๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 17:53:28



Konu Başlığı: Ezan Çiçeği
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 17:53:28
Ezan Çiçeği

Bilâl, Habeşistanlı siyahî köle. Köle olmasına rağmen yüksek ruh seciyesi onu büyük hakîkati aramaya sevk etti. Allah gönlüne bir tohum serpti ki zahiri köleliği, meşakkati silikleştiren, yerine göre şeker şerbet eyleyen bir ruh coşkunluğu kendisine bağışlandı. Görünürde, kimsesiz, muhtaç ve her yönden kuşatılmış; ama Kimsesizler Kimsesi, onun içinde öyle bir meşale yaktı ki bağlandığı hakikat, onu gönüllere taht kuracak bir payeye yükseltti.

Bilâl bir garip köle, dünyadan yana mahrum; ukbadan yana talihli. Hâli ne olursa olsun insanın, mühim olan akıbeti. Şükür ki çay ırmağa kavuşur, ırmak arar denizi bulur. Bilâl, Efendisi Ümeyye bin Halef adına ticaret kervanıyla Şam’a gidip gelirken Hazret-i Ebû Bekir’le tanıştı. Aralarında bir dostluk kuruldu. Böylece nasip siyahî kölenin gönlüne ebedî saadet tohumcukları serpecek bir vesile bulmuş oldu. Hz. Ebû Bekir tebliğ şevkiyle dopdolu olduğu bir gece yarısı Bilâl’in kapısını tıklattı. Bilâl kapıyı açtığında sanki bir cennet meltemi yüzünü okşuyordu.

Sadık Dost, geliş sebebini anlattı. O arı duru kaynaktan gönlünün ve ruhunun nasiplendiklerini aktardı. Çölün ortasındaki Ebedî Gül’den uzun uzun söz etti. O, Muhammedü’l Emin’dir, dedi. Özü sözü birdir. Ne söylerse dosdoğrudur, ne eylerse hayır üzeredir. Temsil ve tebliğ ettiği nizamın özü hürriyet, kardeşlik, adâlet, yardımlaşma, merhamet… Onun inancında gönül zenginliği, mal zenginliğinden üstün. Bir Rabbe bağlanmıştır ki eşi ortağı yok, kudreti nihayetsiz… O’na bağlanan, O’na dayanan, her şeyi O’ndan dileyen, kurtulmuştur; dünyada da kurtulmuştur, ukbada da kurtulmuştur.

Hz. Ebû Bekir bu eda üzere anlattı, anlattı… Bilâl bambaşka bir edeple dinledi, dinledi… Dil denen et parçasından hikmet seli ırmak gibi aktı, aktı Bilâl’in gönül bağını suladı, suladı; bu gönül, aylarca tebliğ yağmurunda yıkanmış gibi inşirah buldu… Sözler, ehîl birinin dilinden dökülünce bir buluşma, gönlü yıkayıp kendine getirmeye yetti. Bilâl, Sadık Dost’a nasıl Müslüman olacağını sordu. Hz. Ebû Bekir, Kelime-i Şehâdet’i tekrarlattı. Bilâl’in ebedî saadet halkasına dâhil oluşuna gece şahit oldu, ay şahit oldu, yıldızlar şahit oldu. Ve Bilâl, gökyüzündeki ilk yedi yıldızdan biri oldu.

Kendini akıllı zannedenlere, mal-mevki sahiplerine, Mekke’nin ileri gelenlerine nasip olmayan ebedî servet, Bilâl gibi bir köleye nasip oldu. Yeryüzünde o yaşına kadar rahat yüzü görmeyen Bilâl, müminlerin gönül göklerinde parlak bir yıldız olacaktı.

Ama gücünden, kuvvetinden, iş görme maharetinden faydalanan müşrikler, “Allah bir Muhammed Resûlullah” dedikten sonra da Bilâl’le aynı efendilik-kölelik muamelesine devam edecekler miydi? Bilâl’in imtihanı asıl şimdi başlıyordu. Müşrik putlarına burun kıvıran Bilâl için, çevrenin de kışkırtmasıyla artık çileli, meşakkat dolu günler başlıyordu. Gönlü İslâm’ın huzurlu ikliminden beslenmeye başlayan Bilâl için ne işkence, ne ağır işler; onun için en büyük mahrumiyet Resulullah’tan uzak kalmak. Müşrikler en şiddetli işkencelerini bu mümin beden üzerinde tatbik etsinler, Efendimiz, zamanı gelince yapılması gereken konusunda mutlaka emir buyuracaklardır.

Bir gün Bilâl işkencelerin en şiddetlisiyle imtihan olurken Allah Resûlü oradan geçiyordu. Ümitsizliğin en koyu deminde Efendimiz’in sözleri Bilâl için bir sabır kemendi oldu: “Allahü Tealâ’nın ismini söylemek seni kurtarır.” Kelime-i Şehadet’le birlikte “Ehad, Ehad!” nidaları artık Bilâl’in dilinden hiç eksik olmadı. Allah Resulü’nün sözleri Bilâl için ekmek oldu, su oldu, sabır-tevekkül oldu. Bilâl’in gönlüne vuran hakikat ışığı ona sırtını yakan kumların ardındaki cenneti gösterdi. Ümeyye’nin hışım kamçıları Bilâl’in bedeninde şakladıkça gönlündeki iman meyvesi daha bir olgunlaştı.

Habeşli Köle Bilâl, Allah’a ve Resûlüne iman etti; kölelikteki meşakkati Yüce Sultan’a kul oluşun lezzetine ve izzetine çevirdi. Bilâl’in gündüzleri, kızgın kumlarda, yakıcı güneş altında müşrik işkenceleriyle geçse de geceleri, iman tılsımının iyileştiren, kuvvet veren iç murakabeleriyle dopdolu. Müşrikler onun kimsesiz ve değersiz bir köle oluşundan cesaret alarak her türlü eziyeti, işkenceyi reva görsünler; onu günlerce aç, susuz bıraksınlar; boynuna ip geçirip azgınların, arsızların eline teslim etsinler, Bilâl, dağ-tepe çekiştirilsin, toza, toprağa bulansın, yara, bere içinde kalsın, defalarca ölümle yüz yüze gelsin; yine de boğazını yırtarcasına haykırdığı sözler: “Ehad, ehad!”den başkası olmadı.
Bilâl, fânî canın içinde ebedi canı buldu ki çektiği onca meşakkati metanetle karşıladı. Bilâl, Ebedî Dost’un bakışlarındaki derin mânâdan içti de eziyetler karşısında bir sabır anıtı kesildi.

Bilâl’in bedeni yara bere içinde; ama gönlü Dost’la beraber has bir mâneviyat bahçesinde aram eyliyordu. Açlık ve ölüm an be an onu yoklamadaydı; ama Bilâl imdadı sadece Mutlak Bir’den dilemedeydi. Kızgın kumların, yakıcı güneşin, karnına konan ağır taşların kendi varlıklarından hicap ettikleri bir işkence seansında Bilâl kıvranırken oradan geçen Varaka Bin Nevfel’in dost sesi de ona bir nebze direnç oldu: “Ey Bilâl, Vallahi Allah birdir, Allah birdir.” Bu ses daha sonra acıyan ve hükmeden bir tona büründü ve Halef oğlu Ümeyye’ye döndü: “Allah’a yemin ederim ki, eğer siz onu öldürseniz ben onun kabrini ziyaretgâh kılacağım.”

Müşrik kibri ve cehaleti bu sözdeki derin mânâyı anlayamaz. Bir kölenin kabrinin bu kadar yüceltilmesindeki ince sırrı kavrayamaz. Köle de olsa, Yüce Yaratıcı’ya kul olmuş birinin gönüllere taht kuracağını aklının ucundan bile geçiremez.

Halef oğlu Ümeyye, işkenceyi şiddetlendirdi: “Ya bu hâlde öleceksin ya da Muhammed’i inkâr edip Lat ve Uzza’ya tapacaksın.” dedikçe Bilâl’in “Ehad, Ehad!” nidaları içindeki iman cevherini daha bir parlatıyordu. Bu iman cevheriyledir ki Bilâl, işkencelerden kurtulmak için, müşriklerin dediklerini dil ucuyla tekrar etme ruhsatına bile itibar etmedi…

Bir yaprak düşünce bütün tabiat titremeli, bir tuğla eksilince bütün bina sarsılmalı, bir müminin bedeni meşakkat çöllerinde kıvranınca bütün müminler inlemeli, imdada koşmalı. Bilâl’in hâli yüce dergâhta bir merhamet meltemi estirmiş olacak ki Hz. Ebû Bekir’in gönlüne onu kurtarma fikri düştü.

Hz. Ebû Bekir, Efendimizin Bilâl’den dolayı üzgün olduğunu da görünce, her türlü maddî fedakârlığı göze alarak müşriklere koştu. Ümeyye’ye “Bu zorbalığın daha ne kadar sürecek?” diye çıkıştı. Ümeyye’nin arsızlığı sözlerine yansıdı: “Onu yoldan çıkaran putlarımızdan soğutan sensin. Çok istiyorsan gel de kurtar.”

Ümeyye Bilâl’e karşılık para teklifini kabul etmeyince, Hz. Ebû Bekir’in İslâm’dan yana nasipsiz bir kölesi vardı. Güçlü, kuvvetli, iş görür bir köle. Onu teklif etti Ümeyye’ye. “Hem daha işine yarar.” dedi; üstelik senin dininden.” Ümeyye başta nazlandı, sonra ısrarlar karşısında yumuşadı.

Ve Bilâl’e gün doğdu. Bilâl yepyeni bir güne doğdu. Teşekkür etti “ikinin ikincisi’ne. Ve dedi: “Eğer beni Allah rızası için kurtardıysanız Allah yolunda çalışmam için beni serbest bırakınız. Beni kendinize hizmetkâr yapmak için kurtardıysanız emrinizde çalışmaya hazırım.” Sadık Dost duygulandı. “Seni sadece Allah rızası için kurtardım ve azat ettim. O’nun rızasını kazansan bana yeter.” dedi. Hz. Ebû Bekir Bilâl’i azat etti, Yüce Allah da Sadık Dostu cehennemden azat eyledi.

Hz. Bilâl artık hürdü. Bu, imanın dünyadaki mükâfatı. Çilenin arkasından İlâhî ikram geldi, ihsan geldi. Günlerini, gecelerini Resulullah’ın mânâsıyla donatmak serveti geldi. Onu bir kere görmekle yolları ve yılları aşmanın yetiremeyeceği mânevî payeler geldi.

Bilâl’e gün doğdu, Bilâl, ebedî güneşin hiç eksilmediği bir dünyaya doğdu. Kızgın yaz günlerinde güneşin, kumun ve taşın çığlıklı şahitliğiyle Bilâl’in gönlüne ebedî saadet güneşi doğdu. Bilâl’in hikâyesi meşakkat sahillerinde başladı, sonra Bilâl çilenin azgın sularıyla imtihan oldu. Bu pencereden bakarsanız her oluşun bidayeti çile; pek çok çilenin nihayeti oluş… Bilâl’e onca meşakkatle sınanmak yazıldı da, Bilâl ümmetin ezan çiçeği olarak gönüller tahtına yükseldi.

Çöl aradan çekildi, müşriklerin işkenceleri, kin kusan bakışları aradan çekildi. Bilâl’in önünde berrak bir inanç ufku açıldı. Bilâl, hayatın gayesini birlikte temellendireceği dostlarına kavuştu. Herkesten, her şeyden çok sevdiği Efendisini –Efendimiz’i- doya doya seyretti. Her bir bakışı, içindeki duyuşu derinleştirdi; her bir duyuşu Bilâl’i ‘sahabilik’ mertebelerinden yenilerine ulaştırdı. Bilâl, ilk yedinin içinde halka halka büyüyecek huzurlu kervanın fedakâr, samimi bir yolcusu oldu.

Namaz için bir çağrı gerekti. Çeşit çeşit teklifler, öne sürülen fikirler ve gerçeği fısıldayan rüyalar… uzun müzakerelerden sonra karar verildi: Ezan, yegâne namaz çağrısı. Ezan ki yüceltme, birleme, birleştirme, kurtuluş çağrısı. En yüce emir. Uyandıran, uyaran, dirilten, durultan emir. Ezan ki iman cevherini en özet tohum hâlinde içinde taşıyan ve kıyamete dek İslâm inancının alâmet-i farikası… Namaz için ezan, ezan için Bilâl seçildi. Bu iki seçim sanki birbirinin zamamlayıcısı. Bilâl, “ümmetin müezzini” olarak gönüllerde yer edecek kadar ezanla bütünleşti.

Efendiler Efendisi, “müezzinlerin efendisi”ne buyurur: “Bilâl, kalk ezan oku.” Bilâl kalkar, kalbleri ve ruhları yıkayan ezana başlar; ezan çoğalır, çoğalır, gönülleri birleştirir, yekvücut saflar hâlinde Yüce Sultan’ın huzurunda kıyama vardırır, rükuda erdirir, secdede oldurur.

Ve Bilâl’in ezanı, gelecek asırlarda iman meyvesi olan mü’min gönüller için inanç coşkusu olur. Beni neccar’dan bir kadın Bilâl’le ilgili bir hatırasını anlatır: “Mescidin çevresindeki evlerin en yükseğiydi bizim evimiz. Bilâl buraya erkenden gelir, tan ağarmasını beklerdi. Tan ağarınca ezan okurdu. Ezanla birlikte Müslümanlar camie koşardı. Ezan emredildiği günden itibaren Resûlullah’ın vefatına kadar ezanı hep o okumuştur.

Bilâl’in varlığı ezanla billurlaştı. Bilâl ezanla, ezan Bilâl’le güzelleşti. Varlığı yeryüzüne yağmurdan daha gerekli olan, bir gün buyurdu: “Ne mutlu Bilâl’e o müezzinlerin efendisidir.” Bu iltifat, Bilâl’in coşkusuna coşku kattı. Bilâl her vakit okuduğu ezanla o âhenkli gür sesine ihâas ve inanç şevki katarak semaları çınlattı.

Bir köleye yüksek payeler vermek, onu dostlar, kardeşler safına çıkarma, sonra en yüksek emrin çağırıcısı kılmak ne büyük ihsan! İslâm’ın yüceltici mânâsına bakın ki Bilâl siyahî bir köle idi. Ancak bir eşya kadar değeri vardı; ama gönlüne bir ışık düşünce alelâde gönül madeni altına dönüştü, ruh kumaşı atlas kesildi.

Müşrikler çılgına dönmesinler de ne yapsınlar! Bir köleye nasıl böyle bir paye verilebilir? İçlerinden bazıları: “Şu Bilâl gibi fakir ve kimsesizleri yanından kovarsan sana iman edeceğiz, bunlarla eşit olamayız.” diyecek oldular. Ama iman kayıtsız şartsız teslimiyet ister. İman ufku kibre, enaniyete kapalıdır.

Bilâl varsın fakir olsun, siyah teni renk aptallarını çileden çıkarsın; iman coşkusu, ibadet neşvesi ona öyle payeler bağışladı ki, bunu ne mal mülk, ne boy endam ne de ay gibi parlak bir sima sağlayabilir.

Bilâl dünya fakiri; ama ukba zengini…
Müminler için havadan sudan daha gerekli olan, bir gün buyurdular ki: “Ya Bilâl! İslâm olalıdan beri işlediğin ve en çok menfaat ümit ettiğin ameli bana söyler misin? Çünkü ben, bu gece cennette yanı başımda senin ayak sesini işittim.”

Bilâl şu cevabı verdi: “Ben İslâm’da, nazarımda, daha çok menfaat umduğum şu amelden başkasını işlemedim: Gece olsun gündüz olsun tam bir temizlik yaptığım (abdest aldığım) zaman, mutlaka bana kılmam yazılan bir namaz kılarım.”

Hz. Bilâl Bedir, Hendek ve Uhud savaşlarına katıldı. Cihattan hiç geri kalmadı. Neyleyelim ki hayat ölümle kaimdir. Kâinatın Efendisi, fânî dünyadan göçünce Bilâl’in ruhunda bir derin yara. Bilâl için Medine’de yaşamak, ağır ve kasvetli.

Hz. Ebû Bekir’in ısrarlarına rağmen Bilâl Şam’a gitmekten vazgeçmedi. Şam’a bir vakit Hz. Ömer teşrif ettiler. Bilâl bu gelişin hatırına, okuduğu ezanla eski günleri hatırlayan bütün müminler oldukça duygulandılar. Hz. Bilâl bir gün bir rüya gördü. Efendimiz’den bir çağrı... Medine’ye varmalı, Resulullah’ın ravzasına yüzünü sürmeli… Bumu bir emir bildi. Ve Bilâl Medine yolcusu…

Medine’de Hz. Hasan ve Hüseyin’le görüştü, Peygamber torunlarının ezan ricalarını geri çevirmedi. O güne kadar ezan okumak içinden gelmiyordu. Medine’nin havası Bilâl’i eski günlere götürdü. Sanki Efendimiz’den emir almış gibi kalktı son bir defa ezan okudu. Medine sokakları ezan sedasıyla yankılandı. Müslümanlar dalga dalga ezan sesine koştular. Sanki Resulullah kalkmış Bilâl’e ezan okutmuştu. O gün Medine’de her Müslüman’ın gözü yaşlı…

Hz. Bilâl, Medine’de fazla kalmadı. Eski günlerin hatıralarıyla sürekli iç içe olmak gönlüne ağır geldi. Şama döndü. Fânî bedeni Hicret’in yirminci senesinde dünyadan çekildi; lâkin Bilâl’i Bilâl eyleyen, onu ‘müezzinlerin efendisi’ payesine yükselten mânâ, gelecek asırların ovalarına, vadilerine yayılan müminlerin kalbine kök saldı. Artık ‘Bilâl’ denince ne kölelik, ne kimsesizlik, ne onca meşakkat kaldı; ‘Bilâl’ denince bütün mümin gönüllerde; mücadelede, sevinçte-hüzünde Asr-ı Saadet Güneşi’nin hep yanı başında bulunan ve o âhenkli, gür sesiyle gök kubbeyi çınlatan “Ezan Çiçeği” kaldı.

 M. Said Türkoğlu