๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Eylül 2010, 21:38:23



Konu Başlığı: Fâtiha Sûresi ve Dua Âdâbı
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Eylül 2010, 21:38:23
Fâtiha Sûresi ve Dua Âdâbı

Mustafa Yılmaz


Fatiha, Kur’ân-ı Kerim’in, dolayısıyla bütün semavî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtiva eden, tam bir kitap genişliğinde mübarek bir sûredir.

Fâtiha Sûre-i Celîlesi değişik hususiyetleriyle, Kur’ân-ı Kerîm’in bir fihristi ve özeti gibidir. Onda, Kur’ân’ın tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet gibi temel konularının tamamına ya sarahaten temas edilmiş ya da bir işaret ve delâlette bulunulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in dünya ve ahiretle alâkalı hikmet, hüküm ve maksatları ve Cenâb-ı Allah ile kâinat ve insanlar arasındaki nispet ve rubûbiyet alâkası da çok belâgatli bir şekilde Fâtiha Sûresi’nde icmâlen yerini almıştır. Öyle ki, bu sûrenin ilk yarısı Mekkî, son yarısı da Medenî hükümleri temsil eder gibidir. Bu ölçüde geniş bir muhtevaya sahip olan Fâtiha Sûresi’nin o genişlik nispetinde pek çok hususiyet ve faziletleri olması da pek tabiîdir.

Fâtiha Sûresi’nin, engin muhteva ve çok hususiyetlerine işaret eden değişik isimleri vardır. Şüphesiz bu isimler de Kur’ân’ın bu ilk sûresinin üstünlük ve şerefine delâlet ederler. Zîrâ isimlerin çokluğu müsemmanın faziletine ayrı bir delildir. Örnek olarak bu isimlerden birkaç tanesini zikredecek olursak, ona her şeyin başı ve esası mânâsında “Fâtiha” denilmiştir. Maddî-mânevî, ferdî-içtimâî pek çok dertlere derman olması itibariyle “Şâfiye”, insanlığın bütün problem ve sıkıntılarına yeterli bir reçete olması cihetiyle “Kâfiye”, bütün kitapların fihristi ve Kur’ânî hakikatlerin ezelî bir hülâsası olması yönüyle de “Ümmü’l-Kitâb” isimleri verilmiştir.1 İmam Süyûtî (rahmetullahi aleyh) Kur’ân ilimlerine dair kaleme aldığı el-İtkan adlı eserinde bu mübarek isimlerin sayısını yirmi beşe kadar çıkarmış ve “Tespit edebildiklerim bunlardır; bu zamana kadar da hiçbir kitapta bu kadar isim yer almamış.” demiştir.2

Fâtiha Sûresi’nin isimlerinden “Dua, Münacaat, Hamd, Şükür, Rukye, Şifa, Şâfiye, Suâl (isteme) ve Ta’lim-i Mes’ele” gibi pek çoğunun dua ile doğrudan alâkalı olması ayrıca dikkatleri çeken bir husustur. Duanın, Kur’ân-ı Kerîm’deki ehemmiyetli yerine işaret etmesi bakımından üzerinde durulması icap eder. Fakat, biz burada Fâtiha Sûresi’nin isimlerinden biri olan “Ta’lim-i Mes’ele”3 üzerinde durmaya çalışacağız.

Ta’lîm-i Mes’ele
Bu ismin Fâtiha Sûresi’ne verilmiş olması, onun okuyup tefekkürde bulunanlara, Cenâb-ı Hakk’a dua etmeyi ve dua âdâbını öğretiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Ta’lîm; öğretme, ders verme ve yetiştirme gibi mânâlara gelir. Mes’ele ise “suâl” ile aynı kökten olup istemek ve dilenmek mânâsındadır. Türkçemizde soruya suâl denmesi de cevabını istemek münasebetiyledir. Nitekim, Duhâ Sûre-i Celîlesi’nin onuncu âyet-i kerîmesinde geçen “es-sâil” kelimesi hem dilenen hem de soran mânâsına tefsir edilmiştir.

Dua âciz ve muhtaç durumdaki bir kulun, Kudreti Sonsuz Ğaniy-yi Mutlak’a yönelişini ve O’ndan taleplerini ifade eden çok cami bir ibadetin ismidir. Bu yöneliş ve talepte kulun bir edep dairesinde hareket etmesi, tavır ve davranışlarını o edebin gereklerine göre ayarlaması –ki biz ona dua âdâbı diyebiliriz- o teveccüh ve isteklerin icabetle karşılanması için en önemli şarttır. Aksine en büyük huzurda yapılan edebe muhalif küçük gibi görünen bir inhiraf bile o huzura karşı büyük bir saygısızlık addedilir/addedilmelidir. Binaenaleyh kul, Rabbinin huzurunda nasıl duracağını bilmek ve o mârifete göre hareket etmek durumundadır.

Mârifet ya da Allah Bilgisi
Fâtiha Sûre-i Celîlesi’nin ilk âyeti, الرَّحِيمِ الرَّحْمٰنِ اللّٰهِ بِسْمِ dir. Besmelenin anlamı, “Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla” şeklindedir ki, biz konumuzla alâkalı olarak bu âyet-i kerîmeden, her hayırlı işimizde olduğu gibi duaya başlarken de Allah’ın (azze ve celle) mübarek ismini zikretmemiz gerektiğini öğreniriz. Zîrâ, bilir ve inanırız ki, Allah’ın ismiyle başlanmayan her iş neticesiz kalmaya mahkûmdur.

Fâtiha Sûresi’nin iki, üç ve dördüncü âyet-i kerîmelerinde, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “Bütün hamdler, Âlemlerin Rabbi Allah’adır. O Rahmân’dır, Rahîm’dir. Din (hesap) gününün tek mâliki de O’dur” buyrulmuştur. Cenâb-ı Hak, arz-ı hâlde bulunacağımız hususlarla Dergâh-ı İzzet’ine varmadan önce bu hakîkatleri ikrar etmemizi, yani dilimizle söylememizi ve o hakîkatlerin özüne muttali olmamızı emretmektedir. Bu bir ta’limdir. Zaten pek çok müfessire göre sûrenin başında, zikredilmeyen ama takdir edilen bir “قُلْ/Söyle” emri vardır ki, ta’lime işaret eder.

Bu âyetleri okuyan mü’min, Allah Teâlâ’nın, bütün âlemlerin yegâne Rabbi olduğunu, topyekün varlığın O’nun emri ve izniyle vücut bulduğunu ve yine O’nun Kayyûmiyetiyle ayakta durduğunu anlar. Dolayısıyla o varlığın bir cüz’ü olarak içindeki şükran ve hamd ü sena hislerini sadece O’na tevcîh eder. Yine, âlemlerin O Yaratıcı’ya işaret eden alemlerle (işaret) lebâleb dolu olduğunu, binaenaleyh bütün mahlûkatın kendi lisanlarıyla Allah’a (celle celâlüh) teşekkürlerini sunduğunu anlar. Zaten kâinattaki mevcûdatın yaratılmasından maksat da Hakk’a ibadettir.

Sonra Yüce Yaratıcı’nın Rahmâniyet ve Rahîm-iyetini tefekkür eder. Anlar ki, bütün kâinatla birlikte kendisini vücut sahasına çıkaran zât, vücut vermekle daha başta rahmet ve şefkatini göstermiştir. Ayrıca o rahmet, re’fet ve şefkat kesilmemiş, devam etmektedir. Rahmet tecellîlerinin akışında bir kesinti gözükmemekte, aksine bütün varlık âlemi o merhametin cilveleriyle şenlenip durmaktadır. Bu kısacık dünya hayatındaki Rahmâniyet tecellîleri, arz-ı hâlde bulunacak mü’min için ahirette Rahîmiyet tecellîleri olarak devam edecek ve rahmet ve merhametin aslı o bekâ yurdunda görülecektir.

Rahmân, Rahîm ve Âlemlerin Rabbi Allah, aynı zamanda Din Gününün de Mâliki, Sahibidir. Sevdiği kullarını rahmet ve şefkatiyle asıl orada sevindirecek, burada tattırdığı nimetlerinin asıllarını orada yedirecektir. O’nun, izzet ve azametine perde vazifesi gören sebeplerin aradan çekilmesiyle, dünya ve ukbâ âlemlerinin yegâne Sahibi olduğu herkes tarafından ayan-beyan görülecek, işte o zaman inanmayanlar âh u vahlarla inlerken, inananlar imanlarının hazlarını gönüllerinde bir kez daha hem de en derinden duyacaklardır.

Allah Teâla’nın Rabb, Rahmân, Rahîm, Mâlik gibi güzel isim ve sıfatlarını duyan ve onların tecellîlerini görüp hisseden bir mü’min, elbette O Zât-ı zü’l-Celâl ve’l-Cemâl’in daha başka birbirinden güzel isim ve sıfatları ve o isim ve sıfatların farklı farklı tecellîleri olduğunu anlar. Bundan hareketle O Zât-ı Akdesi, kâinatı cilveleriyle dolduran esmâsıyla tanımaya çalışır.

Bu ve emsali mülâhazalar, inanç ve düşünceler Fâtiha Sûresi’nin ilk üç âyetinde inananlara ta’lim buyurulan mârifet bilgileridir. İşte, Hakk’ın yüce huzuruna varıp da tezellülde bulunup ihtiyaçlarını arzedecek olan kulun, önce bu mârifet bilgileriyle kalbini doldurması ve Cenâb-ı Hakk’ın ululuğuna yakışır hamd ü sena ifadeleriyle duasına başlaması icap eder.

Yalnız O’na Kulluk ve Dua
Fâtiha Sûresi’nin beşinci âyet-i kerîmesinde de Cenâb-ı Hak, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ buyurur. Meâl-i münîfi, “Yalnız Sana kullukta bulunur, yalnız Senden yardım dileniriz.” şeklindedir. Bu âyet-i kerîmeyi okuyan mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın ilk üç âyette zikrettiği esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâsını hatırlar ve Rabbine yönelişini “Yalnız Sana kullukta bulunuruz.” diyerek gerçekleştirir. Zîrâ bilir ki, Ma’bûd-u bi’l-hak yalnız Allah’tır. Eksiği-gediğiyle kulluğunu kabul edecek rahmet ve merhametin sahibi de O’dur. Yapılan kulluğa mükâfat verebilecek yegâne zât da ancak Âhiretin sahibi Mâlikü’l-Mülk Allah olabilir. Burada, Yüce Yaratıcı’nın her şeyin mâliki olduğu bir kez daha hatırına gelir ve yardımı, güç ve kuvvetleri sınırlı vâsıta, vesîle ve sebeplerden değil de bitmez, tükenmez, galebe edilemez havl ve kuvvetin sahibi Cenâb-ı Allah’tan ister. “Yalnız Senden yardım dileniriz.” diye Rabbine yalvarır. Evet, kat’iyen ara-sıra açılıp kapanan kapıların eşiğine yüz sürmez. Her zaman kapıları açık bir Fâtihü’l-Ebvâb olan Allah’ın Yüce Dergâh’ının eşiğine baş koyar. Zîrâ o kapıdan hiçbir zaman eli boş, haybet ve hüsran içinde dönmeyeceğini bilir. “Yalnız Sana…” demek aynı zamanda ihlâslı olmanın da ifadesidir ve ihlâs her ibadette olduğu gibi duanın kabulü için de olmazsa olmaz bir şarttır.

Dergâh-ı İzzet’in önünde duran kul, bu mülâhaza-larını seslendirirken Rabbi’nin ta’limine uyarak, “ben” yerine “biz” der. Âdeta tek başına huzur-u İlâhi’ye varmaktan hicab eder. Eder de ya vücudundaki bütün uzuvları mülâhazaya alarak hepsinin hesabına “biz” der. Ya kendisini, Allah’a inanan kullardan müteşekkil çok geniş bir dairenin içerisinde düşünerek “biz” diye seslenir. Ya da mevcudatta, Allah’ı tesbîh edip duran bütün yaratılmışlarla beraber huzur-u âlîde bulunduğunu tefekkür eder ve “biz” der.4 Burada duaların külliyet kesbetmesi ve külliyet kesbetmiş olan yakarışların Hak nezdinde daha çok ve daha çabuk kabul gördüğü mülâhazası da düşünülebilir.

Diğer bir husus da şudur: Kulluk bilindiği üzere çerçevesi çok geniş bir kavramdır. “Yalnız Sana kulluk ederiz.” beyanıyla Cenâb-ı Allah’a kulluğunu ikrar eden mü’min, duasına mevzu’ yaptığı konu ya da konularda sebepler adına ortaya koyması gereken amelleri yaptığını ifade etmiş ya da yapacağına söz vermiş demektir. Çünkü kavlî (dille yapılan) duanın makbûliyeti sebepler açısından düşünüldüğünde fiilî duanın yapılmış olmasına bağlıdır. Tarlasına tohum ekmeden ürün isteyen bir çiftçiye de Cenâb-ı Hak hususî hazinelerinden ürün verebilir; ama âdet-i İlâhiye açısından ürün alabilmek için önce toprağa tohum atmak, sonra da Cenâb-ı Hakk’a el açmak gerekir.

Ayrıca, “yalnız Sen’den yardım dileriz.” diyen mü'min bir istiânede bulunmuş olmaktadır. İstiâne de anlaşılacağı üzere yardım istemektir. Cenâb-ı Allah isteme duygusunu kullarının içine atmıştır. Mü’mine düşen irâdî olarak bu isteği işler hâle getirmesidir. İşte bu isteme de duanın bir yönünü teşkil eder. Cenâb-ı Hak Kur’ân’ın ve Rasûlü’nün lisanıyla, dua etmelerini başka yerlerde kullarına açıkça ferman buyurduğu gibi Fâtiha Sûresinde de bu şekilde emretmiş olmaktadır.

Taleplerin En Yücesi
Altıncı âyet-i kerîmede, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ buyurulmuştur ki, “Bizi sırat-ı müstakîme hidayet et.” mealindedir. Dosdoğru yol da diyebileceğimiz sırat-ı müstakîme hidayet, kulun bir mânâda Rabbinden ilk talebi olmaktadır. Rabbinin mârifetine eren, ne kadar yüce bir huzurda bulunduğunu anlayan ve esmâ ve sıfatlarıyla O’nu senâ eden mü’min kul, bu şuur içerisinde artık dileklerini dillendirmeye başlamıştır. Şüphesiz bu hidayet talebi, taleplerin en güzelidir. Zîrâ hidayet ve sırat-ı müstakîm pek çok güzelliği içine alan çok kuşatıcı kavramlardır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İşârâtü’l-İ’caz adlı eserinde bu genişliğe şu vecîz cümlelerle işaret eder:
نَسْتَعِينُ ile yardım talep edilirken makam gereği, ‘ne istiyorsun?’ diye takdîr edilen sual اِهْدِنَا ile cevaplandırılmıştır. اِهْدِنَا ile istenilen şeylerin ayrı ayrı olması اِهْدِنَا mânâsının da ayrı ayrı olmasını icap eder. Sanki اِهْدِنَا dört mastardan müştaktır. Meselâ, bir mü’min hidayeti isterse, اِهْدِنَا sebat ve devam mânâsını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade mânâsını, fakir olan isterse verme mânâsını, zayıf olan isterse yardım ve muvaffak kılma mânâsını ifade eder. (…) En büyük hidayet, perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.”5

Hidayet talebinin büyüklüğüne, merhum Allâme Elmalılı Hamdi Yazır daha farklı bir açıdan temas etmiştir. Biraz sadeleştirerek onun engin mülâhazalarını da buraya almakta fayda görüyoruz:
“Nimetin yoluna nâil olmak en büyük nimettir. Çünkü herhangi bir nimetin yoluna nâil olmak o nimete bir kere değil daima nâil olmayı netice verir. Cenâb-ı Allah’tan, ‘Yâ Rab! Bana şu nimeti ver.’ diyerek istiânede bulunmak pek küçük bir talep olur. Hatta ‘Her nimeti ver.’ demek bile böyledir. Zîrâ bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her zaman devamı temin edilmiş olmaz. Fakat ‘Şu nimetin yolunu lütfet ve o yolda sebat nasip eyle.’ diyerek talepte bulunulacak olursa, bu dua kabul olduğu zaman o nimet bir kere değil ilânihaye elde edilmiş olur. Yolların en büyüğü de İlâhî yardımı elde etme yoludur. Bunun en kısası da sırat-ı müstakîmdir. Zîrâ o bulununca bütün nimetlerin yolu bulunmuş olur. Nimetlerin yolu elde edildikten sonra da o nimetlerin hepsine erilir.6

Yine “sırat-ı müstakîm” de başka kelimelerle ifade edilemeyecek kadar yüce bir taleptir. Çünkü onun muhtevasında Allah’ın yolu, hak yol, orta yol, Kitabullah, iman ve ona tâbi hususlar, İslâm, şeriat-ı İslâm, Peygamberimiz ve ashabının yolu, Sünnet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yolu, Cennet’e götüren yol gibi pek çok mânâ vardır. Ayrıca sırat-ı müstakîme nâil olan kimse her meselenin orta yolunu bulur, dolayısıyla da her hususta ifrat ve tefritlere düşmekten kurtulur. Zaten insanoğlu için en önemli mesele de budur. Meselâ, humûd (uyuşukluk/isteksizlik) ve fısk u fücurdan kurtulur, hep iffetli yaşar. Cebanet (korkaklık) ve tehevvürden (kontrolsüz öfke) uzak kalır ve bir yiğit olarak hep şecaatle yaşar. Yine gabavet (hiçbir şeyden haberi olmama) ve cerbezeye (aldatıcı bir zekâya sahip olma) mahkûm olmaz, aksine ömrünü hep hikmet eksenli sürdürür.

Böylece, Cenâb-ı Allah’tan sırat-ı müstakîme hidayet talep eden kul, istenilebilecek nimetlerin en büyüğünü istemiş olur. Zaten talep edenin kıymeti de talebin kıymetiyle doğrudan irtibatlıdır. Öyleyse insan, isteyince büyük şeylere, dahası Büyükler Büyüğü’ne, O’nun rıza ve hoşnutluğuna tâlip olmalıdır. Çünkü O’nun muradı budur. O’nun muradının önüne başka muratları geçirmek duanın âdâbı ile bağdaşmaz.

Fâtiha Sûre-i Celîlesi ile Rabbine teveccüh eden mü’min kul, صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ، غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ifâde-i celîlesinden de dua âdâbı hesabına bazı dersler alır. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak’tan dilediği sırat-ı müstakîm, tasavvur ve hayalden ibaret, yaşanmamış ve yaşanamaz bir yol değildir. Bilakis o yol, nebîlerin, sıddîklerin, şehitlerin ve sâlih kulların daha evvel üzerinde yürümüş oldukları ve o yol vasıtasıyla saadete erip her muradlarına nâil oldukları selâmetli bir cadde, bir şehrahtır. İşte bu mülâhazalarla o da “nimet verdiklerinin yoluna hidayet eyle; gazabına uğramış ya da dalâlete düşmüş olanların yoluna değil” diyerek duasını devam ettirmiş olur.

Netice
Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’e âdeta mukaddime yaptığı Fâtiha Sûre-i Celîlesi’nde inanan kullarına dua âdâbını da en vecîz ve belîğ şekilde ta’lim buyurmuştur. Bundan dolayı sûrenin güzel isimlerinden biri de Ta’lîm-i Mes’ele’dir. Dikkat ve tefekkürle tilâvet edildiğinde –tabiî zikredilen bütün mânâları namazda okurken düşünmek namazın ruhuna uygun olmayabilir- Âlemlerin Rabbi Allah’ın bu sûrede kullarını duaya davet ettiği görülecektir. Dua için huzur-u İlâhîye varacak olan kul, huzur sahibi O Zât’ı güzel isim ve yüce sıfatlarıyla, merhamet ve kudretiyle iyice tanımalıdır. Başka bir ifadeyle, Allah bilgisine ulaşmalı, mârifet sahibi olmalıdır. Çünkü herkesin edepten hissesi irfanı nispetindedir. Duanın şartlarından birisi de o hususta gerekli olan esbâbı yerine getirmektir. Peşinden ihtiyaç hissi gelir. Evet, insan O Kudreti ve Merhameti Sonsuz’a olan ihtiyacının farkında olmalıdır. Dolayısıyla duasının kabul olacağına inanmalı ve dua ederken şuurlu bulunmalıdır. Bu ihtiyaç hissiyle huzura vardığında, Rabbini hamd ü senalarla anmalı, “Gelip arz-ı hâlde bulunulabilecek bir tek Senin kapın vardır.” mülâhazalarıyla ihlâs ve samimiyetini ortaya koymalı, ondan sonra da taleplerini arz etmelidir. Bunu yaparken de ne isteyeceğini iyi ölçüp biçmeli, a’lâsı var iken ednâya tâlip olmamalı, kendi isteklerini Hakk’ın muradının önüne geçirmemelidir.

Cenâb-ı Allah, Fâtiha Sûre-i Celîlesi hürmetine dualarımızı kabul buyursun ve bizi sırat-ı müstakîm ehlinden eylesin.


*Araştırmacı-Yazar

Dipnotlar
1. M. Fethullah Gülen, Fatiha Üzerine Mülahâzalar, sh. 11
2. Celâlüddîn Abdurrahman es-Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1/148
3. Sûreye bu ismin verilmesi ile alâkalı olarak bakılabilecek bazı kaynaklar: el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1/151; el-Bahru’l-Muhît, 1/153; et-Tefsîru’n-Neysâbûrî, 1/23; Rûhu’l-Meânî, 1/38; Hak Dini Kur’ân Dili, 1/6, 55
4. Bedîüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, Şahdamar Yayınları, sh. 10
5. Az bir tasarrufla, İşârâtü’l-İ’câz, sh. 20,
6. Hak Dini Kur’ân Dili, 1/130