๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:15:22



Konu Başlığı: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:15:22
Zühd Makamının Şerhi Ve Zühd Ehlinin Sıfatları Hakkındadır
Yakin makamlarının altıncısı Zühd makamıdır. Allah Teala zühd ehlini aşağıdaki ayet-i kerimede alimler olarak vasfetmiştir: O Ka­run´un bütün haşmetiyle halkın arasına çıkışını naklettikten son­ra şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim verilenler ise: ´Yazıklar ol­sun size, Allah´ın sevabı iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..´ dediler". (Kasas/80)

Bu ayetin tefsirinde ´İlim verilenler kelimesiyle dünya hayatın­daki zahidlerin murad edildiği söylenmiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Bu ayetin tefsirinde de ´Zühd üzerinde sabredenler5 denilmiştir. Allah Teala başka bir ayet-i kerimede şöy­le buyurmuştur: "Ve melekler her kapıdan onların yanma girerek ´Sabrettiğiniz için size selam olsun´ diyerek (onları selamlarlar)". (Ra´d/24) Bu ayetin tefsirinde de, fakirlik üzere sabrettikleri için denilmiştir.

Allah Teala´nm şu iki ayeti de dünya nimetlerine karşı sabırlı olmaya delil teşkil etmektedir. O, zühd sahibi alimleri vasfederken Harura´da Hz. Ali (kv) ile savaşan Haricîler için kullanılan bir isimdir. şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim verilenler ise: Tazıklar olsun size, Allah´ın sevabı iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..´ dediler". (Kasas/80) Bunun akabinde ise, onlara övgü­sünü sürdürerek "Buna da sabredenlerden başkası kavuşturul­maz" (Kasas/80) buyurmuştur. Burada da yine dünyalıklara karşı sabredenler murad edilmiştir.

Bir diğer ayet-i kerimede ise onları başka bir şekilde överek şöyle buyurmuştur: "İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Şu halde zühd sahibine, yoksulluğu ve bununla beraber kanaatkarlığı ve zühdünden dolayı iki misli ecir verilecektir. Yokluk içindeki fakire, zühd sahibi olmayan zengine göre bir ecir daha fazla verilecektir.

Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen iki hadisin yorumu da bu şekilde yapılmıştır. Hadislerden ilkinde O şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimin fakirleri, cennete zenginlerinden kırk güz daha önce girerler".[67]

Diğer hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Müminlerin fakirleri cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler".[68]Çünkü zühd ehli fakir, durumu düzgün zenginden beşyüz yıl önce cennete girer. Bunlar, fakirlerin havassıdır. Zühd sahibi olmayan fakirler ise zen­ginlerden kırk güz Önce cennete gireceklerdir. Bunun sebebi ise, sırf fakir olup zahid olmamalarıdır. Bunlar da fakirlerin avamıdır. Her iki halde de fakirler zenginlerden üstün tutulmuşlardır. Onla­rın dünyadaki zengin konumlarından dolayı fakirler cennete onlar­dan önce gireceklerdir.

Bu konuda ki üçüncü hadise göre zenginlerin avamı, ehli dün­ya oldukları için hesaba çekilecekler infakta bulunmuş olmaları ve hayır kazanmış olmaları talep edilecektir. Allah Resulü (sav) bu­yurdu ki: "Cennet ehlini gördüm ki onların çoğunluğu fakirlerdir. Cehennem ehlini de gördüm ki çoğunluğu zenginlerdir"[69]

Bu manada başka bir hadiste de şu ifade yer almaktadır: "He­men sordum: Zenginler neredeler? Dedi ki: Nasip onları hapsetti".[70] Allah Teala zühd sahibi fakirleri ihsan sahipleri ´Muhsinun´ olarak adlandırmış ve onlardan imkan ve haklarında yol bulma halini kaldırarak şöyle buyurmuştur: "İnfak edecek bir şey bula­mayanlar için de bir sıkıntı yoktur". (Tevbe/91); "İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Daha sonra da üstlerin­de bu tür yol bulunanları beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Yol, ancak senden izin isteyenler üstündedir". (Tevbe/93) Bunlar, sava­şa gitmeyerek kadınlarla beraber geride kalmak için izin isteyen zenginlerdi.

Allah Teala´ın şu buyruğu da bu manaya yorulmuştur: "Mu­hakkak ki Biz, arzın üstündekileri dünya için bir süs kıldık, ta ki hangilerinin amel bakımından daha güzel olduğunu sınayalım". (Kehf/7) Bu ayetin tefsirinde de, Tdmlerin dünyada daha zahid ol­duğunun sınanması için böyle yapıldı´ denilmiştir. Böylelikle ihsan da, zühd sahipleri için bir makam olmaktadır. Bu da yakinin sıfat­larından biridir. Allah Resulü de (sav) onu bu şekilde açıklamış ve kendisine ihsanın ne olduğu sorulduğu zaman, "Allah Teala´ya O´nu görür gibi -yani yakin üzere- ibadet etmendir"[71] buyurmuştur ki bu da müşahededir.

Şunu kesinlikle biliniz ki zühd, yakin sahibinin halidir. Çünkü yakinin gereği zühddür. Vehim sahibi biri, zenginlerin fakirlerden üstün olduğunu söyleyerek şu ayet-i kerimeyi delil göstermeye ça­lışabilir: "Ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (so­rumluluk) yoktur". (Tevbe/92) Bu vehme kapılan kişi şunu bilme­mektedir: Kur´an-ı Kerim´i hakkıyla düşünüp anlayanlara göre fa­kirler için Kur*an´da büyük sevaptan sözedilmektedir. Onlar muh-sin olmaları itibarıyla tamam-ı hal üzeredirler.

Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "İhsan sahiplerine daha da arttıracağız". (Bakara/58) Onlar için arttırılan şey, hüzün, keder ve kusur etme endişesidir. Çünkü onlar, Rablerinin kendi üzerlerindeki hakkının büyüklüğünü gördükleri için kendilerini neredeyse günahkarlar olarak kabul etmekteydiler. Ta ki Allah Te­ala onlara müjde vererek kendilerini ihsan sahipleri ´Muhsinun olarak adlandırdı ve şöyle buyurdu: "İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Böylelikle onları hayır sahibi zen­ginlere katmış ve lafzen de onlara izafe etmiştir.

Onların gözyaşları da, kaçırdıkları dünyalıklar veya zenginlik arzuları sebebiyle akmıyordu. Allah Teala, onların dünya nimetle­rine karşı gösterdikleri sabırlarını övmekte ve dünyayı onlar açı­sından kınamaktadır. Onların bütün hüzünleri, fakirlikten biraz daha üstte olarak infak edecek bir şey bularak onu Allah yolunda harcama isteklerinden kaynaklanıyordu. Böylece fakirliklerine rağmen infak edecekleri şeylerle daha da fakirleşeceklerdi.

Onların hüznü, infakı çoğaltarak dünyalık bakımından daha da fakir hale düşemenıekten kaynaklanıyordu. İşte bu da, fakirlerin ikinci üstünlükleridir. Sonuç itibarıyla sözkonusu ayet, malı topla­yıp biriktirenleri değil fakirleri üstün kılma hükmünü içermekte­dir. Ayetlerden hüküm çıkarmayı bilen ve tefekkür gücüne sahip olanlar için hakikat budur.

Herşeyden önce fakirler, Allah Resulü (sav) ile aynı hali paylaş­maktaydılar. Allah Teala, kendi Resulü´nü de (sav) onların haliyle vasfederek şöyle buyurmuştur: "Sizi bindirecek bir şey bulamıyo­rum, dediğinde". (Tevbe/92) Sonra da onları, Resulü gibi övmüştür. Çünkü onlar en çok benzeyen, Allah Resulü´nün (sav) haline en ya­kın olanlardı. O´na en çok benzeyenler, elbette daha üstün olacak­lardır. Nasıl olmasınlar ki? Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminin süsü fakirliktir". O, meşhur bir hadisinde de fakirliğe cok değer vererek şöyle buyurmuştur: "Müminin üstündeki fakir­lik, doru atın yanlarındaki yeleden daha güzel bir süstür".

Fakirlik, Allah Resulü´nün (sav) tercihi, diğer peygamberlerin şiarı, sahabe ve diğer büyüklerin de yoludur. Bir hadiste Allah Re­sulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cennete en son girecek peygamber krallığının büyüklüğü sebebiyle Süleyman b. Davud´dur. Ashabımdan da cennete en son girecek olan, dünya­daki zenginliğinin çokluğundan dolayı Abdurrahman b. Avfdır".

Başka bir hadiste de bu sahabi hakkında şöyle buyurduğu riva­yet edilmektedir: "Onun cennete sürünerek girdiğini gördüm". Üm-met-i İslam içinde bilebildiğimiz en faziletli iki topluluk vardır ki bunların ilki muhacirler, diğeri de Suffe ashabıdır. Allah Teala hepsini de fakirlik sıfatını teyid ederek övmüş ve şöyle buyurmuştur: "Kendilerini Allah yoluna adayanlar içindir". (Bakara/273) Allah Teala onların fakirlik ve adamışlık sıfatlarını öne almıştır. O, sev­diği kullarını ancak sevdiği sıfatlarla över ve O, tam olarak sevme­diği hiçbir kulunu vasfetmez.

Allah Teala´nın şu buyruğunun da dünyalıklara karşı sabırlı ol­mak hakkında olduğu söylenmiştir: "Ve onlar içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola ileten imamlar kıldık". (Secde/24) Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Alimler dünyalığa dalmadıkça peygamberlerin sırdaşlarıdır. Onlar dünyalığa daldıkları zaman, dininiz hakkında onlardan sa­kının". Diğer bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "Dünyalıklardan eksik olanları elde edin­ceye kadar Kelime-i Tevhid kulları Allah´ın gazabından korumaya devam eder". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise, "Dünyevi işleri­ni dinlerine tercih etmelerine kadar.." ifadesi yeralmaktadır. Hadis şöyle devam etmektedir: "Onlar böyle yaptıkları ve ´Allah´tan baş­ka ilah yoktur" dedikleri zaman Allah Teala, ´Yalan söylüyorsunuz, bu sözünüzde samimi değilsiniz´ buyurur".

Ehl-i Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadis de şöyledir: "Allah Teala bir kulu sevdiği zaman onu imtihan eder, çok aşırı sevdiği za­man ise onu kendine alıkor. Bunun üzerine ´Kendine alıkor, ne de­mektir?´ diye sordular. Allah Resulü de (sav) ´Ona aile ve mal bırak­maz´ buyurdu". Kitab Ehli´nin haberleri arasında şöyle bir hadise nakledilir: "Allah Teala velilerinden birine vahiyde bulunarak ´Dik­katli ol, sana kızdığımda gözümden düşersin ve dünyayı herşeyiy-le üzerine dökerim´ buyurdu".

Denir ki: İyi ameller içinde, bütün ibadetleri içinde toplayan tek amel, dünyada zühd sahibi olmaktır. Sahabeden bir zat da şöyle de­miştir: Bütün amelleri takip ettik, ahiret bakımından dünyada zühd sahibi olmaktan daha etkilisini göremedik. Yine sahabeden bir zat, Tabiun´un ileri gelenlerinden birine şu soruyu sormuştu: Sizler amel ve ictihad bakımından Allah Resulü´nün (sav) ashabın­dan daha ilerisiniz. Ama onlar sizden daha hayırlıydı. ´Neden böy­ledir?. O da, ´Onlar dünyevi bakımdan bizden daha fazla zühd sa­hibiydiler dedi.

Lokman da (as) oğluna öğüt verirken şöyle demiştir: "Bil ki dine en çok katkıda bulunan şey, dünyada zahitliktir". Denildi ki: Her­kim kırk gün dünyada zühd sahibi olursa, Allah Teala onun kalbin­de hikmet pınarları akıtır ve dilini de hikmetle konuşturur. Bir ha­diste ise şöyle buyrulduğu rivayet edilmektedir: Kulun suskun ve dünyada zühd sahibi olduğunu gördüğünüzde ona yaklaşın. Çünkü o, hikmet öğretmektedir. Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Her ki­me hikmet verilmişse, ona birçok hayır verilmiştir". (Bakara/269)

Dünya düşkünlüğünün kötülendiği haberler hayli fazladır. Bunlardan biri de şu hadistir: "Kira, tasası dünya olarak sabahlar­sa Allah Teala onun işini dağıtır ve gelirini kaybettirir. Dünyadan da ancak kendisine yazılı olanı elde eder. Her kim de tasası ahiret olarak sabahlarsa Allah Teala onun kafasını toplar, gelirini korur. Zenginliğini kalbinde kılar ve dünya kendisine rağmen onun aya­ğına gelir".[72]

Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse Biz ona ekininde bereket temin ederiz. Kim de dünya ekini­ni isterse, ona da ondan veririz. Ancak onun ahirette bir nasibi yok­tur". (Şura/20) Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerif de şöyle­dir: "Allah Resulü´ne (sav) İnsanların en hayırlısı kimdir?´ diye sor­duk. O da şöyle buyurdu: Kalbi derli toplu, dili sadık olan. Bunun üzerine, ´Ey Allah Resulü, kalbi derli toplu ne demektir?´ diye sor­duk. Allah Resulü, (sav) şöyle buyurdu: Takva sahibi, arı duru, kin, zorbalık ve aldatma olmayan, demektir.

Bu açıklama üzerine, ´Kim bu yol üzeredir?´ diye soruldu. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Dünyaya küsen ve ahireti sevenler-". Her şey kendi aksiyle bilinir. Mesela küsmenin zıddı, sevmedir. Zühdün zıddı da rağbet ve tamahtır. Allah Resulü´nün (sav) şu buy­ruğu da buna delalet etmektedir: "İnsanların en kötüsü dünyayı se­vendir".

Dünyaya rağbet eden, onun sevendir. Dünyalıkları edinmek ve sürekli daha fazlasını istemek de dünyaya rağbet etmenin alame­tidir. Allah Resulü (sav) bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Eğer Al­lah Teala´nm seni sevmesini istersen dünyada zühd sahibi ol".[73]

Görüldüğü gibi zühd, Allah Teala´nm sevgisine sebep kılınmış­tır. Zahid de Allah Teala´nm habibidir. Bu durumda zühdün, halle­rin en üstünü olması gerekir. Çünkü muhabbet, makamların en üs­tünüdür. Dünyaya rağbet eden kimse, O´ndan daha Yüce hiçbirşe-yin bulunmadığı Allah Teala´nm gazabına uğrar. Dünyayı seven kimse, Allah Teala tarafından buğzedilen kişidir.

Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: İyi amellerin hepsini za­hidlerin terazilerine koyun. Zuhdlerinin sevapları, onlar için daima bir fazlalık olur. Yine o şöyle demiştir: Kıyamet günü abidler, alim­lerin terazilerinde dir. Alimler ise zahidlerin terazilerinde dir. Hiçbir tamahkar Allah Teala´nm muhabbetine rağbet etmez. O Allah Tea­la´nm gazabına uğradığı için dünya aşıklarmdandır.

Konuyla ilgili kudsi bir hadis şöyledir: "Allah Teala yarattığı andan itibaren dünyaya nazar etmemiştir. O dünyaya şöyle buyu­rur: ´Sakinleş ey fani dünya, sen de sana sahiplenenler de cehenne­me gideceksiniz". Bir diğer kudsi hadiste de Allah Teala´nm Kıya­met günü dünya için şöyle nida edeceği rivayet edilmiştir: "Onda Benim için olanları ayırın, kalanlarını da ateşe atm".

Dünyanın kötülendiği haberlerden biri de şöyledir: "Dünya la­netlenmiş, Allah´ın zikri ve O´nun dostları dışında dünyada bulu­nanlar da lanetlenmişlerdir". Benzer bir hadis ise şöyledir: "Dünya, Iblis´e benzer, Allah Teala onu da uzaklaştırmak ve lanetlemek için yaratmıştır. Allah Teala onu sınar ve imtihanı kaybeder, helak et­mek ister ve o da helak olur".

Mükaşefe ehlinden bir zat buna şahit olmuş ve şöyle demiştir: Dünyayı bir leş, îblis´i ise bir köpek şeklinde gördüm. İblis onun pe­şinden koşmaktaydı. Yukarıdan bir ses de şöyle diyordu: Sen benim köpeklerimden birisin. Bu da benim yarattığım bir leştir. Senin Ben´deki nasibin işte budur. Her kim onun hakkında seninle müca­dele ederse, seni ona musallat ederim. Bundan anlaşılan şudur ki dünya, Iblis´in mekanıdır. Kim dünyada bir yer edinirse, edindiği dünyalık kadar İblis de onun üzerinde hakimiyet kurar.

Dünya evliyadan bir zata kadın suretinde gösterilmiştir. O, hal­kın avuçlarının ona doğru yöneldiğini, onun da ellerine birşey koy­duğunu görmüştü. ´O nedir?´ diye sorulunca, lezzet veren bir şey, denilmişti. İnsanlardan bir topluluk ise, onun yanından avuçlarını Uzatmaksızm geçer, o da onlara birşey vermezdi.

Dünya, Müverrak el-Acli´ye yaşlı bir kadın suretinde gösteril­mişti. Çirkin, kambur ve saçları dökülmüş bir kadın suretindeydi. Ama üzerinde türlü boyalar ve zinetler vardı. el-Acli, ´Senden Al­lah´a sığınırım´ deyince kadın şöyle dedi: Eğer Allah´ın seni benden korumasını istiyorsan dirhemden nefret et.

Konuyla ilgili bir hadis de şöyledir: "Dünya, Allah Teala onu ya­rattığından beri, sema ile arz arasında durmaktadır. Allah Teala ona asla bakmaz. Dünya Kıyamet günü şöyle der: Ey Rabbim, bu­gün beni en alt derecedeki dostlarının nasibi kıl. Bunun üzerine Al­lah Teala şöyle buyurur: Sus ey fani! Dünya hayatında onlar için senden razı olmamışken, bugün mü razı olayım?"

Seleften bir zat şöyle demiştir: Dünya çok aşağıdır. Onu seven kimsenin kalbi ise ondan da aşağıdır. Rivayete göre Ali (kv) şöyle demiştir: Dünya bir leştir. Onu isteyen kimse, diğer köpeklerle da­laşmaya tahammül etmelidir. Musa (as) hakkında nakledilen ha­berlerden birinde ona şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Eğer yoksulu, bir zengini karşıladığın gibi karşılamazsan, sana öğretti­ğim bütün ilimleri toprağın altına at. Bir fakirin yaklaştığını gör­düğünde, ´Salihlerin şiarı, merhaba´ de. Zenginin geldiğini gördü­ğünde ise, ´Cezası erkene alınmış yaşayan bir günah´ de".

İmamımız Ebu Muhammed Sehi (ra) şöyle demiştir: Davud´un (as) haberleriyle ilgili olarak ulemadan bir zat şunu nakletti: "Al­lah Teala buyurdu ki: Ben Muhammed´i sadece kendim için yarat­tım. Adem´i ise Muhammed için yarattım. Kainatta yarattığım her-şeyi de Adem´in çocukları için yarattım. Onlardan hangisi, kendisi için bu yarattıklarımla meşgul olursa onu kendimden perdelerim. Hangisi de sadece Benimle meşgul olursa, bütün yarattıklarımı onun önüne dökerim".

Sıddıklar, yolun başında şöyle derlerdi: Allah Teala´dan dünya­yı talep ettik, bizi menetti. Ama bu hallerimize sahip olduğumuzda O bize dünyayı teklif etti. Biz de o zaman dünyadan imtina ettik. Rivayete göre İsa (as) dünyaya şöyle derdi: "Benden uzak dur ey domuz!" Bu rivayet, Yezid b. Meysere tarafından yapılmıştır. O, Şam ulemasmdandı. Kendisi şöyle derdi: Şeyhlerimiz dünyaya ´do­muz´ diyorlardı. Eğer daha kötü bir isim bulabilselerdi, kesinlikle onu kullanırlardı.

Yine o şöyle demiştir: Şeyhlerimizden birine dünya yöneldiği zaman ona, ´Benden uzak dur ey domuz! Sana ihtiyacımız yok, biz Rabbimizi tanıdık´ derdi. Bunun anlamı, seninle nasıl sınanacağı­mızı öğrendik. Rabbimiz, bizim nasıl amel edeceğimize bakmakta­dır, ey fani dünya! Seninle ilgili olarak zühd sahibi olup Rabbimizi tercih edeceğiz, Rabbimizin sana olan buğzunu da öğrendik ve bu hususta O´na katıldık. Kalplerimizin yalnız O´nu ululayıp O´ndan gayrisinden yüz çevirmeleri gerektiğim de öğrendik, şeklindedir.

Hasan el-Basri (ra) da böyleydi. Şeyhlerinden birini anlatırken şöyle demiştir: Onlardan birine helal bir mal sunulup ´Bunu al ve ihtiyaçlarını gider5 denildiği zaman, ´Ona ihtiyacım yok, kalbimi bozmasından korkarım´ derdi. Bu zat, salih bir kalbe sahip olması­na rağmen, onu gözetmekte ve alacağı malla kalbinin bozulmasın­dan korkmaktadır.

Allah Resulü (sav) hakkında da benzer bir olay nakledilmiştir: "O, yerde ölü olarak yatan uyuz bir oğlak görmüştü. Yanındakilere şöyle buyurdu: Ne dersiniz, artık sahibi için değeri yok? Bunun üzerine sahabe, ´Ey Allah Resulü, değersizliğinden dolayı onu böy­le atmışlar dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Allah Teala için dünya, bu oğlaktan bile daha değersizdir".[74] Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şu ifade geçmektedir: "Allah Resulü (sav), ´Kim pa­ra vererek buna sahip olmak ister?´ diye sordu. Bunun üzerine ´Hiç birimiz, bunun ne değeri olabilir ki?´ dedik. Allah Resulü de, ´İşte dünya da Allah Teala için, bunun sizin için olan değersizliğinden daha değersizdir* buyurdu."[75]

Allah Resulü (sav) şu buyruğuyla da dünyayı değersizlikle ve basitlikle nitelemiştir: "Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisine­ğin kanadı kadar ağırlığı olsaydı, bir kafire ondan bir yudum su da­hi vermezdi".81 Yine O, bir bedeviye söylediği sözle, onun çirkinliği­ne ve ehline döneceğine dair güzel bir benzetmede bulunmuştur: "Ne dersin, yediklerinizi ve içtiklerinizi dışarı çıkarmıyor ve idrar­la dökmüyor musunuz? O da, ´Evet´ dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü, ´Peki onların neye dönüştüğünü biliyor musun?´ diye sordu. Bedevi de, ´Senin bildiğin bir şeye ey Allah Resulü´ dedi. O da adama şöyle dedi: ´Sizden biri büyük abdestini bozmak için evinin ar­kasına çömeldiğinde kokusunun çirkinliğinden dolayı burnunu eliyle tutmaz mı?´ diye sordu. Adam da, ´evet´ dedi. O zaman Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: ´İşte Allah Teala da Adem oğullarının terketmesinden sonra dünyayı öyle yapacaktır".

Allah Teala´nm "Ve sizin nefislerinizde, görmüyor musunuz?" (Zariyat/21) buyruğu da bu manada yorumlanarak, dışkı ve idrarın bulunduğu yerlerin murad edildiği söylenmiştir. Yine O´nun "Dün­ya hayatı Ahiret için metadan başka birşey değildir" (Ra´d/26) buy­ruğunun tefsirinde de ´meta´ kelimesi ile murad edilenin leş olduğu söylenmiştir. Esma´i şöyle demişti: ´Arabm biri bozulan ve kokan bir et için ´Mete´a el-lahmu=Et meta/Leş oldu´ demişti.

Rivayete göre Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Adem (as) yeryü­züne indiği zaman yaptığı ilk iş, abdest bozmak oldu. İbni Ab-bas´dan (ra) da şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) bü­yük abdestini bozunca çıkan koku onu rahatsız etti. O da bu yüz­den kedere boğuldu. Cebrail (as) kendisine gelerek ´Bu, hatalarının kokusudur5 dedi". Akıl sahipleri Allah Teala sayesinde dünyayı bir tuvalet olarak gördüler ve zaruret hali dışında ona girmediler. Tu­valete girmekten ne kadar müstağni kalırsanız o kadar hayırlı olur. Bazıları ise dünyayı leş olarak görmüş ve ondan ancak yete­cek kadar almışlardır. Leşten de ne kadar az alırsanız o kadar isa­betli olur.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Bir kitapta şunu okudum: Ey Adem oğlu, eğer Beni istiyorsan dünyayı terket. Eğer dünyayı isti­yorsan çilen uzun olsun. Başka semavi kitaplarda da şu ifade ye-ralmıştır: "Ey Adem oğlu, Ben senin için vazgeçilmez bir zaruretim. Sakın onlarsız olabileceğin şeyleri Bana tercih etme". Allah Tea-la´dan ihbarda bulunan bir zat da şöyle demiştir: Allah Teala dün­yaya şöyle vahyetti: Bana hizmet edene hizmet et ve hizmetinden yorul.

Başka biri ise şunu nakletmiştir: Müsned olarak rivayet edildi ki, Allah Teala dünyaya şöyle vahy etmiş tir: "Dostlarıma acı ol ki Benim katımdakilere rağbet etsinler. Düşmanlarıma da tatlı görün ki, Bana kavuşmaktan hoşlanmasınlar". Aişe (ra) Allah Resu-lü´nden (sav) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Kim Allah´a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah´a kavuş­mayı istemezse, Allah Teala da ona kavuşmayı istemez".[76]

Bütün bu hadis ve nakiller, dünya ehlini geri döndürecek ve onu sevenlerin gözlerini güldürecek mahiyettedir. Bunların karşısında yeralan güzel haber ve hadisler ise, zühdün fazileti ve fakirliğin de­ğeri hakkındadır. Bu haberler, ihlaslı fakirlerin başlarını dik tut­makta ve salih zahidler için göz aydınlığı olmaktadır. Allah Teala buyurdu ki: "Artık hiçbir nefis, yapmakta olduklarına karşılık ol­mak üzere, kendileri için göz aydınlığı olarak nelerin hazırlandığı­nı bilemez". (Secde/17)


Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:20:41
Dünyaya rağbetin aslı, yakini imanın zayıflığından dır. Çünkü kulun yakini imanı kuvvetli olursa, onun nuruyla ahirete bakar, dünya onun gözünde kaybolmuştur. O, aslen kayıp olan dünya hak­kında zühd sahibi olmuş ve inancında mevcut olana rağbet etmiştir. O, kendisi için daha yararlı, daha kalıcı ve Rabbi için daha memnun edici olanı tercih etmiştir. Daimi ve sürekli olanı, fani ve geçici ola­nın önüne geçirmiştir. İşte zühdün sureti ve yakin sahibinin^şahit-liği budur. Akıllı olan, kaybolacak veya taşınacak olanı istemez.

Allah Teala´nm yakin sahiplerinden olmak isteyen İbrahim´le (as) ilgili anlattıklarını görmüyor musunuz? "Ben batıp gidenleri sevmem". (En´am/76) Yakin sahibi kul, İbrahim´in (as) dinine uy­makla emredilmiştir. Allah Teala bu dini vasfederek şöyle buyur­muştur: "Babanız İbrahim´in dinine". (Hacc/78) Yani, size düşen, babanız ibrahim´in (as) dinine uymaktır.

Ahiretteki azap ve mükafat vaatleri aklın nuruyla görülemez. Bunlar ancak yakin nuruyla müşahede edilebilir. Buna göre nurlar dört türdür. Kalp de dört cihete yönelmiştir: Mülk, Melekût, İzzet ve Ceberut. Aklın nuruyla ancak mülke şahit olunabilir. İman nu­ruyla melekûta şahit olunabilir ki o da ahirettir. Yakin nuruyla iz­zete şahit olunabilir ki o, sıfatlardan ibarettir. Marifet nuruyla ise ceberûta şahit olunur ki o da vahdaniyettir.

Cebbar olan Allah Teala, kalbin üstündedir ve onu kuşatmıştır. O, dilediğiyle ona açılır ve kalbe de O´nun şahit kıldığı şey galip ge­lir. Yakinin zayıflığı, kalbi herşeye sokabilir. Yakinin kuvveti ise, her amelde ihtiyaç duyulan bir haldir. Aksi halde kalp dünyevi bir şey olur ve ona aklın nuruyla ulaşılabilir. Kendisine yakin nuru ve­rilmeyen kimse, büyük mülkü göremeyerek küçük mülkü arzular. Sonuçta da kaybolacak olan dünyayı sever, yükselip yücelme gay­retinde olmaz. Sahip olduğu herşeyin üstünde bir şey vardır. [77]


Zühdün Mahiyeti Hakkındadır:



Zühd nedir? Hiçbir kul, dünyanın ne olduğunu öğrenmedikçe züh­dün ne olduğunu öğrenemez. Alimler, zühd hakkında birçok şey söylemişlerdir. Zühdün tarifi için bunları aktarmak durumunda değiliz. Çünkü Allah Teala şifa ve zenginlik kıldığı Kitabı´nda onun ne olduğunu beyan etmiştir.

Allah Resulü de (sav) Kitabullah için, "Kur'an, sağlam ip ve dos­doğru yoldur. Hidayeti onun dışında arayanları Allah Teala yoldan çıkarır"[78]Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onda bir husus hakkın­da ihtilafa düştüğünüzde, onun hükmü Allah´a havale edilir". (Şu­ra/10) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi". (Baka­ra/213)

Allah Teala, Kitab´ında dünyanın yedi şeyden ibaret olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekin­lere duyulan şehvet tutkusu, insanlar için süslendi". (Al-i İm-ran/14) Allah Teala bu ayetinin devamında da şöyle buyurmuştur: "Bunlar, dünya hayatının metaldir". (Al-i İmran/14)

Allah Teala şehvetlere düşkünlüğü, süsleme, çekici kılma ifade­siyle anlatmış, sonra da nefse sevimli kılınan yedi tür dünya nime­tini sıralamıştır. Sonra da bunlara ´Zâlike=Bunlar´ kelimesindeki Kaf harfiyle işaret etmiştir. Kaf harfi, daha önce sıralı olarak anla­tılan şeyleri ifade etmek için kullanılan bir kinayedir. Za harfiyle Kaf harfi arasındaki Lam harfi ise tekid ve pekiştirme içindir. Al­lah´ın buyruğunun iyice düşünülmesi sonucunda ortaya çıkan şu­dur: Burada sayılan yedi şey, dünyanın bütünüdür. Yaşadığımız dünya bu yedi sıfattan ibarettir. Tabii ki bu asıllardan kaynaklanan bir takım ikincil şehvet ve arzular da bulunur. Bunların tamamını seven kimse, dünyayı bütünüyle sevmiş olur. Bunlardan herhangi birini veya bir kısmını seven ise, dünyayı kısmen sevmiş olur.

Ayetin nassmdan anladığımız, şehvetin dünya olduğudur. Bu­nun delaletiyle de şunu anlamaktayız ki, ihtiyaçlar dünya değildir. Çünkü bunlar zaruri olarak gelirler. İhtiyaç dünya olarak isimlen-dirilmediği zaman şehvet de olmamış olur. Bu ihtiyacın arzulanma­sı da bunu değiştirmez. Zira şehvet dünyadır. İsimlerin farklılaş­masından dolayı, hükümler de farklılaşır.

Bu, israiliyatta Allah Teala´dan nakledilen bir habere dayan­maktadır. Buna göre İbrahim (as) bir şeye ihtiyaç duymuştu. Bu­nun üzerine bir arkadaşına giderek ödünç istemişti. Ama o kendi­sine istediğini vermemişti. Bunun üzerine tasalı bir halde geri dön­müştü. Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Eğer Ha­lil´inden isteseydin sana verirdi. Bunun üzerine İbrahim (as) şöyle dedi: Ey Rabbim, dünyaya buğzettiğini bildiğim için onu Sen´den istemekten korktum. Bana da buğzedebilirdin.

Buna üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: İhtiyaçlar, dünya de­ğildir. Daha sonra O´nun bu yedi sınıf dünyalığı sıraladığını gördü­ğümüzde dünyanın ne olduğunu daha iyi anladık. Başka bir yerde ise bu yedi sınıfı, beş sıfata dayandırmakta ve bir söz sahibinin ağ­zından şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir çoğalma isteğidir". (Hadid/20) Yukarıdaki yedi sı­nıf şeyi seven kimselerin sıfatları bu beş sıfattır.

Bilahare bu beş sıfat, yedi unsuru da barındıran iki hususa in­dirgenmiştir: "Dünya hayatı, ancak oyun ve eğlencedir". (Muham-med/36) Sonra bu ikisi de tek bir sıfata indirgenmiş ve bu iki ma­na ile ifade edilmiştir. Sonuçta dünya iki özlü ve kapsamlı şeye dönmektedir ki bunlardan herbiri dünya olmaya uygundur. Bu iki husus oyun ve eğlencedir.

Eğlence, bir anlamda hevadır. Üstteki ayette sıralanan yedi un­sur da bunun kapsamı altına girmektedir. Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim de Rabbinin makamından korkar ve nef­si de hevadan sakmdırırsa artık şüphesiz cennet (onun için) barın­ma yeridir". (Nazi´at/40-41) Bu ayete göre dünya, nefsin hevaya ita­ati olmaktadır. Bunun delili de Allah Teala´mn şu buyruğudur: "Artık kim taşkınlık edip azar ve dünya hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem (onun için) bir barınma yeridir". (Nazi´at/37-39)

Cennet cehennemin zıddı olduğuna göre heva da dünya olmak­tadır. Çünkü ondan sakındırmak, onu tercih etmenin zıddıdır. Her kim nefsini hevadan sakmdırırsa dünyayı tercih etmemiş olur. Dünyayı tercih etmediğinde ise zühde yönelmiş olur. Sonuçta da ce­hennemin zıddı olan cennete nail olur. Nefsini hevadan sakındır­mayan kimse ise, dünyayı tercih etmiş olur. Bu durumda dünya, hevaya itaat ve her işte onu tercih etmek olmaktadır. Buna göre zühd herşeyde hevaya karşı durmaktır.

Allah Teala´nm heva kavramıyla murad ettiği ve dünya kıldığı ikinci mana da, nefsin sürekli zevk alma isteğinden doğan dünya­da beka arzusudur. Bunu da Allah Teala´ın şu buyruğundan çıkar­maktayız: "Dediler ki: Rabbimiz, bize savaşı niçin farz kıldın? Keş­ke bizi yakın bir vadeye ertele şeydin". (Nisa/77) Savaş, dünya ha­yatından ayrılmaktır. Çünkü savaş, elde kılıç başka bir kılıcın üze­rine doğru yürümek, sonunda da iki kılıç arasında hayatı kaybet­mektir. Sonuçta savaşın farz kılınmasına karşı çıkarak şöyle de­mişlerdir: Keşke bizi başka bir zamana erteleseydin. O da bizim sa­vaşla değil ecelimizle öleceğimiz zamandır. İşte bu, dünyada kalma arzusudur.

Sonuç itibarıyla dünyada kalma arzusu, dünya olarak tefsir edilmiştir. İşte onların bu sözleri üzerine Allah Teala şöyle buyur­muştur: "De ki: Dünyanın meta´ı azdır, ahiret ise takva sahipleri için daha hayırlıdır". (Nisa/77) İşte bu noktada insanlar gerçeği görmüş ve münafıklar rezil olmuşlardır. Müminler, savaşın farz kı­lınmasıyla imtihan edilmişlerdir. Bu imtihanla O´nun yolunda kur­şundan kaleler gibi saf saf savaşacak muhibban da ortaya çıkmış­tır. Bu noktada kendilerini ve mallarım Allah´a satanlar kazanmış­lardır. Ahireti vererek dünya hayatını satın alanlar ise bu imtiha­nı kaybetmişlerdir.

Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere-canlarmı ve mallarını satın almıştır". (Tevbe/111) Allah Teala satın aldığına göre, onlar da satın almış olmaktadırlar. O, başarısız müş­terileri de, ahiret karşılığında dünyayı satm alanlar olarak göstermistir. Yani onlar, daha fazla kalabilmek için dünyayı satın almış kimselerdir. Karşılığında ise ahireti satmışlardır.

Binlerce yıl ve sonsuzluk karşısında otuz veya kırk yılı satın alan kimsenin ticareti elbette ki karsız bir ticarettir. O, doğru yol­dan da uzaktır. İşte bu, dünya hayatına rağbet edenin ticaretidir. O, ebedi hayat karşılığında dünyayı satın almıştır. Böylelikle zıddı-nı alarak yüce bir hayatı satmış olmaktadır. Allah Teala´mn "Dün­ya hayatını satın almışlardır" (Bakara/86) buyruğunun tefekkü­ründen çıkan anlam budur. Onlar, ulvi hayatı satmışlardır.

İlk ticarette canım satan, bütün malını dağıtan ve bunlar da Al­lah Teala tarafından satın alman ve buna karşı bedel olarak ahiret yurdu ve kendi yakınlığı verilen kulun durumu sözkonusudur. Bu ku­lun ticareti kârlıdır ve o, yirmi otuz yılını ebedi hayat karşılığında sa­tarak doğru davranmıştır. İşte bu, ahiret tacirleri olan zahidlerin kâ­rıdır. İkincisi ise, hevayı arzulayanların zararıdır. Bu iki ticaret ara­sında ne kadar büyük fark vardır! Zühd sahiplerinin ölümden sonra kazandıklarım kaybedenlerin pişmanlıkları ne kadar da büyüktür!

Allah Resulü (sav) devrinde insanlar, dünyada zühdü izhar et­meleri sebebiyle örtülmüş halde ve Baki olan Allah´a düşkünlükle­ri var sayılarak yaşıyorlardı. Sonunda şu ayet-i kerime nazil oldu: "Kendilerine, ´Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin´ denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında onlar­dan bir grup, insanlardan Allah´tan korkar gibi -hatta daha da şid­detli bir korkuyla- korkuya kapılırlar". (Nisa/77) Nihayetinde ise şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler, yapmadıklarınızı ne­den söylersiniz?". (Saff/2) Onlar, ´biz Rabbimizi severiz, O´nun neyi sevdiğini bilsek, onu kesinlikle yapardık´ demişlerdi. Bu yüzden Al­lah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Yapamayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazap olması bakımından büyü­dü. Muhakkak ki Allah, kendi yolunda saf tutarak savaşanları se­ver". (Saff/3-4) İbni Mesud (ra) da bu sebeple şöyle demiştir: "Ben içimizde dünyaya meyleden birileri olduğunu sanmıyordum Ama "Sizden kimisi dünyayı ister... Sizden kimisi de ahireti ister" (Al-i İmran/152) ayeti indirildiğinde olduğunu gördüm".

"Eğer gerçekten Biz, onlara: ´Kendinizi öldürün ya da yurtları­nızdan çıkın´ diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında,bunu yapmazlardı" (Nisa/66) ayeti nazil olduğunda da Allah Resu­lü (sav) bu manada sözler söylemiştir. Ibni Mesud (ra) şöyle demiş­tir: Allah Resulü (sav) bana şöyle dedi: "Sen de o azınlıktansın".

Daha fazla kalma arzusu dünya olduğuna göre, Baki olan Allah Teala´yı arzulamak zühd olmaktadır. Dünyadaki zühd, beka arzu­sunda zühd sahibi olmaktır. Fani hayat hakkında ve toplu malında can ve malla cihad etmek suretiyle zahidlik yapan kimse, dünyada zühd sahibi olmuş olur. Dünyada zühd sahibi olanı ise Allah Teala sever. Allah Resulü de (sav) bunu ifade etmiştir.

İşte bu yüzdendir ki cihad, amellerin en faziletlisi olmuştur. Çünkü onun hakikati, dünyada zühddür. Allah Teala da dünyada zühd sahibi olanı sever. Öte yandan hevaya karşı çıkmak, cihadın en faziletli şeklidir. Çünkü heva, dünyayı arzulamanın esasıdır. Al­lah Resulü (sav) de ilk hadisinde onunla dünyayı ifade etmiş ve şöy­le buyurmuştur: "Dünyada zühd sahibi ol ki Allah Teala seni sev­sin".[79] İkinci hadisinde ise yine bu manayı ima ederek şöyle buyur­muştur: "Haramlardan sakın ki Allah Teala seni sevsin". Haram kı­lman şeylerden uzaklaşmak ise, dünyada zühdün ta kendisidir.

Dünyada zahid olan, Rabbinin sevgilisidir. Dünyada kalma ar­zusuyla dolu olan ise, Rabbinin dininde nifak sahibidir. Bu anlam­da Allah Resulü´nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Her kim sa­vaşmadan veya içinden savaş niyetini geçirmeden ölürse, nifaktan bir dal üzere ölmüş olur".[80]

Allah Teala inandıklarını iddia eden yalancıları cihadla ortaya çıkarmış ve onları, kalplerinde hastalık bulunmakla niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Fakat içinde savaş zikri geçen muhkem bir su­re indirildiği zaman, kalplerinde hastalık bulunanların, üzerine Ölüm baygınlığı çökmüş kişilerin bakışıyla sana baktıklarını gör­dün. Bu da onlar için daha evladır". (Muhammed/20) Bu tehdit ve azap vaadi onlar için daha uygundur. Çünkü onlara azap yaklaş­mıştır ve gelecektir. Allah Teala bu buyruğunun devamında şunu söylemiştir: "(Oysa onlara düşen) İtaat ve maruftu". (Muham-med/21) Yani buna itaat gösterip güzel söz söylemeleri gerekirdi. Ama cihad karan kesinleşip hakikatler ortaya çıkınca yalanladılar ve sözlerini tutmadılar. Halbuki Allah Teala´ya verdikleri sözde sa­mimi olsalardı, onlar için daha hayırlı olurdu. Buyruğun bu kısmı gizli olarak siyaktan çıkmaktadır. Bu nedenle de müşkil bir buyruk olarak görülmüştür.

Beka ve hayat, tek bir anlamı ifade eken iki isimdir. İşte bu ne­denledir ki Allah Teala dünyayı, hayat için bir sıfat olarak kullan­mıştır. Buna göre dünya, hayatın ta kendisi olmaktadır. Allah Tea­la dünya kelimesini müennes olarak nitelemiştir. Bunun sebebi, ni­telenen konumundaki Hayat isminin sonundaki müenneslik Ta´sı-dır. Bu durumda hayat, dünya olmakta ve Allah Teala´nm dünya lafzı da, onun aşağılıkla nitelenmesi olmaktadır. Eğer nitelenen isim, ´Beka  gibi müzekker olsaydı, sıfatı da müzekker olacak ve ´Dünya´ yerine ´Edna´ buyuracaktı. Nitekim bu babda şöyle buyur­muştur: "Onlar şu değersiz olan (dünyan)m geçici yararını alıyor­lar.." (A´raf/169)

´Edna=Daha aşağı, değersiz" kelimesi aynı manadaki ´Dünya´ kelimesinin müzekkeridir. Aynı şekilde ´A´yan=Daha açık; Ek-na=Daha çok edinen ve Eş´as=Saçı daha karışık´ kelimeleriyle aynı anlamda olan "Ayna´; Kanva´ve Şa´sa´kelimeleri, birinci kelimelerin müzekkerleridir. Ayette geçen ´Arad=geçici/yarar´ kelimesi ise, is­minden de anlaşıldığı üzere arizi ve baki olmayan şeyleri ifade eder. Bunları seven kimse, dünyayı sevmiş olur. Çünkü ´Edna´ olan dün­ya malını sevmiştir. Bu da asıl olan hayatı sevdiğini gösterir. Çün­kü onlann ´araz´ peşinde koşmalan, dünyada kalabilmeleri içindir.

Bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur ki dünyanın esası, hevaya boyun eğmek için onda daha fazla kalma arzusudur. Heva­ya teslim olmak ise, beka için araz denilen dünyalıkları sevmekle olur. Bu ikisi birbirleriyle geçişmiş durumdadır. Çünkü dünyada kalma arzusu ´Hubbü´-beka´ ondan zevk almak içindir. Zevk almak ise, kötülüğü emredici nefsin ´Nefs-i emmare´, sıfatı olan hevadan-dır. Nefsin rahatı olan hevaya boyun eğme ise, sadece dünyada da­ha fazla kalmak için olur. Çünkü kul, ne zaman öleceğini yakini olarak bilebilse, kesinlikle hakkı hevaya tercih edecektir. Eğer dünyada kalma ümidini yitirirse, o zaman da dünya malının ardı­na düşmeyecektir. Hevanm tercihi, ancak hayatta kalma arzusun­dan kaynaklanmaktadır. İşte dünyanın aslı ve hakikati budur.

İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en kısa süreli olan­ları, dünyada zühd sahibi olanlardır. Çünkü onlar, yarınlar için faz­la birşey biriktirmek istemezler. Zira onlar için canlarının yarma kadar baki olacakları kesin değildir. İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en uzun süreli olanları yani tûl-i emel sahipleri, dünya hayatına karşı en arzulu olanlardır. Çür^ui onlar, dünyaya karşı arzu ve hırsla doludurlar. Bu yüzden de hayatın uzaması yö­nündeki emelleri çok fazladır. Eğer dünyada daha kısa süre kalma emelleri olsaydı, tabii ki fakirliği seçerlerdi. Fakirliğin seçilmesi ise, zühdün ta kendisidir. [81]


Zühd Nedir?



Allah Teala buyurdu ki: "Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onun hakkında zahidlerdendiler". (Yusuf/20) Kardeşleri, Yusufu (as) satarken aşırı bir fiyat istemedikleri için zahid sıfatıyla nitelenmişlerdir. Buradaki zahid sıfatını hakiki an­lamda kimlerin taşıdığını öğrenebilmek için ayeti daha fazla aç­mak durumundayız. "Şerav-hü^Onu sattılar" fiili, Araplar´da bir malı satmak için kullanılır. Onlar, kendileri tarafından satılarak malı elden çıkarma fiili için, Bey´ kelimesiyle birlikte ´Şira´ kelime­sini de kullanmışlardır. Elden çıkarılan bu mal hakkında ise ´zahid´ olmuş olurlar.

Aynı şekilde kul da kendi canını ve malını Allah Teala´ya sattı­ğı zaman, hevasmdan çıkarak O´nun yoluna girmiş ve zahidlerden olmuş olur. Allah Teala, bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Hiç şüp­hesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır". (Tevbe/111)

Allah Teala başka bir ayetinde bir kulunun ağzından şöyle bu­yurmuştur: "Ve nefsi de hevadan arındırırsa, artık şüphesiz cennet (onun için) bir barınma yeridir". (Nazi´at/40-41) Her iki ayette de satılan mal iki iken, karşılığı tek bir şey, yani cennet olmaktadır. Kul ise, malım ve nefsini Allah Teala´ya vermekte ve bu iki husus­ta hevayı uzaklaştırmaktadır. Heva, dünya hayatı olduğu için, bu­nun aksi nefse sahip çıkmak, nefsi bunun yani malın üzerinde tut­mak olmaktadır. Bunun zıddı ise, hevanın nefisten çıkarılması ve malın fakirlikle değiştirilmesidir. Bu da dünyada zühddür. Bu ise, kötülü emreden nefsin işi değildir. Çünkü bu, hayır ve iyiliğin zirvesi ve nefsin hevadan yani mal ediniminden sakmdırılmasıdır. Kötülüğü emreden nefsin nitelemesiyle dünya, mal edinmektir. Çünkü o kötülüğün kendisidir. Bu sıfatlara sahip olan biri için, nef­si değersiz olamaz. Değersiz olmadığı zaman da kişi onu satıcı ol­mayacaktır. Satılmadığı zaman ise, satın alınmış olmayacaktır. Böyle bir nefse sahip olan kişi, malı kendinde toplayıp kimseyle paylaşmayan, dünyayı arzulayıp onu seven biri olmaktadır. Bu ise, müminin sıfatı değildir. Allah Teala en iyi Bilen´dir.

Allah Teala´nm zühdün hakikatiyle ilgili bir diğer açıklaması da şöyledir. Zühd, nefsten istiğna edilmesi ve malın O´nun yolunda harcanmasıdır. Bunu da, satılan mallar ve müşteriyi açıkça belirt­tiği aynı buyruğunda görmekteyiz: "Allah yolunda savaşır, ölür ve öldürülürler". (Tevbe/111) Zühd, hevaya boyun eğmeyi terketme ve nefsi Mevla´nın emriyle hevadan sakındırarak Allah Teala´ya sat­maktır. Bunun karşılığı ise cennettir. Zahid, O´nun zorla almasın­dan önce canını kendi isteğiyle sattığı Rabbinin makamından kor­kan kimsedir. O, Allah Teala tarafından sevilen ve yakın kılman bir kuldur. Böyle bir kul, Allah Teala´yı sevdiği için Allah Teala da onu katında yakın kılınanlardan yapmıştır.

Dünya, hevaya boyun eğmek ve şehveni nefsin zevkleri için aşa­ğı dünya hayatını arzulamaktır. Bu tür arzularla dolu olan biri, Al­lah Teala´nm tuzağından emin olur. O, dünya hayatını satın alabil­mek için ahiret hayatını satmıştır. Çünkü o, Allah Teala´yı sevme­mektedir. Kötü seçimi sebebiyle de O´ndan uzak kılınanlardandır. Ahirette onun için hüsran ve cehennem azabı hak olmuştur. Çün­kü o, Allah Teala´ya yakın kılman, el-Yakin ve el-Habib olan Rabbi­nin komşuluğundaki yakınlık evini kazanan zühd sahibinin tam tersi bir kişiliktir. [82]



Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:26:03
Zühdün Hakikati, Hükümlerinin İzahı Ve Zahidin Sıfatları:



Zühd, iki noktada olur. İlki, mevcut olan bir şey hakkında gös­terilecek zühddür. Bu noktadaki zühd; zühde konu olan şeyin akıl­dan çıkarılması ve kalbin ondan ayrılmasıdır. O şeyin kalpte baki kılınmasıyla birlikte zühdde bulunmak sahih olmaz. Çünkü bu, ki­şinin ona rağbet ettiğini gösterir. Bu tür bir zühd, ancak zenginle­rin zühdü olabilir.

Zühde konu olan şey kalpte mevcut değilse ve şartlar da onun yokluğu yönünde ise, bu durumdan memnun olmak zühddür. Bu, aynı zamanda yokluğa rıza göstermedir. Bu da fakirlerin zühdü­dür. Hevanın terkindeki zühd hakkındaki görüş de böyledir. Bu tür bir zühd, ancak o heva ile sınanma ve ona muktedir olma halinde sahih olur.

Bunu Yusufun (as) kıssasında kardeşlerinin o ve küçüğü hak­kında ´Muhakkak ki Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha se­vimlidir´ derlerken gösterdikleri zühdde de görmekteyiz. Onlar kar­deşleri için "Yusuf u öldürün veya uzak bir yere atın ki babanız yal­nız sizi sevsin" dediklerinde, ona değer vermediklerini göstermele­rine rağmen Allah Teala onları zahid saymamıştır.

Onlar babalarına söyledikleri Tusufu bizimle gönder de, birlik­te koşup oynayalım´ dediklerinde onun hakkında zühd sahibi ol­mak istemiş, ama bu iradeleri zühdün hakikatine ermemiştir. Bila­hare onu satmaya azmederek zühdde bulunmuş ve onun aleyhin­deki kararı hep birlikte almışlar, fakat Allah Teala onları yine za-hidler olarak vasfetmemiştir. Halbuki Allah Teala fiillerini haber verirken "Nitekim onu götürdükleri ve onu kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman.." (Yusui/15) buyurmuştur. Bütün yaptıklarına rağmen onlar için ´zahidler* sıfatını kesinlikle kullanmamıştır.

Görüldüğü üzere bunlar zühdün bazı sebep ve kurallarıdır. Zühdün bu hakikatini bilmeyenler, bir takım değişik yaklaşımları görerek kuşkuya kapılabilir ve zühd olmayan bir hareketi zühd zannedebilirler. Bu çerçevede Yusuf peygamberin (as) kardeşleri­nin davranışları zühd değildi. Çünkü Yusuf (as) onların ellerindey-di. Onu bulanların elinden çıkıp da onun için başka birinden bedel istediklerinde Yusuf (as) hakkındaki zühdleri hak olmuştur. Nite­kim Allah Teala da bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Ve onu ucuz bir fiyata, sayısı belli birkaç dirheme sattılar. Onun hakkında zahidlerdendiler". (Yusuf/20)

Aynı şekilde bir elbiseyi satmayı düşündüğünüz veya istediği­nizde, onu satmak fikri kalbinizde daha ağır bassa bile, o elbise hakkında ´zahid´ olamazsınız. Ama, zühd eğiliminin varlığıyla nite­lenebilirsiniz. Bu durum, onu satıp bedelini alıncaya kadar böyle­dir. İşte o an, o elbiseyle ilgili zühdünüz kesinleşmiş olur.

Allah Teala´mn "Onun hakkında zahidlerdendiler" (Yusuf/20) buyruğu iyice düşünüldüğü zaman ortaya çıkan şudur: Kim bir şe­yi gönül rızasıyla elden çıkarır ve nefsi de bu noktada kendine uyarsa, bu mücahedesinden dolayı zühde ait bir makamı olabilir. Her kim de bir şeye sıkıca sarılırsa- görünüşte onun hakkında zühd sahibi olduğunu ima etse bile- zühde dair bir makamı olmaz. Çün­kü bir şeye sarılıp ondan kopamamak, rağbet ve tamah alametidir.

Rağbet ve tamah, zühdün zıddıdır. Bir hal mevcutken, onun zıd­dıyla vasfedilmek mümkün müdür? Bir şey hakkında zahid oldu­ğunu sanıp kendini böyle göstermek isterken bir yandan da ona sı­kıca sarılan kişi için şu iki tanımdan biri uygun düşer: O kişi, ya zühdün ne demek olduğunu bilmiyordur, ya da nefs kaynaklı şeh­vetinin gizli yönlerinden habersizdir. Her ikisi de işine geldiği gibi davranmayanlar için geçerlidir.

Nefsinin arzu ettiği şeyi kalbinden çıkaran kişi, o hususta züh­dü gerçekleştirmiş kimsedir. Allah Teala´mn Yusufun (as) kardeşle­riyle ilgili tavsiflerinin özü budur. Bir şeyi sıkıca tutup onunla se­vinen, onun için kaygılanan ve bütün kalbiyle onu düşünen kimse ise tamah ve rağbete dalmış kimsedir. Bu da Allah Teala´mn Mısır Azizi´nin Yusuf a karşı tutumunu nitelemesinde açıkça ortaya çık­maktadır. Mısır Azizi, Yusufu (as) satın aldığı zaman, Allah Teala onun Yusuf (as) üzerindeki rağbetim tahakkuk ettirmiştir. Çünkü o, Yusufu (as) ailesinin yanında tutmak istemiştir. Allah Teala onun bu yöndeki sözlerini şöyle haber vermektedir: "Karısına, ´Ona güzel bak. Umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat edi­niriz´dedi". (Yusuf/21)

Allah Teala, Mısır firavununun eşinin Musa´ya (as) olan düş­künlüğünü de bu şekilde vasfetmiş ve onun dilinden şöyle buyur­muştur: "Benim için de, senin için de bir sevinçtir (o). Onu öldür­meyin, umulur ki bize yaran dokunur veya onu evlat ediniriz". (Kas as/9)

Bu ve benzeri şekilde, bir şey için emel besleyip onu kendine saklayan kimse, o şey hakkında zühd sahibi olmamış olur. Ancak onu elinden ve kalbinden çıkardığı zaman zahid olarak nitelenebi­lir. Bu ise, Yusuf ve kardeşleri hakkında sözkonusu değildir. Onla­rın Yusuf (as) hakkındaki zühdleri, sadece onu elden çıkarırken aşağılamak için az bir bedel istemeleri anında sözkonusu olmuştur.r
Kur´an-ı Kerim´den çıkarılan bir diğer hüküm de şöyledir: Yu-sufun (as) ahilerinin onun hakkındaki zühdleri, küçük kardeşi hakkındaki zühdlerine yaklaşık derecedeydi. Çünkü en küçükleri­nin babalarının kalbindeki yeri, Yusufunkine benzemekteydi. Böy­lelikle babalarının sadece kendileriyle ilgileneceğini düşünüyorlar­dı. Allah Teala bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Yusuf ve kar­deşi, babamıza bizden daha sevimlidir" (Yusuf/8)

Rivayetlere göre, kuyuya ikisini birden atmak istemişlerdi. Ama içlerinden biri küçük kardeşine acıdığı için şefaatçi olmuş diğer kar­deşlerinin ona bir kötülük etmelerini engellemiştir. Bir rivayete gö­re de onlardan, bu kardeşi kendisine bağışlamalarını isteyerek şöy­le demiştir: Onu bari bırakın, yaşlı adam onunla teselli bulsun, her ikisini de yokederek onu acıya boğmayın, ona ikisini aynı anda kay­bettirmeyin. Bunun üzerine en küçük kardeşlerini ona hibe ettiler.

Ama Allah Teala bu yöndeki isteklerine, onu da uzaklaştırma teşebbüslerine rağmen, İki kardeşleri hakkında zahidlerdi´ buyur-mamıştır. Çünkü onlar, Yusuf (as) hakkındaki zühdlerini, küçüğü hakkında göstermemişlerdir. Zira o, ellerinde kalmış ve onu elden çıkarmamışlardır.

Aynı şekilde siz de bir şeye sahip olup onu kendiniz için sıkıca tuttuğunuzda, aklınızdan geçen bir takım düşüncelerle onun hak­kında zahid olduğunuzu sansanız ve zühdü murad etseniz bile, onu sıkıca tutmanızdan dolayı kendinizi kandırmış olursunuz.

Onun varlığını görmezden gelip zühd sahibi olduğunuzu bilerek kendinizi aldatmanız Veya Rabbinizi görmezlikten gelerek ulaştığı­nız bilgiyle asılsız bir vecde sahip olmanız ya da kendinizi zühdü bilmeyenlere zahid gibi göstermeniz hallerinin tümünde de, zühd hakkındaki zühdünüz ve dünyaya olan düşkünlük ve tamahınız or­taya çıkar.

Hakkında kendinizi zahid sandığınız şey, elinizden çıkmadıkça ve onun karşılığında Allah sevgisi ve O´nun rızasını, ya da O´nun katındaki sevabını kazanmadığınız sürece gerçek zahid olamazsı­nız. İşte böyle bir noktada, o şey hakındaki zühdünüz hakiki ilim üzere olur. Alimler nezdinde de samimi ve sadık olursunuz. İşte o safhada, zahid olarak nitelenirsiniz. Zahidler de sizi zahid olarak adlandırırlar.

Sahip olduğunuz bir şey bulunmayınca, bu durumda da sahip olmadığınız şeyler hakkında zühdde bulunmanız sıhhatli olmaz. Olmayan bir şey hakkındaki zühd batıl ve boştur. Çünkü sahip ol­madığınız bir şey üzerinde tasarrufta da bulunamazsınız. Eğer o şey mevcut olsaydı, belki de kalbiniz onunla değişecek ve onda çev­rilmeye başlayacaktı. Çünkü hiçbir ihbar, yakinen görme gibi değil­dir. Haber, daima vehim ve şüpheye yol açabilir. Yakinen görme ise, hakikati ortaya çıkarır ve insanlara ancak böyle hüküm verebilir­siniz. Çünkü insan nefsi, refahtan zevk alma arzusu üzerine yara­tıldığı için birden fazla görüşe sahiptir ve bunlardan işine en çok geleni tercih eder. Aslen varolmayan zan, varolan bir yakin gibi ola­maz. Eğer böyle olsaydı işler neye varmazdı ki?

Şu var ki, yokluk halinde de şartlarına uymanız şartıyla zühd sahibi olabilirsiniz. Bunun şekli ise, herhangi bir şeyin sizde olma­sını istememeniz ve onun yokluğundan dolayı üzülmem eniz dir. Onun yokluğundan dolayı memnun ve fakirliğinizden dolayı mutlu olmanız da zühddür. Allah Teala sizin bu gaybi halinizi bilir ve sır­rınıza vakıf olur. Bilir ki siz, onu bulsanız dahi varlığından mem­nun olmaz ve elinize geldiği an onu elden çıkarırsınız. Kalbiniz, dünyevi bakımdan yokluğunuza rağmen Allah Teala ile kanaatkar ve O´ndan razı olup bu hali zenginlikle değiştirmek istememekte­dir. Çünkü sizin, zühdün faziletine dair yakini bilgi ve inancınız sa­mimidir. Bu tür bir halde olduğunuz zaman da, bütünüyle zahidler arasında vasfedilirsiniz. Dolayısıyla, bu davranışınızdan dolayı za-hidlerin sevabına nail olursunuz. İşte bu, dünyalığa sahip olama­yan ihlaslı fakirlerin zühdü ve fakirliğin hakikatma ermedir.

Bir zat şöyle demiştir: Gerçek fakir o kimsedir ki, fakirliğinden memnundur ve onun elinden alınmasından korkar. Zengin de o kimsedir ki, zenginliğinden memnundur ve fakirlikten korkar. Ma­lik b.- Dinar (ra) kendisine, ´Sen zahid bir insansın´ denildiğinde şöyle derdi: Zahid, ancak Ömer b. Ab dül aziz´dir. Dünya onun aya­ğına gelmiş ve ona sahip olmuşken, onu reddetmiştir. Bana gelin­ce, ben nede zühd gösterdim ki?

Zühd, arif için varlığa rağmen sahih olabilir. Çünkü o, bu varlı­ğı kendine saklamamakta ve kendi nefsani zevkleri için kullanma­maktadır. O varlığı mülkü haline getirmediği gibi aynı zamanda ona da dayanmamaktadır. Bilakis onun varlığı Allah Teala´nm ha­zinesinde gibidir. O, her an Allah Teala´mn bu varlıkla ilgili hük­münü bekler. Bu varlık, kendisi için bir sıkıntı olduğundan varlı­ğıyla yokluğu denktir.

O, sözkonusu varlığı hakkında Allah Teala´nm hükmünü uygu­lamak için yarışacaktır. Bu da, o malın sanki kendinin değil de, ai­lesinden ya da kardeşlerinden birinin, ya da Allah Teala´nm göster­diği yollardan birinin malıymışcasma yanında durmasıdır. Bu, zühdün üstünde sevab kazandıran daha üstün bir makamdır. O mal onun elinden çıkmamış olsa bile, bir hususiyetle yanında tah­sis edilmiş durumdadır.

Zühdün mahiyeti hakkında Allah Resulü´nün (sav) sünnetinden de şöyle bir mana çıkartabiliriz: Zühd nedir? Zühd, dünyalığı azalt­mak, onu yakınlaştırmak ve kalple onu küçümsemektir. Bunu, Cu­ma günü Cuma namazının vaktiyle ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerifte görmekteyiz: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "O, vaktin so-nundadır. Allah Resulü (sav) Cuma vaktinde zühde kaçar, onu azaltırdı".[83] Yani onun vaktini yaklaştırır ve akşama doğru indirir­di. O´ndan rivayet edilen ikinci bir hadis ise şöyledir: "Allah Resu­lü´nün (sav) münacatı üzerine nazil olan sadaka emriyle ilgili ayet-i kerimeden sonra Ali (kv), Allah Resulü´ne (sav) ´Müslümanlara ne kadar zekat koyacağız?´ diye sorunca Allah Resulü (sav) ´Altından bir şaire/arpa´ danesi buyurmuştu. Bunun üzerine Ali (kv) ´Çok za-hidsin -yani dünyalığı küçültüyor, değer vermiyorsun-. Biz onlara bir dinar koyalım´ dedi".[84]

Ali´nin (kv) kullandığı ´Zehîd´ kelimesi, zühd ifadesinin mübala­ğalı olarak söylenebilmesi için ´Zahid´ kelimesinden alınmadır. ´Şe-hîd´ kelimesinin ´şahid´den, ´mecîd´ kelimesinin ´macid´den alınma­sı ve ´Alim-Alîm; Kadir-Kadîr, Rahim-Rahîm´ kelimelerinde olduğu gibi. Bu sonuncular da, ilim, kudret ve rahmet fiillerindeki müba­lağayı ifade eden fail isimlerdir.

Zahidin sıfatı ve zühdün fazileti hakkındadır: Zühdün vazgeçilmez gıdası, zahidin sıfatım ortaya çıkaran ve onu tamah sahibinden ayıran çok temel bir gıdadır. Bu gıda, zühd sahi­binin nefsin arzuladığı bir dünyalığa sevinmeyip kaçırılan bir dün­yalık için de üzülmemesidir. Bir şeyi, ancak ona ihtiyacı olduğu za­man alması, ihtiyaç anında da ancak bu halini giderecek mikdarıy-la yetinerek ihtiyaç doğmadan herhangi bir şeyin ardına düşmeme­sidir.

Zühdün başı, kalbe ahiret kaygısının yerle sinesidir. Sonra da Allah Teala için amel yapma ve muamelede bulunmanın tadına varma gelir. Dünya tasasının son bulmadığı bir kalbe ahiret kaygı­sı giremez. Heva ve arzuların tadının yaşadığı bir gönülde de amel­lerin tadı bulunamaz. Bir günahından dolayı tevbe eden kimse, O´na itaatin lezzetini alamazsa, o kimsenin o günahı tekrar işleme­sinden emin olunamaz.

Dünyayı terketmesine rağmen zühdün tadını alamayan herkes ona tekrar döner. Heva ve arzuların tadı gönülden çıkmadıkça, amellerin tadı oraya giremez. Zühdün özü, varlığı kalpten çıkardık­tan sonra kalpten çıkanı elden de çıkarmaktır. Bu da, varlığı kü­çümseyerek, onu ve bütün dünyalıkları horlayıp aşağılayarak yok­luğu benimsemektir. Böyle bir zahidin gözünde dünya küçülüp, adi bir hal alır. Zühd, işte bu hal ile tamama erer. Bu haldeki zahid, zühd içinde yaşarken zühdünü de unutarak, zühdde yaşayan zahid halini alır. Çünkü onun hırsı, artık zühdünedir. Zühd, işte bu nok­tada kemale erer.

Bu, zühdün özü ve hakikatidir. Yakin makamlarmdaki hallerin en yücesi de budur. Artık o kimse, nefsi için değil nefsi üzerinde zühd sahibidir. Onun zühdü, zühde olan hırsından da kaynaklan­mamaktadır. Bu da sıddıklarm müşahedesi ve ayne´l-yakin merte­besindeki mukarrebun zümresinin zühdüdür.

Bu mertebenin altında da çeşitli zühd dereceleri vardır. Mesela rağbet ve arzu duyulan bir şeyi, onu düşünmeye ve onun hakkında nefsle mücahedeye devam ederek elden çıkarmak böyledir. Bu da müminlerin zühdüdür. Zühdle bu şekilde amel etmek, hem inanç, hem de ameldir. Çünkü zühd, imandan kaynaklanmaktadır. îman ise, söz ve ameldir. Zühd de aynı şekilde akid/azim, karar ve amel­dir. Bu durumdaki mümin, kalbinden dünya sevgisini çıkararak ahiret sevgisini yerleştirmeye azmetmektedir.

Zühd ile amel etmek, sevilen bir şeyi, Allah Teala´mn yolunda O´nun sevabını bedel alarak elden çıkarmaktır. Müminin bu elden çıkarma karşılığında Allah Teala´dan isteyeceği bedel, O´nun katın­da bir sevap olduğu gibi ahirette O´na yakın olma isteği de olabilir.

Bu durumdaki bir müminin, elden çıkaracak bir dünyalığı yok ise, olmayışına üzülmeyi bırakıp ona karşı hırslı olmaması ve onu ısrarla talepten vazgeçmesi, kalbin yoklukla sükun bularak nasi­bin azlığına rıza göstermesi de onun için zühd sayılır. Çünkü bu, fa­kirin halidir. Kişi, üzerine düşeni yaptığı zaman, daha fazlasını yapması gerekmez.

Zühd imandan olduğu gibi, vera´ da zühddendir. Haya ve iman ise ikiz kardeş gibidirler. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmakta-dır: "İkisinden biri çekilip alındığı zaman diğeri onu izler". Bu ko­nuda Ehli Beyt´ten şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Zühd ve vera´, her gece kalpleri dolaşır. Eğer içinde iman ve haya bulunan bir kalp bulurlarsa, o kalpte kalır ve oradan ayrılmazlar".

Kanaat, zühdün kapılarından biridir. Eşyanın azından hoşnut olmak da, zühdün hallerinden biridir. Eşyada aza yönelmek, züh­dün anahtarıdır.

İbrahim b. Edhem (ra) şöyle derdi: Kalplerimiz üç tür örtüyle perdelenmiş tir. Bu perdeler kaldırılmadıkça, yakin kula açık kılm-mayacaktır. Varlığa sevinmek; yitirilene üzülmek ve övülmekten mutlu olmak. Varlığa sevindiğinizde hırslısınız demektir. Hırslı kimse ise, mahrumdur. Yitirilene üzüldüğünüzde ise kızgınsınız de­mektir. Kızgın ise azaba uğratılır. Övgüden hoşlandığınızda ise, ki­birlisiniz demektir. Kibir ise amelleri boşa çıkarır.

Allah Teala buyurdu ki: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasımz ve size (Allah´ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımar-mayasmız". (Hadid/23) İşte bu iki sıfat, zühdün en olgun halidir. Kendisine bu iki sıfattan biri verilen kulu, diğer sıfat da izleyecek­tir. Böylelikle kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmediği zaman, kendi­sine verilen varlıkla da şımarmayacaktır. Kendisine verilen dünya­lıkla şımarmayan kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmeyecektir.

Bu da bir mülke sahiplenmek istemeyen kulun, özellikle de Rabbinin hükmünü yerine getiren kulun sıfatıdır. Yakin sahibi ve Allah aşığı kulun sıfatı işte budur. O, ahiret meşguliyetinden dolayi, dünyevi zevklere vakit ayıramayan kimsedir. Ahirete yakinen iman etmesi, kendisini zangin kılacak dünyalıklardan feragat et­meye sevketmiştir. "Doğrusu o müstağni kıldı ve sermaye verip-hoşnut etti" (Necm/48) ayet-i kerimesinin bir tefsiri de şöyle yapıl­mıştır:

Allah Teala, ahiret ehlini Zatı ile zengin ve müstağni kılarak onları ahiretle dünyaya muhtaciyetten kurtarmıştır. Dünya ehlini ise, daha fazla dünyalık biriktirmeye sevketmiştir. O, bunu zem­mederken şöyle buyurmuştur: "O ki malı topladı ve onu (tekrar tekrar) saydı". (Hümeze/2) Yani malı topladıktan sonra sayarak, ´Bu şunun için, bu onun için..´ diye sözde hazırlık ve tahsisler yap­tı. Allah Teala böylelerini ´Vay haline..´ diyerek tehdit etmiştir.

Bütün bunlardan çıkan şudur ki dünya malında zühd sahibi olan bir zahid için bütün hazırlık Allah Teala´dır. O, onun yegane birikimi ve tek hazinesidir. Böyle birine müjdeler olsun! Onun için çok güzel bir dönüş yeri vardır. Allah Resulü de (sav) şöyle buyur­muştur: "Zenginlik olarak yakin yeter. Meşguliyet olarak ibadet ye­ter. İbret olarak da ölüm yeter".

Yakin sahibi bir zahidin sıfatlarının özü şudur: O, daima ölümü gözler ve Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğunu asla unutmaz: "Zen­ginlik, geçici dünya malının çokluğu değildir. Zenginlik ancak nefs/gönül zenginliğidir".[85] Allah Resulü (sav) dünya hayatında zühd sahibi olmayı, iman hakikatini bilme olarak takdim etmiş ve bunu, iman müşahedesine yaklaştırarak Harise´ye (ra) şöyle bu­yurmuştur: "Hakikaten ´Ben müminim´ dediği için Allah Teala´mn kalbim nurlandırdığı kulun yanından ayrılma. Harise, ´Senin ima­nının hakikati nedir?´ diye sordu. O da, zühdü anlattı ve şöyle bu­yurdu: Nefsim dünyadan vazgeçti ve dünyanın taşıyla altını gö­zümde bir oldu. Sanki cennette ve cehennemde gibi, sanki Rabbi-min arşının üzerinde gibiydim".

Diğer bir hadiste ise Allah Resulü (sav) zühdü; yüreğin nurla açılmasının alameti olarak bildirmektedir. Bu, müminlerin geneli­nin sıfatı olan tasdik nurudur. Çünkü bunun tahakkuku, islam´dır. "Allah kime hidayet vermek isterse, onun yüreğini İslama açar"

(En´am/125) ayet-i kerimesi okunduğu zaman sahabe Allah Resu-lü´ne (sav), ´Ey Allah Resulü, bu şerhetme nedir?´ diye sordular. O da, ´ Nur kalbe girdiği zaman, yürek onun için şerholup açılır. Bunun üzerine, ´Ey Allah Resulü, bunun alameti var mıdır?´ diye sordular.

O da şöyle buyurdu: ´Aldanış yurdundan yüz çevirip ebediyet yurduna yönelmektir". Ecel gelmeden önce ölüme hazırlanmaya gelince, zühd işte odur\

Allah Resulü de (sav) bunu, hakiki İslam´ın şartı olarak koy­muştur. Bu iki hadisten daha müessir bir hadiste ise, Allah Tea-la´dan haya etmeyi, dünyada zühd sahibi olmakla tefsir ederek şöy­le buyurmuştur: "Allah Teala´dan hakkıyla haya edin! Bunun üze­rine, ´ey Allah Resulü, biz gerçekten de Allah Teala´dan haya ediyo­ruz´ dedik. O da, ´Oturmayacağınız evler yapıyor, yiyemeyeceğiniz şeyleri topluyor sunuz´ buyurdu".[86]

Allah Resulü (sav) işte bu esasla kendisine gelen heyetin iman­larını da tamama erdirmiştir. O, ziyaretçilere, ´Sizler nesiniz?´ diye sorduğunda, ´Müminleriz´ demişlerdi. Bunun üzerine, ´Peki imanı­nızın alameti nedir?´ diye sorunca şu karşılığı vermişlerdi: ´Belada sabır, rahatlıkta şükür, kazaya rıza ve düşmanların başına çöken belalara sevinmeyi terketme´. Onların bu cevabı üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: ´Eğer sizler böyle kimselerseniz, yemeye­ceğiniz şeyleri toplamayın, oturmayacağınız evler yapmayın ve bı­rakıp gideceğiniz şeyler için yarışmayın".

Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) heyetteki müminlerin iman­larını kemale erdirmek için, onlara zühdü tavsiye etmiştir. Böyle­likle imanları kemale erecek, makamları yükselerek ihsanları ta­mama erecekti.

Allah Resulü´nün (sav), zühdü tevhidin ihlas şartı olarak vazet­tiği bu üç hadisten daha etkileyici bir hadisi de şöyledir: İbnü´l-Münkedir, Cabir´den (ra) rivayet etti: "Allah Resulü (sav) bize hitap etti ve şöyle buyurdu: ´Her kim Kelime-i Tevhid ile gelir ve ona bir-şey karıştırmamış olursa cennet ona farz olur. Ali (kv) ayağa kalk­tı ve, ´Anam babam sana feda olsun ey Allah Resulü, ona bir şey ka­rıştırmamış olmayı bize açıkla´ dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), ´Dünya sevgisi, onu talep etme ve ona tabi olma. Bir kavim vardır ki onlar, peygamberlerin söylediklerini söyler, ama zorbala­rın yaptıklarını yaparlar, içinde bu tür unsurlar bulunmayan bir Kelime-i Tevhid ile gelene cennet farz olmuştur[87]

İşte bu nedenledir ki Ali (kv) zühdü, sabrın makamlarından bi­ri olarak görüyordu. O, aşağıdaki iki sözünde de sabrı imanın teme­li saymaktadır.

Bu sözlerin ilki; İkrime-Utbe b. Hamid-el-Hars el-A´ver-Kabise b. Cabir el-Esedi kanalıyla imanın esasları hakkında rivayet edil­miştir: İman dört esas üzeredir. Sabır, yakin, adalet ve cihad. Da­ha sonra sabrı da açıklayarak şöyle demiştir: Sabır, dört şube üze­redir: Özlem, endişe, zühd ve bekleme. Her kim cenneti özlerse, dünyevi şehvetlere karşı teselli bulur. Kim de cehennemden kor-karsa, haramlardan geri adım atar. Dünyada zühd sahibi olana ge­lince, belalar ona hafif gelir. Sürekli ölümü bekleyen kimse ise, ha­yırlarda yarışır".

Sabrı, imanın temel direği saydığı ikinci sözü de şöyledir: İman açısından sabır, beden için kafa gibidir. Kafası olmayanın bedeni olmayacağı gibi sabrı olmayanın da imanı olmaz. Maktu´bir hadis­te ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmekte­dir: "Cömertlik/seha yakindendir. Hiçbir yakin sahibi de cehenne­me girmez". Cimrilik, şüphedendir. Şüphede olan kişiler de cenne­te giremezler.

Bu hadis, aslında daha kısa ve özlü olan şu hadisin açıklaması niteliğindedir: "Cömert, Allah Teala´ya yakındır. İnsanlara yakındır. Cennete yakın, cehennemden uzaktır. Cimri ise, Allah Teala´dan ve insanlardan uzak, cehenneme yakındır".[88] Allah Resulü (sav) bu ha­disi ile, cömerdin Allah´a ve cennete daha yakın olduğunu bildirerek cömertliğin yakini imanın eseri olduğuna dair söylediği hadisi açık­lamaktadır. Aynı şekilde cimrinin de neden Allah´tan ve insanlar­dan uzak olup cehenneme yakın olduğunu bildirerek cimriliğin şüp­heden kaynaklandığına dair söylediğini açıklamaktadır.

Bu hadisler ışığında cömertlik zahidin sıfatı olmaktadır. Zahid, ancak cömert olabilir. Cimrilik ise, tamahkarların sıfatıdır. Bir ta-mahkar, ancak cimri olabilir. Hiçbir cimri zahid olamaz. Çünkü zühd, varlığı elden çıkarmaya çağırır. Cimrilik ise, ona sıkıca sarıl­mayı emreder.

Cömertlik zühdün bizzat kendisidir. Allah Resulü (sav) cimrili­ği kötülemiştir. Zira cimrilik, dünyaya karşı hırslı olmadır. Hırs, aynı zamanda cimriliğin de alametidir. Çünkü o, rağbet ve arzunun delilidir. Kanaat ise, cömertliğin alametidir. Çünkü o, zühdün ka­pısıdır. İşte bu yüzden şöyle denilmiştir: Nefsin elindeki hakkında cömert olması, onu sarfetme cömertliğinden daha faziletlidir.


Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:31:57
Cömertliğin bu iki türü, isimde birleşmelerine rağmen hüküm bakımından farklılaşırlar. Sahip olduğunu Allah Teala için feda eden kimse, o hususta Allah için zühdde bulunmuş olur ve onun ec­ri Allah Teala´ya düşer. Malını insanlara sarfeden kişi de malı hak­kında zühd sahibi sayılır ve cömertlikle vasfedilir. Ama bu, kendi­si ve kendi arzusu içindir. Dolayısıyla bunun için Allah Teala üze­rinde herhangi bir ecir isteği olamaz. Çünkü o, Allah Teala için amel edenlerden değildir. Bu yüzden de ecri boşa gider. O, sırf ken­di nefsi için amelde bulunmuştur. Bu sayede de dünyada şükran ve minnetle anılmıştır. Onun yaptığı, sırf insanlar içindir.

İbnü´l-Mübarek bu manada şöyle demiştir: Fütüvvet ile kıraat arasında tek bir şey dışında hiç fark görmedim. Kıraatin yasakla­dığı hiçbir şey yoktur ki, fütüvvet onu çirkin görmüş olmasın. On­ların ayrıldıkları tek nokta ise şudur: Kıraat ile Allah Teala´mn yü­ce nzası murad edilirken, fütüvvet ile insanların teveccüh ve övgü­leri murad edilir.

Hocası Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Fütüvveti ihsan ile ya­pamayan, kıraati de ihsan üzere yapamaz. Bu sözün anlamı şudur: Fütüvvetin hükümlerini bilmeyen kişi, ehli fütüvvet olarak tanına­bilmek için onun hükümlerini layıkıyla yerine getirmelidir. Böyle biri, kıraatin hükümlerini yerine getirmedikçe ehli kıraat olarak da vasfedilmez.

Kul, nefsiyle zühd üzere mücahede eder. Yine onunla arzu ve nevalarına karşı durma noktasında da mücahede eder. Hak üzerin­de sabretmeye, sevilen bir şeyi -nefsin istememesine rağmen- infak etmek için onunla cihada devam eder ve nefse zühdle yüklenirse ne olur? Bütün bunları ihlasla yerine getiren bir kul, zühd makamına sahip olarak iyiliğe ulaştığı için Allah Teala´mn da övgüsüne layık olur.

Zühdü göstermelik olarak yapan kimseye gelince, o asla zahid olamaz. Böyle biri, yapmacık bir zühd tezahürü içinde onun esba­bına sarılarak, eşyaya değer vermediğini göstermeye ve her haline şükrünü izhar etmeye çalışır. Bunların durumu, sabrı hakkıyla bil­medikleri halde sabreder gibi görünenlere benzer. Oysa sabır ma­kamı, sadece sabrın hakikatini bilen ve nefsine bu bilgi üzere sab­reden kimse için sözkonusudur.

Zühdün özü, ölümü bekleyip dünyevi emelleri kısa tutmaktır. Çünkü bu ikisi, tasarruf ve mal yığma fikrini terkederek amelleri daha güzel yapmayı temin eder. İbni Uyeyne şöyle demiştir: Zahi­din sının, bollukta şükreden, darlıkta sabreden olmasıdır. Bişr b. el-Hara da (ra) şöyle derdi: Dünyada zühd sahibi olmak, insanlar hakkında zühd sahibi olmaktır. Onlar hakkında zühd sahibi olan, dünya hakkında da zühde ermiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şunu söylemiştir: Zahid, insanlara talepte bulunduğu zaman, on­dan uzaklaş. İnsanlardan kaçtığında ise onun ardına düş.

Yahya b. Muaz´a (ra), ´Kişi ne zaman zahid olur?´ diye sorulmuş­tu. O da şu cevabı verdi: Dünyayı terketme noktasındaki hırsı, onu talep edenin hırsına ulaştığında. Kasım el-Cu´i şöyle demiştir: Dünyada zühd, karnında sahip olduğun kadar iç boşluğunda göste­receğin zühddür. Zühde işte böyle sahip olabilirsin. el-Cu´i´ye göre dünya, tokluk ve lezzetli şeyler yemek haliydi. Fudayl b. İyaz (ra) ise şöyle demiştir: Zühd, kanaattir, Ona göre de dünya, hırs ve ta­mahtı. Süfyan ise şunu söylemiştir: Zühd, emeli kısa tutmak, yani kasr-i emeldir. Buna göre dünya da, uzun emelli olmak, yani tûl-i emeldi.

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: Dünya, sizi Allah Te-ala´dan alıkoyan herşeydir. Ona göre zühd; kendini Allah Teala´ya adamaktı. Yine o şunu söylemiştir: Zahid, ancak dünyadan sıyrıla­rak ibadet ve ictihadla meşgul olan kimsedir. Dünyayı terkederek ibadetle meşgul olmamaya gelince, o da rahatına düşkünlüktür.

Davud-i Tai (ra) şöyle derdi: Seni Allah Teala´dan uzak tuttuğu sürece, ailen de, malın da senin için kötülüktür. Ebu Süleyman ed-Darani de bir defasında , ´Her kim evlenirse, hadis yazarsa veya ge­çimlik peşinde koşarsa dünyaya meyletmiş olur1 dedi ve şu ayet-i kerimeyi okudu: "Ancak Allah´a selim bir kalp ile gelenler başka". (Şuara/89) Sonra da şunu ilave etti: İşte o, içinde Allah Teala´dan başka birşeyin bulunmadığı kalptir. Başka bir vesilede de şöyle de­miştir: Zühd ehli, kalplerini dünyevi tasalardan arındırıp ahirete yönelttikleri için dünyada zühd sahibi olmuşlardır.

Üveys-i Karam (ra) de şöyle derdi: Kişi bir taleple yola çıktığın­da zühd de ayrılıp gider. İmamımız ve şeyhimizin şeyhi Ebu Mu-hammed Sehl (ra) şöyle derdi: Zühdün başı tevekküldür. Ortası ise kudreti izhar etmektir.

Kul, geri dönüşü olmayan hakiki zühde, ancak kudreti müşahe­de ettikten sonra ulaşabilir. Kudretin başı ise, bana göre zühdü tel­kin eden Kadir-i Mutlak´m kelamını işittiğinde onu müşahede et­mesidir. O şöyle buyurmuştur: ´Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp-erittikleri şeylerden de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. (Ra´d/17) Buradaki süs, altın ve gümüştür. Benlikle­ri esir edip, başları eğdiren bunlardır. Meta ise, bunlar dışındaki diğer madenlerdir.

Kul, dünyanın esası olan, müşriğin onun yüzünden şirke düştü­ğü, tuzağa kapılanların onun yüzünden tuzağa kapıldığı ve tadı birçok kalbe hoş gelen altın ve gümüşün özünü gördüğü zaman, su­yun üzerinde dağılan köpüğü müşahede eder. Ki o köpüğün hiçbir faydası, yararlığı ve kıymeti yoktur. Sonuçta altın ve gümüş hak­kında zühd sahibi olur. Onun bu zühdü, içten bir zühddür. Çünkü o, duyarak değil yakinen görmüştür. Böylelikle de Hak Teala´mn hak ile tavsif ettiği müminlerden olur.

Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara Allah´ın ayetleri okunduğu zaman da, imanlarını arttırır". (Enfal/2) Zühd, imanın ziyadesi ve artma­sıdır. Allah Teala ayetine devam ederek şöyle buyurmuştur: "Ve on­lar Rab´lerine tevekkül ederler". (Enfal/2) Böylelikle zühd, tevek­küle dahil olmaktadır. Allah Teala daha sonra söyle buyurmuştur: "O´nu vekil edinin ve onların söylediklerine sabredin". (Müzzem-miV9-10)

Tevekkül, sabra bağlıdır. Allah Teala´mn kelamını bu şekilde dinleyip onu akleden kul, cennetler ve pınarlar arasındaki güvenli yurda ulaştırılacaktır. O, Allah Teala´mn ´mümin´ sıfatına da layık olmuştur. Çünkü o, Kur´an okuduğu zaman, onu bütün imanıyla okur. Allah Teala buyurdu ki: "Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu hakkıyla okurlar. İşte onlar ona iman edenlerdir". (Bakara/121)

Üstteki ayette Allah Teala´mn koyduğu ´köpük´ ifadesi, aslında O´nun tarafından verilen başka bir misale benzetmedir. Allah Tea­la´ın misali hak ile batılın su ile köpüğe benzetilmesi şeklindedir. Bu benzetmede hak, faydası ve kalıcılığından dolayı suya, batıl da faydasızlığı ve geçiciliğinden dolayı köpüğe benzetilmiştir.

Allah Teala daha sonra, hakikatten uzaklığı sebebiyle altını da köpüğe benzetmiştir. Bu teşbih, mecazi bir teşbih olmayıp müma-selet teşbihidir. Nitekim Allah Teala, "Bunun gibi bir köpük (posa) vardır" (Ra´d/17) buyurmuştur. Mümasillik de araştırılmalıdır. Al­lah Teala daha sonra şöyle buyurmuştur: "İşte Allah misalleri böy­le vermektedir. Rablerinin çağrısına uyanlara daha güzeli vardır". (Ra´d/17-18) Yani onlar için cennet ve beka yurdu vardır. Allah Te­ala ahirete inanmayanlar hakkında da onların kötü örnek oldukla­rını ve dünya hayatını ve onun süsünü istediklerini, onunla hoşnut ve yetinir olduklarını haber vererek, kendileri için yalnız cehenne­min olduğunu bildirmiştir.

Bakışı, bütün bakışları sindiren, geceyle gündüzü çevirip duran ve katında herşeyden belli mikdar bulunan Hak Teala yüceler yü­cesidir. O, bizim göremediklerimizi görür. Bizim gücümüzün yet­mediği şeylere kKadir´dir. O, müşahede ehlini kendi müşahedesiy-le tahsis etmiş, yine onları kendi ilmiyle kuşatmıştır. Onları diledi­ği şeylerle ihata ederken dilediklerinden de önlemiştir. Altın ve gü­müş, O´nun bu tür kullan için, suyun üzerinde gezinen ve rüzgar­ların savurduğu köpükten başka bir şey değildir. Köpük, suyun üzerinde kaybolup giden bir şeydir. Altın ve gümüş, dağlardan çı­karılan madenlerdendir. Allah´ın bu halis kullarına göre dağlar, O´nun sağlamlaştırması sayesinde sabit duran dev dalgalar gibidir. Onlar, Allah Teala´mn verdiği hareketsizlikle cansız gibi dururlar. Bulutlar da, onlara uğrayıp geçerler.

Tüm bunlar, herşeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah Tea­la´mn sanatıdır. Yeryüzü de bir duman denizi gibi olmuştur. Allah Teala ona dalgalarla vurarak düz yerler ve engebeler arasından şe­hirleri ve ıssız çölleri çıkarmıştır. İnsanlar ise seraplar içinde yü­zen varlıklar gibi, kah aşağılara iner, kah tepeleri aşarlar. Allah Te­ala tepeler ve ovalar arasında herşeyi tartılı ve oranlı olan varlık­ları ortaya çıkarmıştır. Tıpkı gündüzün geceyi uzatması ve akıntıyi örtmesi gibi. Tüm bunlar, O´nun hikmetinin, gizli kudretinin ve ince sanatının ortaya çıkması içindir. Mümin kullar da, O´nun bu nimetlerine şahit olarak şükrü ifa etmeye çalışırlar.

Allah Teala buyurdu ki: "Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O´dur. Şu halde onun tepelerinde yürüyün ve O´nun rızkından yi­yin". (Mülk/15); "Onlar her bir tepeden akın ederler". (Enbiya/96); "Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir". (Yusuf/100) O´nun bu planlaması sayesinde farklılıklar biraraya gelmiş, ayrıklar birleşmiş ve bütün dağınıklarla sınırlar gizlenmiştir. O´nun arşı da, sizi sınamak için su üzerindeydi. Bun­lar, ahiret ehlinin müşahedesi olup dünyadaki zühdlerinin daha üstünde bir makama sahip olacaklardır.

Peki biraradakiler farklılaştığı, kaynaşmış olanlar ayrıldığı, su­dan diri olan herşey açıkça çıktığı, feza genişleyip perde Örtüldüğü, açıklama başlayıp hesaba çalışması hükmedildiği zaman ne olur? "Göklerle yer, birbiriyle bitişik iken Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Onlar yine de inanmayacaklar mı?" (Enbi­ya/30) İşte bu da dünya ehlinin müşahede sidir.

Gaflet ve aldanışlarından çıktıkları zaman, bu müşahede ken­dilerine çok ağır gelecektir. Ölüm sarhoşluğu onlara hakkı getirdi­ği zaman şöyle denilecektir: İşte senin yüz çevirdiğin hakikat! Sen bu hususta gaflet içindeydin. Bugün gözündeki perdeyi kaldırdık ki bakışların keskin olsun. "Ta en derinden acıyla sökerek çıkaranla­ra aiıuolsun. Yumuşacık çekenlere andolsun. Yüzdükçe yüzüp gi­denlere andolsun". (Naziat/1-3) Bu da ölüm anında herkesin karşı­laşacağı müşahededir.

Allah Teala pişmanlık ve kaybedişlerinden dolayı bu anı onlar için olabildiğince ağırlaştırmaktadır. Havas ise, daha evvel müşa­hede ettikleri için o dehşetten paylarını almış olurlar. Onlar, seva­bın geleceğini düşünür ve diğer kulları bir kenara bırakarak bu­nunla meşgul olurlar. Onlar, Hakk´m şahitliği görevini yerine geti­rir, gizli ve açık, latif ve örtülü, maruf ve münker bakımından O´nun kendilerini şahit tutmasıyla tasarrufta bulunurlar. "Allah emrinde galib gelecektir. Ama insanların çoğu bilmez". (Yusuf/21) Allah Teala´nm galib geldiği hiçbir zaman ortaya çıkamaz. O´nun onlara galip kıldığı ise, daima üstün gelir. Allah Resulü (sav* bu-yurdu ki: "Sözün en doğrusu, şairin şu sözüdür: Dikkat edin, Allah dışında herşey boştur".[89]

Allah Teala buyurdu ki: "Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunlar arasında durmadan iner; sizin ger­çekten Allah´ın her şeye güç yetirdiğini ve ilmiyle herşeyi kuşattı­ğını bilmeniz için". (Talak/12) İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Eğer bu ayeti tefsir etseydim, küfre düşerdiniz´. Yanındakiler, ´Nasıl olur?´ diye sordular. O da şöyle dedi: Onu inkar ederdiniz. Bu inkarınız da sizi küfre götürürdü.

Onun bu sözü başka bir lafızla şöyle de rivayet edilmiştir: Eğer Küçük Nisa -Talak´ı kasdediyor- süresindeki ayeti size tefsir etsey­dim, beni taşlardınız. Yani beni tekfir ederdiniz. Çünkü o günün müslümanları sadece dinden çıkanları öldürürlerdi.

Yine ondan ´cemî´an=tümü, hepsi´ kelimesinin tefsiriyle ilgili şu söz nakledilmiştir: Herşeyde O´nun isimlerinden bir harf adı bulu­nur. Herşeyin ismi de O´nun ismindendir. Sizler, tamamen O´nun isim, fiil ve sıfatları kapsamında bulunursunuz. O´nun kudretiyle konuşur, hikmetiyle güçlenirsiniz.

Ebu Muhammed Sehl de (ra) üstteki ayeti bu manada yorumla­yarak şöyle demiştir: Gökten, yakin kadar yüce hiç bir şey inmemiş­tir. Heva nefsi tayy edildiğinde yedi gök, yedi üst ve yedi alt gökte kaybolur. Nefsin tayyı, yine tayy edildiğinde üst ve alt gökler arş ve seranın melekûtunda kaybolurlar. Tayym tayyı silindiğinde arş ve sera ceberut-i A´la´da kaybolurlar ve Ezeli, Evvel olan hazır olur.

İkinci hadis kaybolup son bâtının zahir olması, örtülü zahir giz­lendiğinde sözkonusu olur. Böylelikle de kul şehitler mertebesine yükselir. Çünkü Allah Resulü (sav) "Dikkat edin, Allah dışında her­şey boştur" buyurmuştur. Allah Teala, o kuluna ufuklardaki ayet­lerini göstermiş ve hak kendisine açık bir şekilde görünmüştür: "Ayetlerimizi onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz O´nun Hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkat edin, gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuş­ku içindedirler. Dikkat edin, gerçekten O, herşeyi kuşatandır". (Fussilet/53-54)

Allah Resulü (sav), ´Allahım, bana dünyayı kendi gördüğün gi­bi göster1 diyen birine şöyle buyurmuştur: "Sakın böyle deme, çün­kü Allah Teala dünyayı senin gördüğün gibi görmez. Ama şöyle dua et: Allahım bana dünyayı, salih kullarının gördüğü gibi gös­ter". İşte bu, Allah ehlinin şehadetidir. Birinci şahitlik bunda fena bulmuştur. Tıpkı bu ilk şahitliğin, dünya ehlinin müşahedesini kaybettirmesi gibi.

Bu makamın açığa çıkarılması ve bu şahitliğin izharı, ancak sıddıklar arasında çok sağlam makama sahip olan şehid/şahide helal olur. Hikmet sahibi der ki: O´nun manaları o kadar yücedir ki şüheda dışında bütün gözlerden gizli tutulmuştur. Şüheda züm­resi, Kur´an´da vukufıyet sahibi olup bu bilgileri yayma korkusun­dan emin olan kimselerdir. Çünkü rubûbiyet sırrını ifşa etmek, bü­yük bir günahtır. es-Sırr olan Hak Teala´mn sırrım ilan etmek kü­fürdür.

Zahid, eğer bakışıyla duyup şahitlik edenlerden biri-olabilmek için gereken Hak Teala´mn müşahedesine henüz ulaşamamışsa zühd sahibi olduğu şeyi köpük mesabesinde görmek zorunda kalır. Kalbinin zikriyle bildiklerini de unutur. Buna rağmen Allah katın­da, belli bir ecir ve nuru olan bir şahittir. En ulu Şahid olan Hak Teala da böyle buyurmaktadır: "Rableri katında şehidlerdir ve on­ların ecir ve nurları vardır". (Hadid/57) O´nun müşahedesine şahit olmayan biri nasıl şehid/şahid olabilir ki? Olsa bile, şehadetin nu­ru olmaksızın Evveliyyet sıfatını nasıl müşahede edebilir ki ? O´nun vahdaniyetinin nuru olmaksızın O´nun kayyûmiyetini nasıl müşa­hede edebilir ki? Kim bu nur olmadan böyle bir şahitlikte buluna­bilir ki? Bu noktaya yaklaş amay anlar içinse Allah Teala´mn şu buyruğu geçerlidir: "Ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır". (KatföO) Bu kul, öyle bir yerde kulak verir ki, Allah´a yakınlık makamına uzak bir yerdir. Böylelikle de beyan ve fîkir ehlinde olur.

Hak Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde Al­lah, size ayetlerini açıklar; umulur ki dünya ve ahirette düşünür­sünüz". (Bakara/219-220) Yani dünyanın fâni ve geçici olduğu, ahi-retin ise baki ve kalıcı olduğu üzerinde düşünürsünüz de baki ve kalıcı olanı tercih eder, gelip geçici olana meyletmeyip onda zühd

gösterirsiniz. Çünkü sonu yokluk olanın, başı da sonuna benzer ve başı olmaz. Sonunda fena bulma olmayan ise, sanki daima mevcut gibidir ve bâkiliği bakımından başı da sonuna benzer.

Yüce Allah da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (A´la/17) Allah Teala ahireti, sonunda ba­ki kalacağı için kendi sıfatlarından iki sıfatla nitelemiş ve başka bir ayet-i kerimede "Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Ta-ha/73) buyurmuştur. Çünkü başka bir ayetinde de şöyle buyur­muştur: "Sizin yanınızdakiler tükenip gider, Bizim katımızdakiler ise bakidir". (Nahl/96)

O, müstağni olduklarını düşünen biz insanları küçülterek dün­yayı bize nisbet etmiş ve bizlere onun hakkında zühdü telkin eder­ken baki olduğunu bilerek Zatı´nı yüceltmek ve bizi ona özendir­mek için de ahireti kendine izafe etmiştir.

Kul, Allah Teala´mn bildirdiğini idrak ve O´nun kelamım dinle­yerek kazandığı anlayış sayesinde aklederek tasdik ettiği şeyi kalp gözü ve imanının yakini ile müşahede ettiği zaman, âhirini hiç ol­mamış gibi fâni kılmayacağı gibi, onu daima varolacakmış gibi ba­ki de kılmaz ve bu şekilde üstteki ayet-i kerimeyi hakkıyla tefek­kür eden ve ona şahitlikte bulunanlardan biri olur.

O, bu ayeti hakkıyla okuyanlardan ve imana layıkıyla sahip olanlardandır. Dünyada layıkıyla zühdde bulunur ve ahireti de hakkıyla arzular. O artık, dinde kuvvet, yakini imanda basiret sa­hibi olanlardan biridir. Bu güçleriyle baktığında ise dünyayı aşa­rak Allah Teala´ya ulaşır. Onun bütün azığı, takvasıdır.

Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Düşünüp ibret alası­nız diye her şeyi çift yarattık". (Zariyat/49) Yani Ferd olan Allah Te-ala´yı hatırlayarak bütün eşkâl ve zıtlardan O´na sığmasınız. Yine O şöyle buyurmuştur: "İbret alın ey basiret sahipleri". (Haşr/2) Bu ayette Allah Teala ile birlikte görebilen basiret sahipleri ifade edil­miştir ki onlar hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır: Kimilerine göre bunlar, Kitab´a kuvvetle sarılanlardır. Kimilerine göre, onun­la amel edenlerdir. Kimilerine göre ona yakinen iman edenler, di­ğerlerine göre ise, Kitab´ı yaşamada ciddiyet ve gayret gösterenler­dir. Her halükârda basiret sahibi bir kul, Kitab´a sıkıca sarılan ve namazı ikame eden ihsan sahiplerinin arasında yer alır.

Allah Resulü (sav) "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatar­ken Allah´ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" (Al-i İmran/191) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Bu ayeti okuyup da onu düşünmeyenlerin vay haline! Onu okuyup da onun­la dudaklarını ıslatanların da vay haline!". Çünkü Allah Teala, gök­ler ve yer ile, onların gerisindeki cennet ve cehennem derecelerini ifadeyi murad etmiştir. Ki o da, Melik-i Batın ve Melik-i Kebir olan Allah Teala´ya yükselen melekûtun bilgisidir.

Gökler ve yer, aslında yükselen ve alçalan şeyleri ifade etmek­tedir. Allah Teala da arş ve seradan onları kuşatmış bulunmakta­dır. Gökler ve yer üzerinde düşünenler, bunu idrak ederler. Bu te­fekkür daha sonra o kula, melekûtun ardındaki izzeti açıkça göste­rir. Bilahare kalpler de yakin nurlarıyla şerhedildiği için fikirler melekûtu aşarak Ufuk-i A´la´ya ve Ceberut makamına ulaşırlar. Te­fekkür edenlerin gözleri keskinleşerek mevcut güçleriyle bunu mü­şahede ederler. Yakini imanlarının nurları ise, bu ortamı kuşatan eşyayı yakinen görmeye devam eder.

Bu durum, daha önce de anlattığımız bazı kulların durumudur ki onlar, Allah Teala´nm müşahede ettikleri hususunda kendilerine tenbihde bulunduğu kullar gibi keşfleri zahir olmayan kimselerdir. O kullar, O´nun gerisinde ve yakinen inandıkları O´nda olana da şahit olurlar.

Müminler için, dünya hakkında bundan aşağı ama yakın bir müşahede sözkonusudur. Bu müşahede, akıllar yoluyla oluşur ve onlar dünyanın sadece bir ceza olduğunu görürler. Nitekim bu me-yanda şöyle bir söz nakledilmiştir: "Dünya kula, sadece ona tuzak kurmak için açılır ve ondan da yalnız onun düşüncesinden dolayı uzak kalır".

Davud (as) hakkında rivayet edilen haberler arasında şunu gör­dük: "Allah Teala ona şöyle buyurdu: ´Bilir misin Adem´i niçin ağaç­tan yemekle sınadım? Çünkü onun günahını, dünyanın ümranı için bir vesile kıldım". Bu hitabın delaletine göre, Allah Teala´ya itaat, dünyanın yıkımına vesile olmak şeklinde görünmektedir ki bu da, zühddür. Böylelikle şu meşhur hadis de sıhhat kazanmaktadır: "Dünya sevgisi, her kötülüğün başıdır". Çünkü her türlü kötülük ve günahın temelinde dünya sevgisi ve ona düşkünlük yatar. Ama bu anlayış avama uygun değildir. Çünkü onlar, dünyanın imarıyla emrolunmuşlardır. Bu husus, havasdan bazıları için geçerlidir. On­ların sayıca diğerlerinden çok az olmaları da dünyanın imarında kusur oluşturmaz. Burada anlatılmak istenen, dünyanın imarının ehl-i dünya tarafından yapılması yönündeki iradedir. Adem (as) da kendisine yasaklanan ağacın meyvasmı yediği zaman midesi posa­yı çıkarmak için çalışmaya başlamıştı. Oysa, bu ağaç dışındaki hiç­bir cennet ağacının meyvası yiyenin midesini hareket ettirmezdi. Zaten Adem (as) ile eşi de bu sebeple o ağaçtan menedilmişlerdi.

Adem (as) yediklerini çıkarabilmek için cennette dolanmaya başladı. Allah Teala onunla konuşmak üzere bir meleği görevlen­dirdi. Melek ona, ´Ne istiyorsun?´ diye sordu. Adem (as) ´Karnımda-ki bu acıdan kurtulmak istiyorum´ dedi. Meleğe, Adem´e (as) şöyle demesi emredildi: ´Onu nereye çıkarabilirsin ki? Yataklara mı, kol­tuklara mı, akan nehirlere mi, yoksa ağaçların gölgelerine mi? Doğrusu sen dünyaya in´. Böylelikle Allah Teala kuluna lütufta bu­lunmuş oldu ve onu yeryüzüne indirdi. Allah Teala dünya meyvala-nnı mideyi çalıştırıcı kılmış ve onları sert ve posalı yapmıştır. Böy­le yapmak suretiyle de onların değersizliğini göstermiş ve O´nun sunacağı bozulmaz meyvalara rağbet edenleri dünya meyvalarm-dan müstağni kıldığını haber vermiştir.


Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:38:35
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dünya süslerinden hangisi ba­na hoş ve parlak görünmüşse, onun batını da bana gösterilmiş ve o süsten uzaklaşmışımdır. İşte bu da, Allah Teala´nın sevdiği ve ya­kın kıldığı dostlarına olan bir yardım ve inayetidir. Dünyayı ilk sı­fatıyla müşahede edenler, onun sonu hakkında yanılgıya düşmez­ler. Onun batini hakikatini tanıyanlar da, zahiri görünümüne hay­ranlık duymazlar. Onun sonu kendilerine keşf yoluyla gösterilen kullar da, onun süs ve yaldızını asla arzu etmezler.

İsa b. Meryem (as) şöyle derdi: "Vay halinize ey şer alimleri! Si­zin durumunuz, arının iğnesine benzer. Onun dışı kireç, içi ise pis kokuludur". Malik b. Dinar (ra) şöyle demişti: En büyük büyücüden sakının. Çünkü o, alimlerin kalplerini büyüler. Bu sözde kasdedi-len dünyadır. Batıl ile dünyaya karşı ihtiras besleyen kimse, kendi kendini öldürür. Dünyaya yönelik hırsı ve ona duyduğu sevgi daha da güçlenirse, başkalarının da ölümüne sebep olur.

Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Mallarınızı aranızda batılla/haksız yollardan yemeyin ve kendinizi öldürmeyin". (Ni­sa/29) Allah Teala, kişinin başkasını öldürmesini, onu Allah yolun­dan çıkarmasıyla ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Yahudi din adamlarından ve rahiblerden çoğu insanların mallarını haksız yol­lardan yerler ve Allah yolundan çevirirler". (Tevbe/34)

İsa (as) ile ilgili haberler arasında şöyle bir olay nakledilir: "O, havarilerinden bir toplulukla seyahat ederken, yolda yere açılmış altınlar görmüşlerdi. İsa (as) altınların başında durmuş ve, ´Bu ka­tildir, bundan sakının´ demişti. Ardından arkadaşlarıyla beraber yoluna devam etmişti. Ama havarilerden üçü, altını almak için ge­ri döndüler. İkisi altının başında beklerken üçüncüyü en yakın şe­hirden yiyecek vs. almak için bir miktar altınla gönderdiler. Ama şeytan onlara şöyle fısıldıyordu: ´Bu malın üçe bölünmesine nasıl razı olurusunuz? Onu öldürün de mal sadece yarıya bölünsün´. Bu vesvesenin tesiriyle arkadaşlarını öldürmeye karar verdiler.

Arkadaşları ise yolda benzer bir fısıltıyla karşılaştı: ´Malın üçte birine nasıl razı olursun? O ikisini öldür de malın tamamı senin ol­sun,´. O da bu vesveseye kanarak çarşıdan yiyecekle beraber zehir de aldı ve yiyecekleri zehirledi. Arkadaşlarının yanma döndüğün­de, üzerine atılarak kendisini öldürdüler, sonra da getirdiği yiye­cekleri yemeye başladılar. Yemekten kalkamadan ikisi de zehirle­nerek öldüler. İsa (as) gezisinden dönerken onları altınların yanın­da ölü olarak gördü. Yanındaki havariler, bu duruma çok şaşırdılar ve ´Bunlara ne olmuş?´ diye sordular. İsa (as) da kendilerine olup bi­teni anlattı."

İbnu´l-Mübarek´e, ´İnsanlar kimdir?´ diye sorulmuştu. O da, ´Alimler cevabını verdi. ´Peki krallar kimlerdir* diye sorulunca, ´Za-hidlerdir´ dedi. İbnu´l-Müseyyeb (ra) Ebu Zer´den (ra) şu hadisi nak-letmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim dünyada zahid-lik yaparsa, Allah Teala onun kalbine hikmeti yerleştirir ve onu hikmetle konuşturur, dünyanın derdini de devasını da ona gösterir ve onu sağ selim cennete ulaştırır".

Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Dünya, yurdu olma­yanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayanlar onun için mal yığarlar".

Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Bedir´de cihad eden sahabiler-den yetmişini gördüm. Onlar, Allah´ın helal kıldığı şeylerde, sizin haram kıldığı şeylerdeki çekingenliğinizden daha fazla çekingen ve zahidane davranıyorlardı.

Başka bir vesilede de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zorluk ve darlık halleri onları varlık ve rahatlık hallerinden çok daha fazla sevindirirdi. Eğer onları görseydiniz, ´Bunlar delirmiş´ derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görselerdi, ´Bunlarda ahlak çok zayıf derlerdi. Kötülerinizi gördüklerinde ise, ´Bunlar Hesab Günü´ne inanmıyorlar derlerdi. Yine o, şöyle demiştir: Onlardan birine he­lal bir mal teklif edildiği zaman onu almaz ve şöyle derdi: ´Onun kalbimi bozmasından endişe ederim".

Kalbi olan kimse onu bozulmaktan korur, değişmesinden ve rı-za-i ilahiden uzaklaşmasından endişe eder, onun İslah ve irşadı için gayret sarfeder. Kalbi olmayan kimse ise, hevanın karanlıklarında bocalayıp durur. Kimbilir yüzüstü düşer de hem dünyayı, hem de ahireti kaybeder. Ya da dünyadan razı olarak ehli dünya ve Allah Teala´nm ayetlerine karşı ehli gaflet saflarına katılır. Böylelikle de yokluğa razı olmuş ve bunu, hiçbir şeyin kendisine benzemediği Hak Teala´ya tercih etmiş olur. Allah Teala böylelerini nitelerken şöyle buyurmuştur: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya ha­yatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimiz­den habersiz olanlar". (Yunus/7)

Bu davranış, Allah Teala´dan yüz çevirmeyi hakettiren ve O´nun gazabını gerektiren bir davranıştır. Bunlar, Allah Teala´nm kendi­lerinden yüz çevrilmesini ve onlara yönelmenin terke dilmesini em­rettiği kimselerdir.

O, bu babda şöyle buyurmaktadır: "Şu halde sen. Bizim zikrimi­ze sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur". (Necm/29) O, başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ´istek ve hevasma uyan ve işinde aşırılığa giden kimseye itaat etme". (Kehf/18) Yani o, Allah Teala´ın yasaklarım çiğnerken, emrettiklerini yapmada da kusur eder. Başka bir tefsirde ise, böyle birinin helake yönelmiş olduğu söylenmiştir.

Allah Teala, dünya ehline karşı buğzundan dolayı Resulü´ne (sav) de onlara gıptayla bakmayı yasaklamış ve onların taşıdıkları süslerin kendileri için yalnız fitne olduğunu haber vererek zühd ve kanaatin daha hayırlı ve kalıcı olduğunu bildirmiştir. O, bu mana­ları ihtiva eden ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bazıları­na, kendilerini onunla sınamak için yararlandırdığımız dünya ha­yatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131)

Ayette tavsiye edilenin kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, günübirlik geçim olduğu söylenmiştir. Diğer bir tefsirde ise, dünya hayatındaki zühd olduğu söylenmiştir. Allah Teala´mn Kitabı´na en uygun olan da budur. Şu ayet-i kerime de buna delalet etmektedir: "Ahiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Ala/17) Yine "Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Taha/131) ayetinin tefsirinde de dünyada zühd sahibi olmak denilmiştir. Yine O, başka bir ayetinde "Allah´ın bıraktığı, sizin için daha hayırlıdır" (Hud/86) buyurmuş ve tefsirde bunun kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, helal kazanç olduğu söylenmiştir.

Konuyla ilgili olarak rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) ashabıyla birlikte on aylık gebe develerden olu­şan bir sürünün yanından geçti. -Bunlar, sahabenin en sevimli ve en değerli hayvanlarıydı. Çünkü bunlar, bineğe uygun, ete, süte, yavruya ve tüye sahip hayvanlardı.

Allah Resulü (sav) bunları insanların hayırlılarına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: İnsanlar, yüz deve gibidir ki içlerinde bir ta­ne hamile deve bulamazsın.[90] Yani develerin sayısı çoktur. Ama yukarıdaki beş meziyeti taşıyan dişi develer ise azınlıktır. Allah Te­ala bu meziyetleri taşıyan develerle ilgili şöyle buyurmuştur: "Ge­be develer, kendi başına terkedildiği zaman". (Tekvir/4) Yani Kıya-met´in dehşetinden dolayı sahipleri bu değerli develeri terkettiği zaman.- Allah Resulü (sav) gebe develerden yüzünü çevirdiği gibi onları görmemek için gözünü aşağı eğdi.

Bunun üzerine, ´Ey Allah Resulü, bunlar bizim en değerli mal­larımız, onlara niçin bakmıyorsun?´ dediler. Allah Resulü (sav)´Rabbim beni bundan menetti´ buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi oku­du: "Onlardan bazılarına, kendilerini onunla sınamak için yarar­landırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbi­nin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131)

Ömer (ra) de "Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda har-camayanlar ise, onlara da acıklı bir azap müjdele" (Tevbe/34) ayet-i kerimesinin nüzuluyla ilgili şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: Dinar ve dirhem kahrolsun. ´Allah Teala bi­ze altın ve gümüş saklamayı yasakladı. Peki ne biriktirilebilir?´ di­ye sorduk. Buyurdu ki: ´Herbiriniz, zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kendisine ahiret işlerinde yardım edecek saliha bir eş edin­sin".94 Huzeyfe´nin (ra) Allah Resulü´nden (sav) rivayet ettiği hadis-i şerif ise şöyledir: "Her kim dünyayı ahirete tercih ederse, Allah Teala onun kalbini üç şeye müptela eder: Kalbinden asla çıkmayan bir kaygı. Asla kurtulamadığı bir fakirlik. Asla doymayan bir hırs". Ali b. Ma´bed´den Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla şu mürsel hadis ri­vayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Bilmemenin ken­disi için bilmekten daha sevimli olmasına ve bir şeyin azlığı onun çokluğundan daha sevimli görünmesine kadar kulun imanı kema­le ermez".[91]

İsa b. Meryem (as) hakkında nakledilen haberlerden biri de şöy­ledir: "Dünyaya ahirete geçmek için yapılmış bir köprüdür. Siz o köprüyü geçin, onu imara çalışmayın´. Adamın biri ona, ´Seyahatin­de beni de götür demişti. O da, ´Neyin var, sen de çık gel ve beni iz­le´ demişti. Bunun üzerine adam, ´Yapamıyorum´ dedi. İsa da (as), ´Zengin cennete çok zor girer buyurdu. Bu sözün başka bir rivaye­tinde ´En arkadan girer´ dediği nakledilmiştir. Bir defasında da ona şöyle demişlerdi: Ey Allah´ın Peygamberi, eğer bize emretsen, için­de Allah Teala´ya ibadet edeceğimiz bir mabed yapardık´. Bunun üzerine İsa (as), ´Öyleyse gidin ve su üstünde bir mabed bina edin´ dedi. Yanındakiler, ´Suyun üstünde bina durur mu?´ diyerek şaşkın­lıklarını ifade ettiler.

O zaman İsa (as) kendilerine şöyle dedi: Peki dünya sevgisi üze­rinde ibadet nasıl durur?. Yine o, şöyle derdi: Sizden biri, Allah Teala´ya ibadetiyle övülmeyi istemedikçe ve dünyayı kimin yediğini önemsemedikçe imanın hakikatine ermiş olmaz".

Bişr b. Hars şöyle derdi: Takva, ancak zühd ile güzelleşir. Yine o, bir defasında şöyle demişti: İbadet, zenginlere yakışmaz. Zengin­lerin ibadeti, çöplüğün üzerindeki bir bahçe gibidir. Fakirin ibade­ti ise, bir güzelin boynundaki mücevher gerdanlık gibidir. Allah Te-ala´dan Kitabı´ndan da bu manada esaslar çıkarmaktayız. O, iba­det noktasında fakir kullarını vasfederken şöyle buyurmuştur: "(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir.." (Bakara/273) Allah Teala yine onları vasfederken şöyle buyurmuş­tur: "Onları rüku edenler, secdeye kapananlar olarak görürsün". (Feth/29) İbadet elbisesi, fakirlikten dolayı sim alarmdaki güzellik nedeniyle onlar üzerinde çok güzel görünmüştür.

Lokman (as), şeytanın insana gelebileceği noktalardan sakın­ması hususunda oğluna öğütte bulunurken şunu söylemiştir: "Eğer sana fakirlik tarafından gelirse ona, ´asıl zenginin Allah Teala´ya itaat eden, asıl fakirin de O´nun haramlarım çiğneyen kimse oldu­ğunu´ söyle. Eğer seni zenginliğe özendirirse, o zaman da ´zengin­likle kıraati birleştirmenin güzel olmayacağını´ söyle".

Selef-i Salih´den bir zat şöyle demiştir: Allah Teala´yı hakkıyla bilen kimseler, vaaz ve hikmeti zühd sahiplerinden başkasından dinlemeyi reddeder ve şöyle derlerdi: Dünyaya sarılanlar, bu konu­larda konuşmaya ehil değildirler. Bu, onlara uygun değildir.

İsa (as) ile ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Al­lah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştu: Ey Adem oğlu, dünya hayatında ona veda eden ve Allah´ın katmdakilere rağbet eden kimsenin ağlayışıyla ağla. Dünyadan yetecek kadarıyla iktifa et, sana ondan kuru ekmekle kaba giysiler yetsin. Sana hakkı söy­lerim ki, dünyadan aldıkların ve infak ettiklerin günüyle saatiyle yazılıdır. Buna göre davran, çünkü sen bundan sorumlusun. Eğer salih kullanma vaadettiklerimi görseydin nefsin silinip giderdi". İsa (as) şöyle derdi: "Dünyanın tadı, ahiretin acısıdır. Elbisenin gü­zelliği kalbin kibir ve gururu, karnın dolu oluşu nefsin gücü ve kudretidir. Şunu nak olarak söylüyorum ki, bir hasta yemeğin ta­dından nasıl lezzet alamazsa, dünyaya aşık olan da ibadetin tadını aynı şekilde alamaz".

Dünyada zühd sahibi olmanın görünümlerinden biri de, yumu­şak, dikkat çekici ve gösterişli giysilerden uzak durmaktır. Çeşitli tatlardaki leziz yemeklere düşkün olmamak, nimet içinde yüzenle­rin arzu ettikleri şehvetlerden uzak durmak ve lükse düşkün olan­ların aşina oldukları lüks alet ve ev eşyası ile zinetleri terketmek de zühdün tezahürlerindendir

Bir şeyin, birden fazla işte kullanılması da zühdün göstergele-rmdendir. Selef-i Salih´in hayatlarında da bunu görmek mümkün­dür. Onlar, ev eşyasında azla yetinirlerdi. Ehli dünya ise, bunun tam aksine bir iş için birden fazla eşya kullanırlar ki bu da, çokluk­la övünmenin tezahürlerinden ve dünya kapılarından biridir. Se­leften bir zat şöyle der: Nüsk yani Allah´a hakkıyla kulluğun baş­langıcı giysiden geçer.

Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Giysisi yumuşak olanın dindarlığı da yumuşak olur.

İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Kalp kalbe benzeyinceye kadar giysi de giysiye benzemez. Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bezazet imandandır".[92] Bezazet, giysi bakımından diğer insanlara yakın olmaktır.

Bu hususu açıklayan bir diğer hadis de şöyledir: "Kim imkanı varken sırf Allah Teala´ya karşı tevazuundan dolayı güzel bir elbi­seyi terkederse, Allah Teala da onu cennet hülleleri arasında mu­hayyer kılar ki dilediğini seçebilsin"[93]

Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Her kim, Allah Teala uğ­runa bir zineti terkeder, O´na karşı tevazuundan dolayı ve rızasını umarak güzel bir elbiseyi çıkarırsa, Allah Teala´mn onun için yakut dolaplarda cennet ipekleri hazırlaması haktır".

"Allah Resulü (sav) Küba halkına konuk olduğunda O´na süt ve bal karışımı bir içecek sunmuşlardı. O, bardağı yere bıraktı ve şöy­le buyurdu: Ben, bunu haram kılıyor değilim. Fakat Allah Teala´ya karşı tevazumdan dolayı içmiyorum". Sıcak bir yaz günüde de Ömer (ra) kendisine soğuk su ve bal getirmişti. O şöyle buyurdu: "Beni bunun hesabından uzak tutun. Allah Teala peygamberlerin­den birine şöyle vahy etmiş tir: ´Velilerime de ki: Benim düşmanlarımm giysilerini giymeyin. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girme­yin. Yoksa onlar gibi, sizler de düşmanlarım olursunuz".

Bişr b. Mervan Küfe camiinin minberinde halka hutbe verirken Sahabeden bir zat şöyle demişti: Emirinize bakın; üstünde fasıkla-rın giysileri varken, insanlara vaazda bulunuyor?! Bunun üzerine, emirin ne giydiğini sorduk. Yumuşak bir elbise giydiği söylendi.

Amir b. Abdullah b. Rebia, Ebu Zerr´in (ra) yanma gitmiş, üs­tündeki gösterişli giysilere bakmadan zühd hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebu Zerr (ra) avucuyla ağzını kapattı ve seslice yellen­meye başladı. Amir buna çık kızdı ve İbni Ömer´e (ra) giderek şöy­le dedi: ´Kardeşiniz Ebu Zerr´in bana ne yaptığını görüyor musu­nuz?´ O da, ´Ne yaptı ki?´ diye sordu. Bunun üzerine Amir, ´Ona züh­dü anlatıyordum. Benimle alay etmeye başladı´ dedi. İbni Ömer (ra) de şunu söyledi: Sen kendi kendine yapmışsın. Ebu Zerr gibi bir za­ta bu gösterişli elbiseyle gidiyor ve bir de zühd hakkında konuşu­yorsun?!

Ali (kv) de şöyle demiştir: Allah Teala hidayet imamlarından şu ahdi almıştır ki onlar, insanların dünyalık bakımından en altta ka­lanlarından olacaklardır. Böylelikle zenginler de onlara uyacak ve fakirlikleri de yoksul kimseleri ayıplı kılmayacaktır.

Ömer (ra) sert pamuklu giysiler giydiği için kınanmıştı. Gömle­ğinin fiyatı üç beş dirhemi geçmezdi. O, parmaklarından uca sar­kan kısımları keserdi. Giyimi hakkında şöyle derdi: "Bu, tevazuya daha yakın ve bir müslümamn gözetmesi gerekene daha uygun­dur". Bir defasında Yemen yapımı hırkalar gelmişti. Ömer (ra) on­ları teker teker sahabeye dağıttı. Bilahare Cuma günü hutbe için minbere çıktı. Üstünde Hülle vardı. HuUe, Araplar tarafından aynı cinsten yapılmış iki parçadan oluşan elbiseye denirdi. O dönemde giyilen en güzel giysiydi. Ömer (ra) bu fıalde, Dinleyin, dikkatle dinleyin´ diyerek hutbesine başladı.

O anda Selman (ra) ayağa kalktı ve ´Allat´a yenin olsun ki din­lemeyiz, Allah´a yemin eierim ki dinlemeyi?´ dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) ´Ne oldu ki?´ rüye sordu. Selman aa ´Çünki sen bize tek tek hırka verdin. Kendin ise hülle giydin ve dünyalıkla bizim üstü­müze çıktın´ dedi. Ömer (ra) tet essüm etti v« şöyle dedi. ´Ey Ebu Ab­dullah, acele et cin Allah sana merhamet t uyursun. Kendi giysimi yıkamıştım. Abdullah b. Ömer´in hırkasını ödünç aldım ve onu ken­di hırkamla beraber giydim´. Bunun üzerine Selman (ra), ´Şimdi ko­nuş ki seni dinleyelim. Allah Resulü (sav) nimetlerden aşırı yarar­lanmayı yasaklamıştı´ dedi. Ömer de (ra) ´Muhakkak ki Allah Tea-la´nm hakiki kulları, nimetlerden aşırı yararlanın değildirler5 dedi.

Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken saçı başı dağınık ve çıplak ayakla gezerken görülmüştü. Kendisine, ´Sen bir emirsin, nasıl böyle olursun?´ denildi. O da, ´Allah Resulü (sav) bizi refah düşkün­lüğünden menetti ve bize bazen çıplak ayakla da yürümeyi emret­ti´ dedi.

Ömer (ra) hakkında şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir defasında insanlara hitab ederek, ´Allah için bende bir kusur gören varsa ri­ca ediyorum bana bildirsin´ dedi. Bir genç kalkarak şöyle dedi: Sen­de iki kusur var. Ömer (ra) ´Allah sana merhamet buyursun, nedir onlar?´ diye sordu. Delikanlı, ´Elbiselerini birbiri ardınca giyiyor ve ekmeğine katık katıyorsun´ dedi. Bunun üzerine Ömer (ra), ölünce­ye kadar elbiselerini ardarda değiştirerek giymedi ve ekmeğine ka­tık katmadı.

Ali (kv) de bir defasında Ömer´e (ra) şöyle demişti: ´Eğer senden önceki iki yoldaşına katılmak istiyorsan, giysine yama vur, izarını tersyüz edip giy ve ayakkabını tamir edip doyurmayacak kadar ye­mek ye´. Ömer (ra) kendisi de şöyle derdi: "Avurtları çökertin, besi­li olmaktan ve şişmanlamaktan korkun. Kisra ve imparatorunki gibi acem giysilerinden sakının". Ali (kv) de şunu söylemiştir: "Kim bir kavmin giysisini giyerse, o onlardandır".

Allah Resulü´nün (sav) daha ağır bir ifade kullandığı rivayet edilmiştir: "Ümmetimin en kötüleri, türlü nimetlerle beslenen, ye­meklerin çeşitlerini isteyen, giysilerin türlüsüne talip olan ve avurtlarını doldura doldura konuşanlardır".

Umeyr b. Sa´d (ra) Humus valisi olarak Ömer´in (ra) yanına gel­diği zaman, Halife kendisine, Tanında dünyalık olarak ne var ey Umeyr?´ diye sormuştu. O da şu cevabı verdi: Dayandığım ve yolda karşıma çıkan yılanları öldürdüğüm bir değneğim, azığımı taşıdı­ğım bir heybem, içinde yemek yediğim, başımı ve giysilerimi yıka­dığım bir çanağımla içme ve abdest suyunu aldığım bir destim var. Bunun dışındaki dünyalıklar, maiyetimde bulunanlara aittir.


Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:45:57
Ömer (ra), ´Doğrusun ey Umeyr, Allah Teala sana merhamet buyur­sun´ dedi.

Halife Humus halkına bir mektup yazarak şehirdeki fakirlerin isimlerini kendisine bildirmelerini istemişti. Onlar da fakirlerin isimlerini yazdıkları mektuba Said b. Cüzeym -hatta denir ki Umeyr b. Sa´d´m- ismini de yazmışlardı. Ömer (ra) ´Said b. Cüzeym de kim? diye sorduğu zaman, ´Bizim emirimiz ey müminlerin emiri´ demişlerdi. Bunun üzerine Ömer (ra) ´O da mı fakir?´ diye sorunca, ´Evet, şehrimizde ondan daha fakiri yoktur´ demişlerdi. Ömer (ra), Teki maaşını ne yapıyor?´ diye sorunca, Humuslular, ´Onun tama­mım dağıtır, kendisi ve ailesi için hiçbir şey alıkoymaz´ dediler.

Bunun üzerine ona dörtyüz dinar göndererek kendisi ve ailesi­nin ihtiyaçları için kullanmasını istemişti. Para Umeyr´e (ra) ula­şınca, derhal onu alarak hanımının yanma gitti. Sürekli ağlıyordu. Hanımı, ´Neyin var? Yoksa müminlerin emiri mi Öldü?´ diye sordu. Umeyr ´Daha da kötü!´ diye cevap verdi. Hanımı, Toksa müslüman-larda parçalanma mı oldu?´ diye sorunca, ´Daha da beter1 dedi. Te­ki ne oldu?´ deyince şöyle dedi: ´Bana dünya/hk geldi. Allah Resulü (sav) ile beraberken dünya bana açılmamıştı. Ebu Bekir´in (ra) dev­rinde de dünya bana açılmamıştı. Ama Ömer´in (ra) günlerine bıra­kıldığımda iş değişti. En kötü günler, Ömer´in (ra) günleri´.

Sonra da Halifenin kendisine gönderdiği paradan sözetti. Hanı­mı, ´Canım sana fedadır. Onu dilediğin gibi harca´ dedi. Umeyr (ra), Teki yapmak istediğimde bana yardım eder misin?´ diye sorunca, hanımı ´Tabii ki´ dedi. Umeyr (ra), ´Öyleyse bana şu hırkayı ver  de­di. Sonra hırkayı parçalamaya başladı. Parçaları kese şeklinde dü-ğümlüyor, içlerine üçer, beşer, onar dinar para koyup düğümlüyor-du. Sonunda paranın tamamını keseciklere ayırarak bitirdi. Sonra da onları bir torbaya koyarak koltuğunun altına aldı ve dışarı çıktı. Yolda müslüman askerlerden oluşan bir orduyla karşılaştı. Bun­lar cihada giden erlerdi. Askerlerin durumlarına göre keseleri onla­ra dağıttı ve Ömer´in (ra) gönderdiği paradan tek bir dinarı dahi ai­lesi için alıkoymadı. İşte Allah Resulü´nün (sav) ashabı ve ihsan üzere onlara tabi olanlar böyle yüksek sıfat ve erdemlere sahiptiler. Iyaz b. Ganem , ümmetin iyileri hakkında Allah Resulü´nden şu hadisi rivayet etmiştir:

"Ümmetimin iyileri arasında, Mele~i A´la´nm bana bildirdiğine göre öyleleri vardır ki onlar, Rablerinin rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O´nun azabının korkusuyla da gizli gizli ağlar­lar. Onların rızkı halka çok hafif gelirken, kendilerine çok ağır ge­lir. Eski elbise giyer ve ruhbanlara uyarlar. Bedenleri dünyada, gö­nülleri ise arştadır".

Ebu´d-Derda´nm (ra) abdal zümresini vasfedişi esnasında ken­disine şunu sormuştuk: ´Bu sıfatlara biz nasıl sahip olabiliriz?, On­lardan biri olmam için ne yapmam gerekir?´ Dedi ki: Ey kardeşimin oğlu, seninle bu yolun başı ve ortası arasında şunlar vardır: Dün­yada zühd sahibi olman, ahirete bütün kalbinle yakinen inanman ve onun için amelde bulunman´. Bir hadiste ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki Allah Tea­la giydiğini önemsemeyen üstbaşı, dökük kimseyi sever".

Sevri ve Fudayl (ra) şöyle demişlerdir: Allah Teala şerrin tama­mını bir ev kılmış ve dünya düşkünlüğünü de onun anahtarı yap­mıştır. İyiliğin tamamını da bir ev kılmış ve dünyada zühdü onun anahtarı yapmıştır.

Yusuf b. Esbat ve Süfyan-ı Sevri´ye (ra), ´Amellerin hangisi da­ha üstündür?´ diye sorulmuştu. Onlar da, ´Dünyada zühd sahibi ol­mak´ demişlerdir. İsa´dan (as) rivayet edilen sözün zahiri de bu me-yandadır. Biz bu sözü, Allah Resulü´nden (sav) öğrenmiş bulunuyo­ruz: "Dünya sevgisi, her türlü günahın başıdır".

Bunun üzerinde düşünüldüğü zaman, dünyayı sevmemenin de bütün sevapların başı olacağı anlaşılmaktadır. Seleften bir zat şöy­le derdi: "Günah olarak, asla bağışlanmayan dünya sevgisi yeter". Bundan daha ağır bir söz Süfyan´dan (ra) rivayet edilmiştir. Yahya b. Süleynı et-Taifi, merfu olarak Allah Resulü´nün (sav) şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Eğer bir kul, bütün sema ve arz ehli­nin ibadeti kadar ibadette dahi bulunsa, kalbinde dünya sevgisi bulunduğu zaman Allah Teala ahirette onu öyle bir mevkiye yerleş­tirir ki onu, bütün yaratılmışlara teşhir eder: Muhakkak ki falan oğlu falan Allah Teala´mn buğzettiğini sevmiştir".

Yahya b. Cabir et-Ta´i, Amr b. el-Esved el-Anesi´nin (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Asla dikkat çekici bir elbise giymem. Asla üs­tümde dinar varken uyumam. Asla boş işe girişmem ve asla karnımı tamamen doldurmam". Ömer (ra) şöyle demiştir: Allah Resu­lü´nün (sav) hidayetine bakmaktan hoşlanan kimse, Amr b. el-Es-ved´e baksın.

Allah Resulü (sav) bir sefer dönüşünde Fatıma´mn (ra) yanma uğramıştı. Kapısında bir perde ve kollarında da gümüşten iki bile­zik gördü ve geri döndü. Bir süre sonra Ebu Rafı´ (ra) onun yanma gittiğinde ağladığına şahit oldu ve nedenini sordu. Fatıma (ra) da, Allah Resulü´nün (sav) geri dönüşünü anlattı. O da Allah Resulü´ne (sav) eve girmeyiş sebebini sordu. Allah Resulü (sav) de kapıdaki perde ve iki bilezik yüzünden girmediğini söyledi.

Bunun üzerine Fatıma (ra) perdeyi yırttı, iki bileziği de Bilal (ra) ile Allah Resulü´ne (sav) gönderdi. Onları sadaka olarak verdi­ği ve dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği haberini iletti. Allah Resulü (sav) de, Bilal´e (ra) onları pazarda satıp parasını Suffe as­habına dağıtmasını söyledi. O da iki bileziği iki buçuk dirheme sat­tı ve parayı Suffe ashabına sadaka olarak verdi. Allah Resulü (sav) kızı Fatıma´mn (ra) yanına giderek, ´Babam sana feda olsun, en gü­zelini yaptın´ buyurdu.

Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şöhret uyandıran giysi giymiş hiçbir kul yoktur ki, Allah katında sevgili bir kul olsa dahi onu çıkarıncaya kadar Allah Teala ondan yüz çevirmiş olmasın"[94]

Süfyan-x Sevri ve diğerleri şöyle demişlerdir: Öyle bir elbise gi­yin ki sizi alimler nezdinde meşhur, cahiller nezdinde hakir göster­mesin. Yine o, şöyle derdi: Ben dua ederken yanıma bir fakir uğrar­sa, onun geçmesine karışmam. Ama ehli dünyadan bir kişi uğradı­ğında, üstündeki gösterişli elbiselerden dolayı hiddetlenerek onun geçmesine izin vermem.

Bir zat şöyle demiştir: Zenginlerin hiçbir mecliste Sevri´nin meclisindeki kadar zelil kılındığını görmedim. Fakirlerin de hiçbir mecliste Sevri´nin mecilisindeki kadar aziz kılındığını görmedim. Başka biri ise şunu söylemiştir: Bizler Sevri´nin meclisine oturdu­ğumuzda, onun iltifat ve taziminden dolayı fakir olmayı arzu eder­dik. Diğer bir zat ise şunu söylemiştir: Alim ancak o kimsedir ki, fa­kir onun yanından zengin, zengin de fakir olarak ayrılır. Yine birzat şöyle demiştir: Süfyan-ı Sevri´nin (ra) giysilerine ve ayakkabı­larına sadece bir dirhem dört kuruş değer biçtim.

İbni Şübrüme şöyle derdi: Giysilerin en hayırlısı, bana hizmet eden; en kötüsü ise benim hizmet ettiğimdir. Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Benim için giysilerin en güzeli beni kullanmayan­dır. Yemeklerin en lezzetlisi ise, kendisi için ellerimi yıkamak zo­runda kalmadığımdır. Ulemadan bir zat şunu söylemiştir: Seni sı­radan insanlara karıştıracak giysiler giy, seni şöhretli kılarak sana bakılmayı sağlayacak giysiler giyme. Ömer´in (ra) giysisinde ondört yama saydık ki bunların bir kısmı deridendi. Başka bir zat ise şöy­le demiştir: Adem oğlunun sırtındaki giysilerin çokluğu, Allah Tea-la´dan ona bir cezadır.

el-Havvas (ra) iki parça izardan veya bir gömlek ile altında bir etekten fazlasını giymezdi. Gömleklerinin ucuyla da başlarını ör­terlerdi. Fakir için müstehap olan bu olduğu gibi, giysinin sınırı da budur. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: "Giysi üç türdür: Allah Teala için giyilen giysi; Nefs için giyilen giysi ve halk için gi­yilen giysi. Allah Teala için giyilen,avret mahallini örtüp içinde farzları eda edebildiğiniz giysidir. Nefs için olan ise, yumuşaklık ve şıklık aradığınız giysidir. Halk için olan da, gösterişli ve süslü giy­sidir. Bir giysi, hem Allah Teala, hem de nefs için olabilir".

Ulemadan bazıları kırk dirhemin -başka bir görüşe göre yüz dirhemin- üstünde değere sahip olan giysilerin giyilmesini mekruh görürlerdi. Bu değerlerin üstünde olan giysileri, israf ve aşırılık olarak görürlerdi. Ulemanın çoğunluğu ve tabiunun ekseriyetine baktığımızda giysilerinin değerlerinin yirmi ile otuz dirhem arasın­da olduğunu görürüz. İlk sahabilerin giysileri ise on iki dirhem ci­varındaydı. Onlar genellikle yirmi küsur dirhem kıymetinde iki parçalı elbise giyerlerdi.

Allah Resulü (sav) de dört dirheme bir elbise satın almıştı. O´nun iki elbisesinin değeri de on dirhem ile bir dinar arasındaydı. Allah Resulü´nün (sav) izarınm boyu dört buçuk arşın idi. O, üç dir­heme de birkaç şalvar almıştı. Yünden dokunmuş iki adet beyaz ih­ram giyerdi. Bunlar, aynı tür iki bölümden oluştuğu için hülle ola-rakta anılırdı. Belki, aynı cinsten iki esvap da giymişti. Muhteme­len Yemen işi hırkalardan veya kaba olan Sehuli´lerden de iki tane giymişti.

Bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) gömleğinin iki giysi gibi dur­duğu söylenmiştir. Allah Resulü (sav) hayatında yalnız bir gün, iki-yüz dirhem değerinde ince ve saf ipekten yapılmış sarı çizgili bir hırka giymişti. O gün ashabı hırkaya dokunuyor ve beğenilerinden dolayı, ´Bu sana cennetten mi indi?´ diye soruyorlardı. Halbuki onu İskenderiye Kralı Mukavkıs hediye etmiş ve hediyesini kabul etme lütfunda bulunmasını ve onu giymesini rica etmişti.

Allah Resulü (sav) ashabının ilgisi üzerine bu hırkayı çıkardı ve onu müşriklerden birine gönderdi. Ardından da ipek ve halis ipek dibace kumaşını yasakladı. O´nun ipeği giymiş olması, sonrakiler için koyduğu yasağın teyidi anlamında olabilir. Bilindiği üzere, al­tın yüzüğü de sadece bir gün takmış, sonra da onu çıkarıp atmış ve erkekler tarafından takılmasını yasaklamıştı.[95] O´nun Aişe´ye (ra) cariye hakkında, ´Onun ailesine vela akdini şart koş´[96] buyurması ve Aişe´nin (ra) bunu şart koşmasından sonra minbere çıkarak bu tür akdi yasaklaması da buna örnek verilebilir. Bu da, sözkonusu yasağı pekiştirme yönünde bir davranıştır.

Aynı şekilde Mut´a nikahını da üç zaman mubah kıldıktan son­ra yasaklamış ve bunu nikah emrini pekiştirmek için yapmıştır. Bazı dünya alimleri, bunlara dayanarak, nefislerinin telkinlerine uyar ve insanları bunlarla kendilerine çağırır ve Allah Teala´ya da­vet ettikleri iddiasında olurlar. Oysa onlar, müteşabih hadisi tevil yoluyla çarpıtmaktadırlar. Yoldan çıkmışlar da, Kur´an ayetlerini tevil ederek çarpı tmışl ardır. Bunu yaparken de fitne umarak heva ve arzularına tabi olmuşlardır. Bir gayeleri de, bu tevilleriyle dün­yalık kazanmak olmuştur.

Allah Resulü´nün (sav) hadisleri de, Kur´an ayetleri gibi, nasih-mensuh, muhkem-rnüteşabih ve hass-´amm kısımlarına ayrılmak­tadır. Heva ve dünya ehli alimler, Allah Resulü´nün (sav) söz ve fi­illerindeki muhkem sünnetten yüz çevirerek yukarıda anlattığımız türden rivayetlere yönelmişlerdir.

Mesela "Allah Resulü (sav) bir defasında üzerinde şekil bulu­nan nakışlı bir elbise ile namaz kılmıştı. Selam verdikten sonra ´Bundaki nakışlar beni meşgul etti, bunu Ebu Cehm´e götürün de bana düz bir elbise getirin´ buyurmuştu".[97]Böylelikle kaba giysi­yi, yumuşak giysiye tercih etmişti.

"O, bir defasında Aişe´nin (ra) kapısında süslü bir perde görmüş ve onu yırtarak, ´Onu her görüşümde dünyayı hatırlıyorum. Onu falan aileye gönder5 buyurmuştu".[98] Bir gece Aişe (ra) O´nun için yeni bir yatak sermişti. Her zaman eski bir abanın üstünde uyur­du. O gece sabaha kadar yatakta dönüp durdu. Sabaha çıktığında Aişe´ye (ra), ´Eski abayı tekrar ser, bu yatağı da benden uzaklaştır. Beni bütün gece uyutmadı".

Bir defasında da "Akşam üzeri beş veya altı dinar kadar bir pa­ra gelmişti. O gece para yanındayken yatağa yattı. Ama gece yarı­sı kalktı ve o geç vakitte parayı elden çıkarttı. Aişe (ra) diyor ki: ´Ancak bundan sonra uyudu ve hırıltısını duymaya başladım. Allah Resulü (sav) bilahare şöyle demiştir: ´Eğer Muhammed, yanında bu parayla Rabbine kavuşursa, ne olacağını zanneder ki?".

Bir defasında da Allah Resulü´nün (sav) terliğinin bağları eski­mişti. Onları deriden yeni bağlarla değiştirdikten sonra namaza durdu. Selam verdikten sonra, ´Bana eski olanı getirin, bunu da alın. Namaz boyunca ona baktım´ buyurdu". "Allah Resulü (sav) ye­ni bir yüzük takmıştı. Minberde iken ona dikkatle baktı, sonra da çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bir size bakıyorum, bir buna bakıyo­rum, beni sizden alıkoydu".[99]

Allah Teala buyurdu ki: "De ki: Eğer Allah´ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin". (Al-i İmran/31) Allah Resulü (sav) de buyurur ki: "Kim beni severse, sünnetime uysun". Meşhur bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Size düşen benim sünnetime ve benden sonra hidayete rehberlik eden raşid halifelerin sünneti­ne (uymaktır). (Sünnetlere) azı dişlerinizin kuvvetiyle sanlın".[100]

Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Allah sevgisinin alamet­lerinden biri de Allah Resulü´nün (sav) sevgisidir. Allah Resulü´nü sevmenin alametlerinden biri ise, sünneti sevmektir. Sünneti sev­menin alametlerinden biri de dünyaya soğuk bakmaktır. Dünyaya soğuk bakmanın alametlerinden biri de ondan sadece yeteri kada­rını almaktır"

Rivayete göre Allah Resulü (sav) Aişe´ye (ra) şöyle buyurmuştu: "Eğer bana katılmak istiyorsan, zenginlerin meclisini paylaşmak­tan sakın ve yamalar vuruncaya kadar elbiseni değiştirme". [101] "Al­lah Resulü (sav) yeni bir çift ayakkabı giymişti. Onların güzelliğini beğenince hemen secdeye kapandı. Sonra da çevresindekilere şöyle dedi: Onların güzelliğini beğenmiştim. Sonra hemen bana gazap et­memesi için Rabbimin önünde tevazu ile eğildim. Ardından o ayak­kabıları çıkardı ve gördüğü ilk fakire verdi. Ali´ye (kv) emrederek yeni bir çifti giymesini istedi. O da Allah Resulü (sav) için bir çift sind işi ayakkabı giydi. Allah Resulü de (sav) onları kalıbı eskidik­ten sonra giydi".

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü benim en yakını­ma oturacak olanlar, dünya karşısında benim gibi olanlardır" [102]

O, şöyle dua ederdi: "Allahım Muhammed ailesinin rızkını (gün­lük) gıda kıl". [103] Yine O, şöyle buyurmuştur: "Allah Teala, dünya­daki rızkım günübirlik azığı kıldığı kuluna azap etmez".

Başka bir hadisinde ise şunu söylediği rivayet edilmiştir: "İs­lam´a iletilen ve dünyadaki rızkı günlük azığı olup buna kanaat eden kula ne mutlu!". Bu hadisin başka bir lafzında ise "Günlük azığına sabreden" ifadesi yeralm akta dır. Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Zengin veya fakir hiçkimse yoktur ki Kıyamet günü, dünyadaki rızkının günlük azıktan ibaret kalmasını temenni etmiş olmasın". [104]

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Allahım, her kim beni sever ve benim davetime icabet ederse onun mallarını ve çocuklarını azalt. Her kim de bana.., uğzeder ve davetime icabet etmezse onun da mallarını ve çocuklaımı çoğalt, onun çocuklarını hazırla". Yani ona tabi olanları artır. Sahabe (ra) sevmedikleri kişi için böyle dua ederlerdi. Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyanın eksikliği, ahiretin ziyadesidir. Dünyanın ziyadesi ise, ahiretin eksikliğidir".

Öncekilerden şöyle bir söz rivayet edilir: "Kendisine dünyalık namına bir şey verilen hiç kimse yoktur ki, derecesi eksilmemiş ol­sun. Allah Teala nezdinde pek değerli olsa bile bu böyledir". İbra­him b. Ahmed el-Havvas (ra) iddia sahiplerini vasfederken şöyle demiştir: "Bir topluluk da vardır ki, gösterişli elbiseler giymelerine rağmen zühd iddiasında bulunurlar. Böylelikle insanların gözlerini boyayarak kendilerine yönelmelerini ve fakirlere baktıkları gözle bakmamalarını sağlamak isterler. Bu şekilde hakir görülmekten ve yoksullar gibi sadaka verilir olmaktan kurtulmak isterler. Onlar nefslerinin aldatmasıyla ilimlerinin genişliği zanmndadııiar. Ken­dilerini Sünnet üzerinde görürler. Onlar terkederken eşya onlara dahil olur. Oysa onlar, başkalarının illetine sarılmaktadırlar.

Kendilerinden gerçekleri söylemeleri istendiği zaman, dar yol­lara sığınırlar. Bütün bu insanlar, dini kullanarak dünyalık yeme peşinde olanlardır. İçlerini temizlemek gibi bir kaygıları yoktur. Ne de nefslerini terbiye etmeye çalışırlar. Zaten sıfatlan da üstlerinde açıkça görülmekte ve şahsiyetlerine hakim olmaktadır. Ama yine de kendileri için bir hal iddiasındadırlar. Onlar, dünyaya meyleden ve nevalarına tabi olan kimselerdir".

el-Havvas (ra) iki parça izar ve altında bir etek bulunan bir göm­lekten fazla birşey giymez, onun sarkan kısmını da başına uzatır ve başını onunla örterdi. Fakir için müstehap olan giyim de budur.

Fakirlerin üstünlüğü, fakirliğin faziletleri, dünyanın kınanma­sı ve zenginlerin eksikliği hakkındaki hadis ve nakiller sayılama­yacak kadar çok sayıdadır. Bunların hepsine yer verme gayesinde değiliz. Zaten bu hususta delil olabilmesi için çoğunu zikretmek de gerekmemektedir.

Zühdün şekillerinden biri de; binaları lüzumundan büyük tut­mamak, yüksek bina inşa etmemek ve binaları ancak gerektiği ka­dar toprak kullanmak suretiyle yaparak dış cephesine sıva vur­maktan sakınmaktır. Denildi ki: Allah Resulü´nden (sav) sonra or­taya çıkan ilk bidat, kalburlar ve kirişlerdir.

Tûl-i emel düşkünlüğü sebebiyle ilk ortaya çıkan şeyler de, ter­zilik ve sıvacılıktır. Halbuki eskiden giysiler kabaca biçilip dikiliverirdi. Binaları kireç ve ince kumla sıvamaya gelince, bu da sonra­dan çıkmış bir adettir. Önceleri, yapraklı hurma dalı ve buğday sa-. pıyla kapatırlardı. Bir haberde de şöyle denilmektedir: ´İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, Yemen hırkalarının süslenme­si gibi binalarını süsleyeceklerdir". Ömer ,(ra) Şam yolunda kireç ve toprakla inşa edilmiş bir köşke baktı ve tekbir getirerek şöyle dedi: "Bu ümmet içinde, Haman´ın Firavun için yaptığı binalar gibi bina yapan biri çıkacağını zannetmezdim". O, bu sözüyle Firavun´un tef­sirde nakledilen şu enirini kasdetmekteydi: "Ey Haman, benim için toprak üzerine yükselen dağ gibi binalar dik". Denir ki: Kireç ve kum kullanarak bina yapanların ilki Firavun´dur. Bunun insaasını ilk gerçekleştiren kişi de Haman´dır. Daha sonra diğer azgın kim­seler bunları izlemişlerdir.

Kur´an´da geçen ´Zuhruf yani süs ve güzellik kavramı da işte bu­dur. Seleften bir zat, bir şehirde gördüğü cami hakkında şunu söy­lemiştir: Ben o mescidi ilk gördüğümde hurma dallarından yapıl­mıştı. Daha sonra kerpiçten yapılmış olduğunu gördüm. Şimdi ise tuğladan örülmüş olduğunu görüyorum. Hurma dalından yaparak orada ibadet edenler, kerpiçten yapanlardan, kerpiçten yapanlar tuğladan yapanlardan daha hayırlı idiler.

Selef arasında hayatı boyunca evini birkaç kez yeniden yapan­lar vardı. Onlar evlerinin sağlamlığına önem vermeyen ve kısa va­deli düşünen zahid insanlardı. Hatta kimileri, hacca veya cihad için sefere çıktıklarında, evlerini boşaltarak başka bir müslümana karşılıksız verir, seferden dönüşlerinde geri alırlardı. Çünkü onla­rın evleri kuru ot, bir tür yeşil yaprak veya deridendi. Günümüzde de (Hicri IV. yüzyılı kasdediyor) Yemen civarındaki Arapların evle­ri böyledir.

Allah Resulü (sav) Abbas´a (ra) yükselttiği bir terası yıkmasını emretmişti. Bir defasında ise yüksek cumbası olan bir ev görmüş, yanındakilere, ´Bu ev kimin?´ diye sormuştu. Onlar da sahibinin is­mini zikretmişlerdi. Anılan kişi Allah Resulü´nün (sav) meclisine gelince O, kendisine yüz çevirerek iltifat etmedi. Adam da orada bulunanlara Allah Resulü´nün (sav) yüzünün değişme sebebini sor­du. Onlar da yaşanan olayı aktardılar"-

Bunun üzerine adam giderek o cumbayı yıktı. Bilahare Allah Resulü (sav) oradan geçerken, cumbanın yıkıldığını gördü. Yanmdakilere sorunca sozkonusu şahsın onu yıktığını haber verdiler. Al­lah Resulü (sav) de o şahıs için hayır duada bulundu.

Selefin binalarında tavan, insan boyundan biraz yüksek tutu­lurdu. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Resulü´nün (sav) asha­bının evlerine girdiğimde elimle tavana değerdim". Amr b. Dinar ise şöyle demiştir: Kul, binayı altı arşının üstünde yükseltmeye başlayınca bir melek ona seslenerek şöyle der: Nereye ey fasıkların fasığı?

Rivayete göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Kendi­ne yetenden daha yüksek bina inşa eden kişi, Kıyamet günü onu ta­şıyacaktır". Ömer (ra) yüksek bir evin önünden geçerken şöyle de­mişti: "Dirhemler, ancak başlarının üstünde çıkacağı için (böyle yük­sek yapmışlar)". Yine o, valilerinden birine gittiğinde, gayet yüksek ve sıvalı bir bina yaptığını gördü ve şunu söyledi: ´Benim, her hain üzerinde iki güvenilir denetçim vardır: Su ve toprak´. Ardından vali­nin mal varlığını taksim ederek devlet hazînesine koydu.

Bir haberde ise şu ifade yeralmıştır: "Yapılan her harcama için kula sevap yazılır. Su ve toprağa harcananlar hariç". Seleften de şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Allah Teala bir kulun malına karşı hiddetlendiği zaman ona su ve toprağı musallat eder. Yahya b. Ye-man (ra) şöyle derdi: Süfyan-ı Sevri (ra) ile yürüyorduk. Görkemli bir kapıya dikkatle baktım. Sevri, ´Ona bakma´ dedi.

Bunun üzerine, ´Ey Ebu Abdullah, herhalde bakmayı mekruh görmüyorsun´ dedim. ´Ona baktığın zaman yaptırana destek olmuş olursun. Çünkü o, sadece ona bakılması için böyle bir kapı yaptır­mıştır. Eğer önünden geçenlerin hiçbiri ona bakmasaydı, böyle bir kapı yaptırmazdı´ dedi. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: On­ların gösterişli binalarına bakmayın. Çünkü onlar, bu binaları sırf sizler için süslerler.

Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "O ahi-ret yurdunu, dünyada azgınlık ve fesad istemeyenlere nasip kıla­rız". (Kasas/83) Bu ayetin tefsirinde denildi ki: "Yani çokluk ve ön­derlik sevdası ile binalarla övünme". Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: "Soğuk ve sıcaktan korunmak için yapılanlar dışında her bina, Kıyamet günü sahibi için yüktür".[105] Yine O, evinin darhğından yakınan bir kişiye "Semada geniş ol" buyurmuştur. Bu hadisin ilk yorumu, ´yani cennette´ şeklinde yapılmıştır. İkinci yoruma gö­re ise O´nun muradı marifet ve ilimde genişlemedir. O, mekanda değil bilgide genişliği tavsiye etmektedir.

Şunu bilin ki zühd, rızkı eksiltmez. Ama o, sabrı arttırıp açlık ve fakirliği daimi kılar. Bunlar da zahid için dünyadaki mahrumi­yetine, mal biriktirme ve rahata erme sevdasından uzak durması­na karşılık uhrevi bir rızık olur. Zühd de bu rızkın vesilesi ve sebe­bi olmuş olur.


Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 16:58:06
Zahidi dünyadan uzak tutan ve zenginlikten meneden herşey, onun için uhrevi bir rızık ve Allah Teala´nın nasip ettiği doğru ira­de ve tedbirli düşünce ile yüksek dereceler olur. Nitekim ulemadan bir zattan da bu meyanda bir olay nakledilmiştir: Ona bir bakkal gelerek şöyle dedi: Benden başka bakkal bulunmayan bir semtte dükkan işletiyor ve iyi satış yapıyordum. Sonra aynı semtte başka bir bakkal daha açıldı. Acaba bu, benim rızkımı eksiltir mi? Alim, ´Hayır, ama satışını azaltabilir dedi.

Oyun oynaşta olup Allah Teala´nın hükümlerini geçersiz kılan biri, kendi arzularına teslim oluş ve servetindeki genişliği açıkla­mak ve dost edindiği ehli dünyaya kendini haklı göstermek için şöyle diyebilir: Dünyada zühd, benim rızkımdan hiç bir şeyi eksilt­mez. Bu nedenle de, zenginlik, rahatlık, zevklere dalma, mal birik­tirme ve nimetlerden fazlasıyla yararlanma özelliklerine rağmen zühd makamı da olabilir. Çünkü benim yediğim, sadece benim için takdir edilen rızıktır ve ben kendi kısmetimi yemekteyim. Bu du­rumda da benim için zühd makamı, tevekkül ve rıza halleri sözko-nusu olabilir.

Bu tarz düşünen biri şöyle de diyebilir: Zühd, servet ve dünya süsleriyle birlikte de olabilir. O, bu tür konuşmalarla zühdü bilme­yenlere zenginliği yaldızlamakta ve zahidlerin yollarını bilmeyen­leri aldatmaktadır. O, dünyalık uğruna dinini satanlardan veya yaldızlı sözlerle gafillere aldatıcı bilgiler sunanlardan biri de olabi­lir. Bu gibi insanlar hakkında, Ali´nin (kv) "Allah´dan başka hakem yoktur" diyen Hariciler hakkında söylediği şu söz geçerlidir: "Hak bir sözle, batıl murad edilmiştir".

O, bu teşhisinde gerçekten de doğruyu dile getirmiştir. Çünkü Hariciler, üstteki sözleriyle imamların hüküm ve hakemliklerim iskât ederek adil imama itaati terketmek istemişlerdir. ´Ben, yal­nızca kendi rızkımı yiyor ve eşyadan da kendi kısmetimi alıyorum´ diyen kimse de, asıl itibarıyla nevasına bahane aramakta ve cahil­lerin kendisini kınamaları endişesiyle onlar nezdinde bir özür bul­maya çalışmaktadır.

Aldanan kişi, aldanış hastalığını bilemez. Bu gibi iddialarda bu­lunan kimse, dünyadan rızkını yerken ve Allah Teala´nın bahşet­tiklerinden kısmetini alırken, bunu eksilme ve ilahi rızadan uzak­laşma hükmü gereği, aşırı düşkünlük ve hırs sıfatıyla yapmakta­dır. Çünkü hırsız ve gaspedici de kendi rızıklarmı yemekte ve ken­di kısmetlerini almaktadırlar. Ama bunu gazap ve kötü tercih hük­müyle yapmaktadırlar. Zira Allah Teala, zalimlere rızkın haramını verirken, takva sahiplerine de onun helalini nasip etmektedir. Bu iki zümre arasındaki fark; Allah Teala´nın düşmanlarına kötü kaza ve bedbahtlığı eriştirirken, velilerine de güzel başarı ve mutluluk tercihini ihsan etmesidir.

Bu tür iddiada bulunan kimse, zühd rızkından kendini mahrum etmiş, fakirlik sevgisi adına da büyük kısmetinin önemini bilme-miştir. Böylelikle ahiretteki en faziletli nasibini de eksiltmiştir. Çünkü dünya, ahiretin zıddıdır. Allah Teala kulun dünya uğruna harcadığını ve onun uğradığında sarfettiği çabaları zahidlerin yol­ları karşısındaki derecesinin alçalma sebebi kılmıştır.

Kul, dünya ile sınanmış ve bu meyanda kendisine bütün nimet­lerin kapıları açılarak samimiyetinin yalancılığından ayrışması murad edilmiştir. O da bu fitneye kapılarak, geçirdiği imtihanı far-ke dem emiştir. Sonuç itibarıyla eğer bu müşahedesinde samimi ise, ulaştığında yalancı olmamış olur. Ama bu hali, onun için günahtan korunmuş ariflerin ilimlerine karşı bir perde olur ve o, bu ilmiyle azaba derece derece yaklaştırılmış olur. Çünkü bu ilim, dünya ilim­lerinden olup dünyanın yokolmasıyla yokolup gidecek ve ahirette hiçbir meyvası olmayacaktır. O, bu ilmiyle tuzak kurmuş ve bunu korku ehlinin ilimlerine denk tutmuştur.

Vera´ ehli zahidlerin müşahedesine gelince; onlar helale titizlik­le yaklaşan ve hakkıyla amelde arzu ve hırslarını terkederek sıdk sahibi olan kimselerdir. Yukarıdaki zümrenin ikinci kısmına gelin­ce; eğer müşahedelerinde samimi değilseler, nefslerine zulmetmiş olurlar. Çünkü ulaştıkları noktaya dair iddiaları bunu gerektirmektedir. Bunlar, şeytanların dostları ve dalalete sevkedenlerin imamlarıdır. Allah Teala oyun ve eğlencede olanlar için bir fitne ha­zırlamış ve onları bu fitneye doğru sürüklemiştir. Onlar, asla tak­va sahiplerinin imamı olamazlar. Aksine gafil ehli dünyadan ve in­sanları saptıran dalalet imamlarından olurlar. Onlar, imansızlık ve tamahkarlıktan dolayı selef yollarına kıymet vermez, dünyaya rağ­bet ederler.

Allah Teala, yakin sahiplerinin ilimlerine ve müşahedelerinin hakikatlerine denk tuttukları hususta onlara tuzak kurmuştur. Onlar böylelikle Allah Teala´nın murad ettiği şekilde dönüp dur­makta ve kendilerine kurulan tuzağı farketmemektedirler. Kendi­lerinin sunulan nimetler sayesinde derece derece azaba çekildikle­rini görememektedirler. Gerçi bunu bilmeleri de mümkün değildir. Zira Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz onları, bil­meyecekleri bir yönden derece derece (azaba) yaklaştıracağız". (A´raf/182); "Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onların hissetmedik­leri yönden bir tuzak kurduk". (Neml/50)

Allah Teala´nm tuzak kurduğu kimsenin bunu farketmesi ya da azaba derece derece çekilenin bunu bilmesi, ne kadar uzak bir ihti­maldir! Çünkü tuzak kuran, tuzak kurucuların en titizi, azaba çe­ken de hüküm sahiplerinin en hikmetli olanıdır.

Zahir ilmiyle aldanmaktan Allah Teala´ya sığınır, O´ndan Resu-lü´ne ve ailesine salat-ü selamda bulunmasını ve bizi tahkik ilmi­nin müşahedesine en güzel şekilde muvaffak kılmasını niyaz ede­riz. Bu söylediklerimiz anlamında nakledilen birçok hadis ve haber mevcuttur. Mesela dünya ile ahiretin iki kuma gibi oldukları ve bi­rinin rızasının diğerinde öfke doğurduğu söylenmiştir. Başka bir haberde ise, bu ikisi doğu ile batıya benzetilmiş ve birine yönele­nin, diğerine sırt çevirdiği bildirilmiştir. Üçüncü bir haberde ise, te­razinin iki kefesine benzetilmişler ve birinin ağır basmasının diğe­rinin hafiflemesine yolaçtığı söylenmiştir.

Ömer (ra) şöyle derdi: Allah´a yemin olsun ki dünya ve ahiret, si­ze ait iki bardak gibidir. Birini doldurmanız, ancak diğerini boşalt­manızla mümkün olur. Yani eğer dünya ile dolarsanız, ahiret bakı­mından boşalır; ahiret bakımından dolarsanız, dünya bakımından boşalırsınız. Eğer ahiret bardağınızın üçte biri dolu ise, dünya bardağınızın üçte ikisi dolu olur. Eğer ahiret bardağınızın üçte ikisi do­lu ise, o zaman da dünya bardağınızın üçte biri dolu olmuş olur. Bu güzel bir benzetmedir. Ama zorluk ve incelik içermektedir.

Seleften bir zat şöyle demiştir: Dünya nimetlerinden yararlan­makla birlikte zühd sahibi olan kimse, ellerindeki suyu balıkla yı­kayan kimseye benzer. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Dünyayı ta­lep etmesine rağmen zühd gösteren kimse, çıra ağacıyla ateş sön­dürene benzer. Şam halkının zahidlerinden bir zat, insanlara züh­dü anlatırdı. Reca b. Hayye de Şam´ın en tanınmış fıkıh alimlerin­den biriydi. Bir gün o zahid camiye gelmedi. Caminin müezzini onun yerine konuşmaya başlayınca, Reca sesin sahibini yadırgadı ve ´Bu da kim?´ diye sordu. Konuşan kişi de, ´Ben falanım´ diyerek kendisini tanıttı. Bunun üzerine Reca şöyle dedi: ´Sus, Allah sana afiyet versin. Bizler zühdü, ancak ehlinden dinlemek isteriz. Bu olayın değişik bir naklinde ise, ´Biz vaazı, ancak zühd ehlinden din­lemek isteriz´ dediği bildirilmiştir.

İsa (as) rivayete göre şöyle buyurmuştu: "Dünya ehlinin malla­rına bakmayın. Çünkü onların mallarının pırıltısı, sizin imanınızın nurunu söndürür". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Mala çok bakmak, imanın tadını emip bitirir. Bir hadiste ise, Allah Resu-lü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her ümmetin bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise dinar ve dirhemdir". Bu­zağının aslı, süs takılarmdandır.

Allah Teala buyurdu ki: "Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte erittikleri şeylerden de bunun gibi bir posa (çıkar)". (Ra´d/17) Bu ayet-i kerimeyi dinleyen kişi şu hadisi de rahatlıkla anlayacak­tır: "Doğan hiçbir gün olmaz ki dört melek çıkarak dört farklı sesle ufuklarda nida etmesinler. Onların ikisi batıda ikisi de doğudadır. Doğudaki iki melekten biri şöyle nida eder: Ey hayır dileyen gel/yap. Ey şer dileyen sakın yapma. Diğer melek de şöyle nida eder: Allahım, infak edene iyi nesil, cimriye soy kopukluğu ver. Ba­tıda olan meleklerden biri şöyle nida eder: Ölüm için doğup harap olması için bina yapın. Diğeri de şöyle nida eder: Hesabınızın uza­ması için yiyin, zevk alın".

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, itaat edenlerin aşinalığını Zatı´na has kılmak için dünyayı yalnızlıkla damgalamıştır. Ebu Bekir-i Sıddık´m (ra) şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Aliahım, Sen´den nefsimin yarısı için zillet, aynı miktarda da zühd niyaz ederim". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Marifetle birlikte varolan fakirlik dışında herşey hazinelere atılmış haldedir. O da hüküm altına alınmış ve mühürlenmiştir. Allah Teala onu ancak şehidlerin tabiatıyla tabiatlanmış olanlara verir.

Dünya alimlerinden bazıları zenginliğin fakirlikten üstün oldu­ğu yönündeki iddialarını teyid etmek için Allah Teala´nm "Bu, Al­lah´ın lütfudur ve onu dilediğine verir" (Hadid/21) buyruğunu tevil edebilirler. Halbuki akıl sahipleri nezdinde burada kasdedilenler bizatihi fakirlerdir. Çünkü ayetin başında fakirlere hitaben şöyle buyrulmaktadır: Eğer böyle yaparsanız, sizden öncekilerden hiç bi­ri sizi geçemediği gibi, sonrakilerden hiç biri de size ulaşamaz. Bu söz, Allah Resulü´nden (sav) de sabit olduğu için sahihtir. Çünkü O, fiillerinde olduğu gibi sözlerinde de masumdur. O´nun sözünün ba­şının sonuyla çelişmesi düşünülemez. Sonradan gelen, öncekine hamledilir. Değişmesi ise düşünülmez. Çünkü burada bir şey haber verilmektedir. Dolayısıyla ondan rücu etmek, caiz olmaz.

"Zenginler, fakirlerin emrolundukları fiilleri yapınca fakirler Allah Resulü´nün (sav) huzurunda zenginlerin kendilerinden daha faziletli oldukları hissine kapıldılar ve O´na başvurarak buyruğu­nun ne anlama geldiğini sordular. Allah Resulü (sav) de, ´Acele et­meyin, benim size söylediğim, aynen ifade ettiğim gibi Allah Tea­la´nm lütfü olup onu dilediğine verir. Sizler de Allah Teala´nm ver­meyi dilediklerisiniz". Böylelikle ayetle ilgili yaptığımız izah sahih, onların tevili ise batıl olmaktadır. Allah Resulü´nün (sav) ilk buy­ruğu da bunun delilidir. O´nun ikinci buyruğu ise, birinci buyruğu­na uygunluk arz etmektedir. Dolayısıyla ilk sözü, sonraki sözüyle çelişmemektedir.

Zeyd b. Eşlem kanalıyla Enes´ten (ra) rivayet edilen açıklayıcı hadis-i şerifte de bu husus ortaya konmaktadır. Sözkonusu hadis şöyledir: "Fakirler, Allah Resulü´ne (sav) bir elçi gönderdiler. Elçi O´na şöyle dedi: ´Ben, fakirlerin sana gönderdikleri elçiyim´. Allah Resulü de (sav) ona, ´Merhaba sana ve yanından geldiğin insanla­ra ki halk içinde onları severim´ buyurdu. Elçi, ´Ey Allah Resulü, zenginler cennete giderler çünkü haccedebilirler, biz ise buna güç yetiremeyiz. Onlar umre yaparlar, [106]biz ise bunu yapamayız. Hasta­landıkları zaman da malları sayesinde kendileri için sadaka gönde­rirler´ dedi.

Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: Fakirlere benden şunu ulaştır: ´Eğer onlar sabrederlerse, onlar için zenginlere birinin dahi verilmeyeceği üç faziletin bahsedilmesini umarım. İlki, cennette öy­le odalar vardır İd, cennet halkı onlara dünya halkının yıldızlara baktığı gibi bakarlar. Bu odalara, ancak fakir peygamber, fakir şe-hid ve fakir müminler girebilirler, ikinci üstünlükleri şudur ki on­lar, cennete zenginlerden yarım gün önce girerler. Bu da beşyüz yıl­dır. Üçüncüsü de şudur: Zengin ´Sübhanallah vel hamdü lillah, vela ilahe illallahü vallahü ekber´ dediğinde, eğer fakir de aynı tesbihat-ta bulunursa, zengin asla fakirin mertebesine ulaşamaz. İsterse bu uğurda onbin dirhemi sadaka etsin. Hayır işlerinin tümü için bu ge­çerlidir´. Fakirlerin elçisi, Allah Resulü´nün (sav) bu mesajıyla yan­larına döndü. Fakirler de, ´Hoşnut olduk, memnun olduk´ dedi­ler". Bu hadis de bizim yorumumuzun sıhhatini göstermektedir. Yukarıdaki hadis-i şerif ile aynı mealdaki daha kısa bir hadisi ise, İsmail b. Ayaş, Abdullah b. Dinar kanalıyla İbni Ömer´den (ra) rivayet etmektedir: "Allah Resulü (sav) ashabına şöyle buyurdu: İnsanların en hayırlısı kimdir? Onlar da, ´Malı bol olup, Allah Tea-la´nın malı ve canı üzerindeki haklarını eda edendir1 dediler. Allah Resulü (sav) ´O ne kadar da güzel bir kimsedir. Ancak o değildir* bu­yurdu. Bunun üzerine sahabe, Teki insanların en hayırlısı kimdir?´ diye sordular. O da, ´Allah için çabasını ortaya koyan fakir mümin­dir´ buyurdu".[107] Görüldüğü gibi sahabe, insanların en hayırlısını tesbit ederken Akli bilgiye başvurmuş, Allah Resulü (sav) ise onla­rı yakini bilgiye havale etmiştir.

Zenginin halini, fakirin halinden üstün gören için de bu geçer­lidir. Çünkü o, ilme akıl gözüyle bakmaktadır. Halbuki ahiret ve hakikat, ancak yakın gözüyle müşahede edilebilir. Yukarıdaki ha­dis nassı, fakirlerin halini üstün tutmaktadır. Buna rağmen zengi­nin halini üstün görmeye devam eden kimse Allah Resulü´nün (sav) sünnetine karşı inatçı kesilmiş olur. Eğer alim ise, en iyi durumda hadisleri yeterince bilmediği düşünülür. Cahil ise, onun bu cehalet­teki konumu, kendisi için ilim hakkında hevasıyla konuşmasından daha zararlıdır.

Konuyla ilgili başka bir hadis-i şerifte Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleri, cennete en çabuk yerleşecek olanları ise zayıflarıdır". Yi­ne O Bilal´e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala´ya fakir olarak kavuş, O´na zengin olarak kavuşma. Bunun üzerine Bilal fra) ´Bu nasıl olacak?´ diye sordu. Allah Resulü (sav) de, ´Senden birşey is­tendiğinde engel olma. Sana birşey verildiğinde ise onu saklama´ buyurdu". Gördüğünüz gibi Allah Resulü (sav) sahabenin en güzi­de şahsiyetlerinden biri olan Bilal´e (ra) Allah Teala´nm rızasına en yakın hallerde bulunmayı emrederken fakirliği telkin etmektedir.

Haller arasında fakirlik halinin konumu, iman içinde akinin ko­numuna benzer. Nitekim O, İbni Ömer´e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala için rıza ve yakın ile amel et. Eğer olmazsa, hoşlanma­dığın birşeye karşı sabretmende de çok büyük hayır vardır". Görül­düğü üzere Allah Resulü (sav) faziletinden dolayı sabrı yakın mer­tebesine yükseltmiştir. O, Bilal-i Habeşi´yi de (ra) fakirliğinden do­layı yüceltmiştir. Çünkü fakirlik haller arasında itibarlı bir merte­beye sahiptir.

Allah Resulü (sav), Bilal (ra) hakkında ancak kendi için razı ol­duğu halden razı olmuştur. Böylelikle fakirlik, yakin sahibinin be­lirgin hali olmuştur. Zira ahireti açığa çıkarıp gösteren odur. Zen­ginlikte şükür ise, müminin halidir. Çünkü o, dünyayı da bulmak­tadır. Buna göre de, fakir zahidin zengin şükür sahibine üstünlü­ğü, ahireti müşahede eden yakin sahibinin cehd sahibi yakin ehli­ne üstünlüğü mesabesinde olmaktadır.

Ata´nın Ebu Said el-Hudri´den (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şe­rifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Alîahım beni fakir ola­rak vefat ettir. Beni zengin olarak vefat ettirme". Zaten bunu ken­di için temenni etmeseydi, Bilal-i Habeşi´ye de emretmez ve ona "Allah Teala´ya fakir olarak kavuş" diye emir buyurmazdı. İbni Ömer´i de (ra) makamların en gizlisine davet ederek, "Allah Teala için yakin içinde rıza ile amel et" diye emretmezdi.

Meşhur bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) kendisi için dua ederek Allah Teala´dan kendisine yoksul olarak can verip, yoksul olarak canını almasını ve yoksullar zümresinde hasretmesini niyaz ettiği rivayet edilmiştir.[108] Bütün bu hadis ve haberlerde fakirliğin üstünlüğü ve fakirlere verilen değer teyid edilmektedir.

Allah Resulü (sav) yukarıda da naklettiğimiz üzere, "Ümmeti­min fakirleri cennete fakirlerinden beşyüz yıl önce girerler" buyur­muştur. İsa´nın da (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben, yoksulluğu çok sever ve zenginin malına buğzederim. Çünkü malda birçok illet mevcuttur. Bunun üzerine yanındakiler, ´Ey Ruhullah, eğer o malı helalinden kazanıyorsa?´ diye sordular. O da, ´Onu ka­zanma çabası, kendisini Allah Teala´nm zikrinden alıkor´ buyurdu".

Vehb b. Münebbih, İbni Abbas´a (ra) şunu söyledi: ´Biz, Tevrat´ta salah sahibi fakirin zengin salihden daha hayırlı olduğunu görüyo­ruz´. O da şöyle karşılık verdi: ´Görmez misin ki Allah Teala´ya en sevimli gelen kul, fakir ve salih olandır. Bir yerde de şöyle denil­miştir: "İsa (as) için isimlerin en sevimli olanı, kendisinin ´Ey yok­sul!´ diye çağrılmasıydı". Başka bir yerde de, onun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zengin olmak için günah işler. Fakir olmak için günah işlemez". Hikmet ehlinden bir zat ise, bu anlamda şu manzumeyi söylemiştir:

Ey zenginlik umarak fakirliği kınayan, Zenginliğin aybı daha büyüktür eğer anlasan, Zenginliğe kavuşmak için işlerken günah Fakir olmak için işlemezsin hiçbir günah.

Ata´, Ebu Said el-Hudri´nin şu haberini nakletmiştir: "Ey insan­lar, darlık ve yokluk, sizi helal dışında rızık aramaya sevketmesin. Çünkü ben Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu duydum: Al-lahım, beni fakir olarak vefat ettir. Beni zengin olarak vefat ettir­me ve beni yoksullar arasında hasret".

Lokman (as) oğluna öğütte bulunurken şöyle demiştir: "Ey oğ­ul, dinin düzgünlüğüne en çok yardım eden ahlak esaslarından bi­ri de dünyada zühddür. Çünkü dünyada zühd sahibi olan, Allah Te­ala´nm katmdakine rağbet eder. Allah´ın katmdakine rağbet eden kimse ise, yalnız O´nun İçin amelde bulunur. Allah Teala ise ancak Kendisi için amelde bulunana ecir verir".

Havariler İsa´ya (as) hitaben şöyle demişlerdi: ´Ey Ruhullah, biz senin namaz kıldığın gibi namaz kılıyor, senin oruç tuttuğun gibi oruç tutar, bize emrettiğin gibi Allah´ı zikrederiz. Ama senin yaptı­ğın gibi suyun üstünde yürüyemiyoruz. Bunun üzerine İsa (as) şöy­le dedi: Söyleyin bana dünya sevginiz nasıl? Onlar da, ´Biz dünya­yı seviyoruz´ dediler. O da, ´Dünya sevgisi, dini ifsad eder. Benim için dünya, taş ve çamurdan ibarettir dedi". Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "İsa (as) bir taş aldı ve, ´Hangisini istersiniz, bunu mu yoksa dinar ve dirhemi mi?´ diye sordu. Sonra da, ´İkisi de benim nazarımda eşittir dedi". Denir ki: "Her kimin dünyadaki zühdü altınla taş gözünde eşitlenecek kadar sıhhatli olursa, suda yürür". Bu söz avam arasında o kadar yaygınlaşmıştır ki, şair şöy­le bir beyit söylemiştir:

Eğer dünyadaki zühdün, vuslattaki zühdün kadar olursa, Hiç kuşkusuz suyun üzerinde de yürürsün.

İsa (as) hakkında şu olay nakledilmiştir: "İsa (as), bir seyaha­tinde abasına bürünmüş yatan bir adam gördü. Onu uyandırdı ve şöyle dedi: ´Ey uyuyan, kalk ve Allah Teala´yı zikret´. Adam kalktı ve ´Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı ehline bıraktım´ dedi. İsa (as) ona şöyle dedi: Uyu ey dostum, öyleyse uyu".

Başka bir rivayette ise Musa (as) hakkında şu olay nakledilmiş­tir: "O, toprağın üstünde uyuyan bir adama rastlamıştı. Kafasının altında bir kerpiç vardı, yüzü ve sakalları toprağa gömülmüştü. Adamcağızın üstü de bir aba ile örtülüydü. Musa (as), ´Ey Rabbim, bu kulun dünyada zayi olmuş´ dedi. Bunun üzerine Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Ey Musa, bilmez misin ki Ben, kuluma bütün zatımla nazar ettiğimde onu dünyadan tama­mıyla uzaklaştırırım?" Allah Teala, peygamberi İsmail´e (as) şöyle vahyetmişti: "Beni, kalbi kırıkların arasında ara´. O, ´Ey Rabbim, onlar kimlerdir?´ diye sordu. Allah Teala, ´Sıdk sahibi fakirlerdir´ buyurdu". Bu haber, sanki ´Seni nerede bulabilirim?´ diye Rabbine soran Musa´ya (as) yönelik vahyedilen ´Kalbi kırıkların yanında´ buyruğunun tefsiri gibidir.

Sonraki ulemadan Ahmed b. Ata´, kalbindeki bir kuşkudan do­layı zenginin halini fakirin halinden üstün tutardı. Bir şeyh ona, sözkonusu iki sıfattan hangisinin daha faziletli olduğunu sorduğu zaman, ´Zenginlik, çünkü o, Hak Teala´nm sıfatıdır demişti. Bunun üzerine şeyh kendisine şöyle dedi: ´Allah Teala, sebebler ve arazlar­la zengindir. Bunun üzerine İbni Ata sustu ve tek bir kelime dahi söylemedi. Gerçekten de şeyhin sözü doğrudur. Çünkü Allah Teala sıfatı gereği zengindir. Fakir de bu anlamda üstünlüğe daha layık­tır. Çünkü o, sebeblerle değil iman sıfatıyla zengin ve müstağnidir. Bu durumda da daha üstün ve fazilet sahibi olması gerekir. Zengin ise, sebebleri toplamasına rağmen kalben dağınıktır. Dolayısıyla da içinde bulunduğu kuşku ve tereddüt halinden Ötürü fakirden daha alttadır.

el-Hawas, Ahmed b. Ata´mn bu görüşüne muhalefet ederek doğ­ruya ulaşmıştır. O, marifet bakımından îbni Ata´mn üstünde bir zat idi. Şerefü´l-Fakr isimli eserinde şöyle demektedir: "Fakirlik, Hak Teala´nın sıfatı, yani O´nun fakirler için kullandığı bir sıfatıdır." Bu tevili ile bizimle aynı düşünceyi paylaşmaktadır. Buna göre Allah Teala, bütün sebeblerden uzak ve beridir. Ahmed b. Ata´mn düştü­ğü bir diğer yanılgı da şudur: Eğer zenginlik, Hak Teala´nın sıfatı ol­duğu için zenginin fakirden üstün tutulması gerekseydi, cebbar ve mütekebbir olanların, övgü, izzet ve hamdedümeyi sevenlerin di­ğerlerine göre üstün tutulması gerekirdi. Çünkü bütün bu sıfatlar da Allah Teala´nın sıfatlarıdır. Ama bütün kıble ehli, bu sıfatlara sa­hip olan insanların kınanması yönünde ittifak etmişlerdir.

Zenginlik sıfatına Allah Teala´nm zenginlik sıfatıyla aynı an­lamda sahip olan biri, sözkonusu ilahi sıfatın izzet ve kibriya ile birlikte bulunmasından dolayı zemmedilme konumunda olacaktır. Doğru olan, Hak Teala´nın sıfatlarım yalnız O´na ait görmek ve bu noktada hiçbir beşerin ortaklık ve rekabetine izin vermemektir. İş­te bütün bu hakikatler çerçevesinde Ahmed b. Ata´mn sözleri boşa çıkmaktadır. Allah Resulü (sav) de sahih bir kudsi hadiste Allah Te­ala´nm şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İzzet Benim izarım, kibriya/ululuk ise ridamdır. Her kim bunlarda Bana rekabet eder­se onu cehennemde mahvederim".[109]

Havas ve avamdan hiçkimsenin marifet ve ilminde kuşku sahi­bi olmadığı yoldaşlarımızdan biri olan Ebu Muhammed Sehl b. Ab­dullah da fra) Ahmed b. Ata´nm fikrine karşı çıkmış ve şöyle demiş­tir: Her kim, zenginlik, beka ve izzet isterse, Allah Teala´nın sıfat­larında rekabete girişmiş olur. Bu sfatlar, rububiyet sıfatları oldu­ğu için de böyle birinin helakinden endişe edilir.

Bu bilgiler sabit olduğu zaman da fakirlik daha faziletli olmak­tadır. Çünkü fakirlik, kulluk sıfatlarmdandır. Fakirlik sıfatını taşı­yan kimse, kulluğun hakikatine de ermiş olur. Zira kulluğun sıfat­ları, aynı zamanda iman ahlakının esaslarıdır. Allah Teala da mü­minlerde bu gibi sıfatları görmek istemiştir. Zillet, korku, tevazu ve fakirlik bu sıfatlardan bazılarıdır. Rububiyet sıfatlan ise, Allah düşmanı zorba, cebbar ve mütekebbirlerin kalplerinin müptela kı­lındığı sıfatlardır. Bunlara örnek olarak da izzet, kibir ve beka sı­fatlarını zikredebiliriz. Zenginlik de bunlara katılan bir sıfattır.

Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: "Allah Teala´nın bekayı an­cak en çok buğzettiği mahluk olan İblis´e verdiğini gördüm". Alim­ler de bu istikamette düşünürler ve şöyle derlerdi: "Dünyada beka­yı arzu etmeyin. Çünkü mahlukatm en kötüleri, beka bakımından en uzun olanlarıdır ki onlar da şeytanlardır". Zenginlik, ancak be­ka arzusuyla istenen bir haldir.

Rivayete göre Cüneyd (ra) bu meselede Ahmed b. Ata´ya lanet etmiş ve bedduada bulunmuştur. Cüneyd (ra) onun bu fikrini bütü­nüyle inkar etmiştir. O şöyle derdi: Sabreden fakir, hallerinin gere­ğini yapma noktasında eşit olsalar bile şükreden zenginden daha üstündür. Çünkü zengin nefsini doyurmakta ve sıfatının nimetle­rinden yararlanmaktadır. Sabreden fakir ise, acılar ve sıkıntılar içindedir. Bu da onun zenginden üstün kılınmasını sağlamaktadır. Hakikat, Cüneyd´in (ra) ifade ettiği gibidir.

Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle demiştir: Hiçbir şey fakirliğe denk değildir. O da, fakirin halini üstün tutar, sabreden fakirin şanını yüceltirdi. Mervezi şunu nakleder: "İmam Ahmed b. Hanbel´e fakir­lerden biri bahsedildi. Onu yüceltmeye ve durumunu merakla sor­maya başladı. Bunun üzerine, İlme ihtiyacı var mıdır?´ diye sor­dum. Bana şöyle dedi: ´Yazık sana sus. Onun fakirliğe karşı sabrı ve sıkıntılarını göğüsleyişi, ilmin büyük bölümünden daha hayırhdır. Ardından da şunu söyledi: ´Onlar, bizden çok daha hayırdır. Derim ki, her kim zenginlik halini yoksulluk halinden üstün tutar­sa, o yoksulluğun acısını ve lezzetini tatmamış demektir. O, fakir­liğin zorluğuna aldanarak lezzetini kaybetmiştir. Eğer o, fakirliğin sıkıntı ve tasalardan kaynaklanan acısını tatsaydı, onu daha üstün tutardı. Ama zühd ve rızadan kaynaklanan lezzeti tattı nisaydı, o zaman fakirliği üstün tutmazdı".

Rivayete göre İblis şöyle demiştir: "Zengin, üç özellikten biri sebebiyle benden kurtulamaz. Ben ona mal sevgisi aşılarım ve haksız yere onu kazanır, veya onu haksız yolda harcar, ya da onu hakkı olandan meneder". Eğer şeytan fakirliğin en faziletli hal ol­duğunu bilmeseydi, ona giden yolun üstüne oturmazdı. Nitekim o, Kur´an´da nakledilen sözünde şöyle demektir: "Onlard saptırmak için) kesinlikle Senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım" (A´raf/16) Diğer bir ayette de onun bunu nasıl yapacağı açıklana­rak şöyle buyrulmuştur: "Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder". (Ba­kara/268) Yani sizi onunla korkutul´. Sıdk sahibi fakir gelir ve ahi-rete götüren dosdoğru yola girerse, Allah Teala´nın verdiği kuv­vetle şeytanın korkutmasını bir kenara atar. Denildi ki: Zengin­likleriyle gıpta eden zenginler, şeytanın korkutmasının etkisinde kalanlardır.

Şeytan fakirlere gelerek onları korkutmuş ve kötülüğe duçar kılmıştır. Bunu Allah Teala´nın şu buyruğunda da görmekteyiz: "İş­te bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan kork­mayın, eğer müminlerseniz, Ben´den korkun". (Al-i İmran/175) Şeytanın dostları, onun korkutmasını kabul etmiş, Rahman´m teş­vikine muhalefet etmişlerdir.

Sonuç itibanyla da onlar, haklannda şöyle buyrulan kimseler gibi olmuşlardır: "İnsanlardan kimi de, Allah´a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzüstü dönüverir. O dünyayı kaybetmiştir, ahireti de". (Hac/11) Zahidlerin diğerlerine üstünlüğü, orta yolu tutmuş olmalarıdır. Orta yol, insanların çoğu­nun kaçtığı yoldur. Zahidler, Allah Teala´ya tevekkül etmiş ve ehli dünyanın endişelerine karşı Rablerinin takdirine rıza göstermiş kimselerdir. Rableri de onlara yetmiştir. [110]


Dünyanın Mahiyeti, Ona Değer Vermemenin (=Zühd) Şekli Ve Zahidlerin Makamlari:



Dünya, her kula heva olarak verilen bir nasiptir. Her kim şehvet­leri kalbinden uzak tutar, nasibinde zühd sahibi olur ve kınanmış hevaya karşı nefsine malik olursa bulunması varsayılan zühde ulaşmış olur. Her kim de mubah olan nasibinde zühd gösterirse -ki bu, ihtiyacının fazlası olan herşey için geçerlidir-, üstün tutulan zühd (=zühd-i mufaddal) derecesinde bulunmuş olur. Bu zühd, ki­şinin organlarına racidir. Çünkü, kişiye açılan dünya kapıları ve onu sürükleyen dünya yolları organlardan ibarettir.

Dünyanın haram kılman lezzet ve nimetleri hususunda gösteri­len zühde gelince, bu da müslümanlarm umumunun zühdü olup onların islam ve teslimiyetleri bu zühd ile güzelleşir.

Dünya nimetlerinin şüphelileri hususunda gösterilen zühd ise, vera´ ehlinin zühdüdür. Bu zühd ile onların imanları kemale erer. Dünyanın helal nimetleri noktasında gösterilen zühde gelince, ki­şinin ihtiyaçlarının fazlası noktasında gösterdiği bu zühd, zühd eh­li zahidlerin zühdüdür ki onunla yakini imanları saflık veduruluk kazanır. Amr b. Meymun, Zübeyr b. el-Avvam (ra) vasıtasıyla Allah Resulü´nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir: "Allah Resulü Zü-beyr´e şöyle buyurmuştu: ´Ey Zübeyr, şehvetler bastırdığında ve Al­lah Teala´mn haram kıldığı şüpheli hususlarda samimi bir titiz-lik/vera´ ile nefsine karşı savaş. Böyle yaparsan cennete hesapsız girersin".

Sehl, zühdün faziletleri ve en yüksek makamları hakkında şöy­le derdi: "Kulun zühdü, şu üç hususta zühd göstermedikçe tamama ermez: Allah Teala´ya yakınlaşmak gayesiyle iyilik yolunda harca­mak istediği dirhemde. İbadetlerde bedenini örttüğü giysisinde. İbadete gücünün yetmesi için alacağı gıdada". O, bu sözü ancak zühdü makamların en yücesi olarak gördüğü için söylemiştir. Zira o şöyle derdi: "Bütün alim ve abidlerin sevabı zahidlere verilir, son­ra da müminlere amellerinin sevapları taksim edilir".

Onun konuyla ilgili bir diğer sözü de şöyledir: "Hiç kimse Kıya-met´e, vera sahibi bir alim ve zühd sahibinden daha faziletli olarak ulaşamaz". Yine o, şöyle demiştir: "Zühd ancak korku ile elde edi­lir. Çünkü korkan kişi terkeder". Sehl, zühdü korkunun makamlarmdan biri kılmış, hem ve tasanın ziyadesini onun üstüne çıkar­mıştır. Mesruk, İbni Mesud´un (ra) şu sözünü nakletmiştir: "Kalben zahid olan birinin kıldığı iki rekat namaz, kıyamete kadar ibadet çabasında olan abidlerin bütün ibadetinden Allah Teala nezdinde daha hayırlı ve daha sevimlidir".

Ariflerden bir topluluğa göre zühd için sınır ve nihayet yoktur. Çünkü bu, ancak dünya kapılarıyla ilgili bütün ince bilgilerin ve hevayla ilgili en gizemli noktaların onlar tarafından_bilinmesiyle mümkün olabilir. Bir kısım arif ise, zühdün-sen sınırının olduğunu belirmiş ve şöyle demişlerdir: "Zühdün son sınırı, nefs için bir zevk ve rahatlığın sözkonusu olabileceği herşeyde zühd ve vera´ sahibi olmandır".

İsa (as) hakkında şöyle bir husus rivayet edilmiştir: "O, başının altına bir taş koydu. Başı yerden yukarı kalktıkça sanki rahatlar gibi görünüyordu. İblis, karşısına çıktı ve şöyle dedi: Ey Meryem oğlu, sen dünyada tamamen zühd sahibi olduğunu iddia etmiyor muydun? O da, ´Evet´ dedi. Bunun üzerine İblis, ´Peki ya bu başının altına koyduğun şey ne oluyor?´ Bunun üzerine İsa (as) taşı fırlatıp attı ve şöyle dedi: ´Bu bıraktığım da misliyle sana olsun".

Zekeriya peygamberin (as) oğlu Yahya peygamber (as) hakkın­da da şu hadise nakledilmiştir: "Bir defasında kaba bir yün elbise giymiş ve giysisi derisini yaralamıştı. Bunun üzerine annesi, keçe­den yapılma zırhını çıkartarak yünden bir cübbe giymesini istemiş, o da annesinin dileğine uymuştu. Allah Teala kendisine vahiyde bulunarak, ´Ey Yahya, sen dünyayı tercih ettin´ buyurdu. Bu vahiy üzerine yün cübbesini çıkartarak keçeden zırhını tekrar giydi".

Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Ümmetin en hayırlılarından yetmiş zatı idrak ettim. Onların esvapları dışında bir giysileri yok­tu ve yer ile kendi bedenleri arasına hiçbir örtü koymazlardı. On­lardan biri uyumaya niyetlendiği zaman, toprağa uzanır ve giysisi­ni üstüne örterdi. Bilin ki ben, nimetlerin özünün şu üç nimette va­rolduğunu gördüm. Bunlar da, ancak zühd ile tamam bulurlar. Ni­metlerin aslı ve esası, islamdır. Çünkü İslam´ın ardında birçok ma­kam varolup insanlar bunlarda tevhidin hakikatini bulmada yanı­lırlar. Sonra ikinci nimet gelir ki o da; Sünnet´tir. Çünkü onun ar­dından birçok bidat gelir ki, insanların çoğu da sünnetin hakikatini anlamada yanılmışlardır. Üçüncü nimet ise, Allah Teala´yı bil­mektir. Çünkü bunun ardında O´nun kudret ve ululuğuna dönük çok derin bir cehalet mevcuttur. Sonra da dünyada zühd gelir ki her kim, bu üç nimetle beraber zühde nail olursa, onun hakkında bütün nimetler kemale ermiş olur. O artık, haklarında nimetin ta­mama erdiği sıddıklar, nebiler, şehitler ve salihlerle birliktedir. Çünkü zühdün gerisinde şüphelere yönelik büyük bir hırs ve şeh­vetlere dönük gemlenemez bir arzu mevcuttur.

Sehl fra) şöyle derdi: Zühd, sünnetin ve şu ayet-i kerimeye tabi olmanın şartı olarak görülür: "De ki: Eğer Allah´ı seviyorsanız, ba­na uyun". (Al-i îmran/31) Allah Resulü´ne (sav) uymak sünnettir. Böyle davranan kişi zühd sahibi bir zahid olur.

Zahidler de, ne için zühd gösterdiklerine bağlı olarak zühdün değişik makamlarında yer alırlar. Onların bu makamları, müşahe­de derecelerindeki farklı makamlara benzer. Zahidlerden kimi, Al­lah Teala´yı yüceltmek için zühd gösterir. Kimisi de Allah Teala´dan haya ve utancından dolayı zühd gösterir. Kimileri de Allah Tea­la´dan duydukları korku sebebiyle zühd gösterirler. Bazıları da Al­lah Teala´nm vaadlerinden ümitvâr olma sebebiyle zühd gösterir­ler. Kimi zahidler de O´nun emirlerine koşturmaları nedeniyle zühd sahibi olurlar.

Kimisi de, Allah Teala´ya olan muhabbetlerinden dolayı zühd gösterirler. Bunlar, zühd ehlinin en üstte yer alanları dır. Bir de he­sap günü beklemenin uzaması ve hesapta sorgunun derinleştiril­mesi korkusuyla zühde yönelenler vardır ki bunlar, zühd ehlinin en alt derecesinde yeralırlar. Denildi ki: Kıyamet günü iki dirhemi olanın hesabı, bir dirhemi olanın hesabından daha ağır olacaktır. Takva sahiplerinin yolu, dünyada herhangi bir şeyden iki taneye sahip olanların giremeyeceği bir yoldur. Kendisine dünyalık verilen bir insana şöyle denir: Onu üçte birler olarak al: Üçte biri tasa, üç­te biri meşgale ve üçte biri de hesab olarak. Zengin biri hesap için durdurulduğu zaman, eğer arkasından yüz susamış deve gelse, on­dan çıkan terle susuzluklarını giderirler ve o bu ter içinde bekler­ken, cennetteki meskenleri görür.

Kalplerine bu hakikatlerin sindiği vera´ ehli, hesabın uzaması­na karşı büyük bir korku içinde olmuşlardır. Bu nedenle de mal toplama ve diğerlerine engel olma noktasında zühd sahibi olmuş, sorgunun hafiflemesi ve Kıyamet´in dehşetinde daha kısa süre bek­letilmek arzusu ile fuzuli emelleri terketmislerdir. Dünyada zühd sahibi olmanın tezahürlerinden biri de, fakirliği, fakirleri ve onlar­la kendi ortamlarında sohbet ederek onlara karşı alttan almayı sevmektir. Mutarraf (ra) dökük giysisi içinde yoksulların meclisin­de oturur ve bu şekilde Rabbinin yakınlığını kazanmayı umardı.

Muhammed b. Yusuf el-Isfahani de zühd sahibi bir alimdi. Hatta bazıları onu, Sevri´den (ra) üstün tutarlardı. Ama o, fazla tanınma-mayı tercih ederdi. Bu yüzden de sadece alimler kendisini tanırlardı. O, Allah Teala´yı en güzel şekilde gözetmesi ve sürekli uyanık dav­ranması sebebiyle bulunduğu anda yapabileceği en faziletli ameli eda ederdi. Bir defasında İbni Mübarek kendisini Masise´ye çağırmıştı. Bunun üzerine el-Isfahani´yi tanıyan yanındakiler, onun ancak şeh­rin en faziletli yerinde olmak isteyeceğini söylediler ve oranın da ca­mii olacağını belirttiler. İbni Mübarek de kendisini camide görüşme­ye çağırdı. Yanındakiler, camide de en faziletli yere oturacağını söyle­diler. Bunun üzerine onu fakirlerin bulunduğu bölüme çağırdı.

Muhammed b. Yusuf camiye gelir gelmez, fakirlerin bulunduğu yere girdi, başını eğdi ve fakirlerin arasında tanınmaz hale geldi. Ona göre şehirde en faziletli yer, cami idi. Çünkü camide kılman namaz başka yerde kılman elli namaza bedeldi. Camide de en fazi­letli kısım, fakirlerin toplandığı kısımdı. Hallerin en faziletlisi de tanınmazlık haliydi. O, işte bu nedenle kendini fakirlerin arasına atarak tanınmaz kılmıştı. Böylelikle her amelin en faziletlisine na­il olmuş oluyordu.

Allah Teala´nm üstündeki nimetini müşahede ederek fakirliğin­den kıvanç duymak da zühdün göstergelerinden biridir. Allah Tea­la´nm kendisine nasip ettiği fakirliğin elinden alınmasından ve zühdünden çevrilmesinden korkmak da zühddendir. Zengin de, zenginliğiyle kıvanç duyarak fakirliğe düşmekten endişe eder.

Zühd sahibi, zühdün tadım aldığı zaman Allah Teala´yı kalbin­den bilinceye kadar devam eder. Böyle bir zahid için, azlık çokluk­tan, alçakgönüllülük izzetten daha sevimlidir. O, birliği çokluğa tercih eder. Tanınmazlık, onun için şöhretten daha güzeldir. Bütün bunlar, onun zühdündeki ihlasını gösterir.

İsa (as) ve Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Dört şey vardır ki ancak severek idrak edilebilirler: Suskunluk ki ibadetin başıdır. Tevazu; zikri çoğaltmak ve eşyayı azaltmak". Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: "Kişi, belayı nimet, refahı ceza saymadıkça alim olamaz". Selef-i salihden bir zat şöyle demişti: "Kul, fakirlik kendisine zenginlikten daha sevimli, alçak­gönüllülük de izzetten daha yeğ gelmedikçe tam anlamıyla fıkhet-miş olamaz".

Maktu´ bir hadiste de şu rivayet edilmektedir: "Kul, tanınma­mak kendisine tanınmaktan, eşyanın azlığı çokluğundan daha boş gelmedikçe iman hakikatine ermiş olmaz". Selef-i Salih her fırsat­ta şöyle derlerdi: Allah Teala´nm bizi menettiği dünyalıklarla ilgili üzerimizdeki nimeti, bize bahşettiği nimetlerinkinden daha yüce­dir. Sevri (ra) de şöyle demiştir: Dünya, dikilme değil bükülme yur­dudur. O, sevinç konağı değil hüzün yurdudur. Dünyayı hakkıyla tanıyan kimse, refah ile sevinmediği gibi sıkıntı sebebiyle de üzün­tüye kapılmaz. Sehî b. Abdullah (ra) şöyle derdi: Kişinin kulluğu­nun sıhhati ve amellerinin ihlası ancak şöyle olabilir ki, şu dört şeyden kaçmaz ve onlar için sızlamaz: Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet. İbrahim et-Teymi´den de (ra) şunu rivayet etmişlerdir: "Bir defasında ona elli bin dirhem verilmiş, o da parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine kendisine, ´Parayı niçin geri çevirdin?´ diye sordu­lar. O da, "Elli bin dirhem yüzünden, adımın fakirler arasından si­linmesini istemem´ dedi.

Bilgileri daha çok dünyalık elde etmeye, servet kazanmaya ve ehli dünya nezdinde itibarlı olmaya ilişkin olup ahirette hiçbir fay­dası ve Allah Teala´ya yakınlık babında hiçbir payı bulunmayan fu­zuli ilimlerden uzak durmak da, zühdün tezahürlerindendir. Çün­kü bunlar kulu Allah´a kulluktan uzaklaştırarak, Allah huzurunda toplu olması gereken tasa ve kaygısını dağıtarak kalbi Allah Tea­la´nm zikrinden soğutur. O´nun nimetleri üzerinde tefekkür etmek­ten uzaklaştırır,

Seîef-i Salih zamanında bilinmeyen birçok bilim ihdas edilmiş ve birtakım gafiller bunları ilim edinirken, bazı başıbozuklar da, bunlarla oyalanarak Allah Teala´dan uzaklaşmışlardır. Onlar, bu bilimler yüzünden hakikatin müşahedesinden uzak tutulmuşlardır. Bu bilimlerle uğraşanların çokluğundan dolayı, hepsini burada sıralayamıyoruz.

Bunları ayrıştırmak için şu soruları sorabiliriz: Bunlar ilim mi, yoksa kelam mıdır? Hakikat mı yoksa teşbih midirler? Sıdk ve hik­met mi, yoksa göz boyama ve aldanış mıdırlar? Yaşayan bir bir sün­net mi, yoksa boş laf ve bidat midirler? Bu sorulara verilen cevap­lara göre, önümüze konulan ilmin doğru olup olmadığını tayin ede­biliriz.

Zühdün en faziletli türlerinden biri de, insanlara liderlik etme, makam ve servet sahibi olma noktasında gösterilen zühddür. övü­lmeyi önemsememek de zühdün dallarından biridir. Çünkü bütün bunlar, ilim ehli nezdinde en büyük dünya kapılarmdandır. Bu ko­nularda gösterilen zühd, hakiki alimlerin zühdüdür. Süfyan-ı Sev­ri (ra) şöyle derdi: İnsanlara liderlikte ve halkın övgüleri noktasın­da gösterilen zühd, dinar ve dirhemde gösterilen zühdden daha bü­yüktür. Süfyan-ı Sevri´yi (ra) böyle konuşmaya sevkeden şudur: Di­nar ve dirhem, sözkonusu noktalara ulaşabilmek için harcanan şeylerdir. Süfyan-ı Sevri (ra) bu hususta şöyle derdi: "Bu, öyle be­lirsiz bir kapıdır ki onu ancak işbilen alimler görebilirler".

Fudayl b. Iyaz (ra) da şöyle demişti: Dağlardan kaya taşımak, bir cahilin gönlüne yerleşmiş liderlik sevdasını gidermekten daha kolaydır. Veysel Karani´ye (ra) göre zühd, garanti olması bakımın­dan her konuda istekli olmayı tamamen terketmektir. Herem b. Hıbban şöyle der: Veysel Karani´yi Fırat nehrinin kenarında gör­düm. Sokağa atılmış yiyecek ve giyecekler arasında bulduğu kırın­tıları ve yırtık giysileri yıkıyordu. Yediği ve giydiği bunlardan iba­retti. Kendisine zühdü sorduğumuda bana şu cevabı verdi: Terket-tiğin herşeyde´. Bunu üzerine, ´Ama geçim için çalışmam gerekmez mi?´ dedim Bana cevabı şu oldu: ´İstek ve arama vaki olunca, zühd kaybolup gider". Ahmed b. Hanbel (ra) de şöyle derdi: Veysel´in zühdü gibi bir zühd bulunamaz. Çıplaklığı o dereceye varmıştı ki kamıştan yapılmış hurma neyi üzerinde oturup yatardı.


Konu Başlığı: Ynt: Zühd Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Ocak 2010, 17:01:47
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şunu söylemiştir: Kadınlar konu­sunda zühd, alt seviyedeki veya yetim kadını, güzel veya itibarlı bir kadına tercih etmenizdir. Malik b. Dinar (ra) da bu görüşteydi. Sehl b. Abdullah (ra) dedi ki: "Kadınlar hususunda zühd göstermek sahih olmaz. Çünkü kadınlar, zahidlerin öncüsü olan Allah Resulü´ne (sav) sevdirilmişlerdir. Ibni Uyeyne de onun bu görüşüne katılarak şöyle demiştir: Kadınların çokluğunda bir sakınca yoktur. Çünkü Sahabe´nin en zahidi olan Ali b. Ebi Talib´in (kv) bile dört hanımı ve on küsur cariyesi vardı.

Cüneyd (ra) şöyle demiştir: Yolun başındaki müridin kalbini şu üç şeyle meşgul etmemesini isterim. Aksi takdirde hali değişir: Mal kazanmak, konuşmayı sevmek ve evliliği düşünmek. Yine o, başka bir vesilede şunu söylemiştir: Sufmin okuma yazma ile uğraşması­nı isterim. Çünkü bu, kalbini toplamasını sağlar.

Bir hadislerinde de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Zühd, Allah Teala´mn elindekine, kendi elinde-kinden daha sıkı sarılmandır". Bu, tevekkül makamıdır. Ulemadan bir topluluğa göre zühd, mal biriktirmeyi terketmektir. Onlara gö­re dünya, mal toplamaktan ibarettir. Bir zat ise şöyle demiştir: Dünya, kalbi meşgul eden ve ilgi gösterilen herşeydir. Sufılerden bir topluluk, bu görüşü esas alarak zühdü dünya ile ilgilenmeyi ter-kederek, nefsi Allah Teala´mn hükümlerine teslim etmek olarak anlamışlardır. Bu da tafvîz yani Allah´a havale ve O´nun hükümle­rine rızadır.

Ahmed b. Ebi´l-Havari dedi ki: Ebu Süleyman ed-Darani´ye şöy­le dedim: Malik b. Dinar (ra) Muğire´ye, ´Eve git ve bana hediye et­miş olduğun su kırbasını geri al. Çünkü şeytan bana onun çalına­cağı yönünde vesvesede bulunuyor dedi. Malik b. Dinar (ra), kırba­yı bu şekilde geri verdi. Ebu Süleyman dedi ki: Bu, suiîlerin kalp­lerinin zayıflığındandır. Dünyada zühd sahibi olan, onu kimin aldı­ğım umursamaz´. Ebu Süleyman, bu sözüyle ilahi hükümlere haki­ki anlamda rıza göstermenin gereğine işaret etmişti. Malik b. Di­nar (ra) ise, o dünya malına gösterdiği ilgiyi bitirerek zühdün ha­kikatine ermek istemişti.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dünya, rey ve akıl ile amel et­mektir. Zühd ise, ilme tabi olmak ve sünnetten ayrılmamaktır. Bu konuda Hadis Ehli´nin izlediği yol budur. Bu söz, zahiri manada olup zahir ulemasının sözlerine benzemektedir. Bu meyanda Süf-yan-ı Sevri´den de şu hadiseyi naklederler: Zühri´ye, ´Zühdün ne ol­duğunu´ sordular. O da şu cevabı verdi: ´Sabrı harama baskın çıkmayan, şükrü de helale mani olmayan şeydir. O, bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Zühd; kulun, haram arzusu nefsine baskın çıkın­caya kadar haramdan uzak durmada sabretmesi, helal nefsine bas­kın gelerek şükürden alıkoyacak dereceye gelmeden helalde şükre­den olmasıdır.

Hasan el-Basri (ra) ise şöyle demiştir: Zahid, birini gördüğü za­man, ´Bu, benden daha faziletli´ diyebilendir. O, bu sözüyle zühdün tevazu olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Fudayl ise şöyle derdi: Zühd, kanaattir. Ebu Süleyman ed-Darani ise, ´Vera´, zühdün başı­dır1 demiştir. Ahmed b. Ebi´l-Havari dedi ki: îbni Hişam el-Muğazi-li´ye, ´Zühd nedir?´ diye sordum. Dedi ki: Emelleri terketmek, çaba­yı tamamen sergilemek ve rahatlıktan uzak durmaktır. Yusuf b. Esbat ise şöyle derdi: Her kim eziyete karşı sabreder, arzuları ter-keder ve ekmeği helalinden yerse zühdün esasına sarılmış olur.

Ahmed dedi ki: Ebu Safvan er-Ru!ayni´ye, Allah Teala´mn Kur´an´da zemmettiği ve akıllı kimsenin de sakınması gereken dünyanın ne olduğunu sordum. Bana şu cevabı verdi: ´Dünyada dünyalık isteyerek yaptığın herşey zemmedilmiştir. Ahireti murad ederek yapmayı başardıkların ise, dünyadan değildir. Onun bu sö­zünü, Mervan´a naklettiğimde şöyle dedi: ´Ebu Safvan´m sözünün gerçek anlamı şudur: İhlas dışında herşey dünyadır. Bunlardan il­me uygun düşenler mubah, ters düşenler ise hevadır. Heva, nefsin arzusu, ihlas ise Allah Teala´mn arzusudur. İhlaslı kullar, Allah Te­ala´mn düşmanı olan şeytana karşı açık delilleridir. Onlar, dünya­daki ahiret ehlidirler.

İbnu´s-Semmak şöyle derdi: Zahid, kalbinin sevinç ve hüzünle­rden arındığı kimsedir. O, kendisine gelen hiçbir dünyalığa sevin­mediği gibi, hiçbir dünyalık için de üzülmez. Rahatlıkla mı yoksa sıkıntıyla mı sabahladığını önemsemez. Ebu Said b. el-A´rabi sun şeyhlerinden naklederek şöyle demiştir: Suiî büyüklerine göre zühd; hiçbir şey olan dünyanın kıymetinin kalpten atılmasıdır. Kul, hiçbir şey olanı nefsinden atmadıkça gerçek zahid olamaz.

İşte zühd içinde zühd de budur. Çünkü bu zühde sahip olan kimse, zühd gösterdikten sonra, zühdde bulunduğu şeye bakmaz. Çünkü o, onun nazarında zaten hiçbir şey yani yoktur. Bu, zühdün hakikatinin nefste zühd olduğuna dair söylediklerimize benzeyen bir ifadedir. Bunun aksine kişi, dünyevi konularda karşılık talebiy­le nefsi için zühd sahibi de olabilir. Bu durumda belli bir sıfata ra&-bet edilmiş olur. Halbuki nefste zühd sahibi olup bedel olarak züh­dü gören kimsenin zühdü, hakiki zühddür.

Bu da, şu söze benzemektedir: ´Fena yani yokoluşta zühdün ha­kikati, bekada zühddür5. Çünkü kul, fenada zühd sahibi olduğu halde bekada zühd sahibi olmayabilir. Bu durumda da içinde bir rağbet ve arzu bulunmuş olur. Oysa bekada zühd sahibi olduğu za­man, fenada da zühdün hakikatine ermiş olur. Zira fena, ancak be­ka için murad edilebilir. [111]







[1] İbni Hanbel, V/319 IV/385

[2] Buharı, Bed´ül-vahy/1 İman/41 Nikah/5 Talak/11 Menakıb-i Ensar/45 Itk/6 Eyman/23 Hi-yel/1; Müslim, İmaret/155 Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Feza´ilü´l-cihad/16 Nesa´î, Ta­haret/59 Talak/24 Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26 İbni Hanbel, 1/25.

[3] Benzer hadisler için b. Nesa´î, Cum´a/30 ´Iydeyn/27; Ebu Davûd, Salat/227; Tirmizî, Me-nakib/30; îbni Mâce, Libas/20; îbni Hanbel, V/354

[4] îbni Mâce, Edeb/3; İbni Hanbel, IV

[5] Tirmizî, Da´avat/79

[6] Ebu Davıid,Edeb/7; Tirmizî, Birr/58; İbni Mâce, Mukaddime/7.

[7] Butiârî, Cenaiz/32, 43 Ahkam/11; Müslim, Cenaiz/14, 15; Ebu Davûd, Cenaiz/23; Tirmi­zî, Cenaiz/13; Nesa´î, Cenaiz/22; İbni Hanbel, III/130 143, 217

[8] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 206-226..

[9] Ebu Davûd, Edeb/11; Tirmizî, Birr/35; îbııi Hanbel, IT/258, 295. 303, 388

[10] Bu manadaki hadisler için b. Buhârî, Enbiya/35; Müslim, Fazail/159; İbni Hanbel, 111/41

[11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 226-237..

[12] Buhârî, Et´ıme/56; Tirmizî. Kıyamet/43; tbni Mâce, Siyam/55; Dârimi, Et´ıme/4 İbni Han­bel, 11/283, 289 IV/323.

[13] Bu manadaki hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 9/9; İbni Mâce, Nikah/5; îbııi Han-bel, V/278, 282

[14] İbni Mâce, Edeb/55 Dııa/5; Tirmizî, Da´avat/84, 112; Muvatta´, Hanbet, 11/127, 515. Hac/246; İbni

[15] Tirmizî, Da´avat/91; İbni Hanbel, V/231, 235

[16] Bıthârî, Teheccüd/6 Tefsir-İ Suret-i 48/2; Müslim, Münafıkun/79-81; Tirmizî, Salat/187; Nesa´î, Kıyamü´l-leyl/17; İbni Mâce, îkamet/200; İbni Hanbel, IV/251

[17] Buhâri, Rikak/1 Cihad/33, 110 Menakıbu´l-Ensar/9 Megazi/29; Müslim, Cihad/126, 129; iırmızî, Menakıb/55; İbni Mâce, Mesacid/3; İbni Hanbel, 11/381 III/172, 180, 216, 276 V/332

[18] Tirmizî, Kıyamet/58

[19] Bu manada bir harlis için b. İbni Mâce, Fiten/16.

[20] Buharı, Rikak/1; Tirmizî, Zühd/1; İbni Mâce, Zühd/15; Dârimî, Rikak/2

[21] Bu manada bir hadis için b. Tirmizî, Da´avat/93

[22] Tirmizî, Zühd/34; İbni Mâce, Zühd/9

[23] Buharı, Tevhid/44; Ebu Davûd, Vîtr/2O; Dârimî, Salat/171, Fezailü´l-Kur´an/34

[24] Buhâri, Cihad/112, 156 Temenni/8; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cilıad/89; Tirmizî, Da´avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimi, Siyer/6.

[25] Tirmizî, Kader/7, Da´avat/89,124; îbni Mâce, Dua/2.

[26] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 237-267.

[27] İbni Mâce, Zühd/34; Tbni HanbeL IV/402

[28] Tirmizî, Da´avat/93

[29] Tirmizî, Birr/85; îbni Mâce, Fiten/2; Dârimî, Menasik/76

[30] Ebu DavÛd, Cenaiz/13; İbni Hanbet, m/293, 325. 330, 345, 390

[31] Bnhârî, Tevhid/15, 35; Miisiim, Tevbe/1, Zikir/2, 19; Tirmizî, Zühd/51, Da´avat/131; İbni Mâce, Edob/58; Dârimî, Rikak/22; tbni Hanbel, 11/251

[32] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Da´avat/114; Muvatta´, Kur1 an/36.

[33] İbniHanbel, V/319

[34] Ebu Davûd, Edeb/81; Tirmizî, Da´avat/115; İbni Hanbel, 11/297, 304, 359

[35] Benzer bir hadis için b. Buhârî, Enbiya/54; Müslim, Mttsakat/31; Nesa´î, Btıyu´/104; İbni Hanbel, 11/263, 332, 339, 361

[36] Benzer hadisler için bakınız: Buhârî, İman/4, Rikak/26; Ebu Davut, Vitr/2, 11, 12; Nesa´î, İman/9; İbni Mâce, Fiten/2; İbni Hanbel, 11/163, 192, 193, III/154

[37] Tirmizî, Fiten77; İbni Hanbel, 1/18, 26 III/446.

[38] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Edeb/57; İbni Hanbel, VT/129, 145

[39] Tirmizî, Da´avat/99; îbni Mâce, Mukaddime/13, Zühd/35; İbni Hanbel, 11/381

[40] Benzer hadisler için bakınız. Buhârî, Tevhid/24, 36 Cihad/IG, îman/9; Müslim, İman/147, 149, 185, 302 Bir/150; Tirmizî, Bir/61 Cenaiz/64; Nesa´î, İman/18 Cenaiz/25; Muvatta, Cenaiz/38; îbni Hanbel, 1/296, 416 11/166, 473, 111/94 V/43.

[41] Buhârî, İlim/İl, Cihad/164; Müslim, Cihad/5; Ebu Davûd, Edeb/17

[42] Buhârî, Küsuf/2 Tefsir-i Suret-i V/12 Nikah/107 Rikak/27 Eymaıı/3; Müslim, Salat/112 KüsLif/1 Fazaiî/134; Nesa´î, Sehv/102 Küsuf/11, 23; Tirmizî, Zühd/9; İbni Mâce, Zühd/19; Dârimî, Rikak/26; Muvatta´, Küsuf/1

[43] İbni Hanbel, 11/305.

[44] Euhârî, Rikak/18; Müslim, Münafikun/71; Dârimi, Rikak/24; İbni Hanbel, 11/451, 482, 488,495,503,514 111/362.

[45] Benzer hadisler için b. Buhârî, Rikak/18 Merza/19; Müslim, Münafikun/71- 74, 75, 76, 78; İbni Mâce, Zühd/20; Dârimî, Rikak/24; fbni Hanbeî, 11/326, 235, 390, 524 IH/52, 337, 362.

[46] Benzer bir hadis için b. Ebu Davut, Sünnet/21; Tirmizî, Kıyamet/İl, İbni Mâce, Zühd/37; İbni Hanbel, III/213

[47] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/37; İbni Hanbel, U/75.

[48] Buhârî, Meğazi/60 Ahkam/22; Dârimî, Mukaddime/24

[49] İbni Hanbel, 11/108

[50] Müslim, ÎHm/7; Ebu Davut, Sünnet/5; İbni Hanbel, 1/386

[51] İbni Hanbel, V/266 VI/116, 233

[52] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret 111/13.

[53] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 267-304.

[54] Atıfta bulunulan hadis için b. Buhârî, ilim/10, Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddi­me/17; Dârimî, Mukaddime/32; îbni Hanbel, V/196

[55] Bu anlamda hadisler için b. Buhârî, Merza/19, Fezailü´s-Sahabe/5, Meğazi/83, 84 Da´avat/28; Müslim, Selam/46, FezaiKVs-Salıabe/85, 87; Tirmizî, Da´avat/76; İbni Mâce, Cenaiz/64; Mııvatta´, Cenaiz/46, 47

[56] Tirmizî, Zühd/11

[57] İbni Hanbel, 1/327

[58] Tirmizî, Kader/8; Müslim, Kader/2, 3; İbni Hanbel, IV/7

[59] Tirmizî, Tefsir-i Suret 56/6.

[60] Müslim, İman/106; Buhârî, îman/24, Cizye/17; Ebu Davûd, Sünnet/15

[61] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 304-338.

[62] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 338-339.

[63] Ebu Davûd, Cihad/90; İbni Hanbel, 1/90, 151IV/332, 345

[64] Müslim, Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da´avat/112; Nesa´î, Taha­ret/119 Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118, 150

[65] Buhârî, Rikak/39.

[66] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 339-353.

[67] Müslim, Zühd/37; Tirmizî, Zühd/37; İbni Hanbel, 11/169 III/324.

[68] Benzer hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Mâce, Zühd/6; İbni Hanbel, 11/296, 343, 451, 513, 519V/366.

[69] . Buhârî, Nikah/88, Rikak/16, 51 Bed´ül-halk/8; Tirmizî, Cehennem/11; İbni Hanbel, 1/234, 359 11/173, 297 IV/429, 443.

[70] Benzer hadisler için b. Buhârî, Rikak/51, Nikah/87; Müslim, Zikir/93

[71] Buhârî, Tefsir-i suret 31/2, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27, 51, 53, 319

[72] İbni Mâce, Zühd/2; Ebu Davûd, Zekat/34; Tirraizî, Kıyamet/3

[73] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/1.

[74] Müslim, Zühd/2; Tirmizî, Zühd/13; İbni Mâce, Zühd/3; Dâiimî, Rikak/27; tbni Hanbel,

1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir-i suret 18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.

[75] Müslim, Zühd/2; Tirmizî, Zühd/13; İbni Mâce, Zühd/3; Dâiimî, Rikak/27; tbni Hanbel,

1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir-i suret 18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.

[76] Müsüm, Zikr/14-18; Tirmizî, Cenaiz/67, Ztihd/6; Nesa´î, Cenaiz/10; Dârimî, Rikak/43; Muvatta, Cenaiz/51; İbni Hanbel, 11/313, 346, 418, 420, III/107, IV/259.

[77] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 353-364.

[78] Tirmizî, Sevabü´l-Kuı^an/14; Dârimî, Fezailü´l-Kui´an/l.



[79] İbni Mâce, Zühd/1

[80] Müslim, İmaret/158; Ebu Davûd, Cihad/17; Nesa´î, Cihad/2; Dârimî, Cihad/25; İbni Han-bel, 11/374.



[81] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 364-370.

[82] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 370-371.

[83] Buhârî, Da´avat/62 Talak/24; Müslim, Cum´a/14; Nesa´î, Cum´a/45; İbni Hanbel, 11/230, 255, 498.

[84] Tirmizî, Tefsir-İ suret 58/2.

[85] Buhâii, Rikak/15; Müslim, Zekat/120; Tinnizî, Zühd/40; tbni Mâce, Zühd/9; îbni Hanbel, 11/243, 261, 315, 390, 438, 443.

[86] Tirmizî, Kıyamet/24; îbni Hanbel, 1/387.

[87] îbni Hanbel, IV/64.

[88] Tirmizî, Birr/40.

[89] Buhâıi, Eikak/29

[90] Buhârî, Rikak/35; Müslim, Fazailü´s-Sahabe/232; Tirmizî, Edeb/82; İbni Mâce, Fiten/16; İbni Hanbel, II/7, 44, 70, 88, 109, 121-123, 139

[91] Benzer hadisler için b. îbni Mâce, Nikah/5; Tirmizî, Tefsir-i Suret-9/9; İbni Hanbel, V/278, 282, 366.

[92] Ebu Davûd, Teraccül/2; İbni Mâce, Zühd/4.

[93] Tirmizî, Kıyamet/39; îbni Hanbel, III/438, 439.

[94] Ebn Davûd, Libas/4; İbni Mâce, Libas/24; İbni Hanbel, II/Ö2

[95] Allah Resulü´nün (sav) giyimi, ipek ve altının tahrimiyle ilgili hadisler için b. Ebu Da-vûd, Libas/7; Nesa´î, Zinet/83; İbni Hanbel, 1/90, 139, 153/ Buharı, Libas/45-47; Müslim, Libas/54, 57; Ebu Davûd, Hatem/1; Tirmizî, Libas/16; Nesa´î, Zinet/33, 43, 44-53, 77-81; Muvatta, Sıfatü´n-Nebi/37/Buhârî, Libas/27, 36, 45; Müslim, Eşribe/27-28, Libas/2; Tir­mizî, Edeb/45; Nesa´î, Cenaiz/53; İbni Mâce, Libas/16; Dârimî, Eşribe/25, îsti´zan/20; İb­ni Hanbel, IV/134, 284, 287, 299 V/385.

[96] Buhârî, Büyu/73, Şurat/13; Müslim, ´Itk/8; Muvatta´, ´Itk/17

[97] Buhârî, Salat/14; Ebu Davûd, Libas/8.

[98] Buhârî, Edeb/75.

[99] İbni Hanbel, 1/322.

[100] Ebu Davûd, Sünnet/5; Tirmizî, ilim/16; İbni Mâce, Mukaddime/6; Dârimî, Mukaddi­me/16; İbni Hanbel, IV/126.

[101] Tirmizi, Libas/38.

[102] Tirmizî, Birr/71

[103] Buhârî, Rikak/17; Müslim, Zühd/18, 19, Zekat/126; Tirmizî, Zühd/38; İbni Mâce, Zühd/9; İbni Hanbel, 11/232,. 446

[104] İbni Mâce, Zühd/9

[105] İlgili hadisler için b. Tirmizî, Kıyamet/39; Ebu Davûd, Edeb/157; İbni Mâce, Zühd/13.

[106] Bu anlamdaki hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Hanbel, 11/168

[107] Bu anlamda başka bir hadis için b. İbni Hanbel, IV/22

[108] Tirmizî, Zühd/37; İbni Mâce; Zühd/7

[109] Ebu Davûd, Libas/2Ö; İbni Mâce, Zühd/16; İbni Hanbel, 11/284, 327, 414

[110] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 376-421.

[111] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 421-430.