๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Lemalar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 02 Şubat 2011, 20:19:45



Konu Başlığı: 29. Lema üçüncü bab
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 02 Şubat 2011, 20:19:45
ÜÇÜNCÜ BAB

Allahu ekber'in mertebelerine dairdir.

[Otuz üç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı Yirminci Mektubun İkinci Makamında ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının âhirinde ve Üçüncü Mevkıfının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler o iki Söze müracaat etsinler.]

BİRİNCİ MERTEBE


"De ki: 'Hamd olsun o Allah'a ki, evlât edinmekten münezzehtir, mülkünde ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz değildir ki yardımcıya ihtiyacı olsun.' Ve hürmet ve tâzimle Onun yüceliğini an." İsrâ Sûresi, 17:111.

Lebbeyk ve sa'deyk. Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hâlık ve Bâri' ve Musavvirdir ki, kudretiyle insanı bir kâinat gibi tasnî etmiş; ve insanı nasıl kader kalemiyle yazmışsa, kâinatı da aynen o kalemle yazmıştır. Çünkü şu büyük âlem olan kâinat, aynen bu küçük âlem olan insan gibi, Onun kudretinin masnuu ve kaderinin mektubudur. Sâni-i Hakîm şu büyük âlemi öyle bir surette ibdâ etmiştir ki, onu bir mescid şekline döndürmüş; ve bu küçük âlemi de öyle bir surette icad etmiştir ki, onu bir abd-i sâcid yapmıştır. Şu büyük âlemi bir mülk şeklinde inşa etmiş, bu küçük âlemi de bütün mülke muhtaç bir memlük olarak bina etmiştir. Onun âlem-i ekberdeki san'atı bir kitap şeklinde tezahür etmiş, insandaki sıbğası ise hitap çiçekleri açmıştır. Onun kudreti, âlem-i ekberde haşmet-i rububiyetini gösterirken, âlem-i asgar olan insanda da nimetleri tanzim ediyor. Onun haşmeti âlem-i ekberde vahdâniyetine şehadet ederken, rahmeti de âlem-i asgarda ehadiyetini ilân ediyor. O Sâni-i Zülcelâl, Âlem-i ekberin heyet-i mecmuasına ve envâ ve eczâlarının hareket ve sükûnetlerine birer sikke-i vahdet koyduğu gibi, şu insanın cisim ve âzâlarına ve hücre ve zerrelerine dahi öylece birer hâtem-i vahdet basmıştır.

Şimdi Onun eserlerine toplu bir halde bak: Nasıl gün gibi âşikâr bir şekilde, bir sehâvet-i mutlaka ile beraber bir intizam-ı mutlak göreceksin. Onu dahi sür'at-i mutlaka ile beraber mutlak bir ittizan içinde göreceksin. Onu dahi bir itkan-ı mutlakla beraber suhulet-i mutlaka içinde göreceksin. Onu dahi mutlak bir hüsn-ü san'atla beraber vüs'at-i mutlaka içinde göreceksin. Onu dahi bu'd-i mutlakla beraber ittifak-ı mutlak içinde bulacaksın. Onu dahi ihtilât-ı mutlak ile beraber imtiyaz-ı mutlak içinde göreceksin. Onu dahi, gayet kıymettarlıkla beraber mebzuliyet ve ruhsat-ı mutlaka ile hadsiz mahlûkatın istifadesine arz edilmiş bir şekilde bulacaksın.İşte bu gözle görünen keyfiyet, akıl sahibi bir ehl-i tahkik için bir şahit olduğu gibi, ahmak bir münafığı dahi, bütün bunların Alîm-i Mutlak olan bir kudret-i mutlaka sahibinin eser-i vahdeti olduğunu kabul etmek zorunda bırakır.

Vahdette suhulet-i mutlaka, şirk ve kesrette ise içinden çıkılması imkânsız bir suubet vardır.

Eğer bütün eşya tek bir zâta isnad edilse, kâinatı hiç yoktan icad etmek bir hurma fidanını icad etmek kadar, bir hurma fidanı da bir meyve kadar kolay olur. Kesrete isnad edildiğinde ise, meyveyi ağaç kadar, ağacı ise kâinat kadar zorlaştıran bir imtinâ ortaya çıkar. Zira birtek zat, pek çok eşya için birtek netice ve vaziyeti, birtek fiil ile, külfetsiz ve mübaşeretsiz bir şekilde elde eder. Eğer bu vaziyet ve netice kesrete havale edilse, o neticeye ancak pek çok tekellüfat, mübaşeret ve nizâ ile ulaşılabilir: bir zabitin vazifesini neferata, ustanın vazifesini binanın taşlarına, arzın kendi etrafındaki dönüşüyle hasıl olan yıldız ve seyyarelerin mevkilerindeki değişmeleri o yıldız ve seyyarelerin hareketlerine, daire merkezinin vazifesini o dairenin çevresindeki noktalara bırakmak gibi...

Vahdette, intisap sırrıyla, gayr-ı mütenâhi bir kudret bulunur. Bu suretle, bir sebep bütün menâbi-i kuvvetini kendisi taşımak zorunda kalmaz ve o sebepten hasıl olan eser, onun istinad ettiği şey nisbetinde büyük olur. Şirkte ise, herbir sebep, kendi menâbi-i kuvvetini kendi belinde taşımaya mecburdur; eseri de kendi cirmi kadar küçük olur. Bir karınca ve bir sinek, işte bu intisap kuvvetiyle mütekebbir zalimlere galebe eder; bir küçük çekirdek, bu sırla koca bir ağacı üzerinde taşır.

Bütün eşya birtek zâta isnad edildiği takdirde, icad etmek, "adem-i mutlaktan çıkarmak" mânâsına gelmez. Birtek zâtın eşyayı icadı, tıpkı camdaki misalî sureti kemâl-i suhuletle fotoğraf kâğıdına aksettirerek ona bir vücud-u haricî vermek gibi, yahut görünmez bir mürekkeple yazılmış bir yazıyı, gizli yazıları ortaya çıkaran bir madde vasıtasıyla görünür hale getirmek gibi, bir mevcud-u ilmîyi vücud-u haricîye çıkarmak mânâsını taşır.

Eşyanın esbaba ve kesrete havale edilmesi halinde ise, birşeye vücut vermek için, o şeyi adem-i mutlaktan çıkarmak gerekir. Bu ise, eğer muhal olmazsa, suubetin en nihayet mertebesi olur. Demek, vahdette vücub derecesine varan bir suhulet, kesrette ise imtinâ derecesinde bir suubet vardır.


Vahdette, maddeye ve zamana ihtiyaç olmadan, bir mevcudu adem-i sırftan ibda' ve icad etmek mümkün olur ki, o mevcudun zerreleri külfetsiz bir şekilde ve hiçbir karışıklığa meydan vermeden bir ilmî kalıba dökülür. Şirkte ve kesrette yoktan var etmek ise, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, imkân haricidir. Çünkü bir zîhayatın vücudu için, yeryüzüne yayılmış zerrelerin ve anâsırın toplanması kaçınılmaz olur; ayrıca, ilmî bir kalıbın mevcut olmayışı sebebiyle, o zîhayatın cismindeki zerrelerin muhafazası için, her zerrede küllî bir ilmin ve bir irade-i mutlakanın bulunması gerekecektir. Bununla beraber, şerikler müstağniyetün anhâ ve mümteniatün bizzat, yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi ve vücutları muhal oldukları halde, onları dâvâ etmek sırf tahakkümîdir ve mevcudattan hiçbir şeyde böyle bir ihtimal için ne bir emare, ne bir işaret mevcut değildir. Zira kâinatın hilkati, bizzarure, gayr-ı mütenâhi bir kudret-i kâmile icap ettirir; şeriklere hiç ihtiyaç yoktur. Eğer şerik bulunsa, mütenâhi diğer bir kuvvet, hiçbir zaruret olmadan, hattâ zaruret bunun tam aksi iken, o nihayetsiz ve gayet kemaldeki kudreti, nihayetsiz olduğu bir vakitte tahdit edip ona nihayet vermek lâzım gelir ki, bu, beş vecihle muhaldir. İşte, şerikler böylece mümtenidirler; ve kâinatın mevcudatından hiçbir şeyde, mezkûr vecihlerle mümteni bulunan şeriklerin varlığına dair bir işaret yahut tahakkukuna dair bir emare yoktur.

Bu mesele, Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında zerrattan seyyârâta, İkinci Mevkıfta semâvattan teşahhusât-ı veçhiyeye kadar, hepsi de üzerlerindeki sikke-i tevhidi göstererek şirki reddeden mevcudatın cevaplarıyla izah edilmiştir.

Onun şeriki olmadığı gibi, muîni ve veziri de yoktur. Esbab ise, kudret-i ezeliyenin tasarrufuna ince bir perdeden ibarettir, hakikatte tesir-i icadî sahibi değildir. Zira, esbab içinde en eşref ve ihtiyarı en geniş olan insan olduğu halde, yemek ve içmek ve düşünmek gibi en zâhir ef'âl-i ihtiyariyesinden onun elinde bulunan, ancak yüz cüzden bir meşkûk cüzdür. En eşref ve en geniş ihtiyar sahibi sebebin eli, böyle gördüğün gibi tasarruf-u hakikîden bağlanmış olursa, sair hayvânat ve cemâdat, Hâlık-ı Arz ve Semâvâta icad ve rububiyette nasıl şerik olabilirler? Nasıl ki bir padişahın içine hediyesini koyduğu zarf yahut hediyesini sardığı mendil yahut hediyesini eline verip sana gönderdiği nefer o padişahın saltanatına şerik olamaz. Öyle de, elleriyle bize nimetlerin gönderildiği sebepler ve bizim için iddihar edilen nimetlerin sandukçalarından ibaret olan zarflar ve bize hediye gönderilmiş atâyâ-yı İlâhiyenin sarıldığı esbab, şerik veya muin veya müessir birer vasıta olamazlar.


İKİNCİ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk-ı Alîm ve Sâni-i Hakîm ve Rahmânü'r-Rahîmdir ki, kâinat bostanındaki şu mevcudat-ı arziye ve ecrâm-ı ulviye, bilbedâhe, o Hallâk-ı Alîmin mucizat-ı kudretidir. Ve şu yeryüzü bağında serilmiş rengârenk müzeyyen nebâtat ve açılıp saçılmış ve yayılmış mütenevvi hayvânat, bizzarure, o Sâni-i Hakîmin havârık-ı san'atıdır. Ve bu bağın bahçelerindeki şu tebessüm eden çiçekler ve süslenmiş meyveler, bilmüşahede, o Rahmânü'r-Rahîmin hedâyâ-yı rahmetidir. O mucizât-ı kudret şöyle şehadet ediyor; şu havârık-ı san'at nidâ ediyor; ve bu hedâyâ-yı rahmet ilân ediyor ki: Evvelkinin Hallâkı ve diğerinin Musavviri ve âhirkinin Vâhibi olan Zat herşeye kadîr, herşeye alîmdir. Onun rahmeti ve ilmi herşeyi kuşatmıştır. Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, mütenâhi ve gayr-ı mütenâhi, herşey müsâvidir. O Sâni-i Hakîmin mucizâtı olan mâzinin bütün vukuat ve garâibi şehadet eder ki, o Sâni, Hallâk-ı Alîm ve Azîz-i Hakîm olduğundan, istikbalin bütün imkânât ve acâibine kadirdir.

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki,
ilminin mucizeleri, san'atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri ve lûtfunun burhanları olan
müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile,
yeryüzü bahçesini san'atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmigeçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır.

Bu yeryüzü bahçelerinde

meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec'aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı ve validelerin küçük yavrulara olan terahhumu
cin ve insana ve hayvânat ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd'un kendisini tanıttırması, bir Rahmân'ın kendini sevdirmesi, bir Hannân'ın terahhumu, bir Mennân'ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.Bütün meyve ve tohumlar, birer hikmet mucizesi, birer san'at harikası, birer rahmet hediyesi, birer vahdet burhanı, dâr-ı âhiretteki eltâf-ı İlâhiyenin birer şahididir. Onlar birer şahid-i sadık olarak ilân ederler ki, kendilerinin Hallâkı herşeye kadîr ve herşeye alîmdir. Onun rahmeti ve ilmi ve halk ve tedbiri ve sun' ve tasviri herşeyi ihata etmiştir. Onun halk ve tedbirine ve sun' ve tasvirine nisbetle güneş bir tohumcuk gibi, yıldız bir çiçek gibi, arz bir habbe gibidir; hiçbir şey Ona ağır gelmez.

Meyve ve tohumlar, âlem-i kesretin aktârında vahdetin aynaları, kaderin işaretleri, kudretin remizleridir ki, bu kesretli mevcudatın menbalarının vahdetini gösterirler. Onlar, bir menbadan sudurları sırasında Fâtırlarının sun' ve tedbirdeki vahdetine şehadet ettikleri gibi, tekrar vahdette nihayet bulmalarıyla da Sânilerinin halk ve tedbirindeki hikmetini zikrederler.

Hem o meyve ve tohumlar hikmet-i Rabbâniyenin telvihâtıdır ki, Hâlık-ı Külli Şeyin, o cüz'î mevcutlara müteveccih küllî nazarının, onların cüzlerine dahi baktığını gösterir. Çünkü o ağacın halk edilmesinden en zâhir maksat, onun meyvesidir. İşte, beşer de şu kâinatın meyvesidir ve Hâlık-ı Kâinat nazarında en zâhir maksut odur. Kalb de bir tohumcuk gibidir ve Sâni-i Mahlûkatın en münevver aynası odur. İşte şu hikmettendir ki, bu kâinattaki şu küçücük insan, bu mevcudatta haşir ve neşir gibi muazzam inkılâplara ve kâinatın tahrip ve tebdil ve tahvil ve tecdidine en zâhir bir medar olur.

Allahu ekber. Sen, akılların künh-ü azametine erişemediği bir Zât-ı Zülcelâlsin, ey Kebîr!

Çünkü: Bütün eşya  (http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/c-lemalar/ayetler/c29078a.gif)deyip kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.

Vakit-bevakit lisan-ı istidat ile Cenâb-ı Haktan hukuk-u hayatını "Yâ Hak" deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisaniyle "Yâ Hayy" ismini zikrediyorlar.


ÜÇÜNCÜ MERTEBE

İzahı, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başındadır.

Allahü Teâlâ ilim ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira o öyle bir Kadîr, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerîm, Lâtif, Müzeyyin, Mün'im, Vedûd, Mütearrif, Rahmân, Rahîm, Mütehannin, Cemîl-i Zülcelâl, Kâmil-i Mutlak ve Nakkaş-ı Ezelîdir ki, bu kâinatın sahaif ve tabakatıyla, küll ve cüz olarak hakikati ve bu mevcudatın külliyet ve cüz'iyet ve vücut ve beka itibarıyla hakikati,
Onun kazâ ve kader kaleminin ilim ve hikmetle tanzim ve takdir ettiği hatları;
ilim ve hikmet pergelinin sun' ile tasvir nakışları;
sun' ve tasvirinin yed-i beyzâsıyla, lütuf ve keremle tezyin ve tenvir ettiği tezyinatı;
lütuf ve kereminin ve teveddüd ve taarrüfünün lâtifelerinden rahmet ve nimetle tebessüm eden çiçekleri;
rahmet ve nimetinin ve terahhum ve tahannününün feyzinden cemal ve kemal ile tezahür eden semereleri;
ve, aynaların fâniliği ve mazharların seyyâliyetiyle beraber, onlarda tecellî eden o mücerred ve sermedî cemâlin bâki kalarak, gelip geçen mevsimler ve asırlar ve dehirler üzerinde tecelliyat ve zuhurâtının ve gelip geçen mahlûkat ve günler ve seneler üzerindeki in'âmâtının devam etmesinin şehâdetiyle, Onun cemal ve kemâlinin tecelliyat ve lemeâtından başka birşey değildir.

Evet, aynaların fâniliği ve mevcudatın zevaliyle beraber tecelliyâtın ve füyuzâtın devam etmesi, bütün zuhurattan daha zâhir bir surette, onlarda görünen cemâlin mazharlara ait olmadığına delâlet eder ve en fasih bir lisanla ve en vâzıh bir burhanla gösterir ki, o tecelliyat, Vâcibü'l-Vücudun ve Bâkî-i Vedûdun mücerred cemâlinin ve mazharlar üzerinde daimî yenilenen ihsânâtının cilveleridir.

Evet, eserin mükemmelliği, akıl sahipleri için, fiilin mükemmelliğine delâlet eder. Mükemmel fiil ise, fehim sahipleri için, ismin mükemmelliğine delâlet eder. İsmin mükemmelliği, bilbedâhe sıfatın mükemmelliğine; sıfatın mükemmelliği ise, bizzarure şe'nin mükemmelliğine; şe'nin mükemmelliği ise, hakkalyakîn derecesinde bir kat'iyetle ve o zâta lâyık bir şekilde, zâtın mükemmelliğine delâlet eder.


DÖRDÜNCÜ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Adl-i Âdil ve Hakem-i Hâkim-i Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinat şeceresinin binasını, meşiet ve hikmetinin asılları üzerinde altı günde tesis etmiş; ve onu kazâ ve kaderinin düsturlarıyla tafsil etmiş; ve âdet ve sünnetinin kanunlarıyla tanzim etmiş; ve inâyet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin etmiş; ve, masnuatındaki intizamatın, mevcudatındaki tezyinatın, kâinatın eczasındaki teşabüh, tenasüb, tecavüb, teâvün ve teânukun, ve herşeyde o şeyin kamet-i kabiliyetine göre kader tarafından şuurlu bir şekilde takdir edilmiş itkan-ı san'atın şehadetiyle sabit olduğu üzere, esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir etmiştir.
Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme,
tezyinâtındaki inâyet-i tâmme,
taltifâtındaki rahmet-i vâsia,
terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile,
Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san'at izhar eden hayatı,
tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye,
mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in'ikâs eden tecelliyât-ı cemâliyenin devam etmesi,
kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk,
cezbelerinde zâhir olan incizap,
kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair ittifakları,
eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat,
nebâtâtındaki hakîmâne tedbir,
hayvânâtındaki kerîmâne terbiye,
erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam,
külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler,
maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir hüsn-ü san'atla def'aten icad edilmesi,
sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne teşahhusat,
gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi,
zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka,
aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka,
cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe'niyle ihata eden küllî şuur,
tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel,
bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları,
istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç nevi duaların makbuliyeti.
mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat ve füyuzatları,Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları,
mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi,
Ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların hepsi, birtek Seyyidin hizmetinde ve birtek Mutasarrıfın tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i mevcudatından herbir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle tezahür etmiştir.

Evet, herbir vâdi ve dağdaki ve herbir sahrâ ve ovadaki herbir çiçek ve meyve, herbir nebat ve ağaç, belki herbir hayvan ve taş, belki herbir zerre ve toprak, nakışla eser mâbeyninde bir hâtemdir ve dikkatle nazar edenlere gösterir ki, o eserin sahibi kim ise, o nâmeyi ihtivâ eden şu mekânın kâtibi de odur; ve yeryüzünün ve denizaltının kâtibi de odur; ve böyle nâmelerle dolu semâvat sayfasına şems ve kameri nakşeden de odur. O Nakkaşın celâli herşeyden nihayet derecede yücedir. Allahu ekber!

Âlem bütün eczâsıyla hep birlikte Lâilâhe İllallah hakikatini terennüm ederler.

BEŞİNCİ MERTEBE

Allah herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle Kadîr bir Hallâk ve öyle Basîr bir Musavvirdir ki, şu ecrâm-ı ulviye ve inci-misal yıldızlar Onun ulûhiyet ve azametinin burhanlarından birer nur ve rububiyet ve izzetinin şahitlerinden birer şuadır. Bütün bunlar Onun saltanat-ı rububiyetinin şâşaasına şehadet ve hikmet ve hâkimiyetinin vüs'atini ve azamet-i kudretinin haşmetini nidâ edip ilân ederler.

Şimdi âyet-i kerîmeye kulak ver: "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik." Kaf Sûresi, 50:6.

Sonra semânın yüzüne bak ki, nasıl bir sükûnet içinde sükût, hikmet içinde bir hareket, haşmet içinde bir parlamak, ziynet içinde bir tebessümü, intizam-ı hilkat ve ittizan-ı san'atla beraber göreceksin.

Semânın lâmbası olan güneşin parlamasıyla mevsimleri tebdil etmek, kandili olan ayı semânın yüksek burcuna asıp aydınlatmak, yıldızları ışıl ışıl yakıp âlemleri süslendirmek, bu âlemi tedbir eden nihayetsiz bir saltanatın varlığını ehl-i fikre ilân eder.


İşte o Hallâk-ı Kadîr herşeyi her şe'niyle bilir. Onun iradesi herşeye şâmildir; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi ihata eden zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye kadirdir. Nasıl şu günkü günde güneşin ziyasız ve hararetsiz vücudu mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, semâvâtın hâlıkı olan bir İlâhın ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, bizzarure, zâtının lâzımı olan muhit ilmiyle O herşeyi her şe'niyle bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır.

Mevcudatta müşahede edilen mizanlı intizamlar ve intizamlı mizanlar, hikmet-i âmme ve inâyet-i tâmme, muntazam kader ve müsmir kazâlar, muayyen eceller ve mukannen erzaklar, düsturlarının sağlamlığıyla kâinattaki fenleri netice veren itkanat ve herşeyi süslendiren ihtimamat ve gayet kemaldeki imtiyaz ve ittizan ve intizam ve itkan ve herşeyin hilkatinde görülen suhulet-i mutlaka nâmına hiçbir şey yoktur ki, herşeyi bilen bir Allâmü'l-Guyûbun ilminin ihatasına şahit olmasın.

"Yaratan bilmez olur mu? Onun ilmi herşeyin inceliklerine nüfuz eder ve O herşeyden hakkıyla haberdardır" (Mülk Sûresi, 67:14) âyetinin delâletiyle, birşeyin vücudu, o şeye taallûk eden ilmi istilzam eder. Ve eşyadaki nur-u vücut, eşyaya taallûk eden nur-u ilmi istilzam eder.

İnsanın hüsn-ü san'atının onun şuuruna delâletiyle, hilkat-i insanın ilm-i Hâlıka delâleti arasındaki nisbet, karanlık gecedeki yıldız böceğinin ışıkçığının, günün ortasında yeryüzünde parlayan güneşin şâşaasına nisbeti gibidir.

O Hâlıkın ilmi nasıl herşeyi muhit ise, iradesi de öylece herşeyi muhittir. Çünkü meşiet olmadan birşeyin tahakkuku mümkün değildir. Kudret tesir ettiği ve ilim temyiz ettiği gibi, irade de tahsis eder; ondan sonra eşya vücuda gelir.

Hak Sübhanehû ve Teâlânın irade ve ihtiyarına dair şahitler, eşyanın keyfiyat ve ahval ve şuûnâtı adedincedir.

Evet, hadsiz imkânat ve akîm yollar ve müşevveş ihtimaller arasından ve karma karışık seller altında bu dakik ve rakik nizamla ve bu gözle görünen hassas ve cessas mizanla mevcudatın tanzimi ve muayyen sıfatlarının onlara tahsis edilmesi; ve basit ve câmid unsurlardan muntazam ve muhtelif zîhayat mevcudatın halk edilmesi (insanın bütün cihazatıyla nutfeden, kuşların bütün âzâlarıyla yumurtadan, ağacın muhtelif âzâlarıyla tohumdan halk edilmesi gibi); herşeyin tahsis ve tayini, Hak Sübhanehunun irade ve ihtiyar ve meşietiyle olduğuna delâlet eder.


Nasıl bir cinsten olan eşyanın tevafuku ve bir nev'in efradının âzâ-yı esasiyede tevafukları onların Saniinin Vahid ve Ehad olduğuna bizzarure delâlet ederse, bütün o efradı şümulüne alan ve muntazam alâmet-i farikalarla tezahür eden hakîmâne teşahhusatlarındaki temayüz de, şânı herşeyden yüce olan o Sâni-i Vâhid-i Ehadin Fâil-i Muhtar ve Mürîd olduğuna ve dilediği gibi iş görüp dilediği gibi hükmettiğine delâlet eder.

Hem o Hallâk-ı Alîm-i Mürîd nasıl ki alîm-i külli şey ve mürîd-i külli şeydir, yani ilmi herşeyi muhit ve iradesi herşeye şâmil ve ihtiyarı tam ve ekmeldir. Öyle de, Onun kudreti dahi kâmildir, zarurîdir, zâtîdir, zâtından neş'et eder ve zâtının lâzımıdır. O kudrete acz tedahül etmesi muhaldir; aksi takdirde bil'ittifak muhal olan cem-i zıddeyn lâzım gelir.

O kudrette merâtib de bulunmaz.
Nuraniyet, şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam ve imtisal sırrıyla,
sür'at ve suhulet ve kesret-i mutlaka içinde müşahede edilen intizam-ı mutlak ve ittizan-ı mutlak ve imtiyaz-ı mutlakın şehadetiyle,
imdad-ı vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet ve tecellî-i ehadiyet sırrıyla,
vücub ve tecerrüd ve mübayenet-i mahiyet hikmetiyle,
adem-i takayyüd ve adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzî sırrıyla,
hiç ihtiyaç yok, faraza ihtiyaç olsa-avâik ve mevâniin dahi, insandaki âsab gibi yahut seyyâlât-ı lâtifeyi nakleden madenî hatlar gibi, bir vesile-i teshile inkılâp etmesi hikmetiyle,
cezâlet itibarıyla zerre yıldızdan, cüz neviden ve küllden, cüz'î küllîden, az çoktan, küçük büyükten, insan âlemden ve tohum ağaçtan daha aşağı olmadığı hikmetiyle,
o kudrete nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, cüz'î ve küllî, cüz ve küll, insan ve âlem, tohum ve ağaç müsavidir. Onları halk edenin, bunları dahi halk etmesi istib'âd olunamaz. Zira ihata olunan mevcudat, o küllî ve muhit mevcudatın misal-i musaggarı olan küçücük mektuplar yahut onlardan sağılmış ve süzülmüş noktalar hükmündedir. Demek, ihata olunan şeyin Hâlıkı kim ise, ihata eden dahi, bizzarure, o Hâlıkın kabza-i tasarrufunda olmak zarureti vardır-tâ ki, ihata edenin küçük misali, Onun ilminin desâtiriyle o ihata olunanlarda derc edilsin ve Onun hikmetiyle süzülüp hülâsası çıkarılsın. İşte cüz'iyatta şunu gösteren kudrete, külliyatta dahi bunu göstermek ağır gelmez.Hem nasıl ki cevâhir-i ferd üzerine esir zerrâtıyla bir kur'ân-ı hikmet yazmak, semâvat sayfaları üzerine yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle bir Kur'ân-ı azîm yazmaktan cezalet itibarıyla daha aşağı değildir. Öyle de, bir arı veya karınca, hilkatçe ağaçtan veya filden aşağı olmadığı gibi, bir çiçek dahi san'atça bir yıldızdan aşağı değildir. Ve hâkezâ, kıyas et.

Hem icad-ı eşyada görülen kemâl-i suhulet, nasıl ehl-i dalâleti, aklın reddettiği ve hattâ vehmin dahi ondan kaçtığı muhâlât ve hurafeleri istilzam eden bir iltibasla teşkili teşekkül zannetmelerine sebep olmuşsa; ehl-i hak ve hakikat nazarında da, zerrat ve seyyârâtın müsavi şekilde Hâlık-ı Kâinatın kudretine nisbet edilmesi icap ettiğini, kat'î ve zarurî bir şekilde ispat etmiştir.

Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür ve Ondan başka ilâh yoktur.

ALTINCI MERTEBE

Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür. Allah ilim ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kadir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır ve, şuhud derecesinde bir hads ile, belki bilmüşahede, Onun Vâhidiyet ve Ehadiyet sırrına mazhardır. Çünkü mükevvenatta nizam ve mizan ile tanzim ve tevzin dairesinden hariç hiçbir şey yoktur. Bunlar ise, İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübinden iki babdır. Ve şunlar dahi, biri o Alîm-i Hakîmin ilim ve emrine, diğeri de o Azîz-i Rahîmin kudret ve iradesine iki ünvandır. Ve şu imam ile beraber şu kitaptaki şu mizanlı nizam, başında iz'an ve yüzünde gözü bulunan kimse için iki parlak burhandır ki, kâinatta hiçbir şeyin hiçbir zaman o Rahmân'ın kabza-i tasarrufundan ve o Hannânın tanziminden ve o Mennânın tezyininden ve o Deyyânın tevzininden hariç kalmadığını gösterir.

Elhasıl: Mevcudatın hilkatinde ism-i Evvel ve Âhirin tecellîsi mebde ile müntehâya, asıl ile nesle, mazi ile müstakbele, emir ile ilme bakar ve İmam-ı Mübine işaret eder. Eşyanın hilkati zımnında tecellî eden ism-i Zâhir ve Bâtın ise, Kitab-ı Mübine işaret ederler.


Zira kâinat büyük bir ağaç gibidir. Kâinatın herbir âlemi dahi bir ağaca benzer. Binaenaleyh, cüz'î bir ağacı, bütün envâ ve âlemleriyle beraber kâinatın hilkatine kıyas edebiliriz. İşte şu cüz'î ağacın bir aslı ve mebdei vardır ki, ağaç o çekirdekten neş'et eder. Ve kezâ, ağacın ölümünden sonra onun vazifesini idame ettiren bir de nesli vardır ki, o dahi ağacın semeresindeki çekirdektir.

İşte, mebde ile müntehâ, ism-i Evvel ve Âhirin tecellîsine mazhardır. Ağacın mebde ve çekirdek-i aslîsi, intizam ve hikmetle, ağacın teşekkülâtına dair bütün düsturları ihtiva eden bir fihriste ve tarife hükmündedir. Ağacın nihayetinde bulunan meyvenin çekirdeği ise, ism-i Âhirin tecellîsine mazhardır. Kemâl-i hikmetle halk edilen meyvedeki çekirdek, kendisine o ağacın benzerinin teşekkülü için bir fihriste ve tarife tevdi edilmiş bir sandukça hükmündedir. Onda, kalem-i kaderle, gelecek ağacın teşekkülâtına dair düsturlar yazılmıştır.

Ağacın dış yüzü ise, ism-i Zâhirin tecellîsine mazhardır. Kemâl-i intizam ve tezyin ve hikmetle tanzim edilen o ağacın zâhiri, sanki o ağacın kametine uygun şekilde kemâl-i hikmet ve inayetle biçilmiş muntazam, müzeyyen ve murassâ bir elbisedir.

O ağacın bâtını ise, ism-i Bâtının tecellîsine mazhardır. İntizam ve tedbirindeki kemal ile akılları hayrette bırakan ve hayat için lüzumlu maddeleri muhtelif âzâlara kemâl-i intizamla tevzi eden o ağacın bâtını, gayet intizam ve ittizanla tanzim edilmiş harika bir makine gibidir.

Nasıl ağacın acip bir tarifesi olan evveli ile harika bir fihristesi olan âhiri İmam-ı Mübine işaret ediyorsa, pek acip bir san'at eseri olan zâhiri ile nihayet derecede muntazam bir makine olan bâtını da Kitab-i Mübine işaret eder.

Bunun gibi, insandaki kuvve-i hafızalar dahi Levh-i Mahfuza işaret eder ve onun vücuduna delil teşkil eder. Yine bunun gibi, herbir ağacın çekirdek-i aslîsi ve meyveleri İmam-ı Mübine işaret eder, zâhir ve bâtını ise Kitab-ı Mübini gösterir. İşte bu cüz'î ağaca, mazi ve müstakbeliyle şecere-i arzı, evveli ve âtisiyle şecere-i kâinatı, ecdadı ve nesliyle şecere-i insanı kıyas et. Ve hâkezâ...

O şecerenin Hâlıkının şanı pek yücedir ve Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur.

Ey Kebîr! Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, azametini tavsif etmekte akıllar âciz, ceberûtunun künhüne erişmekte fikirler çaresiz kalır.


YEDİNCİ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk, Fettah,HAŞİYE 2 Faal, Allâm, Vehhab ve Feyyazdır ve öyle bir Şems-i Ezelîdir ki, şu kâinat, bütün envâ ve mevcudatıyla beraber, Onun envârının gölgeleri, Onun ef'âlinin eserleri, Onun esmâsının çeşit çeşit tecelliyâtının renk renk nakışları, Onun kaza ve kader kaleminin hatları, Onun sıfâtının ve cemal ve celâl ve kemâlinin tecelliyâtının aynalarıdır.
Bütün kütüb ve suhufuyla ve tekvinî ve Kur'ânî âyetleriyle Şâhid-i Ezelînin icmâı,
zâtında ve zerrâtındaki iftikar ve ihtiyacatıyla beraber üzerinde tezahür eden gınâ-yı mutlak ve servet-i mutlaka ile, arz ve âlemin icmâı,
zevil'ervahtan ervâh-ı neyyire ve kulûb-u münevvere ve ukul-ü nuraniye sahibi olan bütün ehl-i şuhud enbiya ve evliya ve asfiyanın, bütün tahkikat ve keşfiyat ve füyuzat ve münacatlarının icmâı ile,
arzdan ecrâm-ı ulviye ve süfliyeye kadar bütün bunlar, had ve hesaba gelmez kat'î şehadetleri ve yakîne dayanan tasdikleriyle, tekvinî ve Kur'ânî âyetlerin şehadetlerini ve Vâcibü'l-Vücudun bizzat şehadeti demek olan suhuf ve kütüb-ü semâviyenin şehadetlerini kabul ile ittifak etmişlerdir ki, bu mevcudat Onun kudretinin âsârı ve kaderinin mektubatı esmâsının aynaları ve envârının temessülâtıdır.

Onun celâli herşeyden yücedir ve Ondan başka ilâh yoktur.