Konu Başlığı: Göz alışkanlıklarını gözden geçirirken Gönderen: Hadice üzerinde 06 Aralık 2010, 16:31:50 GÖZ ALIŞKANLIKLARINI GÖZDEN GEÇÎRÎRKEN Doğduğumuz andan itibaren her çeşit nimetlerle donatılmış bir rızık sofrası ve her türlü sanatın sergilendiği bir sergi olan kâinata gözümüzü açmışız. Fakat yıllardır göre göre bizde bir göz alışkanlığı, bir ülfet, bir ünsiyet oluştuğu için bunlar bize bir anlam ifade etmiyor. Şu kâinata ve içindekilere alelade bir bakışla bakıyoruz. Sadece bakıyoruz. Çoğu zaman bakmıyoruz bile. Görmeden geçip gidiyoruz. Her gün doğan güneş, geceleri çıkan ay, yıldızlar, çiçekler, kuşlar bize çok sıradan ve basit şeyler gibi geliyor. Bir güneşin doğması ne demek? Güneş ismini verip, sadece ismini bilip, ismine ve görüntüsüne âşinâ olduğumu/, bu koca ısı ve ışık kütlesi de ne? Gökyüzünde koca bir kütle her gün çıkıyor, ısı ve ışık saçıyor, belli bir yol takip ederek gidiyor. Vakti gelince gözden kayboluyor ve karanlık yaratılıyor o gidince... Gökyüzünde uçan daire, ufo, gibi farklı şeyler arıyorlar kendilerine. Alışageldiklerinin dışında şeyler görmek için bakıyorlar gökyüzüne. Kaç zamandır doğan ve batan güneş, havada uçan kuş, karanlıkta parlayan yıldız bize ne kadar da basit, anlamsız ve sıradan işler gibi geliyor. İşte diyoruz. İşte yine sabah oldu. Bulaşık, çamaşır, temizlik, misafir ve bitmeyen işler. İşte yine akşam oldu. Yemek, bulaşık, azıcık havadan sudan sohbet biraz dedikodu, televizyon ve ardından sabaha kadar uyku Hayatı yaşayışımız bile alışageldiğimiz gibi. Sanki hep öyle olması gerekiyormuş gibi... Herşeyi, başta kendi hayat tarzımızı ve kâinattaki her şevi ne kadar da sıradanlaştırmışız böyle. Ne kadar da basite indirgemiş, anlamsızlaştırmışız. Hergün yeni bir sabah ve yeni bir akşam yaratan Rabbi bilmeden girdiğim sabah ve akşamlara acıyorum. Uyanıp da gözümü açar açmaz, "aa,!" diyorum. Sabah olmuş. Sanki kendi kendine sabah olmuş, ben de kendi kendime gözümü açıp sabaha düşmüşüm gibi... Çocukluğumdan beri insanların yaptığı gibi yaptım. Akşam olunca yattım. Sabah olunca da uyandım. Herkesin yaptığı gibi. Fakat dört beş senedir herkesin yaptığını yapmıyorum. Gece sabaha kadar oturup, düşüncelere boğuluyorum, sabahları uykuda geçiriyorum. İnsanlarınkini sıradan bulduğum için gece daha farklı şeyler yaşamak, onlar gibi olmamak için geceye atmışım kendimi. Ama geceyi ve sabahı yaratanı görmedikten sonra ha gece uyumuşum, ha gündüz. Gaflet aynı gaflet. Amacım sıradan bir hayat yaşamamak. Hayatın anlamını bulmak istiyorum. Bazen gecenin sessizliğinde dolaştım, bazen gündüzün cıvıltısında. Alışkanlıklarımdan kurtulduğum ve biraz düşünmeye başladığım her an, hayat bana birşeyler anlattı. Aslında hayat her an bize birşeyler anlatıyor da, biz duymuyoruz. Her an yeniden yaratılan kâinat ve her an milyonlarca hücrelerimle yeniden yaratılan, başka başka ruh hallerine giren ben. Kendi bilmecemi çözmek ve hayatın anlattıklarını dinlemek için bunca mücadelem. Fakat göz alışkanlıklarım çoğu zaman tefekkürlerimi öldürüyor. Bana bu dünyaya niçin geldiğimi unutturuyor. İşte böyle unutkan anlarımda nasıl bir tablo çiziyorum biliyormusunuz? Tekdüze, sıradan bir günüm, akşam olunca sabahın, sabah olunca akşamın dertleri, sıkıntılar, dumura uğramış duygular, darma dağın fikirler ve fikirsizlikler. Rüzgâra kapılıp da sağa sola savrulan, nereye gittiği bilinmeyen bir yaprak gibi. Rabbimin kâinata her an müdahale ettiğini, her an yeniden başka şekillerde yarattığını unutunca, o anlık da olsa sanki herşey tesadüfmüş gibi geliyor. Böylesine gafil anlarımda kendimi ortalıkta kalmış, kimsenin benden haberi yokmuş, kimse beni bilmez ve tanımaz, anlamazmış gibi hissediyorum. Ve dünyanın maddî dertleriyle hemhal olmuş buluyorum kendimi. Fakat aniden güneş gibi Rabbimin her an kâinatta ve benim zerrelerimde tasarruf ettiği, şu an içimden geçenleri bile bildiği aklıma gelince, "Oohh" diyorum. İyi ki sahipsiz değilim. İyi ki beni benden daha iyi bilen ve bana her an hayatın anlamını öğretecek mesajlar gönderen bir Rabbim var. İşte o zaman sevdiğimden bir haber diye diye bakıyorum etrafa. "Bana Rabbira-den ne haberler getirdiniz?" arayışıyla bakıyorum. Ve bütün karamsar bulutlar dağılıyor, zihnim berraklaşıyor, ne aradığını bilen bir durumda olmanın sevinciyle herşeye tekrar tekrar bakıyorum. En güzel yaşadığım zamanlarım işte bu zamanlar. Sonra yine gaflet başlıyor. Yine göz alışkanlıkları. Çünkü bu tefekkür hali hep sürmüyor. "Hayatımızı nasıl geçiriyoruz" diye sormalıyız kendimize. Hayatımızı, nerede, nasıl, kimlerle yaşıyoruz? Kaim ülfet per-deleriyle perdelenmişiz. Akşam olunca kâinata perdelerimizi kapattığımız gibi gönlümüzün perdelerini de kapatıyoruz. Sabah olunca kâinata açılan pencerelerimizin perdesini açıyoruz, ama gönlümüzdeki ve gözümüzdeki perdeleri açmayı unutuyoruz çoğu zaman. Lütfen hedeflerinizi tekrar gözden geçirin. Sabah olunca perdelerinizi nasıl bir dünyaya açıyorsunuz? Kendinize belirlediğiniz hedeflerle nasıl bir dünya kurdunuz? Hangi dünyanın özlemini yaşıyorsunuz içinizde? İyi para. getiren bir iş ya da öyle bir işe hazırlayacak bir okul, çok kazanan, güzel olan bir eş, bir ev bir araba... Hedeflerimiz neyse bizi o yönde peşinden koşturur. İnsan neyin sancısını, neyin derdini içinde taşıyorsa, o derdin çaresini arar. Eğer sırf maddi arzularımızın tatminine uğraşırsak, bu uğraşılar bizi manâdan uzaklaştırır. Üstüne üstlük maddi tatmin hiçbir zaman mümkün değildir. Bir milyonun fakiri olan ona kavuşunca beş milyonun fakiri oluyor. Maddi basamakların en sonuna da gelsek, en tepede yeni bir basamak olmasının hayalini kuruyoruz. Bugün öğle vakti, en lüks lokantaya en lüks arabayla gidip, en güzel yemekleri yiyin, akşam olmadan tekrar acıkırsınız. Mideniz yine içinizi kemirmeye başlar. Mideniz öğütecek birşeyler istiyor. Bu ister bir kuru simit olsun, ister şiş kebap. Onun için farketmez. Fakat bu, çoğu zaman bizim için farkediyor. Hep maddi imkânları düzeltmek uğruna, midemize daha ahım şahım yemekler, altımıza daha konforlu araba uğruna koşturup duruyoruz. Dünyanın kendine bakan yüzünde, maddi tatminsizlikler içinde ve bitmeyen arayışlar içinde hayatımızı öldürüyoruz. Maddemiz, bedenimiz hiçbir zaman tatmin olamaz, bunu bir anlayabilsek. Şimdiye dek yediğimiz onca güzel yemeği hatırlamıyoruz bile. Doyduğumuzu zannettiğimiz anda yine açız. Çünkü ruh midemiz, gönül midemiz, akıl midemiz hep unutuluyor tarafımızdan. Onların ihtiyacı olan manevî hakikatleri almıyoruz. Oysa ki asıl açlık çeken yanımız ve asıl arayış içinde olan yanımız onlar. Asıl hedefimizi hep unutuyoruz. Dünyanın Allah'a bakan yüzünü görmüyoruz. Dünya aslında bir ayna gibi, Rabbimizin isim ve sıfatlarını bize yansıtıyor, her an bize Ondan yüklü haberlerle geliyor. Ama Rabbi tanımak gibi bir derdimiz yoksa, göz alışkanlıklarımızdan kurtulamadan, gözümüzü mânâya kapalı tutarak yaşıyoruz. Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Daha önce hiç görmediğim, çok güzel ve ilginç bir çiçek getirdi. O çiçeği size tarif etmem mümkün değil. Renk renk döşenmiş bir avize gibi ya da havuzlarda yapılmış o kat kat fıskiyeler gibi ya da dört katlı, her katı değişik renklerde mumlarla döşenmiş süslü bir pasta gibi. Bu çiçeği anlatamam ama görünce gerçekten şok oldum ve üzerindeki sanata hayran oldum. Daha sonra şunu düşündüm: Niçin bir papatyada ya da bir gülde aynı şaşkınlığı duymuyorum? Nedeni göz alışkanlığı. Papatyayı, gülü, karanfili tanıyorum. Ülfet perdesinin aralanması için illâ da ilk defa göreceğimiz birşey gerekli ki hayretten donakalalım. Ve böylece bir çeşit şok tedavi uygulanmış olsun. Fakat her zaman ilk defa göreceğimiz birşey olmasını bekleyemeyiz. Bunun için alıştığımız bu dünyadan kurtulup, yeni bir âleme girmemiz gerekiyor. Bu yeni âleme nasıl mı gireceğiz? Dünyaya yeniden geldiğimizi farzedelim. Bütün bilgilerimizi, gördüklerimizi, öğrendiklerimizi bir kenara bırakıp, hepsini bir an için unutalım. Daha şimdi dünyaya gözümüzü açmışız gibi herşeye ilk kez bakalım. Güneşi ilk defa görüyormuş gibi, onu anlamaya ve hikmetlerini görmeye çalışarak bakalım. Serçeye, martıya ilk kez görenin gözüyle merakla bakalım. Yürüyen minik karıncayı ilk defa görelim. "Sanki daha önce hiç görmemiş, bu da ne?" der gibi. Ya da tam tersi güneşi, yıldızı, kuşu son kez görüyormuş gibi bakalım. Hani çoğumuz söyleriz, "İlk kıldığım namazı, ilk secdeye gidişimi hiç unutmam, ondaki haz bambaşkaydı" diye. Şimdilerde o ilk namazlar gibi kılamazsak bile, en azından o kıldığımız namazı son namaz olarak düşününce, namazı her an ölüm gelebilir hissiyle son namaz gibi kılınca daha dikkatli oluyoruz. İşte bunun yaratılan herşeye yansıması lazım. Herşeye ilk kez görenin gözüyle ya da son kez görenin gözüyle bakmamız gerekiyor. Hani şehirden çıkıp, şehir dışına uzak bir yolculuğa gidecekseniz, otobüsten son bir kez geri dönüp bakarsınız. O, öyle bir bakıştır ki her şeyi en ince ayrıntısına kadar süzer ve beynine kazır. Tefekkür etmeye kendimizi alıştırmalıyız. O gördüklerimizde Rabbimizden bize gönderilmiş, bizler için gizlenmiş mesajlar olduğunu bilerek, kendimizi, kâinatı ve Rabbimizi tanımak adına tefekkür etmeliyiz. İskeletlerin et giyerek canlanışını kaç kere gördünüz, ama hiç hayret etmediniz. Bahar gelince kupkuru dallar, iskelet olan ağaçlar yeşerir, yapraklanır, çeşitli renk, koku ve tatlarda meyvelerle dolar da kimse görmez. İnsan kemiğinin ya da kuş iskeletinin ete bürünmesini bekliyorlar hayret etmek için. O günler de gelecek. Ama o günler gelmeden önce o günlere dair gelen mesajları görmemiz gerekiyor. Sonbahar ve kış aylarında radyoya gelirken bir binanın duvarlarını kaplamış sarmaşık iskeletlerine dikkat ederdim. Özellikle bakardım ki bu kuru iskeletleri iyice göreyim ve baharda nasıl canlandığını iyice farkedeyim diye. Şimdi o duvardan sarkan kuru kemik misali, dallar yem yeşil yapraklarla dolu. Kupkuru asma dalları şimdi salkım salkım sulu üzümlerle dolu. Niçin görmüyoruz? İskeletlerin et giyerek canlanışlarını niçin farketmiyoruz? Belki belgesellerdeki gibi bir tohumun nasıl çiçek açtığını gösteren hızlı çekimleri görmemiz bizi daha çok hayret ettiriyor. Ama iyi ki kâinattaki durum böyle değil. Yoksa bahar sadece birkaç dakika sürerdi, gelmesiyle gitmesi bir olurdu. Üç ay boyunca bu dirilişi seyretme imkânımız var. Ama ilk kez görenin gözü, son kez bakanın hasreti varsa görürüz. Size bir avuç suyu havada tutun, desem bağlasanız durmaz. Havaya bir avuç su atın hemen yere düşüverir. Biz bir avuç suyu havada tutamazken, okyanuslardaki, denizlerdeki tonlarca su kimsenin ruhu bile duymadan buharlaştırılarak hava zerrelerine bindiriliyor ve yukarılara taşmıyor. Herbiri yağmur, kar olarak tekrar yaratılmak üzere bulutlara yükleniyor. Rüzgâr, aldığı emirle bulutları ite ite götürüyor, nerenin suya ihtiyacı varsa oraya bulutlan sıkıp, yağmuru boşaltıyor. Kökten toprağa bağımlı olan ağaç denizlere su içmeye gidecek durumda değildir. Ama başının üzerinde her zaman bir yağmur bulutu gezinir. Onu toprağa bağımlı yaratan Rabbi, ihtiyacını da üzerinde gezinen bulutlardan verir. Bunlar bizde alışkanlık yaptığından fazla ilginç gelmeyebilir. Ama daha ilginci de var. Yerçekimi kanunu olduğu için su yukarıya ancak buhar olup çıkabilir, su hiçbir zaman bir su olarak yukarı çıkmaz, dedik. Fakat bu, ağaçlar için geçerli değildir. Kökleriyle topraktan suyu emen ağaç, gövdesinden dalma, yapraklarına ve meyvelerine kadar suyu taşıyor. Yani su ağacın içinden yukarılara doğru, kökten yapraklara doğru çıkıyor. Bu suyu çıkarma işlemini de yapraklar yapıyor. Kökün gövdeye pompaladığı suyu, yapraklar da yukarı çekiyor. 50-100 m. yükseklikteki ağaçlarda bile, yerçekimine meydan okuyan bu suyu yukarı kaldırma hadisesi aynıdır. Aylardan Ağustos. Radyodan çıkıp evime giderken, yola düşmüş kocaman bir ağaç gölgesi gördüm ve biraz serinlik arayışıyla o gölgeden geçtim. Şöyle hafif bir esinti geldi yüzüme, hışırdadı yapraklar. Ağacın gölgesine adım attığım an, bu serinliği hissettim. Gölgeden çıktığım anda da yine güneşin kavurucu sıcağıyla muhatap oldum. O zaman şunu düşündüm: Rabbimiz gölgeye serinlik veriyor, gölgeye rüzgâr gönderiyor. Bir ağacın gölgesini arayanlar, yazın sıcağında serinlik istedikleri için arıyorlar. Çünkü gölgede serinlik yaratılıyor. Ağacın yaprakları oksijen deposu olmakla kalmaz, havadaki nemi alırlar. Yaprakları saran havadaki nem, yapraklar tarafından sıcakla buharlaştırılır. Bunun için daima serindir. Tıpkı bir göl kenarındaki serinlik gibi... İnsanlar da bu serinlikten büyük haz duyarlar. Çok sevdiğim ve değer verdiğim bir arkadaşım, İstanbul dışında bir üniversiteyi kazanıp gitmişti. Onun gideceğine yakın ben de tesettüre girmiştim. Önceki halimle şimdiki halim arasına da dağlar kadar fark girmişti. Bir ara mektuplaşıyorduk, daha sonra ondan hiç mektup gelmemeye başladı. Gözlerim kapı altlarına düşmüş anlamında, gelecek umuduyla mektubu beklemeye koyulmuştum. Mektubu bekliyordum, çünkü onun farklı ortamında, farklı insanlarla ne gibi değişiklikler yaşadığını öğrenmek istiyordum. Kendinden haber verecek birkaç satır istiyordum. Birgün merdivenlerde oturdum ve kapının altına gözlerimi dikip, her an gelebilir umuduyla mektubu beklemeye başladım. Aynı zamanda oturuşum, bu bendeki hâl nedir, düşünmek içindi. İyice gelecek mektubun merakını içimde büyütmüştüm. Bir yandan da geçmiş ve şimdiki zaman kıyaslaması yapıyordum. Neydik ne olduk muhasebesi. Sonra kendi kendime düşündüm. Değer verdiğin bir insandan gelecek bir mektup için bu ne hazırlık böyle? Ondan bir haber, kendine dair bir bilgi almak için bu ne bekleyiş? Oysaki hayatın anlamı bu değil. Benim dünyamda daha önemli şeyler olmalı, dedim. Her an duygularımla, ruh halimle değişen kendimi bırakmışım da kendimi tanımayı bırakmışım da, hummalı bir şekilde değişen o insanı tanıma çabasına girmişim. Sonra şunu düşündüm. Hayatta benim için yazılmış, bana gönderilmiş daha önemli mektuplar var. Mektup deyince dört köşeli, pullu damgalı ve onbeş günde zor gelen o nesneden başka şey gelmezdi aklıma. Ama daha önemli mektuplar buldum kendime okuyacak. "Bir iki kâğıt parçası bekleyeceğine, kalk da kâinattaki mektupları oku" dedim kendime. O mektuplardan ve o mektupları sana yazandan daha önemli ne olabilir? Sonra kalktım ve tek tefekkür mekânım olan balkona gelip bahçeyi seyretmeye başladım. Beni görünce beni tanıyan ve etrafıma gelen kumrular, bana miyavlayıp birşeyler isteyen kediler, desenlerini sergileyerek uçan rengârenk bir kelebek geldi sonra. Yan taraftaki balkonda biraz dinlenip gitti. O dinlenirken ben de hayran hayran onu seyrettim. Duvar dibinden çıkmış cılız bir çiçek gördüm. Cılızlığına ve acizliğine rağmen o da yaşıyordu işte. Sonra duvarda kımıldayan birşey gördüm. Baktım bir kertenkele. Hızlı hızlı gidiyor, ara da bir de durup ta gözümün içine bakıyordu birşey yapar mıyım korkusuyla. Minicik gözleriyle bana baktığını görünce o an gülesim geldi. Zaten insanlarla ve özellikle hayvanlarla göz göze gelmek çok garibime gidiyor. Ve gözlerde çok garip birşeyler olduğunu düşünüyorum. Bir insanla konuşurken niçin illâ da gözlerine bakıyoruz? Kedi bana miyavladığı zaman gözümün içine bakıyor ve görmemi istiyor. Ruh bu âlemi göz penceresinden seyrediyor kısacası. Üstelik insanın ya da hayvanın niyeti iyi mi, kötü mü gözünden ve yüz ifadesinden hemencecik anlaşılıyor. Gördünüz mü? Okunacak ne çok mektup varmış. Varmış da, dünyalık dertleri biriktiren bizlerde okuyacak hal, merakla bakacak göz ve anlayacak yürek kalmamış. Artık gelmeyen mektuplara kızmıyorum, artık o kâğıt parçalarına takılı kalmıyorum. Ruhumun sesini dinliyorum. "Sen kendin bir mektupsun. Sen kendi kitabını oku. Bugün sana ibret olarak bu yeter." Düşünmek için en iyi mekanlar tabiatın kendi içindedir. Bizler şehir gürültüsü içinde ve betonlar arasında yaşadığımız için tefekkür etmek, birşeyler görüp hayret etmek, üzerinde düşünmek pek mümkün olmuyor. Ama eğer gerçekten tefekkür etme gibi bir sancımız varsa, yani bunun özlemi ve arayışı içindey-sek, evimizde bile kendimize pekçok şeyler bulabiliriz. Evin içinde böyle bir sancı çekiyorsak dışarıya, geniş arazilere çıktığımız zaman da daha verimli bir şekilde gözlem yapabiliyoruz. Hülya Kartal |