๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 29 Temmuz 2010, 15:48:50



Konu Başlığı: Dile gelmeyen
Gönderen: Sümeyye üzerinde 29 Temmuz 2010, 15:48:50
Dile gelmeyen...

Anne; güzel sözlerle, ince davranışlarla, bir çiçek sürpriziyle, bir öncelik tanıma nezaketiyle, hasta ya da yorgun olduğunda ufak bir ilgiyle sevgisini göstermesini beklerken; baba, sevgisini, onu olduğu gibi kabul ederek, kızdığında onu kırmamak için öfkesini gizleyerek, kollayarak, koruyarak ve her şeyden sakınarak gösteriyordu. Birçok kez baba, annenin isteklerini üzülerek de olsa yapmıyordu. Bu, annenin iyiliği içindi.Anne duygusaldı, hisleriyle hareket ediyordu. Bazen akıbeti hayır olmayan bir şeyi, bulunduğu anın koşulları içinde mutlu olmak için istiyordu. Anı düşünüyordu, anlık düşünüyordu. Baba, olanın yanında olacağı da hesaplamayı, ihtiyatlı davranmayı öğrenmişti. Bir çocuğa her istediğinde şeker vermek onu sevmek değildi, aksine ona zarar vermekti. Zararlı olacak şeylerden anneyi sakınmak, o istemese de sakınmak ona verilen en büyük değerdi. Böyle düşünüyordu baba…
Ama anne, bilmek istiyordu. Elle tutulur, gözle görülür yalan da olsa kelimelere dökülebilecek bir şey bekliyordu. Duymak istiyordu... Görmek istiyordu...
Anne ilk bebeğine hamileydi…Ansızın hastaneye kaldırılıp bebeğinin düşme tehlikesinin olduğunu öğrendiğinde bulmakla kaybetmek arasında gidip gelen düşünceleri, şiddetli sancılarla kesilirken... İçinde kalan en son umudu bir kuş gibi uçtuğunda, bebeğinin düşeceğini anladığında, babanın bunu anladığını anladığında… Göz göze gelmekten kaçarlarken bir anda bakışları birbirine deydiğinde, işte o anda… İlk çocuğunu daha bulmadan kaybedeceğini anlayan, bunun üzüntüsünü yaşayamadan annenin hayatından endişe eden bir baba gördü. Ve endişenin aşkın en gizlenemez ifadesi olduğunu o zaman anladı.
Tüm sancıların bitiminde gece, karanlığını acılarıyla birlikte alıp gitmiş, gecenin şerri gündüzün hayrına dönmüştü. Bir bebeği kaybetmenin hayrı neydi, bilmiyordu ama yorgun, bitkin ve hüzünlü babaannenin her zaman dediği gibi “bunda da bir hayır vardı”.
Baba ağlama, dedi, anneye, bir de niye diye sorma. İsyana kapı açma gönlünde. Hem bir şefaatçimiz var artık, cennette bizi bekleyecek… Biliyorum, dedi anne. “Ama elimde değil ağlarsam bana kızma. Biliyorum, Allah verdi, Allah aldı… Hem yine verir değil mi…” Gözlerinde tevekküle umut gibi sarılmış bir hüzün duruyordu.
Baba kimin kimi teselli ettiğini anlayamamıştı. Belki anne, babanın gözlerinin dolduğunu zannetmişti de onun için böyle konuşmuştu. Belki gerçekten gözleri dolmuştu. Ama ağlayamadı baba. Efendimiz ,S.A.V. oğlu İbrahim’i kaybettiğinde ağlamıştı, isyan etmek değildi ağlamak. Ama baba ağlayamadı. Birinin dik durması gerekiyordu. Metanetini koruyan, kendini bırakmayan, anneye destek olacak birinin ağlamaması gerekiyordu.
O gün anne, uykusuz gecenin ardından öğleye doğru göz kapaklarına yenik düşerken ve baba onun başucunda, uyuduğuna sevinirken; büyükbaba elleri ve ayakları yeni beliren en küçük torununu bir tohum gibi toprağa bıraktı. Bahçenin uzak köşesine minik bir mezar yapmıştı. Burada uyusun istiyordu, kimse rahatsız etmesin, ayakaltında kalmasın istiyordu…
Baba, henüz küçük bir filiz halindeki bebeği hiç görmedi. Görmeye cesaret edemedi belki. Görseydi pamuk ipliğine bağlı olan sabrı, metaneti ve soğukkanlılığı bir yalandan ibaret olurdu…
Korkuyla ümit arasında geçen o uzun hastane gecesinin sonunda bir şey bulmuştu baba. Daha önce fark etmediği bir şey, anlatılamayan, dile gelmeyen, hissedilen ama ifade edilemeyen bir şey… Kendi var, adı yok bir şey…


Adige BATUR