Konu Başlığı: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:14:20 Yiyecekler, Bunlarla İlgili Âdâb Ve Sünnetler, Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır
Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkla-rm temizlerinden yeyin ve şükredin". (Bakara/172) Görüldüğü üzere ´yeym´ emri, ´şükredin´ emrinin önüne alınmıştır. Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl (yollarla) yemeyin". (Nisa/29) Burada da, haram yemekten sakındırma, insan hayatına son vermenin önüne alınmıştır. Bunun sebebi ise; helal yemenin üstünlüğü ve müslümanlann mallarını batıl yollarla yeme günahının ağırlığıdır. Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişi, kendi ağzına veya hanımının ağzına koyduğu lokma için bile sevap kazanır". [44] Yine O´nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin kendine ve ailesine yedirdiği rızık, onun için sadaka gibidir". Allah Resulü´ne (sav) ´İman nedir?´ diye sorulduğunda ise, "Yemek yedirmek ve selam vermektir" buyurmuştur [45] Yine O, kefaretler ve dereceler hakkında konuşurken de, yemek yedirmeye ve insanlar uykuda iken teheccüd namazı kılmaya işaret etmiştir. [46] Allah Resulü´ne (sav) kabul edilmiş haccın (=hacc-ı mebrûr) hangisi olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmek ve yumuşak söz söylemek". . Rivayete göre İbni Ömer (ra) şöyle derdi: Kişinin cömertliğinin ifadesi, yolculukta yanına aldığı azığın güzelliği ve onu arkadaşlarına ikram etmesidir. Ali (kv) de şöyle demiştir: Dostlarımı bir yiyeceğin etrafina toplamam, bir köle azad etmemden daha sevimlidir. Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kenarda sofra hazırken namaz vakti geldiyse namazdan önce yemeğe başlayın"[47]İbni Ömer (ra) kameti, hatta imamın kıraatini duysa dahi sofradan kalkmazdı. Konuyla ilgili olarak Aişe validemiz (ra), Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "Yemeğin en faziletlisi, uzanan ellerin en çok olduğu yemektir". Allah Resulü (sav) Aişe (ra) hakkında şöyle buyurmuştur: "Aişe´nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir".[48] Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "Yemekten önce alman abdest, fakirliği giderir. Sonra alınan ise, küçük günahları giderir ve gözü iyileştirir". Buradaki abdest ile kasdedilen, ellerin yıkanmasıdır. Ahnıed b. Hanbel´den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Helalinden ve temizinden yemek, Allah Teala tarafından amelin önüne geçirilmiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: ´Temiz rızıklardan yeyin ve salih amel işleyin". (Müminun/51) Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Yeme adabına güzellikle uymayan kimse, amel adabım da güzelce yerine getiremez. Yemekte yapmacık davranan, amelde de yapmacık davranır. Başka bir defasında da şunu söylemiştir: Yemekte yerine getirilen şey, namazda da yerine getirilir. Selef-i Salih´ten bir zat ise şöyle demiştir: Yaptığım her şeyde sabık bir niyetimin bulunmasını isterim. Yeme ve uyuma hususunda dahi niyetsiz olmam. Selef-i Salih´in yemekli ilgili de salih bir niyetleri bulunurdu. Aynı şekilde açlıkla ilgili de salih bir niyete sahip olurlardı. Ahiret niyeti bulunmaksızın yenilen her yemek, alışkanlık ve arzuların tatmini içindir. Ahiret niyeti bulunmaksızın aç kalan da, alışkanlık, arzuların tatmini ve insanlara şirin görünmek gibi maksatlarla aç kalandır. Bunlar da nefsin gizli afetlerin-dendir. Ahiret niyetiyle ve Allah rızası için yemek yiyen kimsenin güzelliği, ahiret niyetiyle ve Allah rızası için aç kalan kimsenin güzelliği gibidir. Aksi halde dünya kapılarından birine girilmiş olur. Yemek ve yemek yemek, farzdan sünnete, müstehaptan mekruha, cömertlikten ikrama dek uzanan yüz yetmiş hasleti barındırır. Bunları Selefin siretinde ve Arapların tarihlerinde görmekteyiz. Sözkonusu hasletlerin başı, yenilen şeyin helal olmasıdır. Bir şeyin helalliğinin alametleri ise üçtür: 1.Yenilen şeyin kaynağı iyi bilinmeli ve ilim tarafından kötü olarak nitelenen şeylerle karışmış olmamalıdır. Sözkonusu şeyin kaynağı, ihanet ve zulüm gibi unsurlara bulaşmış olmamalıdır. Kaynağı mubah olan bir şey, vasıtasının şer*i bakımdan mahzurlu olması nedeniyle onunla aynı hükmü taşıyabilir. Mahzurlu olması, heva-dan veya dini hafife almadan kaynaklanmış olabilir. Eğer kaynak hüküm bakımından sünnete uygunsa, mekruh bir sıfat taşımaz. 2.Yenilecek şeyi yerken iyilik ve takva üzere niyet sahibi olunmalıdır. Yemekte, Rabbine hizmet için takva ve istikamet üzere olma yönünde bir niyet bulunmalıdır. Verilen nimetin, Nimet Ve-ren´den geldiği, O´nun eşi ve ortağı olmadığı iyi bilinmeli, verdiği nimetten dolayı şükredilmesi gerektiğine inanılmak, az çoğa, kanaat hırsa, edep açgözlülüğe tercih edilmelidir. 3.Yemeğin başında elleri yıkamak müstehaptır. Yemekten sonra da elleri yıkayarak temizlemek gerekir. Yemeğin başmda besmele çekmek, sonunda da hamdetmek (=elhamdü lillah demek) gerekir. Yemeği sağ elle yemek, tuz ile başlayıp yine tuz ile bitirmek güzeldir. Hiç bir yemeği yermemek ve kusur bulmamak gerekir. Hoşlandığını yeyip hoşlanmadığını terketmek doğru görülmemiştir. Yemekten kendine düşen paya kanaat etmek ve varolan rızka rıza göstermek de güzel görülmüştür. Yemek kabına uzanan ellerin faz-lalılığı teşvik edilmiştir. Bir hadislerinde de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ´Temek vakti toplanın ki yemeğiniz bereketli olsun". Yemekte lokmaları küçük tutmak, iyice çiğnemek ve yemek yiyenlerin yüzlerine bakmamak da tavsiye edilmiştir. İnsanların yediklerini gözetlememek gerekir, Yemek sofrasında sol ayak üzerine oturmak ve sağı dikmek güzel görülmüştür. Bir yere yaslanarak veya uzandığı yerden yemek yememek gerekir. Yemeğe ilk başlayan olmamak ve ev sahibinden önce davranmamak tavsiye edilmiştir. Bu noktada büyüklere de öncelik vermek gerekir. İzlenmesi gereken kişi, arkasında namaz kılınan imam olabilir. Sofradakiler başlamaya sıkılıyorlarsa, yemeğe başlayan kimse, onları rahatlatmış olabilir. Hurma ile çekirdekleri aynı kaba konmamalıdır. Bu ikisi aynı avuçta da tutulmamalıdır. Hurmanın çekirdeği ağızdan elin dış yüzüne konulmalı, oradan da atılmalıdır. Diğer çekirdekli yiyecekler de aynı şekilde yenir. Hurmaları tekli sayıda yemek de müstehaptır. Bu sayı yedi, onbir veya yirmibir olabilir. Oruçlu, iftarını bula-bilirse tek bir yaş hurma ile açmalıdır. Bulamazsa kuru hurma ile açar. Onu da bulamazsa suyla açar. Vehb b. Münebbih şöyle derdi: Oruçlunun gözü kayar. İftarım tatlı ile açtığı zaman gözü eski haline döner. Cemaat içinde iki hurmayı birlikte yememelidir. Diğerleri de böyle yaparsa veya açlık halinden dolayı izin isteyerek yerse bunda bir mahzur olmaz. Kul, karnı doymadan, üçte biri ya da yarısı dolduktan sonra sofradan kalkmalıdır. Selef-i Salih´in sünnetleri böyle idi. Bize göre de bu miktarda yemek, sağlık bakımından da daha faydalıdır. Tıp ehlinden bir bilge şöyle demiştir: Dermanı olmayan dert, arzu edinceye kadar yemek yemenıeniz ve -arzu ettiğiniz halde- yemeğe el uz atmam anızdır. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: Her derdin anası, şişmanlıktır. Konuyla ilgili olarak Aristo´yla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Büyük filozof Aristotales´in hizmetiçisi servet sahiplerinden birine bir ihtiyaç için başvurmuş ve yardımcı olmasını istemişti. Ama adam, ihtiyacı giderme hususunda ona yardımcı olmadı. Hizmetçi, ´Belki bir gün efendime ihtiyaç duyarsınız´ deyince zengin adam, ´Bizim ona ne ihtiyacımız olabilir ki?´ dedi. Hizmetçi bunu Aristo´ya bildirdiği zaman büyük filozof şöyle dedi: Eğer acıkmadan yiyor, doymadan kalkıyor ve bu ikisi arasında da az atıştırıyorsa doğru söylemiş! Onun bize ihtiyacı olmaz. Allah Resulü (sav) de bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Adem oğlunun doldurduğu en kötü kap karnıdır". [49]Yine O, şöyle buyurmuştur: "Adem oğlu, birkaç lokmacıkla sulbünü güçlendirdiğini zanneder". Kişi yemeğin ve içeceğin üçte biriyle yetinmelidir. Allah Resulü (sav) bu üçte biri, açlığın dermanı olarak vazetmiştir. Yiyecek bir şey bulduğunuzda, onunla açlığınızı giderirsiniz. Bulamadığınızda ise yemek sizin için dert olur. Yemekte çekilen sıkıntı, açlıkta çekilen sıkıntı gibi, hatta ondan daha büyüktür. Kişi, meyve dışında önüne getirileni parmaklarıyla yemelidir. Meyve yerken el kullanılır. Diğer yemeklerde ise üç parmağı kullanmak gerekir. Bunun istisnası tirid yemeği olup onu yerken bütün parmaklar kullanılabilir. Tabağın en üst noktasından veya ortasından almamalı, aksine kenardan doğru yemelidir. Yemek yerken susmamak gerekir. Çünkü bu, farisilerin adetidir. Buna uymamak için ortama uygun konularda konuşmalıdır. Eti bıçakla kesmemek gerekir. Bu, nehyedilmiştir. Eti, ısırarak yemek daha doğrudur. Aynı şekilde ekmeği de bıçakla kesmemek gerekir. Sofradakiler kalabalık, ekmek az olmadıkça yuvarlak somunu bölmeden yemek iyi olur. Aksi takdirde, ekmek parçalara ayrılabilir. Yemek öncesinde veya esnasında, ´buyrun yiyin´ ifadesini fazla sık kullanmamak gerekir. Bu, sözün muhatabını utandıracak, hatta iştahını kaçırtarak sofradan kalkmasına yol açabilecektir. Yemeğe davet edilen kişi de, davet sahibini meraklandıracak şekilde çekingen davranmamalı, teşvik edici sözler söyletecek biçimde davranmamalıdır. Ediplerden biri şöyle demiştir: Yemek yiyenlerin en güzeli, davet sahibini meraklandırmadan yiyen, onu teşvik edici sözler söylemek zorunda bırakmayan kimsedir. Kişi, başkalarından çekindiği için sevdiği bir yemeği bitirmeden kalkma hatasına düşmemelidir. Çünkü, bu yapmacıklık ve insanlara şirin görünme gayretidir. Eğer o yemeği diğer kardeşlerini düşünerek bırakır veya başka bir din kardeşini kendine tercih ettiği için böyle yaparsa güzel bir davranışta bulunmuş olur. Kişi yalnız iken, alıştığı miktardan daha az yemeyebilir. Toplulukla beraber yerken, onlara katkıda bulunmak veya din kardeşleriyle yemek yemenin faziletine ermek gayesiyle daha fazla yemesinde bir sakınca yoktur. Yemek esnasında su içmek tıbben de güzel görülmüştür. Ama yemeğin başında su içmemeli, yemek esnasında veya sonunda da içeceğin dozunu kaçırmamalıdır. Yemek esnasında içilen su hakkında, ´Midenin tabakçısı* denilmiştir. Bir yere yaslanarak içmek, mide için sakıncalı, tıbben de tavsiye edilmemiş bir davranıştır. Bir yere yaslanarak veya yarı uykulu halde yemek yemek, sünnete uygun değildir. Ancak daneli yiyeceklerden ise bunda bir sakınca yoktur. Nitekim Ali (kv) kalkanına yaslanmış halde kek yerken görülmüştür. Bir rivayette ise, yüzükoyun yediği söylenmiştir ki bu Araplar arasında yaygın bir alışkanlıktır. Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeğinizi tartın ki bereketli olsun, hamuru da iyi yoğurun, çünkü o en büyük nimettir". Kişi, toplulukla yemek yerken kendisine tabakta verilen yemeği, içinde artığıyla geri vermemelidir. Başka bir kardeşi, onda yemek var sanarak onu yiyebilir. Doğrusu, içinde artığı bulunan tabağı dökmesidir. Yağlı et, sirke ile terbiye ediler. Denir ki: Melekler, üzerinde sebze bulunan sofraya inerler. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: "İsrail oğullarına gökyüzünden indirilen sofrada şunlar vardı: Pırasa dışında her tür sebze mevcuttu. Ortada bir balık yardı. Balığın baş tarafında sirke, kuyruk tarafında da tuz vardı. Üzerinde yedi ekmek vardı ve bunlardan her birinin üzerinde de, iki zeytin, bir nar tanesi vardı". Bu, yemeklerin en güzelidir. Bu nimetlerin hepsi birarada bulunamadığı zaman ise üdebadan birinin aşağıda söylediği ile yetinilir: Dostlarınızı bir yemeğe davet ettiğinizde, onlara hasramiyye ve borani ikram eder, yanına da buz gibi bir su koyarsanız ziyafeti tamamlamış olursunuz. Eşraftan biri de dostlarını yemeğe davet etmiş ve sofra için ikiyüz dirhem para harcamıştı. Bunun üzerine hikmet ehlinden biri kendisine şöyle dedi: Bu kadarı gerekmezdi. Ekmeğin taze, sirken ekşi ve suyun soğuk olduğunda yeterdi. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Yemeğin arkasından yenen tatlı, çeşit çeşit yemekten daha iyidir. Sofraya iyice oturmak, ikiden fazla yemek bulundurmaktan daha hayırlıdır. Başka biri ise şöyle demiştir: Yemeğin üzerine içilen soğuk su, çeşit çeşit yemekten daha hayırlıdır. Ebu Süleyman ed-Darani ise şunu demiştir: Bence güzel yemeklerden yemek, kişinin Allah Teala´dan rızasını güçlendirir. Halife Memun ise şöyle demiştir: Buzlu bir su, Allah Teala´ya şükrün halis olmasını sağlar. Allah Resulü´nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Allah´a ve ahiret gününe iman ediyorsa konuğuna ikramda bulunsun" [50] Yemeği süratle hazırlamak, konuğa ikramda bulunmanın gerekleri arasında sayılmıştır. Konuğa sunulabilecek yemeklerin en üstünü ettir. Etin en iyisi de, taze ve yağlı olandır. Etin arkasından bir de tatlı verilirse, konuklar için en güzel yemekler tamamlanmış olur. Bu hususları genel hatlarıyla şu ayet-i kerimede de görmekteyiz: "Sahi, İbrahim´in ikram gören misafirlerinin gelişlerinden haberin oldu mu?". (Zariyat/24) Ayette neden *Mükram=İkram gören´ kelimesinin kullanıldığı hususunda iki görüşe yer verilmiştir: 1. İbrahim´in (as) hanımı onlara bizzat hizmette bulunduğu için böyle denilmiştir. 2. İbrahim (as) onların yemeklerini süratle hazırlattığı için böyle denilmiştir. Kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: "´Selam sana!´ dediler. O da; ´9ize de selam!´ deyip çok geçmeden, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti". (Hud/69) Ayette geçen ´hanîz´ kelimesi ile, körpe ve ahıra kapatılmamış dananın kas-dedildiği söylenmiştir. Allah Teala kıssanın bu bölümünü diğer bir surede şöyle tavsif buyurmaktadır: "Onlara yemek getirmek için gizlice (süratle) ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı getirdi". (Zariyat/26-27) Ayette geçen ´Ravğ* fiili, süratle gitmek anlamındadır. Gizlice gitmek, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir tefsirde ise, ibrahim´in (as) misafirlerine uyluk eti getirdiği, bunun da aceleyle getirilmesinden dolayı ´ olarak isimlendirildiği söylenmiştir. Ardından da getirilen eti, taze ve yağlı olduğu bildirilmiştir. Allah Teala güzel ve temiz yiyecekleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Size kısmet ettiğimiz helal hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın indirdik". (Bakara/57) Ayette geçen ´menn´ kelimesi ile bal, ´selvâ=bıldırcın´ kelimesi ile de et kasdedil-miktedir. Etin ´selva´ kelimesi ile ifadelenmesi, diğer yemekleri tamamen bastırdığı içindir. Et, diğer yemeklerin tamamından müstağni kıldığı için böyöle bir isimle anılmıştır. Hiç bir yemek, etin yerini alamaz. Allah Teala bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Size verdiğimiz rızıkların helal ve temizinden yiyin". (A´raf/160) Et ve bal, insanlığa bahşedilen rızıkların güzel ve hoş olanlarmdandır. Kişi, kendisini yemeğe davet eden dostunun evinde, kendi evindeki gibi rahat davranarak yemeli, yapmacıklık ve şirin görünme çabalarına tevessül etmemelidir. Böyle davranışlar, yemekte riya ve güzel görünme kapsamına girer. Unutmamak gerekir kî, yemek de namaz ve oruç gibi bir ameldir. Amellerde niyet ve ihlas bulunmalıdır. Kulun yemekle ilgili niyeti, Allah Teala´ya kullu edebilmek için enerji toplamak olmalıdır. Bir diğer niyeti, yemeği kardeşleriyle paylaşmak olabilir. Davetlerine icabet edip yemeklerini yemek, onları sevindirecek, cemaatin bereketinden de nasiplenmesini sağlayacaktır. Allah Resulü (sav) cemaatin bereketine ederek şöyle buyurmuştur: "Cemaat, berekettir".[51] Kul, davete icabet ederek sünnet-i nebevinin gereğini yapmalıdır. Böyle bir davette yediği yemek sebebiyle sevap kazanacak, sünnet-i nebeviye uygun hareket etmiş olacaktır. Bütün bunlar, güzel ahlakın da icaplarındandır. Allah Resulü (sav) güzel ahlak hakkında şöyle buyurmuştur: "Kul, sırf güzel ahlakı ile gece ibadet edip gündüz oruç tutan kimsenin derecesine nail olur".[52] Bir zat, üstteki hadisin açıklaması babında şöyle demiştir: Hadiste bahsedilen, o kimsedir ki; dostlarından kendisiyle beraber iftara veya sahura buyurmalarını rica eder. O, oruç tutma ve gece namaza kalma alışkanlığı olan biridir. Dostlarını davet etmek suretiyle onların da bu ahlakla ardaklanmalarına yardımcı olur. Sathip olduğu bu güzel ahlak ile de, gündüzü oruçla, geceyi ibadetle geçiren kimselerin derecesine nail olur. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dostları tarafından davet edildiği bir yere gidip nafile ibadete dalarak onlarla ilgilenmeyen, kendisine sunulan yemekleri oruçluyum diyerek geri çeviren ve canı istediği halde yemeyen kimse; ne edep ne de sünnet ehlinden olmadığı gibi insanlıktan da habersiz biridir! Böyle biri -eğer başka bir sebep mevcut değilse- ne övgüye değer, ne de yaptığı nafileden dolayı sevaba nail olacak biri değildir! Cafer b. Muhammed (ra) şöyle demiştir: Dostlarım içinde bana en sevimli gelen; yemeği çok yiyen ve lokmayı büyük alandır. En ağır gelen ise, sofrada kendisini teşvik etmem zorunda bırakandır. Yine o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Kişinin dostuna duyduğu sevginin işareti, onun evinde ikram edilen yemeği güzelce yemesidir. Yemeğin azlığından veya sofradaki fakirleri kendine tercih etmesinden dolayı yemeği az yemek güzel görülmüştür. Süfyan-ı Sevri (ra) İbrahim b. Edhem (ra) ve arkadaşlarını yemeğe davet etmişti. İbrahim (ra) ve arkadaşları yemeği az yediler. Sofradan kalkıldıktan sonra Sevri kendisine Yemeği az yediniz, acaba neden?´ diye sordu. O da, ´Sen hazırlarken esirgediğin için biz de yerken esirgedik!´ dedi. Bir süre sonra ibrahim b. Edhem (ra) Süfyan (ra) ve arkadaşlarını yemeğe davet etti. Sofrada yok yoktu. Süryan (ra), ´Ey Ebu İshak! Bunun israf olmasından endişe etmiyor musunuz?´ deyince, İbrahim b. Edhem (ra) şöyle karşılık verdi: Yemekte israf olmaz! Yemeği bitiren kişi, ellerini havluyla kurulamadan önce temizlemelidir. Sofrada dökülen kırıntıları da yemelidir. Bu kırıntıların, huriler için önden verilen mihirler olduğu söylenmiştir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Ağzını güzelce temizleyen kimse, köle azat etmiş gibi zevap kazanır. Kul, helal bir rızık yedikten sonra şöyle denmelidir: "Elhamdü lillâhillezî bi-ni´metihî tetimmüs-sâlihât ve tenzilül berekât, Allâ-hümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, et´ımnâ tayyiben vesta´milnâ sâlihan= Nimeti ile salihatın tamama erdiği ve berekatn indiği Allah´a hamdolsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat etsin! Bize helal rızık yemeyi ve salih amel işlemeyi nasip et!" Yenilen helal rı-zıktan dolayı şükrü çoğaltmak gerekir. Şüpheli bir rızık yiyen kimse ise şöyle dua etmelidir: "Elhamdü lillâhi alâ külli hâlin, Allâhümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, velâ tec´alhü kuvveten lenâ alâ ma´sı-yetike=Her halimizde Allah´a hamd olsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat etsin! Allahım! bu yemeği Sana karşı günah işlemek için bizim için kuvvet sebebi kılma!" Bu durumdaki kul, hüzün ve bağışlanma dileklerini çoğaltmalıdır. Konuyla ilgili olarak şöyle denildiği rivayet edilmiştir: "Sizden biri yemeğe davet edilip de ona icabet etmediğinde, ´afiyetle ye!´ demesin. Umulur ki onu helal olmayan bir yerden almış olabilir. Sadece şunu desin: Allah sana temiz rızık nasip etsin! Sütlü yemek yiyen biri de şöyle desin: Allahım! Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat et! Bize verdiğin rızkı bereketli kıl ve bize hayırlı rızık nasip eyle!" Aynı manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) sütlü yedikten sonra böyle derdi". Bunun sebebi, sütün diğer nimetlerden çok daha faydalı olmasıdır. Kul, ilk lokmadan Önce ´Bismillah=Allah´m adıyla" demeli, ikinci lokmada "Bismillahirrahman=Rahinan olan Allah´ın adıyla" demeli, üçüncü lokmayı alırken de, "Bismillahirrahmanirrahim=Rah-man ve Rahim olan Allah´ın adıyla" demelidir. Bardaktan su içerken üç nefeste içmeli ve ara vermelidir. İlk yudumda ´Elhamdü lil-lah=Allah´a hamdolsun", ikinci yudumda "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn= Alemlerin Rabbi Allah´a hamdolsun", üçüncü yudumda da "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn er-Rahmanir-Rahim= Alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah´a hamdolsun" demelidir. ilk lokmayı almadan besmele çekmek de yeterli ve güzeldir. Yemek bitirildikten sonra Ihlas ve Kureyş sureleri okunmalıdır. Yemekten önce meyve ikram edilmesi daha münasiptir. Kur´an-ı Kerim´de Allah Teala bu sıralamayı şöyle bildirmiştir: "Bir de., tercih edecekleri meyveler ve canlarının çektiği kuş etleri". (Vakıa/20-21) Dostları utangaç davrandıklarında veya teşviğe ihtiyaç duyduklarında sofrayı onlardan Önce terketmemek gerekir. Kendisi az yiyen biri ise, diğerleri yemeği bitirinceye kadar beklemelidir. Ya da sofraya geç iştirak ederek yemeğini onlarla eşitlemiş olur. Konukları alim kimseler ise, kişinin bu halini yadırgamayacaklardır. Sa-habe´den birçoğu da böyle yaparlardı. Konu Başlığı: Ynt: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:19:04 Yemeğe davet ettiği dostlarına güzel görünmek için, bütçesinin üstünde para harcamak, borçlanmak, yemek parasını kazanmak için aşırı yorucu bir işte çalışmak veya şüpheli bir iş yapmak mekruh görülmüştür. Elindekileri dostlarına ikram etmeyerek tasarruf etmeye çalışmak veya ikram etmesi halinde ailesine dokunmayacak bir yiyeceği sırf kendine saklamak da hoş görülmemiştir.
Rivayet edilir ki: Bir adam Ali´yi (kv) yemek için evine davet etmişti. Ali (kv) şöyle dedi: ´Davetini şu üç şartla kabul ederim: Sofrana pazardan alınmış hazır bir yemek koymaman; Evindeki yiyecekleri benden saklamaman; Davet yüzünden ailene zarar vermemen. Selef-i Salih bir dostlarını yemeğe çağırdıklarında, evdeki her şeyi sofraya koyar veya her yiyecekten bir parçayı sofraya yerleştirirlerdi. Cömertliğiyle tanınan kabile şeyhlerinden biri, dostlarım yemeğe davet etmiş ve bir aşçı çağırtarak ve ona şöyle demişti: Davetlilere, yapabildiğin yemekleri söyle. Davet ettiği kimseler gelerek seçtikleri yemekleri yediler. Yemeğin sonuna doğru ev sahibi geğirdi ve bir parça dizine düştü. Elini uzatarak onu aldı ve yedi. Ardından davetlilere şöyle dedi: Yemeği bol yiyerek bana yardım edin, Allah yediklerinizi bereketli kılsın! Selef-i Salih, onun bu adetini güzel görürlerdi. Kişinin her hangi bir meclise tam yemek vaktini hesap ederek gitmesi sünnete uygun değildir. Çünkü bu sürpriz yapmak olup yasaklanmış bir davranıştır. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Yemeğe izin verilmeksizin, vaktine de bakmaksızın Peygamber´in odalarına girmeyiniz". (Ahzab/53) Konuyla ilgili bir hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Her kim davet edilmediği bir yemek için yürüdüğünde fasık olarak yürür ve yediği de kendisine haramdır". Ama yanlarına gittiği kimselere sofrada tevafuk edip onlar da yemeğe katılmasını ister ve o da, yemeğe katılmasını samimi olarak istediklerini bilirse bunda bir mahzur yoktur. Bu tür tevafuklar, sürpriz babından sayılmaz. Eğer yemeğe katılmasını samimi olarak istemeyip adet yerini bulsun diye davet ettiklerini hissederse, onlarla yemek yemesi mekruhtur. Kişi aç ise ve yemek vaktini kollamaksızm karnını doyurması için bir kardeşinin evine gitmişse bunda hiç bir sakınca yoktur. Nitekim Allah Resulü (sav), Ebu Bekir-i Sıddık (ra) ve Ömer (ra), karınlarını doyurmaları için Ensar´dan Ebu´l-Heysem b. et-Tıhan (ra) ve Ebu Eyyub el-Ensari´nin (ra) evlerine müteaddit defalar gitmişlerdir. Bu sahabilerin evlerine gidişlerinin tek sebebi, aç kalmış olmaları idi. Kişi, çıkmak üzere evin kapısına yönelen misafirine eşlik etmelidir. Sünnete uygun olan budur. Misafirin, ev sahibinin iznini almaksızın evden ayrılması sünnete uygun değildir. Misafir, konuk olduğu evde üç günden fazla kalmamalıdır. Bu sürenin uzaması halinde ev sahibinin sıkılması sözkonusu olabileceği gibi konuğunu evden çıkartması da mümkündür. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Birini ziyaret edeceğiniz zaman, yanınızda hazır olanı takdim edin. Size bir misafir geldiğinde ise evinizde ne var ne yok ikram edin. Seleften bir zat şunu naklet-miştir: Cabir b. Abdullah´a (ra) misafir olmuştuk. Bize ekmek ve tatlı ikram ettikten sonra şöyle dedi: Eğer sakındırılmış olmasaydık size şirin görünmek için başka şeyler de sunmaya çalışırdık. Rivayete göre Yunus (as), dostları tarafindan ziyaret edilmişti. Onlara arpa kırması ikram ettikten sonra bir de kendi yetiştirdiği sebzelerden pişirdi. Ardından şöyle dedi: Yiyiniz, eğer Allah Teala şirin görünmeye çalışanları lanetlemiş olmasaydı, ikramlarımla size şirin görünmeye çalışırdım. Enes b. Malik (ra) ve diğer sahabiler kendilerine konuk olan dostlarına kuru yemiş, kuru ekmek ve düşük kaliteli hurma takdim eder ve şöyle derlerdi: Şu ikisinden hangisinin daha ağır vebali olduğunu bilemiyoruz: Kendisine sunulanı hakir gören mi? Yoksa evindekini dostuna sunamayacak kadar değersiz bulan mı? Bu anlamda müsned bir hadis de rivayet edilmiştir. Enes (ra) ve diğerleri, misafirlerine ellerinde bulunanı ikram eder ve, Temek için toplanmak güzel ahlaktandır derlerdi. Rivayete göre Allah Resu-lü´nün (sav) ashabı, ancak Kur´an okumak ve zikirde bulunmak toplanır, yemeği de topluca yerlerdi. Yemeğe davet edilen birinin, davet sahibine belli bir yemeği önererek, ´Şunu isterim´ demesi yakışık almaz. Bu, kanaatkârlığa da ters bir yaklaşımdır. Eğer iki yemek arasında seçimi sorulursa, ev sahibinin ulaşması daha yakın ve ona daha hafif geleni tercih etmelidir. Sünnete uygun olan da budur. Rivayete göre "Allah Resulü (sav) iki şey arasında serbest bırakıldığında, kolay olanı seçerdi".[53] A´meş, Ebu Va´il´den şunu nakletmiştir: Bir dostumla Selman´ı (ra) ziyarete gittik. Bize arpa ekmeği ve ceriş tuzu ikram etti. Dostum, ´Şu tuzda kimyon olsaydı ne güzel olurdu´ dedi. Selman (ra) bunun üzerine evden ayrıldı ve temizlik aracını rehin vererek kimyon aldı. Yemeği bitirdiğimizde dostum şöyle dedi: Verdiği rızkı bize yetiren Allah´a hamdolsun! Bunun üzerine Selman (ra) şöyle dedi: Eğer sana verilen rızık yetseydi, temizlik aracım rehincide olmazdı! Eğer kişinin dostu, çok aşina ve yakın ise ona her hangi bir yemek önermesinde bir mahzur yoktur. Nitekim İmam Şafii (ra), konuğu olduğu Za´ferani´ye böyle bir öneride bulunmuştur. Şafii, Bağdat´ta ona misafir olmuştu. Cuma namazı için evden birlikte çıkıyorlardı. Namaza gitmeden önce, Za´ferani neler hazırlaması gerektiğini bir kağıda yazarak hizmetçisine veriyordu. Şafii bir gün hizmetçiyi çağırdı ve elindeki listeye baktıktan sonra, sevdiği bir yemeği ilave etti. Za´ferani eve gelip de yemekleri kontrol ettiğinde kendi yazdırmadığı yemeği görünce şaşırdı ve hizmetçisine sordu. Hizmetçi durumu kendisine bildirince ´Listeyi getir* dedi. Listede Şafii´nin ey yazısını görünce sevindi ve o kadar hoşuna gitti ki, cariye olan hizmetçisine, ´Allah rızası için seni azat ettim´ dedi. İmam Şafii´nin bu hareketinden duyduğu mutluluk, o cariyenin azat edilmesine vesile olmuştu. Bu olay üzerine onun adı, Bağdat´ın batı kısmındaki Babü´ş-şa´îr´deki büyük girişe verilmiş ve o girişin adı Derbü´z-Za´feranî olarak bilinir olmuştur. Kişinin her hangi bir yiyeceği canı çeker ve dostundan onu rica ederse bunda bir sakınca olmaz. ´Canının çektiği bir şeyi ona bildirerek hazırlatmasında da bir mahzur yoktur. Böyle bir ricayı karşılamanın faziletine dair bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim bir dostunun arzusunu tedarik ederse, kendisine mağfiret olunur". "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Mümin kardeşini mutlu eden kimse, Allah Teala´yı da mutlu etmiş olur". Abdullah b. Zübeyr vasıtasıyla Cabir´den (ra) şöyle rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim din kardeşinin canının çektiğini ona verirse Allah Teala ona bir milyon hasene yazar, onun bir milyon günahını siler, onu bin derece yükseltir ve onu üç cennetin meyveleriyle besler: Firdevs cenneti, Adn cenneti ve Huld cenneti". Yemekten sonra dişleri temizlemek güzel bir alışkanlıktır. Ancak bunu, diğer insanların gözü önünde yapmamak gerekir. Elleri, tas içinde yıkamanın bir mahzuru yoktur. Balgamı tas içine boşatmak, edebe uygun değildir. Bu meyanda Sahabe-i Kiram´dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Enes b. Malik (ra) Sabit el-Benani ile birlikte yemek yemişti. Yemekten sonra ellerini yıkaması için Sabit´e su tası uzatıldı. Sabit, bundan imtina etti. Bunun üzerine Enes (ra), ´Bir kardeşin sana ikramda bulunduğu zaman, onu kabul et, sakın geri çevirme! O bu ikramı Allah rızası için yapar!´ dedi. Harun Reşid, Ebu Muaviye ed-Darir´i (ed-Darîr=görme Özürlü) yemeğe davet etmişti. Ebu Muaviye ellerini yıkamak için tasa uzattı. Elini dökülen su ile yıkadıktan sonra Harun Reşid, ´Ey Ebu Muaviye! Suyu kimin döktüğünü biliyor musun?´ dedi. O da, ´Hayır ey müminlerin emin!´ dedi. Harun, ´Müminlerin emiri!´ dedi. Ebu Muaviye buna şöyle karşılık verdi: Böyle davranmakla ilmi ve ilim ehlini yüceltmiş oldunuz! Siz ilmi yüceltip ilim ehline değer verdiğiniz gibi Allah Teala da sizi yüceltsin ve değer versin! El yıkamak için su döken hizmetçinin ayakta durmasını mekruh görürüz. Suyu oturarak dökmesi daha güzeldir. Aynı tasta iki veya üç kişinin aynı anda el yıkayarak suyun bir anda toplanması daha güzeldir. Tevazünün gereği de budur. Kendine başına olan birinin el yıkadığı tasa sümkürmesi ve elini ağzını yıkadıktan sonra ağzını temizlemesinde mahzur yoktur.Halife Ömer b. Abdülaziz (ra) şehir valilerine gönderdiği bir talimatta şöyle demiştir: Sofradan kalkanlar için el yıkamak maksadıyla konulan taslar, iyice dolmadan kaldırılmasın. Sakın yabancılara benzemeyin! îbni Mesud´un da (ra)bu konuda şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ellerinizi hep beraber aynı tasta yıkayın ve yabancıların adetlerini benimsemeyin. Dişlerin arasında kalan yemek artıkları asla yutulmamalıdır. Bu, bir tür hastalıktır ve mekruh görülmüştür. Dişleriyle geveleye-bildiklerini yutmasında mahzur yoktur. Dişler iyice temizlendikten sonra, ağız güzelce çalkalanmalıdır. Ehli Beyt´ten bu konuda bir hadis nakledilmiştir. Yemek bittikten sonra şöyle demelidir: "Elhamdü lillahillezî et´amenâ ve sekânâ ve kefânâ ve âvânâ Seyyidenâ ve Mevlânâ kâfâ min külli şey´in ve lâyekfı minhu şey´ün, et´amte min cû´in ve emmente min havfin, lekel hamdü ve eveyte min yetmin ve hedeyte min dalâletin ve ağneyte min ayletin lekel hamdü hamden kesîren dâimen tayyiben nâfVan mübâreken fihi kemâ Ente ehluhû ve müstehıkkuhû, allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âlihî ve et´ımnâ tayyiben ve´sta´milnâ sâlihan, ic´alhu avnen lenâ alâ tâ´atike ve ne´ûzü bike en nestetne bihl alâ ma´âsîke! Bize yediren, içiren, yeten ve kucaklayan Efendimiz ve Mevla-mız Allah´a hamdolsun! Her şeye yeten ve hiç bir şeyin kendisine yetmediği (Allahım)! Açken doyurdun, korkudan uzak tuttun, hamd Sana´dır! Sahipsizken kucakladın, yoldan çıkmışken yol gösterdin ve kimseye muhtaç etmedin, Sana hamdolsun! Bol, sürekli, güzel, faydalı ve en değerli hamd Sana olsun! Sen ona layık ve onu hakedensin! Allahım! Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat et! Bize temizinden yedir ve güzel amel nasip et! Yediğimizi Sana kulluğumuzda yardımcı kıl! Ondan aldığımız güçle Sana isyan etmekten Sana sığınırız!" Dostlarla birlikte yemek yemede üç fazilet mevcuttur. Cafer b. Muhammed´in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dostlarınızla bir sofraya oturduğunuzda olabildiğince uzun oturun. Çünkü o, dünyadaki ömürlerinizden sayılmayan bir süredir. Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sofrası önünde açık olan kimseye, o kaldırılıncaya kadar melekler salat etmeyi sürdürürler". Hasan el-Basri´nin de (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: Kişi, kendisi, anne babası ve onlar dışındakiler yaptığı bütün harcamalardan dolayı hesaba çekilir. Bunun tek istisnası, din kardeşlerini yemeğe çağırdığında yaptığı harcamadır. Allah Teala, bunun hesabını sormaktan haya eder. Horasan alimlerinden biriyle ilgili olarak şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, dostlarını yemeğe davet ettiği zaman, türlü yemeklerden, kuru meyvelerden ve hububat yemeklerinden onsekiz kilo ağırlığında yemek sunardı. Yemeği bu kadar bol tutmasının sebebi sorulduğu zaman şöyle demiştir: Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu bildirildi: "Dostlar yemeklerini bitirip kalktıkları zaman, o yemekten artanları yiyen kimse hesaba çekilmez". Ben de size böyle bol yemek hazırlıyorum ki arta kalanları -hesaba çekilme endişesi olmaksızın- kendimiz yiyelim. Selef-i Salih´ten bir zatın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kişi, dostlarıyla beraber yediği yemekten dolayı hesaba çekilmez. Bu yüzdendir ki bazıları cemaatle birlikte çok yerken, yalnız yediklerinde az yemeyi tercih ederdi. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kul, şu üç şeyden dolayı hesaba çekilmez: Sahur yemeği,iiftar yemeği ve din kardeşleriyle beraber yediği yemek. Eğer davet sahibinin, artan yemekleri yeme yönünde bir niyeti yoksa, yenilebilecek kadarından fazlasını hazırlamak bize göre mekruhtur. Bu gibi durumlarda yemekten geriye bir şey bırakılmaması daha güzeldir. Yemekten bir kısmının artması hususunda davet sahibi de ailesinin fertleri de müstesna tutulmamıştır. Aksi takdirde, sunulan yemeğin artması yönünde bir niyet olduğu anlaşılabilir. Yapmacıklık ve gösteriş maksadıyla yemeği tamamen yememek de güzel bir davranış değildir. Kendisine yemek ikram edilen kişi böyle bir yaklaşım sezerse, vera´ bakımından yemeği tamamen yemesini müstehap görürüm. Eğer yemek, bir kısmı yenilsin diye sunulursa, yapmacıklık ve gösteriş gündeme gelir ki vera´ sahipleri buna asla tevessül etmezler. Takva ehli de bu tür bir yemeği yemeyeceklerdir. Çünkü ev sahiplerinin ne kadarım yemelerini arzu ettiklerini bilmeleri mümkün değildir. Ibni Mesud´un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yemeğiyle övünen kimselerin davetlerine katılmaktan menedildik. Sahabe´den bir topluluk da, yemeğiyle övünen kimselerin sofrasında yemek yemeyi mekruh saymışlardır. Dostlarına bu niyetle ikramda bulunan kimsenin davranışı da mekruhtur. Çünkü böyle davranmakla hoş görmeyecekleri bir şeyi ikram ederek onları kandırmış olmaktadır. Öte yandan, dostlara ikram edilen yemek, Allah rızası için sunulmuş bir şeydir. Dolayısıyla onda istisnaya gitmek veya bir kısmının geri dönmesini beklemek, dilenciye vermek üzere bir somun veya başka bir şeyi getirmek için eve girip onu getirdiğinde dilencinin gittiğini görmesi üzerine onu tekrar içeri götüren kimsenin davranışına benzer. Bu tür davramş, mekruh görülmüştür. Dilenciye vermek üzere evden çıkartılan bir şey, bir daha o eve girmemelidir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Kişi bu tür bir yiyecek veya eşyayı, başka bir dilenciye vermek üzere ayrı tutmalıdır. Hadis ehlinden bir zat, dostlarıyla yemek yediği zaman, bir somun kala yemekten kalkar ve onu yanında ayrı tutardı. Seyyar b. Hatim de, herhangi bir mecliste sofra kurulduğu zaman bir kaç lokma ve ardından, ´Benim payımı ayırın´ derdi. Yine bir gün, bir cemaatle beraber yemek yiyordu. Tatlı geldiği zaman takkesini çıkardı ve ´Payıma düşeni buna koyun´ dedi. Davetli dostların yemeklerini dağıtmadan önce, hane halkının paylarını ayırmak gerekir. Böylelikle yemeğin artması noktasında herhangi bir düşüncenin doğması engellenmiş olur. Çünkü bu mekruhtur. Belki yemekten hiç bir şey artmayacaktır. Bu da ev halkını sıkıntıya düşürecek, rızıklarını azaltacak ve yemek ikramıyla kazanılacak sevaptan daha ağır bir vebal yüklenilmiş olacaktır. Çünkü böyöle bir durumda ev halkına zarar verme ve onlara eziyet etme sözkonusudur. Böyle bir hataya düşen kimse, asıl vazifesini ihmal etmiş olur. Davet sahibi, ancak yemelerim istediği yemekleri sunmalı ve yenilebilecek kadarıyla yetinmelidir. Bu konuda orta yol, sünnet ile fazileti birleştirmektir. Rivayete göre Allah Resulü´nün (sav) sofrasında yemek arttığı asla vaki olmamıştır. Çünkü onlar, her konuda ihlaslı davranırlardı. Misafirlere, yetecek kadarını ikram eder, iyice acıkmadan yemeğe oturmaz, canları istiyorsa yemeyi bırakarak arttırmaz ve yetinmeyi bilirlerdi. Yemeğin yetecek kadar ikram edilmesiyle ilgili söylediklerimizin arkasında yatan hakikat; sünnet-i nebevi gereği yemek arttırmaktan sakınmaktır. Yemeğin artması maksadıyla bolca ikram edilmesinin ardında da güzel bir niyet olabilir. Buna daha önce işaret etmiştik; dostların yemeğinden artan kısım, yenilmesi halinde hesaba çekilmeyeceği vaadedilmiş bir yemektir. Toplulukla beraber olan biri, yemek servisinin geciktirilmesini istememelidir. Çünkü orada yemeğe acilen ihtiyacı olan biri bulunabilir. Ancak servisin ertelenmesi üzerinde görüş birliği etmişlerse, bu durumda da daha erken verilmesi istenemez. Bir yanda kılınmamış bir namaz, diğer yanda da hazır bir yemek bulunduğu zaman şöyle yapılır: Canlan yemeği istiyor ve namaz vakti de geniş ise yemek öne alınır. Yemeği pek arzu etmiyorlarsa veya namaz vakti iyice darsa, o takdirde namaz öne ahnır. Sofrada uzun süre oyalanma endişeleri olduğu zaman da namazı öne almaları daha doğru olur. Yemeği yerde oturarak yemek müstehaptır. Allah Resulü (sav), kendisine yemek getirildiği zaman onu yere koyar ve diz kırıp oturarak yemeğini yerdi. Bu konuda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Taslanarak yemek yemem! Ben bir köleyim ve kölelerin yediği gibi yer, kölelerin oturduğu gibi otururum".[54] Allah Resulü (sav) yemek için muhtemelen diz kırarak ve sağ ayağını dikip diğerinin üzerine oturmuştur. Günümüze dek Arap-lar´m sofradaki oturma biçimleri böyledir. Yemeği tepside yemek de sünnettir. Kişi, sofrası için güzel azık düzmelidir. Azıkların en güzeli ise takvadır. Bize göre yüksek sofralarda yemek yemek mekruhtur. Çünkü Selef, yemeğin ellerin hizasından yukarıda olması hoş görmezdi. Bu, sonradan çıkmış bir bidat olup tevazuya da uygun değildir. Enes b. Malik (ra) Allah Resulü´yle (sav) ilgili olarak şöyle buyurmuştur: Allah Resulü (sav) yüksek sofrada ve küçük tabaklarda yemek yemedi. ´Peki siz nasıl yerdiniz?´ diye sorulunca da şöyle cevap verdi: Biz tepsi üzerinde yerdik.[55] Denildi ki: Allah Resulü´nün (sav) irtihalinden sonra görülen ilk adetler şu dördüdür: Yemek masaları, elekler, çöven ve sofrada doyma. Çovenle temizlik yapan kimse, işe sağ elini yıkadıktan sonra ağzım yıkamakla başlar, kuru çöveni sol avucuna koyup ağzını yıkadıktan sonra iyice temizler ve ardından sol avucundaki çöveni ıslatarak ellerini yıkar. Avuçlarını tekrar tekrar yıkamaz. Bu, vakar ehlinin tercih ettikleri temizlenme şeklidir. Bir çok çeşit yemeğin bulunduğu bir sofrada, hafif olanla başlamak gerekir. Daha hafif, daha güzel, daha güzel ise yemeye daha uygundur. Örneğin hem tirid, hem de kebap varsa, kebabla başlamak daha doğru olur. Çorbayı da yemekten önce yemek gerekir. Arapların adetleri bu şekildedir. Böyle yaparak açlığı en güzel şekilde bastırmak ve rızkı da layık olduğu şekilde almak mümkündür. Yemeğin bu usule uygun olarak yenmesi, kazanılacak ecri arttırıp yenilen miktarı azaltır. Hafif yemekten sonra ağır bir yemek yenecekse, yenilecek miktar elbette daha az olur. Ehli dünya olarak nitelenen kimseler, yemeğe ağır çeşitlerden başlarlar. Böylelikle daha çok yemek ve şehvetlerini azdırmak maksadını güderler. Onlar, hafif yemeklere pek uzanmazlar. Böylece daha hafif ve daha güzel olandan çok az nasiplenmiş olurlar. Bu ise, ahiret ehli nezdinde müstehap görülmemiştir. Davette birden fazla yemek sunulacak ise, bunların hepsinin bir yerde toplanması gerekir. Davetlilere mümkün olduğunca bilmedikleri yemekler su-nulmamalıdır. Davette tek bir yemek türü bulunuyorsa, sadece o sunulur ve herkes onunla yetinir. Böylesi durumlarda ikinci bir yemeğin beklentisine girmek doğru değildir. Şeyhlerimizden biri, kendi şeyhinden şunu nakletmişti: Şamlı bir dostum, bana bir tür Şam yemeği getirmişti. Kendisine, ´Bu yemek biz Iraklılarda en son sunulacak yemektir´ dedim. ´Evet, bizde de öyledir* dedi. Yanında yiyecek başka bir şeyi bulunmamasından çekindiğimi görünce şöyle dedi: En son Iraklı bir zatın evinde topluca yemekte idik. Çeşit çeşit yemekler sundu. Hepsinden azar azar alıyor, arkasından gelecek olanı bekliyorduk. En sonunda ellerimizi yıkamamız için su tası getiriliverdi ve başka yemek sunulmadı. Bu yemeği onun için şimdi yiyorum. Tasavvuf ehlinden latife yapmayı seven bir şeyh şöyle demişti: Allah Teala bedensiz başlar yaratmaya muktedir olamaz mıydı? Bu söz üzerine o akşam yemek yiyemedik. Bir çokları, sahur yemeğini de kuru ekmekle geçiştirdiler. Davet edilen kimseler, bütün yemeklerden yiyebilmeli ve sofra ancak bundan sonra kaldırılmalıdır. Davet ve yemek adabının gereği budur. Davette sunulan yemekler arasında bazıları, kişinin gözünde bazılarından daha lezzetli olabilir. İşte bu nedenle, yemeklerin tamamı insanlara sunulmadan sofrayı toplamaya girişmemek gerekir. Karnı henüz doymamış biri, beğendiği yemeği sonda bulduğu zaman yeterince yiyemediği için sofradan yarı aç vaziyette kalkabilir. Bir dostumuz, sufîlerden es-Setturi´nin başından geçen şöyle bir hadise anlatmıştı. es-Setturi, ehli dünyadan birilerinin sofrasına misafir olmuştu. O, biraz cimri bir mizaca sahipti. Sofraya kızarmış bir deve konuldu. Davetliler etleri parçaladıkça, es-Setturi´nin yüreği daralıyordu. Dayanamayıp, ´Hey hizmetçi, şunu içeri götürün, biraz da çoluk çocuk yesin´ dedi. Onun bu isteği üzerine deve içeri taşındı. Süfyan-ı Sevri (ra) devenin arkasından gitmek üzere ayağa kalktı. Ev sahibi, ´Nereye ey Ebu Abdullah?´ deyince, ´Çocuklarla beraber yemeye´ dedi. Bunun üzerine ev sahibi utandı ve misafirlerin doyuncaya kadar yemeleri için devenin getirilmesini emretti. Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: Her kim birini yemeğe davet eder ve onun davete icabet etmemesini temenni ederse, o kimse de davete icabet etmezse davet sahibine bir günah yazılır. Eğer icabet ederse iki günah yazılır. İlk durumda günah yazılmasının sebebi şudur: Bu tür bir davette bulunan kimse, kalbinde bulunmayanı diliyle söyleyen biridir. Yapmacık bir davranış sergilemekte ve samimi olarak yapmak istemediği bir fiil için övülmek istemektedir. Bu yüzden de kendisine bir günah yazılmaktadır. iki günah yazılmasının sebebi ise şudur: Burada davet edilen kimsenin, davete icabet etmesi, onun için ikinci günahı teşkil etmektedir. O, sözkonusu din kardeşini aslında istienmeyen bir şeyi yapmaya zorlamıştır. İçyüzünü bilmesi halinde raddedeceği bir işi yapmasına ön ayak olmuştur. Zahirde sergilediği tavırla ona karşı dürüst davranmamıştır. Çünkü o kardeşi kendisinin davete davete gelmesini arzu etmediğini bilse, oraya gidip onun yemeğini yemeyecektir. Bu, davet sahibinin insanlar görsün-duysun diye yaptığı türden samimiyetsiz bir davettir. Bu da onun için ikinci bir günah olarak yazılacaktır. Eskiler, yemek yerken yanlarına gelen biri olduğunda, yemeğini paylaşmasını istemedikleri bir kişi olduğunda onu sofraya davet etmezlerdi. Aksi takdirde gösterişte bulunmaktan ve o kimseleri hoşlanmayacakları bir şeye zorlamış olmaktan çekinirlerdi. Bir topluluk Semir Ebu Asım´a misafir olmuştu. Semir, zahid biriydi. Onlar geldiğinde yemek yiyordu. Misafirlerine şöyle dedi: Borçlanarak almamış olsaydım sizi de buyur ederdim. Seleften bir zat, yapmacıkhk ve üzerine vazife olmayanı yapmaya girişmeyi (=te-kellüf) açıklarken şöyle demiştir: Kendi yemediğiniz bir şeyi dostunuza yedirmeniz tekellüftür. Kalite bakımından ve fiyat bakımından kendi başınıza iken yemediğiniz veya yiyemediğiniz şeyi, misafirinize de ikram etmeyin. Aksi takdirde tekellüfe düşmüş olursunuz. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: İnsanlarla dargın durulmasının sebebi, genellikle yapmacık ve zorlama davranışlardır. Her hangi biri dostu tarafından davet edildiği zaman, ona şirin görünmek için kendini zolayacak bir takım hazırlıklarda bulunan kimse, elbette onun tekrar gelmesini istemez. Selef-i Salih´ten bir zat, gelen misafire evde hazır ne varsa onun ikram edilmesini tavsiye etmiş ve bunun dostluğun devamlılığı ve ev sahibinin hoşnutluğu bakımından daha faydalı olacağım bildirmiştir. Seleften bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Evime dostlarımdan hangisi gelirse gelsin umursamam. Çünkü onlar için kendimi zora sokmanı. Evde hazır ne varsa ikram ederim. Hazır olmayan şeyleri sunabilmek için kendimi zorlasaydım o zaman dostlarımdan bıkar, tekrar gelmelerini pek istemezdim. Şeyhlerden biri şunu anlatmıştır: Dostlarım içinde birine kendimi çok yakın hisseder ve ziyaretine sık giderdim. Ama o, her defasında kendini zora sokacak hazırlıklar yaparak bana şirin görünmeye çalışırdı. Bir gün kendisine şöyle dedim: Şimdi sana soracağıma açık cevap ver! Evde kendi başınıza iken de bana sunduğunuz türden yemekler yiyor musunuz? ´Hayır!´ dedi. Bunun üzerine şöyle dedim: Kendi başımıza iken biz de size sunduğumuz yemekleri yiyemiyoruz. Peki neden sizde ve bizde buluştuğumuz zaman aynı şekilde davranmayıp kendimizi zora koşuyoruz? Bundan sonra ya birbirimizi ziyareti keseceğiz, ya da kendi başımıza ne yiyorsak misafirlikte de onu yiyeceğiz! Dostum bu tavsiyemi benimsedi ve kendisini ziyarete gittiğimde, evlerinde olanı ikram etmeye başladı. Belki de bu sebeple, dostluğumuz çok uzun süreli oldu. Yemeğe davet edilen kimsenin maiyetinde bir veya birden fazla insan varsa, yanındaki kimseyi veya kimseleri belirtmelidir. Bu, sünnetin ve edebin gereğidir. Eğer tek başına veya adlarıyla belli kimselerle birlikte davet edilmiş, bir kişi de arkalarına takılmışsa, o kimseyi davet sahibine bildirmelidir. Davet sahibi izin verirse oraya girmesinde bir mahzur olmaz. Aksi takdirde girmemelidir. Sünnetin gereği de budur. Bir topluluk adına bir kimse davet edilmiş ve onlarla ilgili hususlar ona havale edilmişse, davete katılmadan önce ev sahibine katılacak sayıyı bildirmelidir. Böylelikle gerekli hazırlığın yapılmasına imkan tanınmış olur. Genel bir davet olmaksızın birini çağıran kimse, davete kimlerin katılacağını ona bildirmelidir. Çünkü o davette karşılaşmak veya görüşmek istemediği bir kişi bulunabilir. Her hangi bir bilgi verilmediği zaman, kişi tek başına davet edilmiş olduğunu da sanabilir. Çünkü yemek bir yakınlık ve ilişkidir. Herkes önüne gelenle yakınlaşmak ve ilişki kurmak istemez. Özellikle de toplumun önde gelenleri için bu geçerlidir. Birinin meclisinde yemek yerken bir dilencinin yemek isteğine muhatap olan kimse, davet sahibinin izni olmaksızın hiç bir şey veremez. Aksine davet sahibinden müsaade isteyerek esas verenin o olmasını temin eder. Eğer davet sahibinin izni olmaksızın vermiş-se, sevabı davet sahibinin, vebali de onun olur. Konuyla ilgili olarak Ebu´d-Derda´dan (ra) şu hadise rivayet edilmiştir: Kendi sofrasında yemek yiyen biri, izni olmaksızın bir dilenciye yemek verdiğinde ona şöyle demiştir: Bu hareketinle beni zengin ettin! Yaptığın işin sevabı benim, vebali senin oldu! Benzer biçimde, her hangi bir yere davet edilen kimse davet sahibinin iznini almaksızın üçüncü bir şahsı çağırmamalıdır. Yakan dostlarını davet eden biri, eve tanımadığı biri geldiği zaman yemek için onlarla beraber oturmayabildiği gibi o kimsenin ayrılmasını veya tek başına yemesini de isteyebilir. Şeyhlerimizden biri Haleften bir zatla ilgili olarak şöyle bir hadise nakletmişti: O, sufi dostlarından bazılarını yemeğe davet etmişti. Avamdan biri de davetliler arasında eve girdi ve onlarla beraber yemeğe oturdu. Davet sahibi, onun elini tuttu ve sofradan uzaklaştırdıktan sonra şöyle dedi: Bu, yakın dostlarımız için hazırladığımız bir sofradır. Yanlarına başka birinin girmesi yakışık almaz. Ardından o şahıs için ayrı bir yemek hazırlattı ve onu ayrı bir odada oturttu. Hareketindeki kabalığı da bu şekilde telafi etmiş oldu. Yemek yerken içeri her hangi biri geldiğinde sofrayı kaldırmak sünnete uygun değildir. Vakar sahiplerine de bu tür davranış yakışmaz. Çünkü gelen şahsın yemeğe ihtiyacı, yiyen kimseden çok daha hayati olabilir ve Allah Teala tarafından sınanmak için gönderilmiş de olabilir. Bir din kardeşinizi yemeğe davet ederken bir veya iki kez söylemeniz gerekir. Bunun ötesinde ısrar etmek uygun değildir. Bu şekilde ısrarla çağırmanız mekruh görülmüştür. Nitekim bu anlamda şöyle denmiştir: Din kardeşinize sıkıntı verecek bir ikramda bulunmayın! Üç kezden fazla davet etmeyin! Israrın sınırı, üç ve daha fazla defa çağırmaktır. Bu, kesinlikle edep ve terbiyeye uygun bir davranış değildir. Rivayete göre, Allah Resulü (sav) de her hangi bir konuda üç kez çağrılıp cevap vermediğinde bir daha çağnlmazdı. Hasan b. Ali (ra) şöyle demiştir: Yemek, üzerine yemin edilmeyecek kadar önemsizdir. Bir keresinde şöyle dediği rivayet edilmiştir: Üzerinde iddiada bulunulmayacak kadar önemsizdir! Bu söz, müminin mümin üzerindeki hakkının büyüklüğüne işaret eden veciz bir sözdür. Konu Başlığı: Ynt: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:30:12 Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: Bir kardeşiniz size geldiğinde, ´Yer misin?´ veya ´Bir şeyler hazırlayayım mı?´ demeyin! Evinizde olanı ona ikram edin! Yerse ne âlâ, aksi takdirde kaldırın! Hasan el-Basri (ra) ve Abdullah b. Mübarek (ra) öğle veya akşam yemeklerini yiyecekleri zaman dış kapılarını açar ve o esnada biri gelirse, yemeği onunla birlikte yerlerdi. Kimisi de evin hol kısmında oturur ve kapıyı açık bırakırdı. Yoldan geçen herkesi yemeğe buyur ederdi. Yemek daveti hususunda Selef-i Salih´in izledikleri yol bu îdi; yemek yiyecekleri zaman kapılarını ardına kadar açar, zengin fakir demeden yoldan geçen herkesi sofraya davet ederlerdi.
Tabiun´dan bir zat şöyle demiştir: En hayırlılarınız, yemeklerini avluda yiyen, tabaklan en geniş ve kaymakları en tatlı olanlardır! En şerlileriniz ise, yemeği kapalı yerde yiyen ve tabakları küçük olanlardır! Her kim birini yemeğe davet ederse ve en iyisinin onunla beraber yemek yememek olduğunu bildiği halde onunla yemeğini paylaştığında mekruh işlemiş olur. Kişi, davet edenin sözünün altındaki hakiki etkeni bildiğinde, onun yemeğini yememelidir. Eğer hakiki anlamda bilmiyorsa, sözün zahirinden haraket ederek yemeğini yiyebilir. Bu noktada su-i zanda bulunmaya mahal vermemelidir. Bir yolculukta adamın biri Ahnef b. Kays´ı yemeğini paylaşmaya çağırmıştı. Ahnef, ´Belki sen de arızlardansın´ dedi. Adam, ´Onlar da kimdir?´ diye sorunca Ahnef şu cevabı verdi: Gönülden yapmamalarına rağmen halk tarafından övülmek isteyenler!- Bu söz üzerine adam sükut etti. Ahnef de onun davetine icabet etmedi. Süfyan-ı Sevri (ra) bir adamla yürüyordu. Adamın evinin kapısına geldiklerinde, ´Buyrun bir şeyler yiyelim! dedi. Süfyan, ´Soracağım şeye lütfen doğru cevap ver! Kalbine hangisi daha sevimli geliyor? Kalmam mı, yoksa gitmem mi?!´ dedi. Adam sükut etti. Süfyan da eve girmeyerek oradan ayrıldı. Kişi, çok yakın dost olduğu ve yemeğini yemesinden hoşlanacağını yakinen bildiği kimsenin yemeğini onun izni olmaksızın yiyebilir. Aralarındaki derin sevgi, iznin yerini alır. Muhammed b. Vasi´ ve arkadaşları, Hasan el-Basri´nin (ra) evine girer ve bulduklarını yerlerdi. Onlar yemek yerken Hasan (ra) gelirse çok sevinir ve şöyle derdi: Biz de böyle yapardık! Rivayete göre Hasan el-Basri de (ra) semtindeki bakkaldan dilediği gibi yer, bir sepetten incir, bir diğerinden fıstık alır yerdi. Ha-şim el-Evkas kendisine, ´Ey Ebu İshak, adamın malını izinsiz yiyorsun? Olur mu?´ dediğinde şu cevabı vermiştir: Bre gafil, Allah Teala´nın şu ayetini hiç okumadın mı? "Sizin de eşlerinize yahut çocuklarınıza ait evlerinizden, babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeşlerini-zin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları size bırakılmış sahip çıkmanız istenen yerlerden ve dostlarınızın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61) Hasan el-Basri (ra) ayetteki ´dost´ kelimesini şöyle tarif etmiştir: ´Dost´, nefsin huzur bulup kalbin itmi´nan bulduğu kimsedir. Böyle birinin yemek için izin istemesine gerek yoktur. Süfyan-ı Sevri´nin evine bir grup gelmişti. Onu evde bulamadılar. Bunun üzerine kapıyı açarak içeri girdiler ve tepsiyi indirdiler. Ardından yemek hazırlayıp yemeye başladılar. O esnada Süfyan eve geldi. Onları bu halde görünce şöyle dedi: Sağolun, bana Selefin ahlakını hatırlattınız! Onlar da böyle yaparlardı. Birkaç kişi, Tabiun´dan bir zatı ziyaret etmişti. Evinde yiyecek bir şey yoktu. Bunun üzerine çok samimi bir komşusunun evine gitti. Komşusu evde yoktu. Eve girdi ve pişmiş yemek bulunan bir tencere ve taze ekmek gördü. Bunları alarak evine götürdü. Yemeği ve ekmeği misafirlerine ikram etti. Bir süre sonra komşusu eve dönüp yemek dolu tencereyi ve ekmekleri göremeyince ev halkına sordu. Onlar da, olup biteni anlattılar. O da, ´İyi etmiş!´ dedi. Karşılaştıklarında da şöyle dedi: Can dostum! Eğer misafirlerin tekrar gelirlerse, yine aynısını yapabilirsin! Allah Resulü (sav) de, Berire´ye (ra) tasadduk ettiği etten onun izni olmaksızın yemiştir. Ama O, Berire´nin (ra) bunu bilmesi halinde çok sevineceğini iyi bilmekte idi. O, Berire´nin (ra) pişirdiği eti yedikten sonra şöyle buyurmuştur: "Sadaka yerine ulaştı; onun için sadaka, bizim için de hediye oldu" [56] Yine O, başka bir vesilede şöyle buyurmuştur: "Adamın adama elçisi onun iznidir". Yani, onun elçisini görmek, girmek için izin verildiğini gösterdiği için tekrar izin istemek gereği kalmaz. Allah Resulü´nün (sav) fiilleri üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkan hakikatlardan biri de şudur: Bir adamın, onunla beraber yemek yemenizden hoşlanmadığını hissettiğiniz zaman onunla yemek yemeyin. Sözle müsaade etmiş olsa dahi, yememeniz daha uygundur. Konuyla ilgili bir diğer misal de şu hadisedir: Seleften bir zat, birilerini yemeğe davet etmişti. Ama elçi, davetlilerden birini bulamamış ve geç bir zamanda haber vermişti. Vakit iyice ilerlemiş olduğu için davetliler evden ayrılmışlardı. Sonradan haberi olan kişi eve yine de gitti. Kapıyı çaldı. Davet veren kişi kapıya çıkarak, ´Bir arzunuz mu var?´ diye sordu. O da, ´Beni yemeğe davet etmişsin, geç öğrendim, şimdi gelebildim´ dedi. Ev sahibi, ´Ama davetlilerin hepsi ayrıldılar* deyince geç kalan, ´Onların yediklerinden artan bir şey yokmu?´ diye sordu. Adam da, ´Hayır* dedi. Teki kırıntı da mı yok?´ deyince, ev sahibi ´Hiç bir şey kalmadı!´ dedi. Geç kalan, ´Öyleyse tencere diplerini alayım´ dedi. Ev sahibi, ´Hepsini yıkadık´ deyince, Allah´a hamd ederek oradan ayrıldı. Davete geç kalan bu zata, niçin bu kadar ısrar ettiği sorulduğunda şöyle demiştir: O kimse, bir ihsanda bulunmuş ve davetini belli bir niyetle yapmıştır. Sözkonusu zatın yukarıda gösterdiği zillet ve alçalma hali, nefsinin izzet ve kibir derecelerinden iyice sıyrıldığım göstermektedir. O, bu hali ile Ebul-Kasım el-Cüneyd´in hocası İbnul-Küdeyni´ye benzemektedir. Bir gün delikanlının biri ona, babasının davetini ulaştırmıştı. Çocuğun babası, bîr davette onu dört kez dışarı atmış, ama o her defasında yine gelmişti. Bunlar, tevhid ile itmi´nan bulmuş ve Mevla´dan gelen imtihan ve belaları sebepleriyle müşahede edebilen nefslerdir. Tevazu ile yoğrulmuş ve zillet ile ezilmiş bu kimselerin nefsleri, ferdlere mahsus yalnız bir yolun yolcusu, enderlere mahsus mücerred bir halin ehlidir. Kibirli kimseler ise davetlere icabet etmezler. Bazılarına göre bu, izzet-i nefsle bağdaşmayan hareketlerdendir. Onlardan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben hiç bir davete icabet etmem! ´Niçin?´ diye sorulduğunda ise şu cevabı vermiştir: Yufka ekmeği beklemek züldür! Kibir ehlinden bir diğerinin ise şöyle dediği nakledilmiştir: Ellerim başka birine ait tabağa uzandığında boynum da onun önünde eğilmiş olur! Kibir ehli içinde, hakir gördüğü yoksulların davetlerine katılmayıp gözünde büyüttüğü zenginlerin davetlerine katılmaktan şeref duyan kimseler de vardır. Ehli dünya içinde bazıları da, ancak kendi seviyelerinde olan kimselerin davetlerine icabet eder ve daha aşağıda gördüğü kimselerin davetlerine katılmazlardı. Bütünbunlar, Allah Resulü´nün (sav) sünnetine aykırı yaklaşımlardır. O, kara bir kölenin davetine icabet ettiği gibi, yoksul birinin yemeğine de katılırdı. Allah Resulü´nün (sav) konuyla ilgili hadislerinden biri şöyledir: Ne kötü yemektir o! Yoksulları dışlayıp zenginlere verilen ziyafet yemeği![57] Yine O, davete icabet konusunda şöyle buyurmuştur: "Her kim davete icabet etmezse, Allah Teala´ya isyan etmiş gibi olur".[58] Hüseyin b. Ali (ra) yol kenarında insanlardan dilenen bir yoksullar grubunun yanından geçiyordu. O esnada, kumun üzerine yaydıkları bir takı ekmek parçalarını yiyorlardı. Hüseyin (ra) bineği üzerinde yanlarından geçerken, onlara selam verdi. Onlar da selamına mukabele ettiler ve ´Haydi Allah Resulü´nün kızının oğlu! Bizimle bir şeyler ye!´ dediler. O da, ´Peki! Muhakkak Allah kibirle-nenleri sevmez!´ dedikten sonra bineğinden indi ve onlarla beraber yere oturdu. Yemeklerini paylaştıktan sonra veda ederek bineğine bindi ve yoluna devam etti. Bu hadisenin başka bir rivayetinde şöyle bir fazlalık vardır: Hüseyin (ra) onlara, ´Ben size icabet ettim, siz de bana icabet edin´ demiş, onlar da ´Peki´ demişlerdi. Bunun üzerine onları günün belli bir vaktinde yemeğe davet etti. Hüseyin´in (ra) evine gittiklerinde onun tarafından sıcak bir şekilde karşılanıp sofraya oturtuldular. Ardından da Hüseyin (ra), ´Ey Vâzât! Bugüne dek biriktirdiği nimetleri getir ve sofrayı donat dedi. Cariye de, evdeki en kıymetli yiyecekleri getirerek çok güzel bir sofra hazırladı. Sofra iyice bezen-dikten sonra Hüseyin (ra) de yoksul misafirleriyle beraber yemeğe başladı. Ibnü´l-Mübarek (ra) dostlarına evinde bulunan hurmaların en kıymetli olanlarını ikram eder ve şöyle derdi: Kim daha fazla yerse, ona çekirdek başına bir dirhem vereceğim! Sonra da fazla yiyenlerin çekirdeklerini sayarak, bir o kadar dirhem verirdi. Öğüt ehlinden bir zat şöyle demiştir: Yemek davetlerine katılmamın tek sebebi, bana cennet sofralarını hatırlatmasıdır. Çünkü oraki sofralar da, sıkıntı ve tasaya gerek kalmaksızın önünüze konulacaktır. İşte bu nedenledir ki dostların toplu yemekleri hakkında şöyle denilmiştir: Yakınlık ve birbirlerine yeterlik buîunan dostların biraraya geldikleri sofra, dünyadan sayılmaz! Sufllerden bir zat şöyle derdi: Ancak şu kimsenin davetine icabet edin ki o, siz yemek yerken sadece kendi rızkınızı yediğimizi ve sunduğu yemeğin kendisine tarafınızdan bırakılmış bir emanet olduğunu düşünür, emaneti kabul ettiğiniz için de kendisine iyilik ettiğinize inanır! İşte bu, davet sahipleri"arasında arif olanların ulaştıkları bir mertebedir. Davet edilenler arasında arif olanların derecesi ise esas davet edenin; el-Evvel, El-Mücîb, el-Ahir, el-Mu´tî, el-Bâtua, er-Râzık, ez-Zâhir olan Allah Teala olduğunu bilir. Sufilerden bazıları, dostlarını bu anlama gelecek şekilde imtihan etmişlerdir. Bu çerçevede şöyle bir hadise anlatılmıştır: Adamın biri, sufi imamlarından birini, arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmişti. Müridler sofradaki yerlerini alıp yemeği beklemeye başladıkları zaman, şeyhleri çıkarak şöyle dedi: Bu davetin sahibi olan adam, sizi davet ettiğini ve yemeğini yiyeceğinizi sanan biridir. Bu yaptığında ona şahit olamayan kimseye burada yiyeceği yemek haramchrr Bunun üzerine bütün müridler ayağa kalktılar ve evi terkederek o kimsenin yemeğini yemeyi helal görmediler. Çünkü o kimseyi yaptığı bakımından reşid olmayan bir çocuk hükmünde değerlendirdiler. Şeyhin sofraya oturmasının sebebi, onunla ilgili bu şahitliğin, kalbinde henüz sübut bulmamış olmasıydı. Onun bakışı, söz ve anlamı tam olarak idrak edemediği için bu gecikme olmuştu. Bir din kardeşiniz sizi yemeğe davet ettiğinde, bu davete katılmanın onu çok mutlu edeceğini biliyorsanız, nafile orucunuzu açmanızda bir mahzur yoktur. Bu bilginin kesinliğinden emin değilseniz, yani size sadece ´Seninle yemek yemekten mutlu ederim´ demişse, buna inanmanız ve hüsnü zan sahibi olarak buna hareket etmeniz gerekir. Eğer bu konuda kesin bir bilginiz yok ve o da, bunu telaffuz etmemişse, nafile orucu bozmanız bize göre mekruh olur. Çünkü oruç, niyete dayalı bi ibadettir. O tür şaibeli bir davette ise önceden niyet mevcut değildir. Böyle bir durumda oruç daha faziletli olmaktadır. Kardeşinizin sofrasındaki yemek tirid bile olsa, oruçla ilgili niyet, salih bir niyettir ve kolay kolay bozulmamahdır. Surîlerden biri, oruçlu olmadığı günlerde yemek yiyeceği zaman, cemaatla birlikte yemeyi tercih eder ve hem yediğini, hem de orucunu denklerdi. Ibni Abbas´ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hasenatın en faziletli olanlarından biri de, aynı meclisi paylaşanların birbirlerini zorlamalarıdır. Her hangi bir topluluğa belli bir yemeği yedirmek istemeyen kişi, bu yemeği onlara açmamalı ve anlatmamahdır Kendisi o yemekten yemiş olsun veya olmasın böyle davranmalıdır. Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: Kendiniz yiyip ailene yedirmek istemediğiniz bir yemeği, onlara anlatmayın ve yanınızda bulundurmayın. Ameller niyetlere göredir. Buna göre, her hangi bir davete icabet eden müslümanın yedi tür niyeti olur. Herkes için niyet ettiği geçerlidir. Davete icabet etmek de bir tür ameldir. Davete icabetiy-le dünyevi bir çıkar elde etmeye niyet eden kimse için niyet ettiği dünyalık sözkonusudur. Davete icabet ile, ilahi rızayı esas alan uh-revi yarara niyet eden kimse için de ahiretlik sözkonusudur. Görüldüğü gibi davete icabet de, niyete göre değerlendirilen bir ameldir. Davete icabet eden kimsenin kalbinden geçirdiği bir niyeti yoksa veya her hangi bir illet sebebiyle fesada uğramışsa Allah Teala kendisine salih bir niyet nasip edinceye kadar beklemelidir. Her halükârda amellerin en faziletlilerinden biri sayılan davete icabet, niyetlerin en güzelini gerektirir. Ondan elde edilecek hasenat da bu niyete göre artacak veya eksilecektir. Niyet, arzu ve hevadan arınmış olduğu zaman, kul da davette muhtemel günahlardan korunacaktır. Aksi takdirde oyun ve eğlenceden ibaret olacak, dünya kapılarından birini açmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Nefsin arzularını tatmini ve mide boşluğunun doldurulmasından öte gitmeyecektir. Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Kimin hicreti dünyaya ise ona ulaşır. Herkesin hicreti, hicret ettiği şeyedir". Davete icabette bozuk bir niyete sahip olan kimse, bundan dolayı vebal yüklenir. Niyeti bulunmayan kimse de, olabilecek sevaptan mahrum kalacaktır. 1. İcabetle ilgili niyetlerin ilki Allah Teala´ya ve Resulü´ne (sav) itaattir. Bu niyetin dayanağı, Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğudur: "Davete icabet etmeyen kimse, Allah´a ve Resulü´ne isyan etmiştir".[59] 2. İkinci niyet, Allah Resulü´nün (sav) sünnetini ikame etmektir. Bunu da şu hadis-i şerifte görmekteyiz: "Kurâ´a bile davet edil-sem icabet ederdim".[60] ´Kura´, Medine´nin birkaç mil ötesinde bir beldedir. Allah Resulü (sav) bir defasında Ramazan orucunu orada açmış ve namazı seferi hükümlerine göre kılmıştır. Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Zirâ´a (=bir arşın) bile davet edilsem icabet ederdim". Görüldüğü üzere bu hadiste, en yakındaki davete dahi icabet etmenin gereği vurgulanmaktadır. İlk hadis ise, uzaktan gelen davete icabetin gerekliliğini teyid eder mahiyettedir. Tevrat´ta veya diğer semavi kitaplardan birinde şöyle denildiği bildirilmiştir: Bir mil git; hasta ziyaret et! İki mil git; cenaze teşyi et! Üç mil git; davete icabet et! Dört mil git; bir din kardeşini ziyaret et! Bu ifadede, davete icabetin hasta ziyaretinden ve cenaze teş-yiinden daha uzak bir mesafeye konması, onun bu ikisinden daha faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü davete icabette, yaşayan birinin hukukuna riayet ve bir davet sahibine cevap vermek sözkonusudur. 3. Üçüncü niyet, Din kardeşine değer vermektir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Mümin kardeşine değer veren, Allah Teala´ya değer vermiş gibi olur". Hasan (ra) ve Ata´dan (ra) rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kime di-lenmeksizin bir şey gelir ve onu reddederse, Allah Teala´nın verdiğini reddetmiş olur".[61] Daveti reddetmek, bağışı geri çevirmekle aynı hükümdedir. Allah Teala´dan nakledilen kudsi bir hadis de bu esasa dayanılarak açıklanmaktadır. Sözkonusu hadiste Allah Teala Kıyamet günü kuluna şöyle buyurmaktadır: "Aç kaldım Beni doyurmadın! Kul, ´Sen alemlerin Rabbi iken Seni nasıl doyurabilirim?´Allah Teala da şöyle buyurur: Müslüman kardeşin aç kaldığında karnını doyurmadın. Onu doyurmuş olsaydın, Beni doyurmuş olurdun!" Bu hadisin zahiri/görünen anlamında müslümanm ne derece büyük bir saygınlığa layık olduğu vurgulanmakta ve Allah Teala onu Kendi yerine koymaktadır. Batıni/görünmeyen anlamında ise davete icabet eden kimseye, onu doyurma noktasında Allah Te-ala´nm manevi yardımı ima edilmektedir. Davete icabet etmeyen kimseler için bu tür yardım da sözkonusu olmamaktadır. Böylelikle o, kendini dahi doyuramayan biri olmaktadır. Davete icabet etmeyen müslümanların hali budur. İyi düşünün! 4.Dördüncü niyet, mümin kardeşi sevindirmek, davete katılmak suretiyle mutlu etmektir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Re-sulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir mümini mutlu ederse, Allah Teala´yı mutlu etmiş gibi olur". 5.Beşinci niyet, davete icabet etmeme halinde yaşayacağı kalbî tasayı ve nefsî kaygıyı gidermektir. Davete katılmayan kişi, hakkında ileri geri konuşulacağı, türlü zanlar yürütüleceği gibi evham ve kaygılara kapılabilir. Hakkındaki iyi veya kötü her türlü zannı gidermek, kalp ve kafasındaki tasaları gidermek için davete icabet etmeli ve kendini bu tür gizli sıkıntılardan korumalıdır. 6.Altıncı niyet, davetine icabet etmek suretiyle kardeşini ziyarette bulunmak. Kişi, davete icabet etmek suretiyle dostunu ziyaret etmeye de niyetlenebilir. Böylelikle nafile bir amelde daha bulunmuş olur. Allah rızası için ziyaretleşmenin fazileti, O´nun dostluğunun (=Velâyetullâh) bununla kazanılması ve Allah için sevi-şenlerin en önemli alametlerinin karşılıklı ziyaretleşme oluşu hususunda birçok bilgi mevcuttur. Ziyaretin bu türüyle ilgili olarak iki şart koşulmuştur: 1. Karşılıklı olarak Allah için harcamak; 2. Ziyaretleşmeyi Allah rızası için yapmak. Yemek türü davetlerde bu iki şarttan ilki olan harcama tahakkuk etmektedir. Davete katılan da Allah için ziyarette bulunma şartını tamamlamaktadır. 7.Yedinci niyet, şu hadiste beyan edildiği üzere gerçekleşir: "Davete icabet tevazudandır". Kibir ehlinin, davetlere icabet etmeyişlerini sebepleriyle açıklamıştık. Bunlar, amelinde muvaffak kılman kullar için davete icabette sahip olmaları gereken yedi kalbî ameldir. Davete icabetinde varolan sevap vaadinden ziyadesi ile faydalanmak isteyenler bu yedi niyetle amel etmelidirler. Aşırı derecede ihtiyaç sahibi olan bir fakir, evinde yemek yiyebilmek için dostlarından birinin evine davet edilmeksizin gidebilir. Bu, iki şarta bağlıdır: 1.Yiyecek namına hiç bir şeyinin bulunmaması; 2. Yiyeceği o yemekle dostunun sevap kazanmasına niyet etmek. Dostunun yemeğini yemeye giden kimse, bu hareketiyle ona sevap kazandırmış olur. Bu, iyilik ve takva üzere yardımlaşma ifade eden bir davranıştır. Ayrıca, yoksula yedirmeye teşvik babında değerlendirilmesi de mümkündür. Bu şekilde bir dostunun yemeğini yemeye giden şahıs, diğer fakirlerden farksızdır. Çünkü dostu, onun gerçek halini bilmemektedir. Bilmesi halinde, ona yemek ikram etmenin kendisini çok mutlu edeceği aşikârdır. Yemeğe giden kişi, dostunu mutlu etmesinden dolayı da Rabbi katında sevap kazanmaya adaydır. Selef-i Salih´ten bir topluluk böyle davranmışlardır. Bu çerçevede Seleften çeşitli bilgiler nakledilmiştir. Bunlardan birinde, Avn b. Abdullah´ın üçyüz altmış dostu olduğu ve her gün onlardan birine misafir olduğu bildirilmektedir. Bir diğerinin ise otuz dostunun olduğu, her günü ayrı bir dostunda geçirdiği bildirilmiştir. Selef, bu ulvi ahlaka çok değer verir bunu, kazanç peşinde koşmaktan daha önemli görürdü. Onların kazançları, kardeşlerinin kazançları idi. Bu tarz yaşayanlar, kazanç ve birikim ardında koşmazlardı. Dostlarının onlarla ilgili salih bir niyeti olur ve onlar da kendilerinden bunu rica ederlerdi. Görecekleri yardım ve barınmayı da onlara taksim ederlerdi. Selef için, amellerin en faziletlisi buydu. İhtiyaç sahipleri, dostlarının davetlerine icabet etmek ve evlerinde kalmak suretiyle onlara değer verirlerdi. Said b. Ebi Arube, evine gelen dostlarına yemek ikram etmez, her şeyi açığa koyar, hiç bir yeri kapalı tutmayarak dilediklerini diledikleri gibi almalarını sağlamaya çalışırdı. Mutfağında et varsa et, tatlı varsa tatlı, her şey açıkta dururdu. Eşya ve giyeceklerle ilgili olarak da böyle yapardı. Evindeki her şey, açıkta ve görülüp alınabilecek şekilde dururdu. Said´in evine giden bir dostu, etten bir parça keser, kızartıp yer veya bulduğu başka bir katıkla ekmek yerdi. İsteyen, açıkta duran elbiselerden dilediğini alır ve giyip giderdi. Bunlar Said´in evinde serbestti. Dileyen dilediğini yer veya giyerdi. Dostunun evinde süreklilik üzere kalanlar da vardı. Bunlar, dostlarının gösterdiği bir odada yaşarlardı. Evi kendi evleri gibi görür, vakitlerinin çoğunu evde geçirirlerdi. Ulemadan bir zat şöyle demiştir. İki yemek vardır ki müslüman bunlardan dolayı hesaba çekilmez: Sahur yemeği ve değer verdiği dostlarının evinde yediği yemek. Bir topluluğun yanında yemek yiyen kimse şöyle demelidir: Yemeğiniz oruçlular için iftar olsun, hayır sahiplerine nasip olsun ve melekler de sizlere sal at etsin! Başka bir rivayette ise şöyle denmesi tavsiye edilmiştir: Öyle bir kavmin salatı üzerinize olsun ki onlar günahkâr değil hayırseverdirler, azgın değildirler, geceyi namazla gündüzü oruçla geçirirler! Sahabe-i Kiram yemeklerini yedikleri kimselere böyle derlerdi. [62] Konu Başlığı: Ynt: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:45:15 Yemekten Sonra El Yıkamak
Çoğu kimse, yemekten sonra el yıkamayı edebine uygun olarak yapamaz. Yemek yemenin sünnetleri iyi bilinmediği gibi, el yıkama adabı da pek iyi bilinmez. Ellerini çövenle yıkayan kimse, yemek yerken kullandığı üç parmağını yıkayarak başlar. Ardından kuru çöveni sol avucuna koyarak dudaklarının üzerinden gezdirmelidir. Ağzını parmaklarıyla güzelce yıkamalıdır. Dişlerinin iç ve dış yüzlerini de güzelce temizlemelidir. Damak ve dil de iyice yıkanmalıdır. Bu temizliğin peşinden parmaklar su ile yıkanmalıdır. Kalan kuru çövenle, parmakların iç ve dış kısımları güzelce ovularak temizlenmelidir. Bundan sonra ağza bir daha çöven konulmamalıdır. Temizlikte iki kez yeterlidir. Davetine gelen dostların ellerini yıkayacak kimse, ellerine temiz su döker. Bu, edebin gereğidir. Davet sahiplerinin sürekli daha güzel olam aramaları, bu gibi davranışlarında kendini gösterir. Riayet ehlinin edebi gözetmeleri de bu şekilde açığa çıkar. Konuyla ilgili olarak ariflerden bir zat şöyle demiştir: Dostlarını yemeğe davet edip en güzel yiyecekleri sunan, ardından tathlar ikram eden bir kişinin, ellerini ve ağızlarını yıkamaları için misafirlerine tuzlu su ikram etmesi, adabı gözetme ve inceliklere riayette gösterdiği kusura bağlanır. [63] Yiyecekler Ve Yemek Adabıyla İlgiili Rivayetler Konuyla ilgili hadis ve haberlerin bir kısmını bu faslın muhtelif yerlerinde eksiği ve fazlasıyla zikrettik. Bunlarda Selef-i Salih´in sünnetlerini ve Araplar´ın yemekle ilgili örf ve adetlerini gördük. Bu nakilleri, konuyla ilgili söylediklerimizin aralarına serpiştirdik. İshak b. Nüceyh, Ata b. Meysere vasıtasıyla Ebu Hüreyre´den (ra) şunu rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sofradan düşeni yiyen kimse, rahatlık içinde yaşar ve çocukları bakımından afiyette olur". Said b. Lokman, Abdurrahman el-Ensari vasıtasıyla Ebu Hüreyre´den (ra) şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: Pazarda yemek yemek aşağılıktır". Bize göre bu, garib bir isnaddır. İşin aslı, bu sözün Tabiun´dan İbrahim en-Neha´i ve başkalarına ait olmasıdır. Cüveybir, Dahhak´tan, o Nizal b. Sebere vasıtasıyla Ali´den (kv) şunu nakletmiş tir: Allah Teala, yemeğe tuz ile başlayan kimseyi yetmiş türlü beladan uzak tutar. Günde yedi acve hurması yiyen kimse de midesindeki canlıları öldürür. Günde yirmi bir adet kırmızı kuru üzüm tanesi yiyen de bedeninde hoşuna gitmeyen bir şey görmez. Et, et yapar. Tirid, Araplar´ın en çok bilinen yemeğidir. Sürü hayvanlarının etleri karnı büyütüp kalçaları genişletir. İnek eti rahatsızlık kaynağı iken inek sütü şifadır. İnek sütünden yapılma tereyağı da birçok derdin devasıdır. Hayvan yağları da bir tür devadır. Nefslerin en çok şifa buldukları yiyecekler yaş hurma ve balıktır. Bunlar, vücudun yağlarını eritirler. Kuran okumak ve dişleri misvaklamak, balgamı bitirir. Uzun yaşamak isteyenler taze gıdalar yemeli, kadınlarla az birlikte olmalı ve borçlanmamalıdırlar. Emirlerin hayatlarıyla ilgili anlatılan olaylar arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Haccac, tabip Benâdik´a şöyle demişti: Bana, gereğini yapıp saymakla uğraşmayacağım bir tavsiyede bulun! Benâdık şunları önerdi: Evleneceksen genç kızla evlen, etin iyice doğranmış olanını ye, pişmiş yemeği iyice gevşemeden yeme, hastalığın olmaksızın ilaç içme, sadece olmuş meyve ye, yediğin her şeyi iyice öğüt, bir yemeğe çağrıldığında ardından içme, içtiğinde de arkasından bir şey yeme, büyük ve küçük abdestini fazla tutma, gündüz yediğinde uyu, gece yediğinde ise uykudan önce yüz adım dahi olsun yürü. Filozofun biri de kitaplarda yeralmış hikmetli bir tavsiyede bulunmuştur. Bu tavsiye, maktu´ hadis olarak da rivayet edilmiştir. Ebul-Hattab b. Abdullah b. Bekir tarafından rivayet edilen bu hikmetli söz şudur: Kendine mahsus bir hastalığı olan kimse tedavi olmamalıdır. Nice deva vardır ki kullananda başka hastalıklar çıkartır. Bir başka filozof ise şöyle demiştir: Gücün hastalığa yettiği kadar devadan uzak dur. Bir başka söz de şöyledir: İlaç içmek, elbiseyi sabunla silmek gibidir. Sabun elbiseyi temizler, ama iz bırakır. Büyük filozof Hipokrat´m da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Deva yukarıdan, dert ise aşağıdandır. Derdi karnında, göbeğinin üst kısmında olan kimseye ilaç içirilir. Derdi karnın altında olan kimseye ise lavman yapılır. Derdi, aşağıdan da yukarıdan olmayan kimseye ilaç içirilmez. Eğer derdi tesbit edilmeden ilaç içirilirse, sıhhat halinde yan etki yaparak hastalığa neden olur. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Damarı kesmek kanı temizlemek, akşam yamağını terk ise yaşlılıktır. Araplar şöyle derdi: Öğle yemeğim bırakmak, kalça yağlarını eritir. Biri de şunu söylemişti: Tabipler yemek esnasında içmemi yasak ettiler. Araplar, yemekle ilgili şöyle bir deyim kullanırlardı: Akşamı ye yürü, öğleyi ye uzan! Büyük abdestin tutulması konusunda bir filozof şöyle demiştir: Yemek, mideden altı saatten önce çıktığında mide bakımından hoş değildir. Orada yirmi dört saatten fazla kaldığında ise mide için zararlıdır. Küçük abdestle ilgili olarak da şöyle denilmiştir: Mecrasından taşan nehir nasıl çevresine zarar verirse, tutulan küçük ab-dest de bedene öyle zarar verir. Mafsallarda oluşan kulunçların, yeli tutmaktan kaynaklandığı söylenmiştir. Şeyh Ebu Talib şöyle demiştir: Hikmet ihtiva eden kitaplardan birinde şunu okumuştum: İşler, şu dördü ile düzen bulur: 1. İştah olmadıkça yemek yenmemesi; 2. Kadının kocasından başkasına bakmaması; 3. Krala itaat edilmesi; 4. Tebaaya adaletle hükmedilmesi. Romalı filozoflardan birine, ´Yemek için en uygun vakit hangisidir?´ diye sorulmuştu. O da şöyle cevap vermiştir: İradesi kuvvetli olan için tam olarak acıktığında, iradesi kuvvetli olmayan içinse bulduğunda! Başka bir yerde de, kişinin irade kuvveti arttıkça arzu ve şehvetlerinin eksildiği söylenmiştir. Kisra, huzurunda oturanlara şunu sormuştu: İnsanda en zararlı huy nedir? Mecliste oturanlar, ´Fakirlik´ dediler. Kisra da, ´Cimrilik, fakirlikten daha beterdir! Çünkü fakir bulamaz. Cimri ise, bulduğu halde yiyemez!´ dedi. Şişman görünen birine, ´Nasıl şişmanladın?´ diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Acılı yemek, soğuk içmek, sol yanıma yaslanmak ve bana ait olmayanı yemekle! Dengeli yapısı olan başka birine de, ´Nasıl böyle dengeli bir vücuda sahip oldun?´ diye sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi: Az düşünmek, sakin yaşamak ve hasır üstünde uyumakla! Hikmet ehlinden bir zat, gördüğü şişman birine şöyle demişti: Üzerinde azı dişlerinle dokuduğun bir kadife görüyorum, nedir o? Adam şöyle karşılık verdi: Halis un ve taze keçi eti yer, gümüş kupa dolusu menekşe suyu içer ve ketenden yapılma elbiseler giyerim. Kilolarım bu yüzden olsa gerek! Bir Arap atasözüne göre, yemek yiyen birini gören kimse, aç olmasa ve yemeği düşünmese dahi onu gördükten sonra yemek yeme ihtiyacı duymaya başlar. el-Esma^ şunu nakletmiştir: Hikmet ehlinden bir zat oğluna Öğüt verirken şöyle demişti: Ey oğul, öğle yemeğini yemeden evden çıkma! Aynı tavsiye, çarşı pazara çıkan için de yapılabilir. Dışarı çıkmadan bir şeyler atıştıran kimse, iştahını daha kolay bastıracak ve insanlarla karşılaştığında yemekten daha rahat uzaklaşabilecektir. Hilal b. Mücessem bu konuda şöyle bir beyit okumuştur: Mide az doluyken şişirmene gerek kalmaz, Sakınman da günahlara fırsat bırakmaz! Sufilerden biri, çarşıda bir şeyler yiyerek yürüyordu. Kendisine tanınan bir şahsiyetti. ´Çarşıda nasıl yersiniz?´ diye sorulunca şöyle cevap verdi: Allah afiyet versin! Ben çarşıda acıktığımda evde yerim. ´Bir mescide falan girip yeseniz daha doğru olmaz mı?´ denildi. Buna da cevaben, ´Sırf yemek için Allah´ın evlerinden birine girmekten haya ederim´ dedi. Ona göre yemek yemek, dünya kapılarından birine girmekti. Başka bir yerde de, çarşı pazarın kaçanların sofraları olduğu söylenmiştir. Oralarda kalanlar, hizmetten kaçtıkları için çarşı pazarda oturanlardır. Konuyla ilgili olarak ibni Ömer´in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bizler Allah Resulü´nün (sav) devrinde hem yürür, hem de bir şeyler içerdik. Tıp ehlinden biri, terlemenin iki durumu olduğunu, sağlıklı biri için zararlı, hasta biri içinse yararlı olduğunu beyan etmiştir. Terlemeye karşı ilaç çare olmadığında, kişi sıhhatini kazanacak demektir. Arap şairlerinden biri, konuyla ilgili olarak şöyle bir beyit okumuştur: Nice tedbir vardır ki kul için derttir, Derdi uzaklaştırmanın yolu az yemeye devam etmektir. Lokman´ın (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Her kim yüksek ateşe yakalanırsa, hoş olmayan bir iş yaptığından kesinlikle emin, helal rızık yediği hususunda da şüphede olur. Bu konuda şöyle denirdi: Gerçek tabip, krallara perhiz tavsiye edip onları değişik lezzetlerden meneden değil, onları dilediklerini yapmakta serbest bırakıp siyasetlerini bunun üzerine şekillendirendir. Böylelikle bedenleri de istikamet bulacaktır. Hicaz´ın şehirlilerinden biri, bir bedeviye, ´Ne yer, neyi yemezsiniz?´ diye sormuştu. Bedevi, ´Yavrulu deve dışında yürüyen gezen herşeyi yeriz´. Bunun üzerine şehirli şöyle dedi: Yavrulu develer, sizden kurtulduklarına sevinsinler! Allah Resulü (sav), Suhayb´m (ra) gözleri ağrırken hurma yediğini görmüştü. Kendisine, ´Gözün ağrırken nasıl hurma yiyebiliyor-sun?´ diye sordu. Suhayb (ra), ´Ey Allah Resulü! diğer tarafımla yiyorum´ dedi. Kasdettiği, ağrımayan sağ gözü tarafı idi. Bu cevap Allah Resulü´nün (sav) hoşuna gittiği için tebessüm etti[64] Perhiz Ve Az Yemekle İlgili Rivayetler İsmail b. Ayaş, Şurahbil b. Müslim´den şunu nakletmiştir: Ebu´d-Derda (ra) dedi ki: Şunlar, din için ne kadar da kötü yardımcılardır: Zayıf bir kalp; Geniş bir karın ve sertleşmiş bir kamış. Hikmet ehlinden birine, hangi yemeğin daha temiz ve güzel olduğu sorulmuştu, ´Açlık daha iyi bilir!´ dedi. Bu sözden anlaşılan, yemeğin ancak açlık halinde yendiği zaman güzel olduğudur. Yine aynı zat şöyle demiştir: Katığın en güzeli, açlıktır. el-Atebi de şöyle demiştir: Ubeydullah, Medineliler´den birine şöyle demişti: Dostum sizin fikıhçılarınıza öyle şaşıyorum ki, onlar bizim fakihlerimizden çok daha ince düşünceliler! Sizin avamınız da bizim avammımızdan daha zarif ve nazikler. Sizin delileriniz bile bizimkilerden daha ince düşünceliler! Diğeri, ´Neden biliyor musun?´ diye sorunca Ubeydullah, ´Hayır1 dedi. Medineli de konuşmaya başladı: Bunun sebebi, bizimkilerin açlık halidir. Görmez misiniz ki ud bile içi boş olduğu için çok güzel bir ses çıkartıyor! Abdullah b. Zübeyr, Hasan b. Ali´yi yemeğe davet etmişti. Hasan (ra) davete dostlarıyla birlikte katıldı. Beraberindekiler oturup yemeklerini yediler. Hasan (ra) yemek yemedi. Neden yemediği sorulduğuna ise, oruçlu olduğunu ve oruçlu için hediye verilmesi gerektiğini ifade etti. Oruçluya verilecek hediyenin ne olduğu sorulduğunda ise, *Yağ ve buhurdanlık/tütsü´ dedi. Denilir ki: Sürme ve yağ, Allah Teala yakınlaşma vasıtalarından biridir. Aynı şekilde süt de etlerden biri gibidir. Misafir için meyve ve güzel konuşma, konukseverliğin iki türünden biridir. Oruçlu olup yemeğe katılıp yemeyen kimse için en giyişi güzel kokudur. Bu da onun azığıdır. Abdurrahman b. Ebu Bekre Muaviye´nin masasında idi. Muavi-ye, onun lokmalarım görmüştü. Akşam olduğunda Ebu Bekre tek başına onun yanma gitti ve şöyle dedi: Oğlunun bugün yaptığını beğendin mi? Muaviye, ´Onun gibisinde hastalık bulunmamalıdır* dedi. Ebu Bekre, ´Oğlun sarhoş oluncaya kadar yemeye devam etti´ dedi. Muaviye´nin cevabı çok sert oldu: Eğer şu an ölse, cenaze namazını kılmazdım! Bu ifadede geçen ´beşem´ kelimesi, şaraptan doğan sarhoşluk benzeri bir sarhoşluk anlamına gelir. Araplar´ın en tanınmış hakîmi el-Hars b. Kelde, kullanıldığı hastalık bulunmayan ilaç hangisidir? sorusunu ´perhiz´ diye cevaplamıştır. Yunanlı filozof Galinos´a, ´Yemeği az mı yersiniz?´ diye bir soru sorulmuştu. Galinos şöyle cevap verdi: Ben yaşamak için yerim! Başkaları ise yemek için yaşarlar! Yiyeceklerle ilgili sözlerden biri de şudur: Mideye giren şeylerin en faydalısı nar, en zararlısı ise tuzludur. Tuzluyu azaltmak, nara fazla yemekten daha iyidir. Görüldüğü gibi, faydalı olsa bile her hangi bir yiyeceği fazla yemek kınanmış, zararlı olanı azaltmak da Övülmüştür. Abdülmun´im b. İdris, babası vasıtasıyla Vehb b. Münebbih´ten şunu nakletmiştir: Vehb oğluna tavsiyelerde bulunurken şöyle demişti: ´Ey oğul, tuvalette fazla oturursan vücudunun ateşi başına doğru yükselir ve hem basura yoi açar, hem de ciğeri tahrip eder. Tuvalete ağır ağır otur ve aynı şekilde kalk! Kenef kapısı için de aynısı geçerlidir´ Jiaccac, meclisinde oturanlara şöyle bir soru sormuştu: Yorgunluğu en çabuk gideren şey nedir? Biri, ´Hurma yemek´; bir başkası, ´Hamama gitmek´; bir diğeri, ´Cinsel münasebette bulunmak´, başka biri, ´Kulak deldirmek´ dedi. En sonunda Haccac şöyle dedi: Yorgunluğu en çabuk gideren şey, tuvalete gitmektir. Anlatıldığına göre, adamın biri demir pasını hamur yaparak yutmuştu. Pas, adamın midesinde uzun süre kalınca ağrı yapmaya başlamıştı. Gittiği tabip kendisine mıknatıs yüklü bir pamuk parçası yutturdu. Pas, mıknatısın etrafında toplandı ve büyük abdes-tiyle beraber vücuttan çıktı. el-Esma´î, Cafer b. Süleyman´dan şu sözü nakletmiştir: Filozof şu görüştedir: Et üstüne et yemek, yırtıcı hayvanları bile öldürür. Ebu Cafer bunu söyledikten sonra şunu ilave etti: Cariyemiz, bir defasında şöyle dedi: Bir ceylanımız vardı. Önüne konulan bir hamurdan yemişti. Yemesiyle birlikte karnı şişti. Onu kesmek zorunda kaldık. Karnım açtığımızda kanla dolu olduğunu gördük. Meşhur tabip Yunus bu olay üzerine şöyle demiştir: İnsan da aşırı yiyip şitiği zaman başına böyle bir dert gelebilir. Çok yiyen kimsenin kalbi, kanla dolar. el-Esnıa´î, Basra valisi Cafer´in aşırı yemek yiyen ve yemeğin ardından istifra ederek midesini boşaltan birine şöyle dediğini nakletmiştir: Böyle yapma! Çünkü mide, ineğin ota alışması gibi kusmaya alışabilir. Bu da içinde yemek tutamamasına yol açan kötü bir itiyaddır. Bir zattan şu husus nakledilmiştir: Tabiplerden birine, kötü kokuya ne yapılabileceği sorulmuştu. O da, ´Kötü kokunun çaresi, iki üç hafta boyunca arpa unuyla yoğrulmuş kuru üzüm yemektir Tabipler şöyle demişlerdir: Bir suyun yumuşaklığına hükmetmenin yolu, çabuk kaynayıp çabuk soğumasıdır. Güneşe bakan bir kaynaktan çıkıp sola doğru akan kırmızı topraktan ve kumdan geçen su yumuşak olur. Ebu Talib, konuyla ilgili rivayet edilen hikmetli sözlerin bununla bittiğini söyler. Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Misafirlerinize ekmek ikram edin! Allah Teala onu gökten indirmiştir". Ekmeğin bereketleri sayılmayacak kadar çoktur. Ekmeğin yanında katık aranmaması, her türlü yemeğin onunla beraber yenmesi, tuz, sirke ve sebzenin ekmekle beraber yenilebilmesi, sofranın altına konulmaması ekmeğin nimetlerinden bazılarıdır. Her hangi bir şey için tabak olarak kullanılmaması, her hangi bir şeyin ona yaslanmaması da ekmeğin nimetlerindendir. Ancak onun üzerinde hazırlanan bir şeyi yemekte mahzur yoktur. Yemeğin sünnet ve adabından biri de; bir topluluk yemeğe davet edildiğinde içlerinden birinin gelmemesi halinde onun için yemeği bekletmemektir. Geldiği zaman o da yiyebilir. Bunun sebebi; yemek ortada iken sofrada bulunanların yemek haklarına duyulan saygının, olmayan birini beklemekten daha öncelikli olmasıdır. Beklenen kişi, yoksul biri ise, ona izzet-i ikramda bulunmak için beklenebilir. Böylelikle kalbinin kırılmaması sağlanmış olur. Beklenen kimse zengin biri ise ve sofrada bekleyenler de fakir iseler, zenginin beklenmesi gerekmez. Bu gibi bir durumda zengini beklemek, Allah Resulü´nün (sav) şu hadisi sebebiyle günah sayılmıştır: ´Temeğin en kötüsü, zenginlerin çağrılıp yoksulların terkedildiği ziyafet yemeğidir".[65]Görüldüğü gibi bu hadiste, zenginlere tahsis edilen bir yemek, bu özelliğinden dolayı ´kötü´ olarak nitelenmiştir. Yemeğin bizzat kendisinin kötülenmesi mümkün değildir. Burada kötülenen, böyle bir davette bulunan kimselerdir. Onlar, zenginleri çağırıp fakirleri ihmal etmek suretiyle ´kötü´ olarak nitelenmeyi haketmişlerdir. ´Günah yemekleri´ olarak nitelenen yemekler de iki türdür: 1. Cenaze sahiplerinin ağıt yakanlar, ağlayanlar ve bu işte onlara yardım edenler için hazırladıkları yemek. Bu yemeği yemek mekruh ve nehyedilmiştir. Cenaze evine, yemek yapamayacaklarını düşünerek yemek götürmek ise sakıncasız görülmüştür. Bu tür yemekleri yemek caizdir. Çünkü bu, iyilik ve takva üzere yardımlaşma ifadelerinden biridir. Ancak bunda ağıt için mezarların kenarlarına oturulması ve oralarda oyalanılarak yemek yenilmesi gibi bir maksat güdülmemelidir. O zaman yine mekruh olur. Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Cafer b. Ebi Talib´in (ra) ölüm haberi geldiği zaman, ailesi cenazeleriyle meşgul oldukları için yemek hazırlayamamışlardı. Ben de, ´Onlara yemek götürün´ dedim." Bundan da anlaşılmaktadır ki cenaze evine yemek götürmek sünnettir. Yemeğe davet edilen kimse, davet edenin evinde aşağıdaki beş husustan biri bulunduğu zaman, davete icabet etmeyebilir. Davete katılmamasında da hiç bir mahzur bulunmaz. Bu beş husus şunlardır: 1. Yemekten sonra içki içilmesi; içki içildiğini orada anlasa da yine ayrılabilir. 2. Evin döşemesinde ipek veya atlas kullanılmış olması; 3. Tabakların altın veya gümüşten olması; 4. Duvarların Kabe gibi kumaşlarla örtülmüş olması; 5. Duvarda veya bir şeyin üzerinde dikili olarak canlı resmi bulunması; Her hangi bir davete giden kimse, bu hususlardan birini gördüğünde oradan ayrılabilir. Eğer davete katılır ve o evde oturursa, onların fiillerine iştirak etmiş olur. Ahmed b. Hanbel (ra) bir yemeğe davet edilmişti. Arkadaşlarıyla berabet davetin verildiği eve gitti. Sofraya oturduğunda gümüş bir tabak gördü. Derhal sofradan kalktı ve evden ayrıldı. Arkadaşlan da onunla beraber evden çıktılar. Evdeki gümüş tabak sebebiyle davet sahibinin yemeğini yemekten imtina ettiler. İmam Ahmed b. Hanbel, bir defasında da kırbanın başında gümüşten bir kapak gördüğü için davetten ayrılmıştı. Ahmed b. Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi´den şunu naklet-miştir: Ebu Abdullah´a bir davete giden kimsenin, hangi sebeplerden dolayı oradan ayrılabileceğini sormuştum. Şöyle dedi: Ebu Ey-yub, davetli gittiği evin duvarlarında örtü gördüğü için oradan ayrılmıştı. Huzeyfe (ra), gittiği bir evde gördüğü Acem işi bir giysiden dolayı davetten ayrılmış ve şöyle demişti: Kim bir kavmin elbisesini giyerse, o onlardandır. Ebu Abdullah´a şöyle bir soru sorulmuştu: Gidilen davette, gümüş eşya görüldüğünde oradan ayrılmak gerektiğini düşünür müsünüz? O da, ´Evet, oradan çıkılması gerektiğini düşünürüm´ dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştik: Dostlarımızdan biri, ´Kur´an´m yaratılıp yaratılmadığına dair fitne´ çıkmadan önce bizi yemeğe davet etmişti. Biz de Affan´ın evine sık sık giderdik. Bir keresinde gümüş bir tabak gördüm. Derhal evden çıktım. Büyük bir topluluk da beni izledi. Bu olay, ev sahibini çok üzmüştü. Bir defasında Ebu Abdullah´a şunu sormuştuk: Yemeğe davet edilen kimse, orada başı gümüşten bir sürmelik görse ne yapması gerekir? Şöyle cevap verdi: Sürmelik, kullanılan bir eşyadır. Kullanılmayan şeyler bulunduğunda oradan ayrılın. Bu konuda ruhsat verilen şeyler, kapı sürgüsü ve benzerleridir. Çünkü bunlar, basit şeylerdir. Bir keresinde cibinliğin hükmünü sormuştum. Mekruh gördüğünü belirtti. ´Peki atmam gerekir mi?´ diye sorduğumda, bunda bir beis görmediğini ifade etti. Ebu Abdullah´a şunu söylemiştik: Adamın biri, bir topluluğu yemeğe davet etse ve yemekte gümüş bir kupa veya ibrik getirilse, davet edilenlerden birinin bu kupa veya ibriği kırmasının hükmü nedir? Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel (ra) bunun caiz olduğunu belirtti. Ebu Bekir el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah´a şöyle bir soru sordum: Yemeğe davet edilen biri, orada atlas örtü görse, üstüne oturabilir mi? Şöyle cevap verdi: Oradan ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) de bu tür yerlerden ayrılmışlardır. Abdullah b. Mesud´un da (ra) bu tür mekanları terketti-ği rivayet edilmiştir. ´Peki ev sahiplerine bunu söylemesi gerekir mi? dediğimde, ´Evet, bunun caiz olmadığını bildirmelidir dedi; ´İçinde atlas Örtüler bulunan bir eve çağrılan kimse ne yapar?´ diye sorduğumuzda ise şöyle cevap verdi: Öyle bir eve girmeyin, öyle bir ev sahibi ile beraber oturmayın! Ebu Abdullah´a, ´Gittiği evde cibinlik bulunduğunu gören kimse ne yapmalıdır?´ diye sorulduğunda cibinlik kullanmanın mekruh olduğunu bildirmiştir. Başka bir yerde ise cibinliğin gösterişten ibaret bir tül olup, ne soğuktan, ne de sıcaktan muhafaza etmediğini söylemiştir. Kendisine şunu sormuştuk: Bir yere davet edilen kimse, perdenin üzerinde bir takım resimlerin bulunduğunu görse ne yapmalıdır? ´Onlara bakmamalıdır* dedi. ´Peki bakabilir mi?´ diye sorduğumuzda, ´Eğer yapabiliyorsa onları söker* dedi. Ebu Abdullah´a, ´Üzerinde ayetler yazılı perde bulunan bir eve davet edilen kimse ne yapmalıdır?´ diye sorulmuştu. Bunu mekruh gördüğünü belirtti ve şöyle dedi: Dikili bir şeyin üzerine olduğu gibi, perdenin üzerine de Kur´an yazılmaz! Yeni bir ev kiralayan kimsenin, evin duvarlarındaki resimleri kazımasının hükmü sorulduğunda Ebu Abdullah şöyle demiştir: O resimleri kazıyabilir. Bir defasında da şunu sormuştum: Hamama gittiğimde duvarda başı bulunan bir resim görsem, baş tarafını kazıyabilir miyim? Ebu Abdullah, ´Evet!´ dedi. Cevizin saçılarak verilmesinin hükmüyle ilgili olarak da şu bilgi nakledilmiştir: Ebu Husayn, Halid b. Mesud´dan nakletti ki: Ebu Bekir el-Mervezi şöyle dedi: Ebu Abdullah´ın evine gittiğimde, oğluna çocuklara dağıtmak üzere ceviz almasını tembih ettiğini gördüm. Cevizleri sayarak dağıttı ve onların üzerine doğru saçmayı mekruh gördüğünü belirtti. O, cevizleri saçarak vermeyi ´talan´ olarak nitelerdi. Haşim b. el-Kasım dedi ki: Muhammed bize şunu anlatmıştı: Talha ve Zübeyr (ra) düğünlerde bir şeyler saçmayı mekruh görürlerdi. Ceviz ve şeker havaya saçılması mekruh olan yiyeceklerdendir. Yine o şöyle demiştir: Ebu Abdullah´a ekmeği ve mayayı kesmenin hükmünü sormuştum. Bunda bir mahzur olmadığını söyledi ve kesilen parçanın asıla ait olduğunu ifade etti. Beş kişinin davetine icabet edilmez. Her hangi bir davete çağrılan kimse, oraya gidinceye kadar davet sahibi hakkında bilgi sahibi olmasa, gittikten sonra ayrılmasında bir mahzur yoktur. Bu beş zümre şunlardır: 1. Bidatçiler; 2. Zalimlerin yardakçıları; 3. Faiz yiyenler; 4. Fışkı açık olan günahkârlar; 5. Malının ekseriyeti haram olup ticari İlişkilerinde günaha düşmekten sakınmayanlar. Allah Resulü´nün (sav) bu meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak takva sahibinin yemeğini yeyin!" [66]Çünkü takva sahibi, yenilen yemeğin helalliğini sizin yerinize araştıracaktır. Onun yemeğini yerken, yemeğin kaynağını sormanız gerekmez, î&kva sahibi, yemek vereceği zaman, bunu iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma olarak görür. Yemeği de, Allah Teala´ya taat ve kulluğa devam etmek için yardımcı olarak değerlendirir. Allah Teala´nm buyruğuna uygun olarak o kardeşini kendi iyiliğine ortak eder. Günahkâr ve zalim birinin yemeğim yediğinizde ise, zalimlerin yardakçılarından biri olursunuz. Bu iki zümreyle yemeği paylaşmanız, tabii olarak buna yol açacaktır. Bunu, İbnü´l-Mübarek´e soru soran terzinin kıssasında görmüştük. Terzi, İbnül-Mübarek´e gelerek, sultanın elçileri için elbise diktiğini, bu işinden dolayı zalimlerin yardakçısı olarak nitelenip nitelenemeyeceğini sormuştu. Ibnü´l-Mübarek ona şu cevabı vermişti: Sen, zalimlerin yardakçısı değilsin! Bilakis zalimin ta kendisisin! Zalimin yardakçısı, senden iğne iplik alanlardır! Zünnun el-Mısri (ra), İbnül-Mübarek´in (ra) üstteki tavrından bile daha keskin bir vera´ göstermiştir. Konuyla ilgili olarak Zün-nun´un bu tavrından daha uç bir misal görmedik. Sultan, avamın anlayamadığı gizli ilme dair söylediği bir sözden dolayı Zünnun´u hapse attırmıştı. Sultan, hapsettirmesine rağmen günlük yemeğini gönderiyordu. Ama Zünnun,. yemeği el sürmeden geri gönderiyordu. Günlerini hiç bir şey yemeden geçiriyordu. Zünnun´un Allah için din kardeşi olduğu bir bacısı vardı. İplik eğirdiği yerde yaptığı yiyecekleri hapishaneye götürüyor ve gardiyana vererek Zünnun´a gönderiyordu. Gardiyan da, kadıncağızın yemeklerini alıp Zünnun´a götürüyor ve o kadından geldiğini kendisine bildiriyordu. Zünnun, onun yemeklerini de yemiyordu. Zünnun, bir süre sonra hapisten çıktı. Yaşlı kadın, onunla karşılaştığında gönderdiği yemekleri yemediği için sitem ederek şöyle dedi: Sana gönderdiğim yemekleri kendi el emeğimle kazandığım paradan hazırladığımı bilmiyor musun? Zünnun şöyle cevap verdi: Bana helal rızık gönderdiğinden hiç bir kuşkum yok! Ama onu bana ulaştıran gardiyan zalim biriydi. Yemeği işte bu yüzden geri çevirdim! Rivayete göre Kûfeli tüccarlardan biri, yerel bayramlardan birinde Ali´ye (kv) altın bir tabak içinde hurma tatlısı ikram etmişti. Ali (kv) tabağı geri çevirmiş ve şöyle demişti: Tatlıyı reddetmemin sebebi, tatlının kendisi değil sunulduğu kaptı. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her kim haram bir lokma yerse kırk gün boyunca kalbi katılaşır. Her kim de kırk gün helal lokma yerse, dünyada zühd sahibi olur, Allah Teala´yı kalbine dahil eder ve dili hikmetle konuşmaya başlar. Seleften bir zat şöyle demiştir: Kulun helalinden yediği ilk lokma, Allah Teala´nın geçmiş günahlarını bağışlamasına vesile olur. Bir diğeri ise şöyle demiştir: Her kim helal rızık arama noktasında kendini zillet makamına yerleştirirse, onun günahları kış günü dökülen yapraklar misali dökülür. Sehl (ra) uçsuz bucaksız diyarlarda dolaşan ve kendilerini buna adayan seyyahlar hakkında şöyle derdi: Bir seyyah bir beldeye gidip şüpheden dolayı hiçbir şey yiyemediği için açlığa tahammül eder, geceyi de aç olarak geçirirse, o belde halkının bütün iyi amelleri terazide onun kefesine konulur. Sultan tarafından yemeğe zorlanan veya şüpheli bir şeyi yemeye mecbu tutulan kimse, ne yapıp edip bir mazeret bulmalı, halinde tam bir değişiklik göstermeli, yiyecek olursa da asla gönüllü davranmamalı, lokmasını büyütmemeli, çok yememeli, ânı kurtaracak kadar yemeli ve kendini helak etmekten endişe duymalıdır. Konuyla ilgili bir hadiseye tanık olmuş biri şöyle bir hadise anlatmıştı: Horasan´da ilim ehli şahit seçicilerden (=müzekkî) bir zat vardı. Bu zat, şahitlerden birinin şahitliğini reddetmiş ve buna gerekçe olarak da sultan tarafından zorlanması sonucu onun sofrasında yemek yemesini göstermişti. Şahit, ´Ama sultan beni yemeğe zorlamıştı´ deyince o zat şöyle demişti: O olayı iyi biliyorum. Senin şahitliğini reddetmem; sultanın sofrasında yemek yemenden dolayı değildir. Sofrada gönüllü olarak oturduğunu ve lokmaları da büyük büyük aldığını gördüm. Şahitliğini işte bu nedenle reddettim! Sultan, aynı zatı kendi malından yemeye zorlamıştı. Bunun üzerine sultana ve onun avanesine şöyle dedi: İki şeyden birini seçin: Ya emrettiğiniz maldan yerim, ama ondan sonra ne şahit seçicilikte bulunur, ne adil şahitleri ayırır, ne de liyakatsiz şahitleri reddederim! Ya da emrettiğiniz maldan yemem ve işimi yapmaya devam ederim! Sultan ve adamları bu teklif karşısında bir süre düşündüler. Benzeri zor çıkacak böyle bir adama ihtiyaçları vardı. Hakimlerin, adalete uygun karar verebilmesi için bu adam çok gerekliydi. Nihayet onu kendi halinde bırakmayı daha uygun gördüler. O da, sultanın malından yemekten kurtulmuş oldu. Ama sultan, o zat ile beraber çalışanları da zorladı. Onlar, Nisabur´dan Buhara´ya getirilmiş kimselerdi. Hayli uzun olan hadiseyi bu kadar anlatmakla yetiniyoruz. Lafızları farklı da olsa, hadiseden çıkarılacak ders açıkça ortadadır. Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: Şüpheli şeyleri yemek hususunda el elden kısa, lokma lokmadan küçük olmalıdır. Sefere çıktıklarında ´helaller1 hakkında konuşmuştu. Kendisine, ´Ey Ebu Nasr, siz nereden yiyorsunuz?´ diye sorulunca tebessüm etti. Seri es-Sekatî (ra) ise şöyle demiştir: Şüphelerin terki konusunda çok da sabırlı davranamıyoruz! Zühri de Mervan oğullarıyla beraberliğinden dolayı kınandığı zaman şöyle demiştir: Size hakikati söyleyeyim! Maalesef arzularımıza iyice teslim olduk, elimizdekiler yetmeyince onlara açılmak zorunda kaldık! Akıl sahipleri için konuyla ilgili olarak söylenecek söz budur! Kuşkusuz Allah Teala en iyi Bilen´dir.[67] |