๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 04 Aralık 2010, 16:05:15



Konu Başlığı: Düşünceler XII
Gönderen: Sümeyye üzerinde 04 Aralık 2010, 16:05:15
Düşünceler XII


Akıl yol gösterebilir mi? Salt akıl insana yol gösterebilseydi dine gerek olmazdı. O halde akıl tek başına yetmemektedir. Aklın tek başına yetmediğini putperestlerin durumunda da, Nietzsche’nin çığlıklarında da, Althaus ‘ un, S. Hidayetin, B. Fuat’ın ve daha nicelerinin ihtarlarında da görmek mümkündür. Aklın yetmediğini de yine akılla anlıyoruz. Aslında, Allah yoktur demek insanı ve aklını aşar. ‘’Bilmiyorum’’ demek ateizmden daha anlaşılır bir durumdur. Ama “yoktur’’ diyenler ölecekleri zaman ne düşünürler? Bir merak duygusu değil midir o zaman onlara hâkim olacak olan? ‘’Acaba ne olacak?’’ duygusuyla dolu olur o zaman insan. Yok diyenler, dürüstlük noktasında da güven vermiyorlar. Korkunç büyüklükte bir kâinat var. Nedir bu? Evet, en azından insanda bu duygu olur. “Nedir bu?’’ sorusunun anlattığı duygu… “Allah yoktur” demekte, bir zorlama ve fıtri durumdan kopuş vardır.
   
       Yapmak ve söylemek… Söylediğini yapmak ve yaptığını söylemek… Tüm hayat bu çizgi üzerinde yaşanmalıdır. Bu durum tutarlılığı, tutarlılık ise gücü ve etkiyi getirir. Bu gerçekten ayrılmamak, tüm sorunları ve sıkıntıları aşmanın biricik yoludur.
             
      Arayan insan değerlidir. İnanan ama inancının kendisini kayıtsız ve şevksiz hale getirdiği bir insanın inancının ne önemi var ki? Aslında mesele inancın, insanı güzel ve hareketli kılmasıdır. Güzel bir tabiat parçası kadar cazip olmalı insan. İslam bir etiket değildir. İslam’ın bir etiket değil; bir özellik, oluş, duruş ve bir anlam olduğu kavrayışına ulaşmak gerekir. Evet İslam bir isim bir etiket değildir. “Onlar ki…’’ diyor Kur’an çok yerde. Kimler? İsim yok. Etiket değil istenen. Şu şu özelliklere kimler sahipse onlardır, kastedilen. Mesela iman edip salih amel işleyenler. Bu Kur’an’ın tümünde gözlenebilen bir hususiyettir.
‘’Dediler ki Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz. De ki: Hayır (doğru yol ) Hanif (muvahhid) olan İbrahim’in dinidir. O müşriklerden değildi’’ (Bakara 135) diyen ehli kitap, bu itikadıyla bir isme ve etikete mensubiyeti, kurtuluş şartı olarak sunuyordu.
      Telkin edilmiş olana kayıtsız inanış ve bu inanışı doğru bilme… Doğruyu ve hidayeti mutlak olarak kendinde sanmak birçok yanlışa kaynaklık eder. Aslında hidayetin yaşanan bir hal olduğunu hatırlamak, meseleye aydınlık getiriyor. Dini bir etiket olarak gören insanlar her yerde vardır. Sadece Hıristiyan ve Yahudilik olarak da karşımıza çıkmazlar. Hayırlı bir söze yüzlerini ekşitecek kadar tahammülsüz tipleri gördüğümüz her yerde sorun aynıdır. “Hidayet ancak Allah’ın hidayetidir’’ (Bakara 120) ayeti bu itikat sahiplerini uyarmaktadır. Musa (a.s)’ın fesat çıkaracağını Firavun iddia ediyordu. Tüm müfsitler kendilerini muslih olarak sunarlar. Kilisenin dışında kurtuluş yoktur diyenler de aynı durumdadır. Takipçilerine hayat, hayatiyet ve huzur vermeyen, onları haysiyetli ve faydalı insanlar haline getirmeyen hiçbir yol ve öğreti ikna edici olamaz. Kast sistemi savunucuları da muhtemelen kendi yollarını en iyi yol olarak algılarlar. Hâlbuki İnsanları yetenek ve özelliklerine bakmadan bir sınıfa mahkûm etmek hangi adaletle bağdaşır? Hidayet ve delalet, iman ve küfür içte yaşanan bir hal ve dışta kendilerine uygun hallerle somutluk kazanan durumlardır. Çıkar, ihtiras ve taassuptan arınmış yürekler daha yakındır hidayet ve doğru yola. İyi ve olumlu olan her şey bellidir ve kendine göre bir iç dünya inşa eder. “Biz bize indirilene (Tevrat’a) iman ederiz’’ (Bakara 91) zihniyetine karşı, Kur’an: “Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar…’’(Zümer 18) anlayışına çıkarır. İnsan her an bir hal üzere olmaktadır. Halimizin fotoğrafını çekebilmemiz gerekir. Yanlış halden doğru hale doğru “olmak’’tır esas olan.
    Bilim ve uygarlık, insanlığın tümünün idrak ve çabalarının ortak ürünü olarak değerlendirilmelidir. Farklı ırk, din ve coğrafyadan insanların eliyle vücut bulmuştur bilim ve uygarlık verimleri. Kâtip Çelebi, İbnu’n-Nefis, Ebu Bekir Er-Razi, Biruni, Harizmi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve daha pek çok Müslüman da felsefe ve bilime bir ölçüde katkıda bulunmuştur.
      Demokrasi, son tahlilde bir sınıfın elinde istikamet almaya ve yönlendirilmeye mahkûmdur.
      Sosyalizm doğru bir çığlık ama yanlış bir reçeteydi.
      Yahudilik ve Hıristiyanlık, Hz. İsa ve Musa’ya tekrar gelmelerini gerektirecek kadar uzaktır.
      Devlet dışı tutarlı demokratlar, tarihteki emsalleri gibi bir vicdan olmaya yönelmişlerdir.
Ateizmin varacağı yer anlam kaybı, karmaşa, acı ve bunalımdır. Her türlü fikri ve kültürü eşit ölçüde doğru gören post modernizm, bu anlayışların birbirlerine zıt sonuçlar doğurduğunu görememektedir.
Vahiy; bugünün insanının inanç, fikir, çizgi ve bilim olarak adlandırdığı birçok şeye “zan, ümniyye’’ ve “heva’’ demektedir. Vahyin penceresinden bakıldığında, ‘ekseriyet’in kaynaklık ettiği inanç ve fikirlerin olumsuzlandığı görülür. “Ekseriyet’’in “akletme’’, “ıslah” ve “fesad’’ dediği şeye, vahiy zıt nitelemelerde bulunmaktadır.
      Kendini ciddi bir sorgulama; tarihten, dış dünyadan, zihinsel çabadan, kendiyle hesaplaşmaktan müstağni kalamaz. İndi sınırlarımız en çok üzerinde durmamız gereken sorunumuzdur. Engelleyen, durağanlaştıran, hapseden, gelişmeyi ve görmeyi engelleyen çoğunlukla o sınırlardır. Diğer Müslümanları anlamayı engelleyen de budur. Öfkeleri besleyen, ahlaki gereklere sırt döndürten, değerimizi yitirmeye sebep olan, gecikmelere ve güdük kalmalara kaynaklık eden, kendimizden bizi memnun ve razı olmaya sevk eden, “bilmemek, bilmediğini de bilmemek’’ durumunu doğuran da bu sınırlardır. O sınırlar… Kendimizin eseri olan sınırlar… İyi niyetin kaynaklık ettiği sınırlar… En ciddi yanlışları gözümüzü kırpmadan yaptıran sınırlar…
   
      Gücümüze uygun sorumluluk yüklenmek, vahyin bize öğrettiği bir anlayıştır. Değişik bağlamlarda vahiy; “Allah, kimseye gücünü aşan bir şey teklif etmez’’ der. “Vüs’at” kavramı hem taşıyabildiğimiz kadarını taşımayı, hem de taşıyabildiğimizden azını taşımamayı ön görür. Tüm emir, teklif ve hükümler, bu kavramın merkezde olduğu bir zihniyetle değerlendirildiğinde insanları aşırılık ve zulümlerden alıkoyabilir. Yoksa dinin kendisi olduğu sanılan birçok anlayış insanlara ciddi yanlışlar yaptırır. Dinin kendisi bir hikmet tezahürüdür. Zaman, şartlar, muhatabın durumu ve imkânlar hesaba katılmadan yapılan tüm çalışmalar heba olmaya ve geriye götürmeye sebebiyet verir. Dinin tüm kavramlarında bir ölçülendirme göze çarpar. Tüm din bir “yerindelik” anlayışı üzerine kuruludur. Yapmak değil, “doğru yapmak’’ dinin sembolü gibidir adeta. “Salih amel” terkibi işte bu “doğru yapmak” gerçekliğinin temeli üzerinde bina edilmiştir. Salih amellerin tümü ıslah eder, bir şeyleri düzeltir. Islah ve ifsat, amellerimizin niteliği için bir gösterge işlevi görüyor. Bu noktada peşin hükümler ve taassup faktörleri engel teşkil edici bir roldedir. Din, bu peşin hükümleri adlandırırken aslında zan, şirk, küfür, ümniyye ve cahiliyye gibi kavramları bize sunuyor. Hep var olan, hep engel olan ve yaşayan olumsuz nitelik, inanç ve fikirlerin adı olarak…
            Eğer bir fikir belli bir zaman kesitinde ortaya çıkmışsa, o fikre karşı etkin bir söyleme sahip olunması gerektiği görülmelidir. Esasen din böyle var olmaktadır. Dönemin etkin cereyanı putperestlik olduğu için din putperestliği hedef aldı. Ama her dönemin putperestliği farklıdır. Ve her dönemin kendine özgü şirkine karşı etkin bir söylemimizin bulunması gerekir. Bu gün demokrasi, modernizm, post-modernizm ve benzeri anlayışlar konusunda etkin bir söylemimizin olması gerekir. Doğru inanç, doğru fikir, doğru yön ve hareket her şeyin temelidir. Ancak bu doğrular hazır halde ve belli kalıplar olarak bir yerde hazır duruyor değildir. Zihnin ciddi bir çabasının (cihadının) olmasını gerekli kılmaktadır. MalcolmX’ in haccı, Hz. Şuayb’ın namazı, Hamas ve Lübnan Hizbullah’ının cihadı, Şule Yüksel Şenler’in başörtüsü, İran’ın Nükleer programı, Ebu Hanife’nin Muhalefeti, Abdülkerim Suruş’un felsefesi… Ve bu emsaldeki/nitelikteki dini konumlandırış biçimlerinin tümü bir seviye ve hayatiyet ifade ettikleri için, kendilerinden beklenen sonuçları doğurmuşlardır. Bir eylem, gayesini gerçekleştirecek güçte olmalıdır.
      Her ne olursa olsun diyalog diyenler, Hz. İbrahim’i nasıl anlayacaklar? İnsanların kafalarında Allah’ın razı olmadığı bir itikat varsa, din bu itikadın izalesini hedefler. Bu amaç ise, o itikadın açıkça reddini gerektirir. Temel ayrılık noktaları için “benim dinim bana, sizin dininiz size” buyruğu varken başkaca tutumlara evrilmek, izahı güç bir tutum alıştır. Taviz gibi görünen ama uzun vadede ümmetin faydasına olan durumları Hudeybiye antlaşmasından biliyoruz. Sarahatle bu nitelikte olduğu gösterilebilen durumlara yönelik çözümleri saygıyla karşılamak mümkündür. Ancak dünyanın gidişiyle tamamen paralel ve çoğu, İslam’a karşıt insanların beyanlarıyla desteklediği bir çizgi, güven vermemektedir.
 
      İçtihatsız bir din zamana taşınamaz. Peygamberin olmadığı ve vahyin inmediği dönemlerde, insanlara bu yetkinin verilmesiyle dinin, şartlar karşısında etkin olması amaçlanmıştır. Din, bu yetkiyle donanmış ehil insanların eliyle kendi çağında temsil edilir. Bu vazife yerine getirilmediğinde, din yaşanamaz. Zaten pratikte de böyle olmuştur. Dinin temsil edilmesi, aslında, içtihadı da tazammun eder. İnsan aklıyla, dinin bütünleşmediği yerden hayat çıkmaz. Yanlış içtihadları zaten hayat bir şekilde tasfiye edecektir.
Hakikatin sunuş biçimi kendine göre bir telkin şekliyle olur. Uluorta ve ucuzlatıcı bir mahiyette din insanlara anlatılamaz.
 
      ‘‘Yaratılışın nasıl başladığına’’ nazar eylemek, zihne yeni ufuklar açar. Tabiat için geçerli olan bu yöntem toplumsal olaylar için de geçerlidir. İslamcılık olarak literatüre geçen var olma biçimini de kökenini araştırarak anlamamız mümkündür.
Özgürlüğün ‘‘son noktası’’nda ne var? İnsanın arzularının daha ötesi olamayacak sınırsız tatmininin gideceği yer, özgürlüğün foyasını ortaya koymaktadır. Bu, anlaşılması güç bir felsefi sorun da değildir. Çünkü felsefe değiştiremez. Değişmesi mümkün olanı algılanır hale getirir. İnsan yapısının bir kullanımıdır son tahlilde tüm hayat tarzları. Ve nereye gittiği, nereye yöneldiği ve nerede duracağı bellidir aslında. Dine zıt fikirler ve programlar insana uygun değildir ve ifsat ile sonuçlanır. Aşırılıkla malul hiçbir zihin için şifa olacak bir çözüm yoktur. Onlar çözümün olmadığını sansa da, aslında kendileri çözüme uygun bir durumda değillerdir.
     
      İslami dünya görüşüne, İslam’a ait kavramlardan ulaşılır. Bu kavramların tümünün sonuçsal niteliği İslam’ın tarifini verir. Kavramların toplam anlamsal hâsılası İslam’ın nasıl bir din olduğunu belirler. Bazı kavramların kullanımının bu şartlarda olumsuz çağrışım yapması, önemlerini ortadan kaldırmaz. Tağut, Ensarullah, Hizbullah, v.b kavramlar kendi anlam dünyalarına uygun dışsallaştırmalarla her zaman zihne ve hayata dair imkânlar olmaya devam edeceklerdir. Kavramlar olmadan esasen İslam’ın kalbine uzanılamaz. Tüm bir kavramlar sisteminin birbirleriyle bağlantılarını bir bütünlük içinde algılayarak olumsuz sonuçlardan kendimizi koruyabiliriz. Dün de, bugün de, yarın da lafızlardan ve kavramlardan yanlış anlamlar ve tavırlar çıkartanlar olacaktır. Ama her halükarda İtikadi önemleri de olan kavramların vazgeçilmez konumları yadsınamaz. Dini itikadiyatın ve fikriyatın temel taşları olan kavramlar, doğru bir kafanın oluşumuna kaynaklık edecektir. Soyut bir mecraya insanları sevketme ihtimali, kavramların insanlarca kullanımıyla ilgilidir. Kendi zıttınca nüfuz edilemez muhkem bir dünyanın imkân dâhilinde olduğunu kavramlardan öğreniyoruz. Gerçek dünyanın şartlarında bunun gerçekleşmesi ise insanın yetenekleri, ehliyeti ve donanımı ile mümkün olacaktır. Çünkü çaba ve donanımı yetersiz olanın yenilgisi, adalettir. Adalet hep işleyen bir yasadır. Allah müminleri savunur. Ama müminliğe aykırı özellik ve şartlarını savunmaz. Dinin somut dünya şartlarında uygulama kaynaklı yanlışlıklarının odağında insan vardır.
       
      Doğru bir din anlayışı ve arayışı neden doğru bir eş arayışı demeye gelmiyor? Neden doğru bir ilişki, doğru bir rızık temini demeye gelmiyor? Neden normal hayatın doğru bir şekilde yaşanması demeye gelmiyor? Neden doğru bir uyku düzeni, çocuk terbiyesi ve doğru ülfet ve ilişki demeye gelmiyor? Çünkü akla hâkim olan sanal (vehmi) din idraki vardır.
     
       “Hidayet’’, “Hak Din’’ ve “Bütün dinlere galip gelme” aynı ayette geçiyor. İçte huzur duyuş, dışta ise galibiyet     “Hak Din”in özelliğidir.
İnanmak, anlamak, bilmek ve olmak, tek bir hakikat olarak anlaşılmalı ve bu çizgiye uymayan her şey bir gerilimin içinden geçerek tasfiye edilmelidir. İslami var oluşun devrimci karakteri ancak bu yolla gerçeklik kazanır.
Batılılaşma, anlam içeren doğunun, hiç bir özelliğini kaybetmeme duyarlılığını tayin ettiği zeminde hayatiyet kaynağı olabilir.
Özgürlük, insanın zincirleri haline gelen bir muhtevadadır batılı içeriğiyle.
Âlem Allah'a kapalı bir makine değildir. İlahi müdahaleye açıktır. Âlemin düzenini yoktan yaratan Allah gerektiğinde yıkabilir de. H2O suyun düzenidir. Allah bu düzeni belli koşullarda geçersiz kılabilmektedir. Mucize kavramının inkârı bu telakkiye zıt'tır. Bu tasavvur canlı ve bağımsız bir Allah anlayışına daha yakındır
Dünya ve ahiretin kopmaz bütünlüğünde İslam, kendi muhteşem insanını ortaya çıkarır. Bütünlüğün koptuğu her yerde ciddi sorunlar belirir.
Tüm bozguncular kendilerini barış ve iyilik taraftarları olarak tanıtırlar. Dikkat edilmediği zaman anlaşılmayan husus budur. Sonuçlara bakmaktır doğru olan.                           Medya, günümüzde aydınlatmak yerine aldatmaktadır. Firavun'un sihirbazlarının misyonunu görmektedirler.
Tevhid şirke karşı ve karşıttır. Tevhid yanlılarının, fiilen şirke karşı ve karşıt bir yönelişte olmayışı çelişki meydana getirir.
Ateizm, intiharı mesele edinirken, Tevhid yanlıları, 'olmak'ı mesele edinir. Tüm örnekler bu yargıyı doğrulamasa da tutarlı olanları böyledirler.
Fıtri bir yolla gerçekleşmeyen her şey meşruiyet problemini yaşar.
İslam'ın daima egemenlerle sorunu olagelmiştir. Bu hususiyette olmayan bir dini yöneliş İslami olamaz. İslam, bize hak ve batıl mücadelesinin içinden gelmiştir. Bu mücadelenin tüm kayıplarının sorumluluğu egemen güçlere aittir. Ancak bu fikirden, fıtri olmayan bir mücadele şekli çıkarmamak gerekir. Fıtri ve haklı olmak ısrarla korunması gereken anlamlardır.
Hikmet mefhumunda, İslam'ın insan fıtratına uygun bir şekilde temsil edilmesi, içkin olarak bulunmaktadır.
Akıl, her durumda bir amacın ve davanın hizmetindedir. Her fikre alet olmaya elverişlidir. Aklı hangi yönde kullanırsak, o yönde kanıt bulmaya yönelir. İntihar için de, insanlık için de, savaş için de, barış için de kullanılabilir. Zulüm için kullanılabildiği gibi adalet için de kullanılabilir.
Kendi olmak, değerlerini kendi olmanın içeriği olarak işlevlendirmek en onurlu hayat şeklidir. Değerlerine zıt olan hususları bilmek hayati önemdedir. Her şey kendi zıddını yok etme yolundadır. Fizik âlemde de, insanlık âleminde de... Varlığımızın neyi yaşattığı ve neyi zayıflattığı varoluş meselesidir.
Eğer dünya kendi sistemi içinde bir oluşuma izin veriyorsa, o oluşumu kullandığı içindir. Başkaca düşünmeye Batıl'ın tabiatı engeldir. “Dinde zorlama yoktur” hükmü ifsada izin vermeyi içermez.


      Abdulkadir Satış