๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 15 Mayıs 2010, 20:46:31



Konu Başlığı: Bir yudum su
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 15 Mayıs 2010, 20:46:31
Bir Yudum Su

Reşat Nuri Güntekin, öğretmen olması cihetiyle roman ve hikayelerinde çok kez sevgi, şefkat ve merhameti ön planda tutar. Özellikle Çalıkuşu'nda Zeyniler Köyü'nün yoksul çocuklarına merhamet ve diğergamlık hisleriyle bağrını açmış olan Feride ile, küçük bir hikaye olan Bir Yudum Su'da, önce inanmayan ve maddeci görüşte ısrar eden, fakat sonra inkarın zincirlerini kırıp, şefkat lazeriyle önündeki setleri yıkarak kızının ruh dünyasına ermeye çalışan Hamit Bey, aynı ruh kaynağından beslenen bir erdem tablosu sergilerler.

Marksist sam yelinin esmesiyle cihan çapında meydana gelen manevi ölümler, insanlığı inançsızlığın, dolayısıyla şefkat ve merhametten yoksunluğun batağına itmişti. Bundan, başta Rusya olmak üzere bütün ülkeler kendine göre etkilendi. Türk insanının böyle bir taundan uzak kalması mümkün değildi. Zira Osmanlı'nın yıkılışa doğru adım adım yaklaşması, bu virüsün milli bünyeye girmesini kolaylaştırmıştır.

Bu manevi hastalığın, her millette olduğu gibi bizim milletimizde de, içtimai dökülüşler ve soluşlar yönüyle hasarı büyük olmuştur.

İşte bu karanlık iklimin yetiştirdiği ve inançsızlığın moda halini aldığı devirden bir çarpıcı örnek de, Bir Yudum Su'daki Hamit Bey'dir.

Hamit Bey bir doktordur. Yıkılış devrinde moda olan Batı hayranlığını daha ileri safhalara taşıyan ve maddeden başka bir şey tanımayan aydın tipini simgeler.

Kızını 'hür düşünceli' yetiştirmeye azimlidir. Bunun için de, hiçbir şeye inanmamak fikrini, küçük yavruya telkinleriyle kabul ettirmeye çalışır.

Nevin, hasta bir kızdır. Verem, gün geçtikçe bu genç kızın zayıf bünyesini kemirmekte, onu her gün biraz daha ölümün kollarına doğru çekmektedir.

Hamit Bey, kainata tesadüfen meydana gelen bir varlıklar kümesi olarak bakmakta ve kızını da bu fikre inandırmaya gayret etmektedir. Bu yüzden onu, manevi ve kendisine ahlaki telkinlerde bulunacak (dadısı ve mahalle hocası gibi) kişilerden uzak tutmaktadır. Ona göre Nevin 'hür fikirli' bir kız olmalı ve hiçbir manevi mefhuma inanmamalıdır... Bu sebepten, kızının tabiat ile ilgili sorduğu sorulara tam bir materyalist olarak cevap vermekte ve onun küçücük kalbini derin ve bitevi bir boşluğun içinde yalnız ve kimsesiz bırakmaktadır. Fakat bunun acısını sadece Nevin hissetmektedir. Hamit Bey ise, telkinleriyle bu minik gönülde açtığı yaranın boyutlarını ancak, kızının ölümünden birkaç gün evvel bir gezi esnasında öğrenebilmiştir.

Bastırılmış duygular, ne zamana kadar müstebitlerin ayakları altında esir olarak yaşarlar? Ne zamana kadar kölelik ikliminde zincir ve prangaya vurulmuş olarak iki büklüm kalırlar?. Elbette bir gün fıtrat, yalanı zorlar. Onun kabuğunu çatlatır ve gerçeğin filizi ortaya çıkar. Bu filiz, nihayet bir tomurcuk halinde serapların keskin pençesinden kurtulup asıl kaynağa, al-datmayana doğru boy atar.

Hamit Bey'e göre, gökyüzündeki binlerce yıldız tesadüfen meydana gelmiş olup, onun için böylesine karma karışıktır. Ağaçlar, kuşlar, insanlar sahipsizdir. Öyleyse bütün kainat, bin-bir kaosu içinde saklayan bir elem yurdudur. İnsan ise, bu yurda tesadüfen düşmüş ve hiçliğe giden garip bir yolcudur. Ne önü ne arkası bulunan, mazi ve istikbali birer derin uçurumdan ibaret olan hayat yolunda insanın inkardan başka tutunacak dalı yoktur. Gerçek hürriyet de budur; inanmamak ve inançsızlığın kanatlarında engin(!) ufukları dolaşmak!..

Bütün bu fikirleri Nevin'e aktarıp, onun tertemiz gönlünü kaos kalemiyle kapkara hale getiren Hamit Bey, kırıp döktüğü, yokluğa savurduğu gönül zenginliklerinin farkında değildir.

Halbuki Nevin ölecektir. Ve Hamit Bey, az bir müddet sonra öleceğini bildiği kızının son tutunacağı dalı da kendi eliyle kırıp yokluğa atmaktadır. Bu ise bir baba için en zalimane bir tutumdur. Yalnız bu zulüm, dikkatle ve basiretle bakılırsa anlaşılabilir. Aynı dönemde, "benim oğlum memur olacak" telkinleriyle birkaç kuşağın kalbinin nasıl taşa çevrildiğini bilmeyen yoktur.

İnsanoğlu, maddenin esiri olduğu nisbette, onu gerçekten insan yapan her şeyden uzak düşer. Zamanla, zincire vurulduğu ve mahkumu olduğu bu dünyadan başka bir dünya olmadığına inanır. Bunu çevresine empoze etmeye başladığı an ise, bazı aşılmaz gerçeklerle yüz yüze gelir. Ama o, yaşadığı ve inandığı tek dünyadan başka alem olduğuna inanmadığı için bu gerçeklerin gücünü ilk anda kavrayamaz. Lakin Fıtrat, bir gün bütün çıplaklığıyla kendini ortaya koyar. Bazısı kendine gelir ve hakikata uyanır. Bazısı ise, ne hazindir ki, sırf inat olsun diye yoluna devam eder.

Mehmet Akif, bu ve buna benzer insanları şu beytiyle nazarımızda ne güzel tablolaştırır:
"Merhametin yok diyelim nefsine
Merhamet etmez misin evladına?.."

Fıtri gerçekleri yok etmek mümkün değildir. İçten içe ağlayan Nevin, Hamit Beyin telkinlerini bir taraftan kabule meylederken, bir taraftan da özünün, vicdanının sesine kulak vermektedir. Kızına, ölen insanların yok olup gittiğini telkin eden Hamit Bey, bilmeden neleri yıktığının farkında değildir. Bu telkinlerle zavallı, duyarsız baba, hem çok sevdiği ölümün eşiğindeki kızına ölümle yok olacağını acımadan bir zehir gibi sunuyor, hem de yıllar önce vefat eden annesinin yok olup gittiğini ve ona bir daha kavuşamayacağını hissettirmekle, kızını sonsuz bir ayrılık acısıyla boğuyordu... Halbuki Nevin, annesini özlemektedir. Onun yok olmadığını düşünerek teselli bulmaktadır. Ölümün sırrını kavra-yamasa da, onun bir yerlerden kendine baktığını, hatta bazen yanına gelip saçlarını okşadığını tahayyül etmektedir. Bediüzzaman, insanlığın dörtte birini teşkil eden çocukların, ancak ahi-ret imanını elde ederek teselli bulacaklarını vurgular. Çevrelerindeki kendileri gibi çocukların ölümü karşısında ancak bu iksir ile teselli bulabileceklerini, yer yer hayatın sıkıntıları ve ölüm gerçeği karşısında endişelerden yine bu ümit ile kurtulabileceklerini dile getirir. Yakınlarını kaybetmiş kırık kalbli bir çocuğun tek teselli kaynağının ahirete iman olduğunu şu cümlelerle anlatır: "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti. Yine beni Cennet'te kucağına alıp sevecek. Ve ben de o şefkatli anneceğimi göreceğim''.(1)

İşte, hikayede bu fıtri hislerin zuhur edip, çağlayan şeklinde akışı bir çeşme başında vuku bulmuştur. Hamit Bey ile Nevin'in bir kır gezisi esnasında yolları bir çeşmeye uğrar. Bakarlar ki, küçüğünün ismi Ayşe olan iki kız çocuğu, gelen geçene maşrapayla su dağıtmaktı, almayana ve içmeyene yalvara-rak suyu zorla içirmektedirler. Niçin böyle yalvardıklarını soranlara, "Annemiz öldü, bir başka aleme gitti. Biz, size su verince öbür alemde onlar da susuz kalmazlarmış, bu sebepten ısrar ediyoruz" diye cevap verirler. Küçükler, Hamit Bey ve Nevin'e de bu sudan takdim ederler. O gün oradan geçen olmadığı için küçük kız, "annesi susuz kalır" diye eve gitmek istememekte ve Hamit Bey ile Nevin'in su içmesi için ısrar etmektedir. Nevin, şimdiye kadar aldığı telkinlerin tam tersine, içindeki hislerin ve vicdanının sesine kulak vererek, küçük kızların verdiği suyu içmek ister... Hamit Bey yapmış olduğu telkinlerin kabukta kaldığını idrak edememiş ve fıtratı değiştiremeyeceğini hala anlayamamış olarak Nevin'in suyu içmesini engellemeye çalışır. Bu esnada baba ve kız arasında şöyle bir konuşma geçer:

-Ne yapıyorsun, Nevin, bu pis su içilir mi? Hasta mı olacaksın?
Nevin yavaş yavaş ağlayarak:
- Bırak, baba! Ayşe'nin annesi de, benim annem gibi susuz yanmasın.
- Ne diyorsun, Nevin, bunu senin ağzından mı işitiyorum? Sen ki serbest fikirli bir kızsın.
Genç kız ağlamakta devam ediyordu:
- Neme lazım, madem ki Ayşe inanıyor!"

Hamit Bey'i bu olay çok sarsmıştır. Bunca yıl yapmış olduğu telkinlerin boşa gittiğini gören baba, otokritik ikliminde kendi içinde de böylesine önüne geçilmez duyguların bulunduğunu keşfetmiştir. Nevin'in ağlayışı karşısında müteessir olup, kalbi rikkate gelmiş ve kızının ellerini tutarak: "Bu avuçlardan bana da su içir Nevin, bizim ölülerimiz de susuz yanmasın" diyerek onu teselli etmiştir.

Fakat Hamit Beyin gönlünde asıl onu ömür boyu ızdırap ile yakıp kavuracak olan bir şey vardır. O da kızına, özünden koparıcı, kimliğini unutturu-cu ve küçük yaşta huzursuzluğun girdabına yuvarlayıcı mahiyette yaptığı telkinlerden dolayı duyduğu vicdan azabıdır. Bunu hikayenin sonundaki Nevin'in şu hayali serzeniş ve siteminden anlıyoruz:

"Baba, artık gönüllerimizi birbirimize açabiliriz. Sana bütün ruhumu söyleyeceğim. Annem öldüğü vakit ne kadar ağladığımı biliyorsun. Fakat şimdi anlıyorum, o gözyaşlarında ne acı, ne doyulmaz lezzetler vardı? Ne zaman bir ödağacı, bir günlük parçası yansa, hala annemin öldüğü günü, bütün o lezzetli zehirle koklarım baba. Ah o gün.... İhtiyarlar, tazeler, kocaman erkekler, mini mini çocuklar, birbirine sarılıp ağlaşıyorlardı. Bütün konak bir tek ağlayan, inleyen ruh olmuştu. Hatta ölen, bizimle beraberdi baba! Bütün bu kan, ruh, sevgi rabıtala-rıyla bağlı insanların dünya gibi ahirette de ayrılmayacağına inanıyordum. Dadımın masalları, hocamın sözleri arasından ben de annemin, Ayşe'nin annesi gibi, Cennet bağlarında yeşil duvaklarla gezindiğini görüyordum. Öteki kızlar, hocamızın önünde başlarında yeşil başörtülerle yanık ilahiler okurken sen, beni onlardan ayırdın... Bu dünyada kapanan gözlerin bir daha açılmayacağını, bütün bu birbirini seven, zaman zaman birbirinden bu kadar acıklı ayrılıklarla ayrılan insanların ayrı ayrı mezarlarda çürüdüklerini söyledin. Evvela sana inanmıyordum, baba. Fakat senin şüphelerin benim kalbimi de kemirmeye başladı.

Bir gece Çamlıca'dan dönüyorduk. Bana gökleri, samanyolunu, yıldızları gösterdin. Bu göklerin bomboş, hatta oradaki ışıkların bile bizim gözlerimizin vehminden başka bir şey olmadığını söyledin.

O geceden sonra benim bütün kainatım, bütün ümitlerim yıkılıyordu. Bu dünyaya gözlerini kapar kapamaz, başka bir aleme gözlerini açacağına inanan bir kız çocuğu için, ölenlerin ayrı ayrı mezarlarda çürüyüp gittiklerini düşünmek..

Bu ümitsizliğe senelerce alışamadım. Senelerce ümitsiz ve ferdasız ölümün acısını çektim. Annem gibi, bütün sevdiklerim gibi seni de kaybedecektim. Artık gözlerimiz birbirine bakmayacak, birbirimizi sevmeyecektik.

Nihayet istediğin gibi bir kız oldum, baba! Zihniyle yaşayan, dürüst vicdanlı bir kız. Artık bir şeye inanmıyordum. Et-raftakilere karşı bir gururum vardı. Fakat ne hazin gurur!..

Sen bu kadarla da iktifa etmedin, baba. Sevgiden, vefadan, dünya yüzünde doğup ölmesine yavaş yavaş alıştığım şeylerden de şüphe ediyordum. Birbirini sevmeyen, birbirine karşı sade insanlık vazifesini yapmakla iktifa eden insanlarla, sade fikirlerin meşalesiyle dolan dünya, bana kafi gelmiyordu. Ben öleceğim, baba, bunu saklamaya lüzum yok. Beni hangi teselli ile mezarıma göndereceksin?. . Mamafih ölümüme o kadar acıma, baba. İnanmak ve sevmek ihtiyacını kaybetmiş bir insanın vaktinden evvel ölmesine niçin acımalı...(2)

Nurettin Topçu, bu feryadı hissedenlerden biri olarak, bakın kendi ve insanlık adına nasıl teessürde bulunuyor: "Biz çocuklarımıza zulmettik; ezel bezminde yaşanan hayatın rüyasını yeryüzüne indiren yavrularımızın getirdiği ilahi emanete değer vermedik. Onu kendi rüyasının aleminde elinden tutup adım adım yürüterek, hakikatin mihrabına ulaştıracaktık. Çocuk dediğimiz melek varlıkta samimiyet, sevgi, ümit bunların hepsi vardı. Biz onun ruhundaki bu ilahi tohumları, Cennet kapılarını aydınlatacak olan nurları inkişaf ettirecekken, onu kendi dünyasından çekip ayırdık. Kendi zevk, menfaat, riya ve zulüm zindanımıza soktuk. Ondaki ruh cevherinin daldığı .rüya içindeki Allah'a götürücü olgunlaşmayı yalanladık. Yerine kaba maddenin dürtmeleriyle kımıldanan kirli iskeletin bütün isteklerini doldurduk."(3)

Hikayenin sonuç bölümünde aynı çeşmeye gidip yoldan geçenlere ölüleri için su dağıtan Hamit Bey, bunun manevi tadını herhalde ruhunun derinliklerinde hissettiği içindir ki, su içmeyenlere adeta "Ne olur için, bir yudum olsun için. Ta ki, küçük kızım Nevin ve annesi öte alemde susuz kalmasın" der gibi yalvarmaktadır. Çeşme başında gelen geçene maşrapayla su veren, sır perdesini hafif aralamış olan baba, Yahya Kemal'in "Böyle büyük bir milletin inandığı değerler yanlış olamaz" düşüncesiyle elde ettiği aydınlığa, "Fıtratı yanlışa yönlendirmek ve aldatmak mümkün değildir" düsturunu anlamakla ulaşmıştır. Hamit Bey, Marksizmden yara almış, materyalizm çukuruna yuvarlanmış "hürriyet, hürriyet" derken bütün kudsi değer bağlarını koparıp, milli kaynaklardan uzaklaşıp, madde anaforlarında parelenen ve boğulan, fakat hala münevver geçinen Türk aydının bir misali, küçük bir örneğidir.

Aydının bu hali, Ziya Paşa'nın

Yıldız arayıp gökte nice turfe müneccim
Gafletle görmez kuyuyu reh-güzerinde.

beytinde ne güzel dile getirilmiştir. Fakat Hamit Bey, sonunda geleneksel imana benzer bir inanca sahip olmuştur. Buna da kızının minik yüreğindeki ışık sebep teşkil etmiştir. Çocuğunu genç yaşta toprağa vermek, bu sert mizaçlı babaya hüzünle karışık bir aydınlık sunmuştur.

Çocuklar acıdan ölmez
annesizlikten ölür.
ay denizin sessizliğinden

Ölümün sesi evden yayılır dünyaya
yaz bahçelerine kar yağar
koparılır annesinden çocuk
dalından koparılır gibi nar.

Kucağında yitirmiş dağ gibi
taşır kucağında tabutu baba

Baba gülen bir çiçeğe bakarken
kırların kundağına gümülür çocuk (4)


Hikaye, üç bölümden oluşmuştur. Serim, düğüm, çözüm. Hamit Bey ve Nevin'in tanıtılışı serim bölümünü teşkil ediyor. Babanın kızını maddeci bir kız olarak yetiştirmek istemesi ve ona sık sık materyalizm endeksli telkinlerde bulunması ise düğüm bölümünü oluşturmuş. En son fıtrat gereği genç kızın bütün bu manevi baskılara rağmen kalb ve vicdanının gösterdiği istikamette bir tavır sergilemesi ise çözüm bölümü olarak karşımıza çıkıyor.

Reşat Nuri'nin bütün eserleri hemen hemen vak'a ağırlıklıdır. Burada bu ağırlığın biraz duruma kaydığı görülür. "Günümüzde yazılan bazı hikaye ve romanlarda vak'ayı asgari seviyeye indirmek, hatta kaldırmak teşebbüsünde bulunan yazarlarla karşılaşmaktayız. Avrupa'da W. Woolf F. Kafka,J.Joyce W Faulkner gibi romancılar ve Huseri, J. P. Sartre, Merleau-Ponty gibi fenomeloglar-la beslenen Alain Robble- Grillet, Michel Butor, Cloude Simon ve benzeri romancıların eserleriyle tanınan "yeni roman" hareketi içinde vak'a ile nazarda asgariye indirilmiş ve hatta alıştığımız ölçüler içerisinde kaldırılmış gibidir. Ancak yeni romancıların eserleri okunduğunda vak'anın kaldırılmadığı, tasvirlerle gizlendiği, okuyucunun keşfine bırakıldığı anlaşılır."(5)

Hikayedeki vak'ayı, kısaca, gayr-ı fıtri maddeci telkinin geri tepmesi ve kabul görmemesi şeklinde çerçeveleyebiliriz.

Bakış açısı, maddeci bir babanın, masum bir yavruya fikirlerini sunarken yıktığı ruh zenginlikleri ile, babanın sonunda bir miktar aydınlığa kavuştuğu şeklinde belirlenmiş..

Zaman'ı, ondokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ilk çeyreği olarak düşünebiliriz.

Anlatıcı, yazar gibi görünse de, aslında o değildir. Zira çok defa anlatıcı ile yazar birbirine karıştırılmaktadır. Yazar üzerinde yaşadığımız gerçek dünyaya ait bir varlıktır. Anlatıcı ise,itibari aleme aittir.

Hikayede duru akıcı bir dil kullanılmıştır. Gayet güzel ve etkileyici bir üslup seçilmiştir.

Hikayenin konusu, her şeyi maddede görmenin yanlış ve bu fikrin fıtrata zıt olduğudur.

Netice: İnsanoğlu maddenin esiri olduğu nisbette duygu, insani haslet, inanç, maneviyat, kısaca onu gerçekten insan yapan her şeyden uzak düşer. Zamanla, zincire vurulduğu ve mahkumu olduğu bu dünyadan başka bir dünya olmadığına inanır. Bunu çevresine empoze etmeye başladığı an ise, bazı aşılmaz gerçeklerle yüz yüze gelir. Ama o, yaşadığı ve inandığı tek dünyadan başka alem olduğuna inanmadığı için, bu gerçeklerin gücünü ilk anda kavrayamaz. Lakin fıtrat, bir gün bütün çıplaklığıyla kendini ortaya koyar. Bazısı kendine gelir ve hakikata uyanır. Bazısı ise, ne hazindir ki, sırf inat olsun diye yoluna devam eder.

Alıntı