๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 05 Eylül 2010, 02:48:29



Konu Başlığı: Haşir Bahsinin hallettiği
Gönderen: Zehibe üzerinde 05 Eylül 2010, 02:48:29
İnsan, kâinatın özü ve en kıymetli meyvesidir.

 

İnsanın bu kıymetinin başlıca sebeplerinden biri ve belki de en önemlisi ise; Yaratıcısının isim ve sıfatlarını kendi üzerinde gösterebilme gibi bir potansiyele,  diğer mahlûkata oranla en üst mertebede sahip olarak yaratılmasından ileri gelmektedir.

 

Tüm mahlûkattaki ve özelde de insandaki bu yeteneği, Risale-i Nur, yine insan için hayatın ve varlığın anlamına dair sorgulamaların bir anahtarı kılar. “Herbir şey, doğrudan doğruya bir bürhan-ı vahdaniyettir ve marifet-i İlahiyenin bir penceresidir.” (1) diyerek, var oluşun sebeplerini ve bu madde aleminde bulunuyor olmanın hikmetini, ya da bizatihi “mevcudiyeti”; Cenâb-ı Hakk’a ait isim ve sıfatlara “âyinedar” olabilmekle irtibatlandırır ve anlamlandırır.

 

Bu itibarla bakıldığında da bu alemdeki her varlığın, büyük-küçük ya da canlı-cansız fark etmez, “her şeyin” varlığı anlamlıdır, kıymetlidir. Çünkü her bir şeyin yaratılış sebeplerinden ve de hayat neticelerinden en önemlisi: Birer “sanat eseri” olarak, kendi vazifeleri ve yetenekleri ölçüsünde Yaratan’ı anlatıyor olmaktır.

 

Kur’ân’dan da mülhem bir metod olarak Risale-i Nur’da sıklıkla rastlanılabilecek ve:

 

“Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san'atkârsız bir san'at dahi mümkün değildir.”  (2) 

 

şeklinde özetlenebilecek bu sağlam mantık örgüsü; bu kainatı bütün mevcudatıyla beraber, Uluhiyetin olduğu kadar, diğer alemin bir şahidi de kılar. (3) “Madem dünya var... Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak âhiret de var.”  (4) gibi fikrî bir meydan okumadan süzülen sonuç cümleleriyle ifade edilen bu manaya göre, görebildiğimiz her “şey”; en yüksek seviyesi Rabbine âyinedarlık ve O’nu tanıtan bir “ayet olmak” üzere, alem-i bekaya yönelik çeşitli veçhelere sahip olmak gibi, daha bir çok hikmetle var edilmiştir yani.

 

Ne var ki bu durum, bir çelişkiyi ve devamında bir zorunluluğu/vucubiyeti de beraberinde getirmektedir.

 

“Bekâ sahibi” olan Yaratan’ı anlatabilmeyi, dünya ve içindekiler “fani ve kısıtlı” âyinedarlıklarıyla olsa olsa zayıf birer gölge olarak, dar bir çerçevede ve de ancak kısmen gerçekleştirebileceklerdir. İşte bu “geçici aleme” kıyasla, böyle muazzam bir vazifeyi yerine getirmeye ise ancak ve ancak “fâni olmayan bir alemin” aday olabileceğini; ve elbette ki bu fani özelliğinden dolayı da dünyanın, ahiretin bir “gölgesi ve numunesi” hükmünde olabileceği gerçeğini, Üstad Hz., Haşir Bahsi başta olmak üzere Risale-i Nur’un pek çok yerinde adeta gözler önüne serer.

 

Haşir vardır der.

 

Kainat, ancak ve ancak haşirle anlamlıdır der.

 

Ve devam eder gider Bediüzzaman Hazretlerinin çabası... Kaleme aldığı eserlerde haşirin gerekliliği, mahlukatın Esmâ-i İlahiye’ye söz konusu âyinedarlığı yanında diğer bazı yaratılış hikmetleriyle birlikte, inanılamayacak derecede zengin pek çok delille, izah ve ispat edilir.

 

Sözgelimi, bir mutlak adaletin; ya da içimizdeki “ebed arzusu ve duasının”;  veya numuneleri görülen asıl eserlerin ve asıl güzelliklerin; ya da dünya vazifesinden “terhis” gibi bir çok ‘durumun’ gerçekleşme mekanının ancak bir “dâr-ı beka” olabileceği gibi...  ve haşirin diğer bir çok “muktazileri” (gerekli kılan tüm sebepleri), ikna edici delillerle izah edilir bu eserlerde.

 

İzah edilir, çünkü haşir ve ahiret inancı, imanın temel taşlarından biri olmasının yanında; “erdemi” hayata yayamayan günümüzün faziletleri kendilerinden menkul düşüncelerinin aksine, hem toplum hayatındaki dayanışma, fedakarlık, haklara hürmet, sorumluluk gibi, hem de kişinin kendi iç alemindeki vicdan, şefkat, fedakârlık, ahlak, dürüstlük gibi daha pek çok gerçek faziletin de, ana kaynaklarındandır.

 

Dahası, haşir; çocukların, gençlerin, ihtiyarların, evli ya da bekarların, zenginlerin ve fakirlerin, toplumların veya fertlerin günlük yaşamlarında olsun; akıl, gönül ve vicdanlarında olsun; istikamete yönelten ve orada tutabilen, huzuru ve düzeni sağlayan, ve de kemalata ulaştırabilen sebeplerin de en kıymetlilerindendir...

 

Bunlar ve bunların yanında ahiret inancının “imanın her şartıyla” da direkt alakalı olması; ve haşre imanın, manevi cephede inşa edilecek bir şuur yapısının “ana amillerinden” biri hükmünde bulunması gibi “özlü” nedenler, ahirete imanın önemini ortaya koyar. Haşir Risale’si Müellifi bu durumu şöyle özetler:

 

 “İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delalet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler. İşte bu hakikat-ı haşriyenin azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhanları bulunduğu içindir ki; Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hemen hemen üçten birisini haşir ve âhiret teşkil ediyor ve onu bütün hakaikına temel taşı ve üss-ül esas yapıyor ve herşeyi onun üstüne bina ediyor.”  (5)

 

Nitekim böylesine muazzam bir öneme sahip olmasından dolayıdır ki, Haşir meselesi, insanın imanına ve insanlığına dayanak kılması gereken; bunun için de muhakkak bir surette üzerine araştırma, tekrar, mütalaa ve tefekkür gibi çabalara girmesi gereken çok önemli bir meselesidir.

 

Üstelik Bediüzzaman Hz.’inin de dikkat çektiği üzere bu mesele, Kur’ân’ın dava edindiği ana konulardan ve ‘hemen hemen üçten birisini’ oluşturan esas meselelerinden birisidir.

 

Kur’ân-ı Kerîm’in haşire verdiği önem, tebliğcisi olan Resul-u Ekrem aleyhisselatü vesselamın mesajının bütünlüğünde de kendisini hissettirir. Hadis kitaplarındaki haşire ve ahirete dair çok sayıda hadis-i şerifin bulunuyor olması, hiç kuşkusuz, (o dönemdeki) insanların (da) ahirete imana dair meseleleri ne denli merak ettiklerini; ve Hz. Peygamber aleyhisselatü vesselamın da, konunun öneminden dolayı defaatle meseleyi izaha gayret ettiğini göstermesi açısından manidardır.

 

İşte, Haşir ve Ahiret inancı gibi bir meseleyi ele almayı ve bunu bir de Risale-i Nur Külliyatını ve özellikle de bu külliyatın “Onuncu Söz” olan Haşir Bahsi’ni merkeze alarak incelemeyi gayret edinen eserler, haşirin tam da yukarıda işaret edilmeye çalışılan öneminden dolayı büyük değeri haizdirler.

 

Zira en başta diyebiliriz ki, mesele imana dairdir...

 

İmana, yani ‘aslî vazifemiz’ olan kulluğumuzu yerine getirebilmeye ve dolayısıyla da rıza-i İlahî’yi, daimî bir saadeti elde edebilmemize dairdir!... Üstelik Haşir ve Ahiretin, insanın o aslî vazifesini yerine getirebilmesini sağlayacak olan imanının selameti açısından olduğu kadar, o imanın diğer bütün rükünleri ve şartları açısından önemi ise, biraz düşünülünce hemen anlaşılacak şekilde ortadadır...

 

Örneğin, en sade tarifiyle, iman ve maneviyat ahireti, o ise haşiri gerektirmektedir!.

 

Ama ‘modern’ insanın haşir meselesini ‘halledebilmesi’ ve bu konudaki imanında şüphelerden, tereddütlerden kaçınabilmesi ise; tam da asrının getirdikleriyle tahrip olmuş zihnine, kalbine, dimağına hitap edebilecek bir kaynakla, yani bu haldeki bir dimağa Kur’ân hakikatlerini aktarabilecek “adanmış” bir kaynakla alakalıdır. Hem de konusunda uzman ve iddialı bir kaynakla...

 

İşte, diyebiliriz ki Risale-i Nur, haşir meselesini ele alırken zikrettiği deliller, örnekler ve tahliller açısından son derece zengin ve kapsamlı bir ilmî içerikle; “kitab-ı kebir-i kainata” muhatabiyet sunan derin tefekkürüyle; ve akla da kalbe de hitap edebilen şefkat dolu üslubuyla “meseleyi halletmektedir”!.

 

Ve üstelik bu meselede tam anlamıyla, hayranlık uyandıracak derecede de iddialıdır!.

 

Hem de, “Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat'î bir surette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.”  (6) diyecek derecede bir iddiadır bu!.

 

Dahası, "Haşir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez." denilerek, haşirin hep naklî (nakille gelen, akılla bilemeyeceğimiz) iman esaslarından biri olarak görülmesine; ve örneğin İbn-i Sinâ gibi: "İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" denilmesine rağmen böylesine iddialıdır Risale-i Nur.

 

Bu durumun sebebi ve “Onuncu Söz’ün” bu konuda takip ettiği metot ise, şöyle tarif edilmektedir:

 

“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î iz'an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.”  (7)

 

Elhasıl, “Haşir Bahsi” olan “Onuncu Söz’ü” ihlasla ve ciddiyetle okuyan herkesin; bu bahsin, söz konusu meselede aklı nasıl, “dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına aciz ve taklide mecbur”  halde bırakmadığını; bilakis, Risale-i Nur Külliyatı içerisindeki adeta ‘kök risalelerden’ biri olarak, ahireti nasıl da “hem akla, hem de kalbe” yaklaştırdığını, kabiliyetine göre az ya da çok, ama biiznillah mutlaka görebileceği ifade edilmektedir.

 

Yeter ki konu, “insaf ile mütalaa” edilebilsin...

 

Kaynakça:

1.      Mektubat, Envâr Neşr., İst. 1989, s.333.

2.      Asa-yı Musa, Envâr Neşr., İst., 2007, s.139.

3.      Bakara Süresi-2/164; Yunus Süresi-10/5;  Ra’d Süresi-13/3; Nahl Süresi-16/68-69; Câsiye Süresi-45/4-5; Kaf Süresi-50/6 gibi pek çok ayet-i kerime, kainatta gözler önüne serilen sanatın ve sanat eserlerinin; ‘görülemeyen’ hakikatleri ifade noktasında, “düşünen-akleden” topluluklar için nasıl da “görülebilen birer ayet” kılındıklarını haber vermektedirler. M.K.

4.      Sözler, Envâr Neşr., İst., 1996, s.87.

5.      Asa-yı Musa, a.g.e., s. 224 .

6.      Sözler, a.g.e., s.113.

7.      Sözler, a.g.e., s. 93.

Mustafa Kurt