๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Makale Dünyası => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 02:21:54



Konu Başlığı: Bir Okuma Serüveni
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 02:21:54
Bir Okuma Serüveni

Okumalarımızla kendimize bir saray inşâ ederiz. Beslendiğimiz kaynaklardaki duygu ve düşünce mâlzemesi sıhhatli oldukça sarayımız da o ölçüde zengin ve donanımlı olur. Bir ömrün suları içinde gönül ve ruha besin olacak kitapların arasında yürüdükçe mânevî bünyemiz selametli ilerleyişini sürdürmüş olur. Ya aksi yönlere doğru yapılan okumalar! Bir ömür boyu yaptığı okumalar yüzünden hakikate karşı körleşen bünyelere ne demeli? Böyle bünyelerin tekrar tabii hâllerine dönmeleri için ömürler yetmez.

İnsanın mânevî bünyesi gördüklerinden, duyduklarından, okuduklarından kuruludur. Bir imtihan gerçeğiyle yüz yüzeyiz ki kulağımıza yönelen her sese, nazarlarımıza değen her görüntüye, okumalarımıza dâhil olan her söze karşı sorumluyuz. Üstelik yaşadığımız çağda her türlü sesin, sözün, görüntünün sınır tanımaz bir hızla gözü, kulağı ve bünyeyi alt üst ettiği hakikatken bu sorumluluğumuz kat kat artmaktadır. Her fert kendi hayatını yaşar; ama bu yaşadığımız şey gerçekten kendi hayatımız değil de bize dayatılan bir şeyse ne olacak?

Böylece bize bağışlanan bir ömrün muhâsebesini yapmak için kendimize soracağımız sorularımız olmalı. Dünya kendine bir yol tutturup giderken hangimiz heybemizde keyfiyet incileri, ukba çiçekleri biriktirerek geleceğe yürüyebiliyoruz? Hangimiz, gönlümüzü ve ruhumuzu ışıklandıran derin okumalara sığınıyoruz? Hangimiz, içimizdeki coşkulu ırmakları hayatın geniş, selâmetli ovasıyla buluşturarak kurak gönülleri yeşertebiliyoruz? Dünyanın bu rotasız gidişatı bizi de mi hissizliğin, yozlaşmanın çamuruna çekiyor? Teknolojinin imkânlarından faydalanalım derken gizli bir el bizi de mi makinenin, televizyonun, internetin kirli taraflarına bulaştırıyor? Biz de mi bu sabıkalı câzibenin oyuncağı hâline geliyoruz?

Sorular, var oluşun kamçılarıdır. İç kaynaklarımıza dayanarak gerçekleşen bir derlenişin, toparlanışın en büyük coşku şerbeti de muhâsebeye sevk eden sorulardır. İnsan, kendi nefsine sorular sorabiliyorsa isâbetli cevaplara doğru ilk adımı atmıştır. Ne var ki varlığımızın temeline eğilen tefekkür gayretleri sahih sorularla bir hamle gücüne kavuşsa da sorularımızı besleyen güçlü kaynaklara ihtiyacımız vardır. Duygu ve düşünce kaynağı, insanın var oluş hakikatine işaret ediyorsa bundan beslenen sorular insanı maveraya doğru yürüyüşünde toparlayacak, şevklendirecek nitelikte olacaktır. Demek, sorularımız sadra şifa cevaplara vesile olacaksa, önemli ve anlamlı olur.

Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul yıllarında odasının kapısına "Her soruya cevap verilir; fakat soru sorulmaz." şeklinde bir not yazmış. Kendini, hastalıklı bir asırda büyük şüphelere sürüklenmiş insanların sorularına muhatap kılmak büyük sorumluluk. Reçeteleriniz yoksa böyle bir yükü göze alamazsınız. Üstada öyle bir misyon yüklenmiştir ki daha sonraki dönemlerde oluşan Risâle-i Nur'ların temel düstûru, her türlü soruya cevap arayarak müşevveş zihinleri selâmet yörüngesine çekmek ve inkâr bataklığına saplanmış kalbleri hak çizgisine çağırmak olmuştur.

Risâle-i Nur'ların bir başka önemli görevi de, iman cevherini güçlendirerek insanı ihlâs ve takva ekseninde mütevazı, beklentisiz bir kul olmaya teşvik etmek. Risâleleri bu nazarla okursak bir bilgi ve kültür kitabı karşısında olmadığımızın bereketini devşirmiş olacağız. Başka bir deyişle, kalb ve ruh besinine talip olmak nasıl bir okumak gerektiriyorsa öyle çıkmalı Nur Risâleleri'nin karşısına. İtiraf etmeliyim, çoğu zaman risâle okumalarım, tatminkâr bir keyfiyet kazanamadı.

Ara sıra özün tadını hissetsem de hep kabukta dolaşmanın ezikliğini yaşadım. Böyle olmakla birlikte risâlelerde yine de kendime ait bir şeyler ya da kendimi donatan ışıltılar devşirebildim ki bu eserlerin dolaylarında bir hayattan kopmadım. Bu bir nasip meselesidir; ama kişinin nasibini biraz da kendi meyilleri devam ettirir.

Bugüne kadar Risâle-i Nurlar için farklı okumalardan geçtim. İlki, anne şefkati ve yardımı gerektiren emekleme çağı okumalarıydı. Babamın çocukluk yıllarımda evde yüksek sesle eski yazıdan yaptığı okumalardan şuuraltıma kaydolanları saymazsam, ilk irâdî okumalarım, bu minvaldedir.

Etrafın telkinleriyle değil de kendi isteğimle bir külliyat edinme ihtiyacı duyduğumda kavramaya dönük okumaların eşiğine adım atmıştım. Bu okumalar, kuşatıcı bir zihin hâkimiyeti anlamına gelmese de içine girdiğim sayfanın, paragrafın, cümlenin fikir veya duygu pınarından beni bir ölçüde nasiplendiriyordu. Çevirdiğim her sayfa içimde tekrar okuma için bir nebze iştiyak biriktiriyordu.

Arkadaş çevresinin teşvikiyle yarış havasında yürüyen okumalarımız da vardı. Bu okumalar bende biraz verimsizlik duygusu uyandırmıştır. Birbirimizden fazla okuyalım telâşına düşerken mânâdan taviz verme tehlikesine düşebiliyorduk. Benim asıl yeşertici bulduğum, ihtisas okumalarıdır. Bir başına olsun, grup hâlinde olsun, insanı donatıp şevklendiren, okuma susuzluğunu artıran bu okumalardır.

Bir faaliyetin verime, coşkuya dönüşmesi için insanın içinde bir ilgi kaynağının oluşması gerekir. Başta dışarıdan birtakım teşvik ve telkinlerin faydası vardır şüphesiz; ama iç kaynağın bunu 'gönül tercihi'ne dönüştürmemesi hâlinde, okuma faaliyeti süreklilik kazanmıyor. Risâle-i Nurları okumanın iman kuvvetlendirmek, gönül parlatmak, aynı zamanda mânevî hassasiyeti pekiştirmek anlamına geldiğini bilmekle beraber, bu bilmeklerin kalıcı bir tatbik hazzına dönüşmesi için sözünü ettiğimiz ihtisas okumaları vazgeçilmezdir.

Satırların kovalayıcısı olmak yerine her bir kelimenin hassas bir avcısı olmak insanı mânânın sarrafı yapabilir. Kimi zaman bir oturuşta çevrilen onlarca sayfadan sonra bizde kalanları değerlendirmeye durduğumuzda sadece birkaç kırıntı hatırlanıyorsa bir de bunun karşısına sindire sindire okuduğumuz bir paragrafı koymalı. Hangisinin gönle ziya olduğunu böylece anlaşılabilir. Bir paragrafın içine sıkıştırılmış âlemi; idrakinin ufuklarıyla buluşturmak gayreti, insanı okuduğu metinden daha büyük lezzet devşirmeye sevk ediyor.

Bunları düşünürken bu aralar okumakta olduğum On Yedinci lem'a'dan bir paragraf üzerinde durmak istiyorum: "Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saâdeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hakk, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudât, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tâbir edilen husûsî vazîfelerinde, kemâl-i şevkle ve bir çeşit lezzetle evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadar her şey kemâl-i lezzetle vazîfesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazîfelerini ifa ediyorlar." (17. Lem'a'nın 8. Notası'ndan)

Bu paragrafı öylesine okuyup geçersek anladığımız şu kadar olur: "Cenab-ı Hak, canlı cansız her varlığın, işini kesintisiz yapabilmesi için o işin içine bir faaliyet zevki yerleştirmiştir. Varlıklar, yaptıkları işlerden tam lezzet aldıkları için faaliyetlerine isteyerek devam edebiliyorlar." Teslimiyet içindeki biri, bu paragraftan bir ölçüde hissesini alır; ama irfanî ve hikemî buutta hisse almak, durup tefekkürü gerektirir. Öyleyse mütala nasıl olmalı? Kendimizce, cümle cümle bir yolculuğa çıkalım: "Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saâdeti bilmeyen tembel insan!" Bu hitap cümlesinden anlıyoruz ki Üstad'ın asıl hedefi hayvan ve cansız varlıkları misal göstererek insanı bir gayret şuuruna yöneltmektir. Yine bu hitaptan anlıyoruz ki gaflet ve tembellik, gayret ve ameldeki lezzeti öldürür. İnsan aşksız, şevksiz bir atalettedir ki kendisine sesleniliyor. Yoksa neden "Ey tembel insan!" densin. Ücretsiz veya düşük ücrete rağmen vazîfesini şevkle yapan hizmet delisi insanla onca ücrete rağmen işini ihmâl eden insan arasındaki fark, "evâmir-i tekviniye"ye kayıtsız kalıp kalmamayla ilgilidir.

"Bil ki, Cenâb-ı Hakk, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde dercetmiştir." Eksiksiz bir cömertlik pınarından öyle bir mükâfat sağlanıyor ki yapılan iş ne kadar zahmetli, yorucu olsa da o iş şevkle, coşkuyla yapılabiliyor. Öyle olmasaydı, ne insandan faydalı eserler, ne ağaçtan meyve, ne buluttan yağmur, ne de arıdan bal bekleyebilirdik. İnsanlar için bu mükâfatın içinde ve üstünde başka mükâfatlar da bağışlanmış; müminin meşru dairedeki her faaliyeti, meyvesi ötelerde bir mükâfata bağlanmıştır. İmtihan sırrının gereğidir, kötülüklerde de bir faaliyet zevki gizlenmiştir. Kötülükte böyle bir zevk olmasaydı, kötülükten sakınıp iyiliğe yönelmenin büyük mükâfatlara bağlanması söz konusu olmazdı. Çünkü kötülüğün de iyiliğin de cezası veya mükâfatı irâdî tercihe, yönelişe göredir.

"Mevcudât, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tâbir edilen husûsî vazîfelerinde, kemâl-i şevkle ve bir çeşit lezzetle evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler." İnsanın işini kemal-i şevk ve lezzet ile yapması kolayca anlaşılır bir durumdur ama ya cansız varlıklarınki? Bunu anlamak için "evâmir-i tekviniye" sırlarından haberdar olmak lâzımdır. İşte burada ihtisasın gereği ortaya çıkıyor. Bir fizikçi nazarıyla bakabilmeli ki atom çekirdeklerinin birbiriyle münâsebetlerini, iç nizamlarındaki işleyişlerini çözebilmeli. Bir kimyacı, bir biyolog dürbünüyle eğilmeli ki elementler, hücreler arasındaki dakik dayanışmayı, coşkulu işleyişi gözleyebilmeli. Madde içi unsurlarının itme ve çekme kuvvetlerini, iç işleyişlerindeki tesanütünü bilmeden, "camidât"ın husûsî vazîfelerini "kemâl-i şevkle yapmalarını nasıl anlar, nasıl açıklarız? Ne var ki tefekkürün derinleşmesi için ilim gerekir. Mânâ gözüyle bakan adam bir de İlahî kanunlardan haberdarsa onun irfan ve marifet edası daha başka olur.

Her şey ilâhî aşkın eseridir. Çiçeğin, râyihasıyla gönüllere inşirah salması bu aşkın cilvesidir. Irmağın gürül gürül akması, cıvıl cıvıl kuş sesleri, parıldayan güneş, yeşillik, meltem… Hepsi bir aşk şerbetiyle şerbetlenmişler de işe öyle koşulmuşlar. Her şey Kudreti Sonsuz'un emrinde olduktan sonra taşa, toprağa, hücreye, ağaca coşkuyla iş yaptırmak neden güç olsun? Toprağa can üfleyen kudretin gücü neye yetmez!

"Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadar her şey kemâl-i lezzetle vazîfesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazîfelerini ifa ediyorlar." Bu varlıklara kemal-i lezzet verilmeseydi vazîfelerini mükemmel şekilde yerine getiremezlerdi. Bu kemâl-i lezzeti iyi anlamak için yavrularını büyük bir merhametle korumaya çalışan vahşî hayvanlara, işini mükemmelce yapan arıya, karıncaya iyi bakmalı. Bu varlıklara şuur verilmemesi de apayrı bir hikmet. Bu varlıklara şuur verilseydi bu defa irâdeleri devreye girerdi. Irâdeli olan, irâdesini iyi veya kötü yönde kullanmakla salahiyetlidir. Irâde kötü yönde de kullanılabilir. Ay, güneş, dünya, bilumum gezegenler, mühim vazîfeye koşulmuş varlıklardır. Bu varlıklar "o vazîfe-i fıtriyelerinin imtisâlinde Nûru'l Envâr'ın isimlerine birer mâkes, birer âyine hükmüne geçtiğinden tenevvür eder…" "Nûr'ul Envâr'ın isimlerine birer mâkes, birer âyine hükmüne geçtiğinden tenevvür eder." Cümlesi, yaratılış sırrının âdeta bir özetidir. Bütün kâinat Nûr'ul Envâr'ın isimlerine aynadır. Her şey bu esmâ sâyesinde vardır. Esmâ'nın kesintisiz tecellisi olmasaydı hiçbir varlık olmazdı. "Hiçbir şey yoktur ki onu anmasın" hakikati, her şeyde O'nun tecellisini görmek mümkündür, şeklinde anlaşılabilir. O, her şeye tecelli etmiş ki her şey O'nu tesbihe muhtaçtır. Öyleyse "Her şey O'ndan" demeli hep, her şeyi O'ndan beklemeli.

Hele ki en çok da biz şuurlular her şeyimizi O'na borçluyuz. Borcumuzun ağırlığı eşref-i mahlûkat oluşumuzdan. En büyük ihsan kimeyse şükre, tefekküre en fazla o muhtaç… Güneş bir cam parçasına aksedip ona değer katıyorsa ya Asıl Güneş'in senin varlığına kattıkları? Ya, yere göğe sığmayan İlahî varlığın mümin kalbi şereflendirmesi? Esma, varlıklara akseder, onları şereflendirir, varlık âleminde görünür eyler ama 'gönül bizzat beyt-i Hüda'dır' bütün zerreleriyle O'ndan bir parça olur. Bir et parçası nasıl böyle bir yücelik kazanır? Tarif edilmez ihsan!... Bu paragraftan şu kadarcık anlayabildik de kim bilir işin ehli bundan neler neler çıkarır!

İnsan bir ömür boyu okumalarından kendine kalıcı besinler biriktirmeli ve nefsini bir öğrenci gibi görmeli. Ey nefsim, demeli: "Cenâb-ı Hakk kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfatını hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuştur." Mâdem böyledir, sendeki okuma zevki neden kendi tabii mecrâsını bulamıyor? Neden dallanıp senin değersiz varlığından bir ebediyet meyvesi yeşertmiyor? Okumalarımız bir ömrün sınırları içinde bir saray inşa eder, önemli olan sarayımızın kapısını hangi âleme doğru açacağımızdır.

 Nuh Utku