๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 06 Eylül 2010, 16:07:19



Konu Başlığı: Fatiha Üzerine Mülahazalar
Gönderen: Zehibe üzerinde 06 Eylül 2010, 16:07:19
FATİHA ÜZERİNE MÜLAHAZALAR

Hikmet Işık


Şimdi, إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ denilip Cenâb-ı Hakk’tan yardım istenildiğinde, insanın gönlündeki hususlar mücerrettir; mutlak ma’nâda bir yardım kasdolunmaktadır. Halbuki اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ ile bu tecrîd, tayin edilerek müşahhas hâle getirilir. Bu müşahhas ifadenin altında ise şöyle bir talep sezilmektedir: “Meyil, düşünce ve hissiyatımızı hareket ettirip, bizi muradımızın en hayırlı olanına erdir.. ve bizi ilmî, amelî ve nazarî olarak aradığımıza ulaştır. Bizi dünya hayatında sürçtürme ve rızan istikametinde daîm ve kaîm eyle...” Belâgat ilminden az nasibi olan kimse, bu iki âyet arasındaki âhenk ve tenasübü zevkederek, ruhunda derin bir huzur aydınlığına ulaşır ve bu huzur aydınlığında, dileme ve dilenmenin esas mahiyetini kavrar.
Esasen bütün yollar, Allah’tan gelir ve Allah’a gider. Allah’a gitmeyen yol yoktur. Çünkü kâinatta birbirinin içinde, eğri büğrü veya düz bütün yollar, Allah’ın kanunlarının cereyan şeklinden ibarettir. Bir yol vardır içki içilir, bir yol vardır zina edilir, bir yol vardır o yolda insan öldürülür. Bütün bu yollar Allah’ın kanunudur. Ama bu yolların bazısından Allah’ın gazabına, bazısından da Allah’ın rızasına gidilir. Kâinatta, yerine, konuluşuna ve ilgili olduğu şey ve hâdiseye istinad edilen kanunlar vardır. Fakat, ilim adına cehl-i mürekkeb içinde bulunan bazı insanlar, belki de kasdî olarak, aslında kâinatta var olan bu kanunların sadece varlığından haber veren insanlara, bu kanunların mûcidi adını vermişlerdir. Halbuki bütün kâinatın ve kâinattaki kanunların şahâdeti ile kâinatı ve kâinattaki kanun ve hâdiseleri vaz’ ve îcad eden Vaz’-ı Hakîkî ve Mûcid, yalnız ve yalnız Allah’tır (cc). Bu kanunların varlığından haber veren bir insana hiçbir zaman mûcid denemez. Bu, büyük bir hatadır. Esasen kâşif de denemez. İlle de bunlara bir şey demek icâb ediyorsa; o da hatanın en hafifi ve doğruya en yakını yine “kâşif” kelimesi olmalıdır. Çünkü kâinatı bir fabrika halinde kuran, bir saat gibi işlettiren ve tâ ölüme kadar uzayıp giden bu yolu vaz’eden Allah’tır. Niçin insanın başı koptuğu zaman ölüyor? Çünkü bu, Allah’ın bir kanunudur... Kanun, Allah’tan gelir, Allah’a gider. Ama bazısının gelişi Allah’tandır da, gidişi Allah’ın gazabınadır. Ve yine kanun da vardır ki Allah’ın lütfuna gider. Namaz kılma, sadaka verme, iyilik yapma hep birer kanundur ve hepsi Allah’ın rızasına giderler. Öyleyse biz kâinatta hayrın-şerrin, güzelin-çirkinin, insanın içinde hoşnutluk veya burkuntu hasıl eden herşeyin iç içe olduğunu görüyor ve bütün bu iç içe olan şeylerin ötesinde Allah’ın tasarrufunu müşâhede ediyoruz.
“Kanunlar Allah tarafından vaz’edildi” diyor ve bununla şu neticeye varıyoruz: Her hayrın yanında bir şer ve her şerrin yanında bir hayır vardır. Çok kere hayır dediğimiz yolun esasen şerre, şer dediğimizin de bir hayra dayalı olduğunu görürüz. Hayır ve şerrin birbiriyle iç içe olduğu bu kanunları vaz’eden ise Allah’tır. Hırsıza yol gösterme de bir hidâyettir. Ve işte Cenâb-ı Hakk: فَاهْدُوهُمْ إِلَى صِرَاطِ الْجَحِيمِ “Onlar Cehennem yoluna hidâyet edin” (Saffât, 37/23) derken bu ma’nâya işaret buyurmaktadır. Onun içindir ki biz, Cenâb-ı Hakk’tan hidâyet isterken, bu yolun mutlak hayır yol olmasını ve neticede muradımıza ancak bu şartla ulaştırmasını istemiş oluyoruz. Yolun neticesinde bir hayır, ve hayır neticesinde de Allah’ın rızası yoksa, o yol Allah’ın belâsıdır. O yolda giden de Allah’ın belâsına maruz kalır.
İnsanın maddî yapısı çeşitli unsurlardan meydana getirilmiştir. Bu maddeler arasında ilk bakışta hoşa gidenler olduğu gibi, hoşa gitmeyenler de vardır. Fakat bunların hepsi belli bir hikmet ve gâye içindir.. ve bu maddelerden birinin eksikliği, bünyenin güç ve takattan düşmesine sebep teşkil eder. Ancak, bu kadar ehemmiyetli olan bu madde, yukarıda da söylediğimiz gibi, bizim için sevimsiz ve hatta tiksindirici durumda da olabilmektedir. İnsanın maddî yapısı böyle olduğu gibi, ruhî ve mânevî yapısı da böyledir. Evet, insanın bir yönünü meydana getiren his ve duygular arasında, çok sevimsiz ve tiksindirici olanları vardır. Meselâ insana verilen şehvet, öfke ve zaaf buudlu daha birçok duygular, ilk bakışta insanın içinde burkuntu hasıl ederler. Halbuki bunlar, hayrın içine karışmış birtakım şerlerden ibarettir.. ve Allah’ın yarattığı kanunlar dairesi içindeki yolların zarûri malzemeleridir ki, bunlarla bir yere gidilecektir. Eğer gidilecek yerde hayır düşünülüyorsa Allah’ın rızasına, ve eğer şer düşünülüyorsa Allah’ın gazabına gidilir.
Allah, insana bir şehvet duygusu vermiştir. Bu duygu ile kadın erkeğe, erkek de kadına karşı bir alâka duyar. Ve yine insanda, sevme duygusu ve bir mülk edinme duygusu vardır. Diğer bir duygu da öfke.. ve yanlış kullanıldığında milyonlarca insanın sapıtmasına sebep olan akıl... Bütün bunları insana veren Allah’tır.. ve insan, bütün bu duyguları olumsuz yönde de olumlu yönde de kullanabilmektedir. Bu duygular keyfiyette farklılık gösterse bile hayvanlara da verilmiştir. Ancak keyfiyetteki bu farklılık, küçümsenebilecek bir farklılık da değildir. Zira, bu duygular, insanoğlunda insanca, hayvanlarda da hayvancadır. Meselâ, insana verilen duygulara bir had ve sınır konulmadığı halde, hayvanların duygu ve hisleri belli bir sınırla sınırlandırılmıştır. İşte insana verilen bu duyguların bir ifrat, bir de tefrit yönü vardır.
Meselâ; insana hiç şehvet verilmeseydi, o, yemek istemeyecek, uykuya karşı ihtiyaç duymayacak, evlenmeyi düşünmeyecek, karşı cinslere arzu ve iştiyâkı olmayacak ve böylece nesil üremeyecek, dolayısıyla da insanlık tükenip gidecekti. Bir de bu işin ifrat durumu vardır. Bu durumda da insan saldırgandır, sınır tanımaz. Yukarıda geçen hadîs-i şerifte olduğu gibi harama bakan pencereleri açar, perdeleri kaldırır, sınırları aşar, haram dairesi içine girer ve Allah’ın hudutlarını ayaklar altına alır çiğner...
İşte, “şeriat, İslâm, doğru ve mûtedil yol” denilen sırât-ı müstakîm, bütün bu ifrat ve tefritlerden uzak bir orta yoldur. Bu İlâhî nizamı kendisine düstur edinenler de, sırât-ı müstakîm erbabı olarak vasıflandırılır. Kimdir bunlar? Bunlar haramdan tiksinti duyan ve helâle karşı istekli bulunan.. ve haram korkusuyla şüpheli olan şeyleri dahi yer yer terkeden Allah’ın mü’min kullarıdır.
Şehvet duygusunda gösterdikleri orta yol diğer duygularda da aynıdır. Onların dışında bulunanlar da, ya ifrat ya da tefrit içindedirler.
Irz, namus ve bütün mukaddesatı çiğnenirken öfkelenmeyen ve sadece suskun bir tepkiyle olanları sey-reden kimse, öfkenin tefritini yaşıyor demektir. Bir de, herşeye öfkelenen ve her hâdisede fırtına koparan tipler vardır ki, bunlar da işin ifratındadırlar. Halbuki mü’min, öfkelenecek şeylere karşı öfkelenir ve diğer hususlarda sabırlı davranır. Demek ki, eğer bu duygu verilmeseydi, pek büyük şer husule gelecekti... Belki öfke kendisi de şer gibi görünür, fakat bazen, bu şer birçok hayırlara dâyelik yapar. Bu hususta en güzel misâl Allah Resûlü’dür: Bir bedevi gelerek cübbesinin yakasından tutar ve çeker. Allah Resûlü gâyet sakin ve soğukkanlı sorar: “Ne istiyorsun?” Adam küstahca: “Hakkımı!” der. Ve Allah Resûlü (sav) mütebessim bir çehreyle yanındakilere: “Bu adama hakkını verin” buyurur.
Aynı insan, hakkın çiğnendiği ve hakikatin horlandığı bir yerde aslanlar gibi kükrer, o işin üzerine yürür ve hakkı hakim kılacağı âna kadar da dur-otur bilmezdi.
Onun içindir ki bütün vicdanıyla إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Resûller Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dır. Ve bütün vicdanıyla اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ diyen yine O’dur. Evet ulvî mahiyetiyle bu işe tam mazhar olan sadece ve sadece Allah Resûlü’dür. Sırât-ı müstakîm erbabı küçük mes’elelerden kızıp öfkelenmez. Ancak, vatanına, dinine, mukaddesatına saldırmalar karşısında da kayıtsız kalamaz. Bu denge bozulup alt üst olduğu zaman sırât-ı müstakîm erbabı ortadan kalkmış demektir. Bu durumda إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyen cemaat da yoktur. Cemaat gibi görünenler de kuru kalabalıktır. Ve öyleyse o cemaat مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ e inanmamıştır ve nimetleriyle yeryüzünü sofra haline getiren, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı tanımıyor demektir. Dolayısıyla her şeyi terbiyeye doğru sevk eden Âlemlerin Rabbi’nden habersizdir. Netice olarak da onlar, üzerlerinde Allah’ın gözetleyici olduğuna inanıyor sayılmazlar... Evet, sırasıyla ve tek kelime gibi, Fâtiha sûresinin içinde zincirleme olarak bütün bunları rahatlıkla takip edebiliriz...
Bir de akıl gücü vardır. Bu akıl gücünün ifratında diyalektik ve kuru mantık yapılır. Kitleler yanlış yollara sürüklenip götürülür, insanlık dalâlete atılır, yığın yığın yalanlar söylenir.. kitleler de şuursuz, hissiz katı cisimler gibi bunların arkalarından sürüklenir gider. Ta’dil edilmemiş bu mantık, aldatmada kullanılan bir mantıktır. Selim ve insaflı bir mantık sahibi kimse ise “Sözlerimi mihenge vurun; eğer yanlış ve kötü çıktıysa bana havale edin” diyerek gerçek mantığın ne işe yaradığını, mantığın tarik-i müstakîmini ve mantıkta doğru yolu tayin etmektedir. Mantığın bir de tefriti vardır. Evet, en basit mes’eleleri anlamama, akılsızlık ve bunaklık, mantığın tefritidir. Ve mantığın orta şekline gelince; kimseyi aldatmaz, kandırmaz, iyiyi kötü, kötüyü iyi göstermez; nasılsa, hangi fıtrata sahipse öyle görünmeye çalışır. Bu da mü’minin yoludur ki, Kur’ân’da: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ derken, bizim de günde kırk defa Allah’tan istediğimiz bu yolu kasteder.
Bir de kuvve-i tabiîye vardır. Evet, insan bir yönüyle de tabiat dediğimiz, Allah’ın yarattığı yaratılış ağacının bir meyvesidir. O, Allah’ın san’atlarının sergilenme yeri olan tabiattan sıyrılıp çıkmıştır. İnsan tabiata dönük yönüyle tabiatperest olur. Her şeyi tabiatın içinde arar ve kendi menşeine bağlar. Çevresinde meydana gelen her şeyin menşeini de kendi menşei gibi görür. Kâinatı, gözündeki gözlüğün rengine göre müşahede eder ve değerlendirir. Tarihî maddecilik, tabiatperestlik bu yanıltıcı esasların bağrında gelişmiştir. Aslında bu bir sapmadır. Evet insan, ma’nâ ve maddesiyle bu âlemden çıktığı için, hâliyle ona dönük olacaktır. Fakat bu mevzûda tabiata fazla yönelmenin doğuracağı zararların da bilinmesi lazımdır. En eski komünal sistemlerden Yahudi tabiatperestliğine; ondan tarihî maddeciliğe ve ondan da eksistansiyalistlerin hattâ modern naturalistlerden yeşillerin tabiatperestliğine kadar bütün akımlar tabiat adına ifrat etmiş ve âhengi bozmuşlardır.
Evet, bunlar “tabiata dönelim, gönlümüzce yaşayalım, fıtratı terketmeyelim, basit yiyip, basit içelim, insanların ve İlâhların vaz’ettikleri kanunları bırakalım, kayıt ve şart altında yaşamayalım” gibi söz ve mülâhazalarla ifratkârâne bir tabiatperestliğe kayıp gittiler ve insan-tabiat arası muvâzeneyi alt-üst ettiler.
Bir de tabiatı tamamen terk etme vardır. Yani doğrudan doğruya ona karşı olma... Evet böyle düşünenler ister septist ve sofist düşünceli, ister mistik düşünceli olsun, kâinat ve tabiata kapalı kalır, fıtratlarını, mebde’lerini ve menşe’lerini unutur, varlık, eşya ve bütün şuuna sırtları dönük yaşarlar. İçinde yetiştikleri fıtrat kanunlarına karşı alâkasız kaldıklarından bir gün gelir o çarklarla çarpışıverir ve silinir giderler. Halbuki o tabiat kitabını bir fabrika ve bir saat gibi düzenleyip çalıştıran Sâni-î Âzam, insanlarla kâinat arasında bir münasebet kurmuştur. Binaenaleyh, içine kapalı, tabiattan ve kâinattan kaçan kimse de bu mevzûda tefrite sürüklenmiş kimsedir. Aslında, çok defa ifratlar tefritleri, tefritler de ifratları doğurmuştur. Bir taraftan tabiatı tamamen terk etme, diğer taraftan bütün gücüyle tabiata sarılmayı netice vermiştir. Bu itibarla insanın tabiata dönüklüğünde de bir tefrit ve bir de ifrat vardır. Bu mevzûda da sırât-ı müstakîm, Resûl-i Ekrem (sav)’in ve O’nun ashâbının yoludur.
Hz. Ömer (ra) kâinatı çok iyi anlamıştı. Devlet nasıl idare edilir, onu gâyet iyi biliyordu. Bir asker, bir mücahit, aynı zamanda bir sofi, bir âbid ve bir zâhiddi. Dünyayı çok iyi anlamış, eşyanın tabiatına vâkıf ve onunla dengeli bir münasebeti vardı. Varlıkla içli-dışlı; ihtiyacı kadar yiyor, içiyor; dinlenip istirahat ediyor; evlenip yuva kuruyor ama, kat’iyen cismanî hayatı birinci iş ve gâye haline getirmiyordu. Şam eyaletini gezmeye gittiği zaman emanet olarak bir deveye binmiş, devenin üstündeki semer de aşındıra aşındıra şalvarını yırtmıştı. Büyük Ömer’in onu dikecek ipliği de yoktu. Orada bir pazardan iplik almış, bir tarafa oturup şalvarını dikmişti. Belki, giyeceği yeni bir şalvarı da yoktu; ama, o gün Ömer memleketimizden yirmi kat daha büyük bir devletin devlet reisi idi. Evet O, tabiat içinde fakat ne aşırılığa kaçarak haddinden fazla ona yöneliyor, ne de dengesiz zühd içinde onu terkedip Allah’a ve Allah’ın kanunlarına karşı geliyordu. İşte sırât-ı müstakîm erbabı!..
Allah (cc) insanoğlunu yarattı. Terbiye sıfatıyla terbiye edip kemâle doğru sevk etti. Rahmet sıfatıyla tecellî bu-yurup Rahmân ve Rahîmiyeti ile insanî kemâlâta yükseltti. Bizler, tâ anne karnından delikanlılık çağına kadar, rahmetle nasıl donatıldığımızı, yeryüzü ziyafet sofralarında nasıl çeşit çeşit nimetlerle perverde edildiğimizi, ağaçların başında bize gülümseyen meyvelerle nasıl cennet nimetlerine uyarıldığımızı duyuyor, hissediyor ve bu sonsuz nimetler karşısında Rabbülâlemîn’e hesap vereceğimizi düşünüyor, sonra da Din Gününün Sahibi’ne sığınıyor, O’ndan hidâyet talep ediyoruz.
Allah’tan hidâyet, hem seviyeli, şümullü, hem de her zaman talep edilmelidir. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ deyip imamın arkasında saf bağlayarak, Kâbe-i Muazzama’ya yönelip, hayalen Resûl-i Ekrem’in arkasında duruyor gibi, bîatını yenileyen bir cemaatin, evet bütün hissiyat ve benliğiyle Allah Resûlü’ne uyan bir cemaatin hidâyet talebinin ma’nâsı nedir? Biz hidâyette değil miyiz? Resûl-i Ekrem’in arkasında saf bağlayıp, kıbleye teveccüh etmedik mi? الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ derken âlemlerin Rabb’i olan Allah’a imânımızı ilân etmedik mi? Bütün bunları ettik ama yine hidâyet talep ediyor ve “Bizi doğru yola hidâyet eyle, refikimiz ol, sonuna kadar götür” diyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki, “hidâyet” kelimesinin zâhirî ma’nâsından başka bir ma’nâsı daha mevcuttur.. ve hidâyet seviye seviyedir. Sapmışlar ve günahkârlar, “Allah’ım bizi hidâyet et” derken, Kur’ân’ın tarif buyurduğu hidâyete ermeyi istemektedirler. Yarım yamalak inanmışlar ise, “bizi taklitten kurtar, bize tahkikin âb-ı hayatını içir ve eşyanın hakikatini göster” demekteler ve erdikleri hidâyetin kemâlini talep etmektedirler. Kemâle eren kimse ise; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ derken “Allah’ım hidâyetimi devam ettir, son deme, can boğaza gelinceye kadar emanetinde beni emin kıl, emin insan olarak emaneti Sana teslim etmeye beni muvaffak eyle” demektedir.
Bazen de gelip ruhumuzu saran, isteyerek veya istemeyerek ağzımızdan çıkıp kalbimizi yaralayan küfür sözleri, küfür düşünceleri olur. Kimbilir, hayalimiz günde kaç defa fıska girer ve arkasından da bizi sürükler götürür.. ve yine kimbilir kaç defa ulvî hislerimiz hayalin taktığı kancaya takılır da biz de onun arkasından sürüklenir gideriz. Gider de ulvî his, meleke ve kabiliyetlerimizi söndürüveririz. İşte böyle bir insan bu durumlar itibariyle günde kırk defa اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ demekle günah, dalâlet, küfür ve küfran adına; hayatına, mânevî yapısına, ruh ve kalb âlemine bulaşan is, pas, kir, toz ve toprağı süpürmek için o, şöyle demektedir: “Ya Rabbi! Sana hamd olsun ki, ben hidâyetteyim. Bu bir şükran hissi gerektirir. Ve bu hidâyetimin devam etmesi için çeşitli ârıza ve pürüzlerden arınmış ve uzak olmam gerekir. Halbuki ben beşerim. Nisyandan yaratılmışım, daima sürçüyor ve düşüyorum. İşte bu hataların beni batırmaması, günahların küfre götürmemesi için her dakika Sen’den hidâyet talep ediyorum.” Bunun içindir ki, mü’min olan bizler, gerek seviye itibariyle ve gerekse zaman kaydı altına girdiğimizden dolayı daima, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ deme mecburiyet ve mükellefiyetindeyiz.

1) Müsned, V,65; VI/288.