayan, sınırlılık ve miktardan münezzeh olan en yüce olduğundan, gerek varlıkta (dış dünyada), gerek vicdanda (iç âlemde) ondan ötesi yoktur ki, fazla bir gayrete imkân ve ihtimal bulunsun. ‘Allah’ deyince fikirler araştırabilecekleri son noktaya varmış, mantıklar durmuş, bütün duygular, ümitler ve korkular son merciine dayanmış olur. Gönüller, Allah’tan başka yöneldikleri hangi şeye ulaşsa hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, tatmin olamaz, hiç birisi ruhun iştiyakını teskin, heyecanını tatmin edemez; dolayısıyla lezzet ve gıptada daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat ilâhi marifetten zevk almaya başladı mı bütün istek ve arzuların Allah’a raci olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir merci ve maksude geçmek mümkün olmaz. Onun içindir ki Allah’ı tanımayan ve Allah’ı zikretmeyen gafil kalpler hiç bir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru denilen saadeti ve itminanı bulamaz, çırpınır durur. Hem bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı visal heyecanı değil, fani sebeplerin, emellerin sarsılıp sarsılıp yıkılışından hâsıl olan bir hicran ve ıstırabıdır ki “Allah” demeyinceye kadar sürüp gider.”6

Evet, ebedlere namzet olarak yaratılmış olan insan, varlık deryasında öyle bir mahiyete sahiptir ki, Yaratıcı’sından başka bir şeyle tatmin olması mümkün değildir. Bu hakikati şu sözler ne güzel ifade etmektedir: “Sadece nefse hitap eden maddî hayatı bırak; kalb, ruh ve sırrın hayat derecelerine çık, bak, ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için ölü olan geçmiş, müstakbel, onlar için canlıdır, hayat sahibidir ve mevcuttur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla, bağır ve de ki:

Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı birden isterim!”
7

Zikir hem dil, hem kalb, hem bedenle yerine getirilen bir kulluk borcudur. Cenâbı Hakk’ı güzel isimleriyle yâd etmek, tesbihatlar, Kur’ân okumalar, dualar dil ile yapılan zikirdir. Allah’ın varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak ve düşünmek; basiret yoluyla uhrevî güzellikleri temâşâ etmek kalbî zikirdir. İlâhî emir ve yasakları, kulluk adına yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir. Öyleyse, bütün ibadetlerimiz de birer zikirdirler ve ancak bunları yapmakla huzur bulabiliriz.

Huzursuzluk ve tatminsizliğin temel sebeplerinden birisi de binlerce tecrübe ve olayla ispatlandığı gibi, arzu ve isteklerde gayr-i meşru yollara tevessül edilmesidir. Zîrâ her günah fıtrata terstir ve bu terslik er veya geç kişiyi huzursuz eder. Oysa helâl dairesi geniştir, keyfe kâfidir; harama girmeye lüzum yoktur ve bu disiplin her alanda geçerlidir. Yeme-içme, dinlenme gibi ihtiyaçların, diğer beşerî arzuların ve cismânî iştihaların hepsi Allah’ın meşru kıldığı dairede tatmin edilebilir. Haram şeytanın işidir; o, insandaki iştihayı kabartır, meşrunun dışında başka şeylere karşı insanın içinde arzu uyarır. Arzularının esiri olan insanlar da âyette ifade buyrulduğu gibi (A’raf, 7/179) maddî gözleri gördüğü hâlde kör gibi yaşarlar; kulakları vardır; ama hakikatleri duyamazlar; akıllı gibi görünseler de eşya ve hâdiseleri değerlendiremezler. Dolayısıyla da insanlık onur ve haysiyetiyle asla bağdaşmayacak işler yaparlar.

Ayrıca nefsin bütün arzularını yerine getirmek mümkün olmadığına göre, zîrâ hem imkânlar ve ömür sınırlıdır hem de insan ebed için yaratılmış ve ancak orada bütün arzuları tatmin olacaktır, bu arzulara bir sınır konulması kaçınılmazdır. O da Kitap ve Sünnet tarafından çizilen sınırdır ki “helâl dairesi geniştir, keyfe kâfidir; harama girmeye lüzum yoktur.”8 ifadesiyle özetlenmiştir. Burada dikkat çeken bir nokta da helâl dairesinin sadece ihtiyaçları karşılamakla sınırlı olmayıp bütün meşru zevk ve keyiflere de yeterli olacak kadar geniş olmasıdır.

Netice

Yukarıda geçen satırlarda kısaca Hz. Âdem’le (as) başlayan ve Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) kemâl derecesine ulaşan dinin kıyamete kadar, hangi kültür ve ortamda olurlarsa olsunlar (son din ve evrensellik ilkeleri gereği), bütün insanların her türlü manevî ihtiyaçlarını karşılamaya yeter yegâne yol olduğu; bunun dışında kalan yol ve yöntemlerin mutlaka bir taraftan eksik kaldığı özetle ifade edilmiş oldu. Durum böyle olunca da hiçbir mümin İslâm’ın dışında başka bir yola ihtiyaç duymaz ve onlarla tatmin olamayacağını bilir.


* Y.Y.Ü. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi

Dipnotlar

1. Guru, Yogizmi bir tarikata benzetecek olursak, tabir yerinde ise mürşidi anlamında kullanılmaktadır.
2. James Hewitt, Meditasyon, İst. 2000, 46.
3. Akif Manaf, Yoga, http://www.gizlibilimler.com/amanaf.htm’den alınmıştır.
4. Aksiyon, 30 Mart 2002, s. 382.
5. Bak. Ömer Faruk Harman, DİA, Firavun maddesi, 13/118.
6. Elmalılı, 4/2982.
7. Yirmi Altıncı Söz, 210.
8. On Birinci Şua, 951.
 
 

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce