๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:14:20



Konu Başlığı: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:14:20
Yiyecekler, Bunlarla İlgili Âdâb Ve Sünnetler, Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır
Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkla-rm temizlerinden yeyin ve şükredin". (Bakara/172) Görüldüğü üze­re ´yeym´ emri, ´şükredin´ emrinin önüne alınmıştır. Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl (yollarla) yemeyin". (Nisa/29) Burada da, haram ye­mekten sakındırma, insan hayatına son vermenin önüne alınmış­tır. Bunun sebebi ise; helal yemenin üstünlüğü ve müslümanlann mallarını batıl yollarla yeme günahının ağırlığıdır.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişi, ken­di ağzına veya hanımının ağzına koyduğu lokma için bile sevap ka­zanır". [44] Yine O´nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin kendine ve ailesine yedirdiği rızık, onun için sadaka gibidir". Allah Resulü´ne (sav) ´İman nedir?´ diye sorulduğunda ise, "Yemek yedir­mek ve selam vermektir" buyurmuştur [45] Yine O, kefaretler ve de­receler hakkında konuşurken de, yemek yedirmeye ve insanlar uy­kuda iken teheccüd namazı kılmaya işaret etmiştir. [46]

Allah Resulü´ne (sav) kabul edilmiş haccın (=hacc-ı mebrûr) hangisi olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Yemek yedir­mek ve yumuşak söz söylemek". .

Rivayete göre İbni Ömer (ra) şöyle derdi: Kişinin cömertliğinin ifadesi, yolculukta yanına aldığı azığın güzelliği ve onu arkadaşla­rına ikram etmesidir.

Ali (kv) de şöyle demiştir: Dostlarımı bir yi­yeceğin etrafina toplamam, bir köle azad etmemden daha sevimlidir.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kenarda sofra hazırken namaz vakti geldiyse namazdan önce ye­meğe başlayın"[47]İbni Ömer (ra) kameti, hatta imamın kıraatini duysa dahi sofradan kalkmazdı.

Konuyla ilgili olarak Aişe validemiz (ra), Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "Yemeğin en faziletlisi, uzanan ellerin en çok olduğu yemektir". Allah Resulü (sav) Aişe (ra) hakkında şöy­le buyurmuştur: "Aişe´nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir".[48]

Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuş­tur: "Yemekten önce alman abdest, fakirliği giderir. Sonra alınan ise, küçük günahları giderir ve gözü iyileştirir". Buradaki abdest ile kasdedilen, ellerin yıkanmasıdır.

Ahnıed b. Hanbel´den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Helalin­den ve temizinden yemek, Allah Teala tarafından amelin önüne ge­çirilmiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: ´Temiz rızıklardan yeyin ve salih amel işleyin". (Müminun/51)

Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Yeme adabına güzellikle uymayan kimse, amel adabım da güzelce yerine getiremez. Yemekte yapma­cık davranan, amelde de yapmacık davranır. Başka bir defasında da şunu söylemiştir: Yemekte yerine getirilen şey, namazda da ye­rine getirilir.

Selef-i Salih´ten bir zat ise şöyle demiştir: Yaptığım her şeyde sabık bir niyetimin bulunmasını isterim. Yeme ve uyuma hususun­da dahi niyetsiz olmam. Selef-i Salih´in yemekli ilgili de salih bir niyetleri bulunurdu. Aynı şekilde açlıkla ilgili de salih bir niyete sa­hip olurlardı. Ahiret niyeti bulunmaksızın yenilen her yemek, alış­kanlık ve arzuların tatmini içindir. Ahiret niyeti bulunmaksızın aç kalan da, alışkanlık, arzuların tatmini ve insanlara şirin görün­mek gibi maksatlarla aç kalandır. Bunlar da nefsin gizli afetlerin-dendir.

Ahiret niyetiyle ve Allah rızası için yemek yiyen kimsenin gü­zelliği, ahiret niyetiyle ve Allah rızası için aç kalan kimsenin güzel­liği gibidir. Aksi halde dünya kapılarından birine girilmiş olur.

Yemek ve yemek yemek, farzdan sünnete, müstehaptan mekru­ha, cömertlikten ikrama dek uzanan yüz yetmiş hasleti barındırır. Bunları Selefin siretinde ve Arapların tarihlerinde görmekteyiz.

Sözkonusu hasletlerin başı, yenilen şeyin helal olmasıdır. Bir şeyin helalliğinin alametleri ise üçtür:

1.Yenilen şeyin kaynağı iyi bilinmeli ve ilim tarafından kötü ola­rak nitelenen şeylerle karışmış olmamalıdır. Sözkonusu şeyin kay­nağı, ihanet ve zulüm gibi unsurlara bulaşmış olmamalıdır. Kayna­ğı mubah olan bir şey, vasıtasının şer*i bakımdan mahzurlu olması nedeniyle onunla aynı hükmü taşıyabilir. Mahzurlu olması, heva-dan veya dini hafife almadan kaynaklanmış olabilir. Eğer kaynak hüküm bakımından sünnete uygunsa, mekruh bir sıfat taşımaz.

2.Yenilecek şeyi yerken iyilik ve takva üzere niyet sahibi olun­malıdır. Yemekte, Rabbine hizmet için takva ve istikamet üzere ol­ma yönünde bir niyet bulunmalıdır. Verilen nimetin, Nimet Ve-ren´den geldiği, O´nun eşi ve ortağı olmadığı iyi bilinmeli, verdiği nimetten dolayı şükredilmesi gerektiğine inanılmak, az çoğa, ka­naat hırsa, edep açgözlülüğe tercih edilmelidir.

3.Yemeğin başında elleri yıkamak müstehaptır. Yemekten sonra da elleri yıkayarak temizlemek gerekir. Yemeğin başmda besmele çekmek, sonunda da hamdetmek (=elhamdü lillah demek) gerekir.

Yemeği sağ elle yemek, tuz ile başlayıp yine tuz ile bitirmek gü­zeldir. Hiç bir yemeği yermemek ve kusur bulmamak gerekir. Hoş­landığını yeyip hoşlanmadığını terketmek doğru görülmemiştir. Ye­mekten kendine düşen paya kanaat etmek ve varolan rızka rıza göstermek de güzel görülmüştür. Yemek kabına uzanan ellerin faz-lalılığı teşvik edilmiştir.

Bir hadislerinde de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: ´Temek vakti toplanın ki yemeğiniz bereketli ol­sun". Yemekte lokmaları küçük tutmak, iyice çiğnemek ve yemek

yiyenlerin yüzlerine bakmamak da tavsiye edilmiştir. İnsanların yediklerini gözetlememek gerekir,

Yemek sofrasında sol ayak üzerine oturmak ve sağı dikmek gü­zel görülmüştür. Bir yere yaslanarak veya uzandığı yerden yemek yememek gerekir. Yemeğe ilk başlayan olmamak ve ev sahibinden önce davranmamak tavsiye edilmiştir. Bu noktada büyüklere de öncelik vermek gerekir. İzlenmesi gereken kişi, arkasında namaz kılınan imam olabilir. Sofradakiler başlamaya sıkılıyorlarsa, yeme­ğe başlayan kimse, onları rahatlatmış olabilir.

Hurma ile çekirdekleri aynı kaba konmamalıdır. Bu ikisi aynı avuçta da tutulmamalıdır. Hurmanın çekirdeği ağızdan elin dış yü­züne konulmalı, oradan da atılmalıdır. Diğer çekirdekli yiyecekler de aynı şekilde yenir. Hurmaları tekli sayıda yemek de müstehap­tır. Bu sayı yedi, onbir veya yirmibir olabilir. Oruçlu, iftarını bula-bilirse tek bir yaş hurma ile açmalıdır. Bulamazsa kuru hurma ile açar. Onu da bulamazsa suyla açar.

Vehb b. Münebbih şöyle derdi: Oruçlunun gözü kayar. İftarım tatlı ile açtığı zaman gözü eski haline döner. Cemaat içinde iki hur­mayı birlikte yememelidir. Diğerleri de böyle yaparsa veya açlık halinden dolayı izin isteyerek yerse bunda bir mahzur olmaz. Kul, karnı doymadan, üçte biri ya da yarısı dolduktan sonra sofradan kalkmalıdır. Selef-i Salih´in sünnetleri böyle idi. Bize göre de bu miktarda yemek, sağlık bakımından da daha faydalıdır.

Tıp ehlinden bir bilge şöyle demiştir: Dermanı olmayan dert, ar­zu edinceye kadar yemek yemenıeniz ve -arzu ettiğiniz halde- ye­meğe el uz atmam anızdır. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denil­miştir: Her derdin anası, şişmanlıktır.

Konuyla ilgili olarak Aristo´yla ilgili şöyle bir hadise anlatılmış­tır: Büyük filozof Aristotales´in hizmetiçisi servet sahiplerinden bi­rine bir ihtiyaç için başvurmuş ve yardımcı olmasını istemişti. Ama adam, ihtiyacı giderme hususunda ona yardımcı olmadı. Hizmetçi, ´Belki bir gün efendime ihtiyaç duyarsınız´ deyince zengin adam, ´Bizim ona ne ihtiyacımız olabilir ki?´ dedi. Hizmetçi bunu Aristo´ya bildirdiği zaman büyük filozof şöyle dedi: Eğer acıkmadan yiyor, doymadan kalkıyor ve bu ikisi arasında da az atıştırıyorsa doğru söylemiş! Onun bize ihtiyacı olmaz.

Allah Resulü (sav) de bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Adem oğlunun doldurduğu en kötü kap karnıdır". [49]Yine O, şöyle buyurmuştur: "Adem oğlu, birkaç lokmacıkla sulbünü güçlendirdi­ğini zanneder".

Kişi yemeğin ve içeceğin üçte biriyle yetinmelidir. Allah Resulü (sav) bu üçte biri, açlığın dermanı olarak vazetmiştir. Yiyecek bir şey bulduğunuzda, onunla açlığınızı giderirsiniz. Bulamadığınızda ise yemek sizin için dert olur. Yemekte çekilen sıkıntı, açlıkta çeki­len sıkıntı gibi, hatta ondan daha büyüktür. Kişi, meyve dışında önüne getirileni parmaklarıyla yemelidir.

Meyve yerken el kullanılır. Diğer yemeklerde ise üç parmağı kullanmak gerekir. Bunun istisnası tirid yemeği olup onu yerken bütün parmaklar kullanılabilir. Tabağın en üst noktasından veya ortasından almamalı, aksine kenardan doğru yemelidir.

Yemek yerken susmamak gerekir. Çünkü bu, farisilerin adeti­dir. Buna uymamak için ortama uygun konularda konuşmalıdır. Eti bıçakla kesmemek gerekir. Bu, nehyedilmiştir. Eti, ısırarak ye­mek daha doğrudur. Aynı şekilde ekmeği de bıçakla kesmemek ge­rekir. Sofradakiler kalabalık, ekmek az olmadıkça yuvarlak somu­nu bölmeden yemek iyi olur. Aksi takdirde, ekmek parçalara ayrı­labilir.

Yemek öncesinde veya esnasında, ´buyrun yiyin´ ifadesini fazla sık kullanmamak gerekir. Bu, sözün muhatabını utandıracak, hat­ta iştahını kaçırtarak sofradan kalkmasına yol açabilecektir. Yeme­ğe davet edilen kişi de, davet sahibini meraklandıracak şekilde çe­kingen davranmamalı, teşvik edici sözler söyletecek biçimde dav­ranmamalıdır.

Ediplerden biri şöyle demiştir: Yemek yiyenlerin en güzeli, da­vet sahibini meraklandırmadan yiyen, onu teşvik edici sözler söy­lemek zorunda bırakmayan kimsedir. Kişi, başkalarından çekindi­ği için sevdiği bir yemeği bitirmeden kalkma hatasına düşmemeli­dir. Çünkü, bu yapmacıklık ve insanlara şirin görünme gayretidir. Eğer o yemeği diğer kardeşlerini düşünerek bırakır veya başka bir din kardeşini kendine tercih ettiği için böyle yaparsa güzel bir dav­ranışta bulunmuş olur.

Kişi yalnız iken, alıştığı miktardan daha az yemeyebilir. Toplu­lukla beraber yerken, onlara katkıda bulunmak veya din kardeşle­riyle yemek yemenin faziletine ermek gayesiyle daha fazla yeme­sinde bir sakınca yoktur. Yemek esnasında su içmek tıbben de gü­zel görülmüştür. Ama yemeğin başında su içmemeli, yemek esna­sında veya sonunda da içeceğin dozunu kaçırmamalıdır. Yemek es­nasında içilen su hakkında, ´Midenin tabakçısı* denilmiştir. Bir ye­re yaslanarak içmek, mide için sakıncalı, tıbben de tavsiye edilme­miş bir davranıştır.

Bir yere yaslanarak veya yarı uykulu halde yemek yemek, sün­nete uygun değildir. Ancak daneli yiyeceklerden ise bunda bir sa­kınca yoktur. Nitekim Ali (kv) kalkanına yaslanmış halde kek yer­ken görülmüştür. Bir rivayette ise, yüzükoyun yediği söylenmiştir ki bu Araplar arasında yaygın bir alışkanlıktır.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ye­meğinizi tartın ki bereketli olsun, hamuru da iyi yoğurun, çünkü o en büyük nimettir".

Kişi, toplulukla yemek yerken kendisine tabakta verilen yeme­ği, içinde artığıyla geri vermemelidir. Başka bir kardeşi, onda ye­mek var sanarak onu yiyebilir. Doğrusu, içinde artığı bulunan ta­bağı dökmesidir. Yağlı et, sirke ile terbiye ediler. Denir ki: Melek­ler, üzerinde sebze bulunan sofraya inerler. Konuyla ilgili bir riva­yette de şöyle denilmektedir: "İsrail oğullarına gökyüzünden indi­rilen sofrada şunlar vardı: Pırasa dışında her tür sebze mevcuttu. Ortada bir balık yardı. Balığın baş tarafında sirke, kuyruk tarafın­da da tuz vardı. Üzerinde yedi ekmek vardı ve bunlardan her biri­nin üzerinde de, iki zeytin, bir nar tanesi vardı". Bu, yemeklerin en güzelidir. Bu nimetlerin hepsi birarada bulunamadığı zaman ise üdebadan birinin aşağıda söylediği ile yetinilir:

Dostlarınızı bir yemeğe davet ettiğinizde, onlara hasramiyye ve borani ikram eder, yanına da buz gibi bir su koyarsanız ziyafeti ta­mamlamış olursunuz. Eşraftan biri de dostlarını yemeğe davet et­miş ve sofra için ikiyüz dirhem para harcamıştı. Bunun üzerine hikmet ehlinden biri kendisine şöyle dedi: Bu kadarı gerekmezdi. Ekmeğin taze, sirken ekşi ve suyun soğuk olduğunda yeterdi.

Başka bir zat ise şöyle demiştir: Yemeğin arkasından yenen tat­lı, çeşit çeşit yemekten daha iyidir. Sofraya iyice oturmak, ikiden fazla yemek bulundurmaktan daha hayırlıdır. Başka biri ise şöyle demiştir: Yemeğin üzerine içilen soğuk su, çeşit çeşit yemekten da­ha hayırlıdır.

Ebu Süleyman ed-Darani ise şunu demiştir: Bence güzel ye­meklerden yemek, kişinin Allah Teala´dan rızasını güçlendirir. Ha­life Memun ise şöyle demiştir: Buzlu bir su, Allah Teala´ya şükrün halis olmasını sağlar. Allah Resulü´nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Allah´a ve ahiret gününe iman ediyorsa ko­nuğuna ikramda bulunsun" [50]

Yemeği süratle hazırlamak, konuğa ikramda bulunmanın ge­rekleri arasında sayılmıştır. Konuğa sunulabilecek yemeklerin en üstünü ettir. Etin en iyisi de, taze ve yağlı olandır. Etin arkasından bir de tatlı verilirse, konuklar için en güzel yemekler tamamlanmış olur.

Bu hususları genel hatlarıyla şu ayet-i kerimede de görmekte­yiz: "Sahi, İbrahim´in ikram gören misafirlerinin gelişlerinden ha­berin oldu mu?". (Zariyat/24) Ayette neden *Mükram=İkram gören´ kelimesinin kullanıldığı hususunda iki görüşe yer verilmiştir: 1. İb­rahim´in (as) hanımı onlara bizzat hizmette bulunduğu için böyle denilmiştir. 2. İbrahim (as) onların yemeklerini süratle hazırlattığı için böyle denilmiştir.

Kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: "´Selam sana!´ dedi­ler. O da; ´9ize de selam!´ deyip çok geçmeden, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti". (Hud/69) Ayette ge­çen ´hanîz´ kelimesi ile, körpe ve ahıra kapatılmamış dananın kas-dedildiği söylenmiştir. Allah Teala kıssanın bu bölümünü diğer bir surede şöyle tavsif buyurmaktadır: "Onlara yemek getirmek için gizlice (süratle) ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı ge­tirdi". (Zariyat/26-27) Ayette geçen ´Ravğ* fiili, süratle gitmek anla­mındadır. Gizlice gitmek, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir tef­sirde ise, ibrahim´in (as) misafirlerine uyluk eti getirdiği, bunun da aceleyle getirilmesinden dolayı ´ olarak isimlendirildiği söylen­miştir. Ardından da getirilen eti, taze ve yağlı olduğu bildirilmiştir.

Allah Teala güzel ve temiz yiyecekleri vasfederken şöyle buyur­muştur: "Size kısmet ettiğimiz helal hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın indirdik". (Bakara/57) Ayette geçen ´menn´ kelimesi ile bal, ´selvâ=bıldırcın´ kelimesi ile de et kasdedil-miktedir. Etin ´selva´ kelimesi ile ifadelenmesi, diğer yemekleri ta­mamen bastırdığı içindir. Et, diğer yemeklerin tamamından müs­tağni kıldığı için böyöle bir isimle anılmıştır. Hiç bir yemek, etin ye­rini alamaz.

Allah Teala bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Size verdiğimiz rızıkların helal ve temizinden yiyin". (A´raf/160) Et ve bal, insanlığa bahşedilen rızıkların güzel ve hoş olanlarmdandır.

Kişi, kendisini yemeğe davet eden dostunun evinde, kendi evin­deki gibi rahat davranarak yemeli, yapmacıklık ve şirin görünme çabalarına tevessül etmemelidir. Böyle davranışlar, yemekte riya ve güzel görünme kapsamına girer. Unutmamak gerekir kî, yemek de namaz ve oruç gibi bir ameldir. Amellerde niyet ve ihlas bulun­malıdır.

Kulun yemekle ilgili niyeti, Allah Teala´ya kullu edebilmek için enerji toplamak olmalıdır. Bir diğer niyeti, yemeği kardeşleriyle paylaşmak olabilir. Davetlerine icabet edip yemeklerini yemek, on­ları sevindirecek, cemaatin bereketinden de nasiplenmesini sağla­yacaktır. Allah Resulü (sav) cemaatin bereketine ederek şöyle bu­yurmuştur: "Cemaat, berekettir".[51]

Kul, davete icabet ederek sünnet-i nebevinin gereğini yapmalı­dır. Böyle bir davette yediği yemek sebebiyle sevap kazanacak, sün­net-i nebeviye uygun hareket etmiş olacaktır. Bütün bunlar, güzel ahlakın da icaplarındandır. Allah Resulü (sav) güzel ahlak hakkın­da şöyle buyurmuştur: "Kul, sırf güzel ahlakı ile gece ibadet edip gündüz oruç tutan kimsenin derecesine nail olur".[52]

Bir zat, üstteki hadisin açıklaması babında şöyle demiştir: Ha­diste bahsedilen, o kimsedir ki; dostlarından kendisiyle beraber if­tara veya sahura buyurmalarını rica eder. O, oruç tutma ve gece namaza kalma alışkanlığı olan biridir. Dostlarını davet etmek su­retiyle onların da bu ahlakla ardaklanmalarına yardımcı olur. Sathip olduğu bu güzel ahlak ile de, gündüzü oruçla, geceyi ibadetle geçiren kimselerin derecesine nail olur.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dostları tarafından davet edil­diği bir yere gidip nafile ibadete dalarak onlarla ilgilenmeyen, ken­disine sunulan yemekleri oruçluyum diyerek geri çeviren ve canı is­tediği halde yemeyen kimse; ne edep ne de sünnet ehlinden olma­dığı gibi insanlıktan da habersiz biridir! Böyle biri -eğer başka bir sebep mevcut değilse- ne övgüye değer, ne de yaptığı nafileden do­layı sevaba nail olacak biri değildir!

Cafer b. Muhammed (ra) şöyle demiştir: Dostlarım içinde bana en sevimli gelen; yemeği çok yiyen ve lokmayı büyük alandır. En ağır gelen ise, sofrada kendisini teşvik etmem zorunda bırakandır. Yine o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Kişinin dostuna duyduğu sevgi­nin işareti, onun evinde ikram edilen yemeği güzelce yemesidir.

Yemeğin azlığından veya sofradaki fakirleri kendine tercih et­mesinden dolayı yemeği az yemek güzel görülmüştür.

Süfyan-ı Sevri (ra) İbrahim b. Edhem (ra) ve arkadaşlarını ye­meğe davet etmişti. İbrahim (ra) ve arkadaşları yemeği az yediler. Sofradan kalkıldıktan sonra Sevri kendisine Yemeği az yediniz, acaba neden?´ diye sordu. O da, ´Sen hazırlarken esirgediğin için biz de yerken esirgedik!´ dedi. Bir süre sonra ibrahim b. Edhem (ra) Süfyan (ra) ve arkadaşlarını yemeğe davet etti. Sofrada yok yoktu. Süryan (ra), ´Ey Ebu İshak! Bunun israf olmasından endişe etmiyor musunuz?´ deyince, İbrahim b. Edhem (ra) şöyle karşılık verdi: Ye­mekte israf olmaz!

Yemeği bitiren kişi, ellerini havluyla kurulamadan önce temiz­lemelidir. Sofrada dökülen kırıntıları da yemelidir. Bu kırıntıların, huriler için önden verilen mihirler olduğu söylenmiştir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Ağzını güzelce temizleyen kimse, köle azat etmiş gibi zevap kazanır.

Kul, helal bir rızık yedikten sonra şöyle denmelidir: "Elhamdü lillâhillezî bi-ni´metihî tetimmüs-sâlihât ve tenzilül berekât, Allâ-hümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muham­med, et´ımnâ tayyiben vesta´milnâ sâlihan= Nimeti ile salihatın ta­mama erdiği ve berekatn indiği Allah´a hamdolsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat etsin! Bize helal rızık yemeyi ve salih amel işlemeyi nasip et!" Yenilen helal rı-zıktan dolayı şükrü çoğaltmak gerekir.

Şüpheli bir rızık yiyen kimse ise şöyle dua etmelidir: "Elhamdü lillâhi alâ külli hâlin, Allâhümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, velâ tec´alhü kuvveten lenâ alâ ma´sı-yetike=Her halimizde Allah´a hamd olsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat etsin! Allahım! bu yemeği Sana karşı günah işlemek için bizim için kuvvet sebebi kılma!" Bu durumdaki kul, hüzün ve bağışlanma dileklerini çoğaltmalıdır.

Konuyla ilgili olarak şöyle denildiği rivayet edilmiştir: "Sizden biri yemeğe davet edilip de ona icabet etmediğinde, ´afiyetle ye!´ de­mesin. Umulur ki onu helal olmayan bir yerden almış olabilir. Sa­dece şunu desin: Allah sana temiz rızık nasip etsin! Sütlü yemek yi­yen biri de şöyle desin: Allahım! Muhammed´e ve O´nun yakınları­na salat et! Bize verdiğin rızkı bereketli kıl ve bize hayırlı rızık na­sip eyle!"

Aynı manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) sütlü yedikten sonra böyle derdi". Bunun sebebi, sütün diğer nimetlerden çok daha faydalı olmasıdır.

Kul, ilk lokmadan Önce ´Bismillah=Allah´m adıyla" demeli, ikin­ci lokmada "Bismillahirrahman=Rahinan olan Allah´ın adıyla" de­meli, üçüncü lokmayı alırken de, "Bismillahirrahmanirrahim=Rah-man ve Rahim olan Allah´ın adıyla" demelidir. Bardaktan su içer­ken üç nefeste içmeli ve ara vermelidir. İlk yudumda ´Elhamdü lil-lah=Allah´a hamdolsun", ikinci yudumda "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn= Alemlerin Rabbi Allah´a hamdolsun", üçüncü yudumda da "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn er-Rahmanir-Rahim= Alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah´a hamdolsun" demelidir.

ilk lokmayı almadan besmele çekmek de yeterli ve güzeldir. Ye­mek bitirildikten sonra Ihlas ve Kureyş sureleri okunmalıdır.

Yemekten önce meyve ikram edilmesi daha münasiptir. Kur´an-ı Kerim´de Allah Teala bu sıralamayı şöyle bildirmiştir: "Bir de., tercih edecekleri meyveler ve canlarının çektiği kuş etleri". (Vakıa/20-21)

Dostları utangaç davrandıklarında veya teşviğe ihtiyaç duyduk­larında sofrayı onlardan Önce terketmemek gerekir. Kendisi az yi­yen biri ise, diğerleri yemeği bitirinceye kadar beklemelidir. Ya da

sofraya geç iştirak ederek yemeğini onlarla eşitlemiş olur. Konuk­ları alim kimseler ise, kişinin bu halini yadırgamayacaklardır. Sa-habe´den birçoğu da böyle yaparlardı.


Konu Başlığı: Ynt: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:19:04
Yemeğe davet ettiği dostlarına güzel görünmek için, bütçesinin üstünde para harcamak, borçlanmak, yemek parasını kazanmak için aşırı yorucu bir işte çalışmak veya şüpheli bir iş yapmak mek­ruh görülmüştür. Elindekileri dostlarına ikram etmeyerek tasarruf etmeye çalışmak veya ikram etmesi halinde ailesine dokunmaya­cak bir yiyeceği sırf kendine saklamak da hoş görülmemiştir.

Rivayet edilir ki: Bir adam Ali´yi (kv) yemek için evine davet et­mişti. Ali (kv) şöyle dedi: ´Davetini şu üç şartla kabul ederim: Sof­rana pazardan alınmış hazır bir yemek koymaman; Evindeki yiye­cekleri benden saklamaman; Davet yüzünden ailene zarar vermemen.

Selef-i Salih bir dostlarını yemeğe çağırdıklarında, evdeki her şeyi sofraya koyar veya her yiyecekten bir parçayı sofraya yerleşti­rirlerdi. Cömertliğiyle tanınan kabile şeyhlerinden biri, dostlarım yemeğe davet etmiş ve bir aşçı çağırtarak ve ona şöyle demişti: Da­vetlilere, yapabildiğin yemekleri söyle. Davet ettiği kimseler gele­rek seçtikleri yemekleri yediler. Yemeğin sonuna doğru ev sahibi geğirdi ve bir parça dizine düştü. Elini uzatarak onu aldı ve yedi. Ardından davetlilere şöyle dedi: Yemeği bol yiyerek bana yardım edin, Allah yediklerinizi bereketli kılsın! Selef-i Salih, onun bu ade­tini güzel görürlerdi.

Kişinin her hangi bir meclise tam yemek vaktini hesap ederek gitmesi sünnete uygun değildir. Çünkü bu sürpriz yapmak olup ya­saklanmış bir davranıştır. Allah Teala şöyle buyur­muştur: "Ey iman edenler! Yemeğe izin verilmeksizin, vaktine de bakmaksızın Peygamber´in odalarına girmeyiniz". (Ahzab/53)

Konuyla ilgili bir hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edilmiş­tir: "Her kim davet edilmediği bir yemek için yürüdüğünde fasık olarak yürür ve yediği de kendisine haramdır". Ama yanlarına git­tiği kimselere sofrada tevafuk edip onlar da yemeğe katılmasını is­ter ve o da, yemeğe katılmasını samimi olarak istediklerini bilirse bunda bir mahzur yoktur. Bu tür tevafuklar, sürpriz babından sa­yılmaz. Eğer yemeğe katılmasını samimi olarak istemeyip adet yerini bulsun diye davet ettiklerini hissederse, onlarla yemek yemesi mekruhtur.

Kişi aç ise ve yemek vaktini kollamaksızm karnını doyurması için bir kardeşinin evine gitmişse bunda hiç bir sakınca yoktur. Ni­tekim Allah Resulü (sav), Ebu Bekir-i Sıddık (ra) ve Ömer (ra), ka­rınlarını doyurmaları için Ensar´dan Ebu´l-Heysem b. et-Tıhan (ra) ve Ebu Eyyub el-Ensari´nin (ra) evlerine müteaddit defalar gitmiş­lerdir. Bu sahabilerin evlerine gidişlerinin tek sebebi, aç kalmış ol­maları idi.

Kişi, çıkmak üzere evin kapısına yönelen misafirine eşlik etme­lidir. Sünnete uygun olan budur. Misafirin, ev sahibinin iznini al­maksızın evden ayrılması sünnete uygun değildir. Misafir, konuk olduğu evde üç günden fazla kalmamalıdır. Bu sürenin uzaması ha­linde ev sahibinin sıkılması sözkonusu olabileceği gibi konuğunu evden çıkartması da mümkündür.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Birini ziyaret edeceğiniz za­man, yanınızda hazır olanı takdim edin. Size bir misafir geldiğinde ise evinizde ne var ne yok ikram edin. Seleften bir zat şunu naklet-miştir: Cabir b. Abdullah´a (ra) misafir olmuştuk. Bize ekmek ve tatlı ikram ettikten sonra şöyle dedi: Eğer sakındırılmış olmasay­dık size şirin görünmek için başka şeyler de sunmaya çalışırdık.

Rivayete göre Yunus (as), dostları tarafindan ziyaret edilmişti. Onlara arpa kırması ikram ettikten sonra bir de kendi yetiştirdiği sebzelerden pişirdi. Ardından şöyle dedi: Yiyiniz, eğer Allah Teala şirin görünmeye çalışanları lanetlemiş olmasaydı, ikramlarımla si­ze şirin görünmeye çalışırdım.

Enes b. Malik (ra) ve diğer sahabiler kendilerine konuk olan dostlarına kuru yemiş, kuru ekmek ve düşük kaliteli hurma tak­dim eder ve şöyle derlerdi: Şu ikisinden hangisinin daha ağır veba­li olduğunu bilemiyoruz: Kendisine sunulanı hakir gören mi? Yok­sa evindekini dostuna sunamayacak kadar değersiz bulan mı? Bu anlamda müsned bir hadis de rivayet edilmiştir. Enes (ra) ve diğer­leri, misafirlerine ellerinde bulunanı ikram eder ve, Temek için toplanmak güzel ahlaktandır derlerdi. Rivayete göre Allah Resu-lü´nün (sav) ashabı, ancak Kur´an okumak ve zikirde bulunmak toplanır, yemeği de topluca yerlerdi.

Yemeğe davet edilen birinin, davet sahibine belli bir yemeği önererek, ´Şunu isterim´ demesi yakışık almaz. Bu, kanaatkârlığa da ters bir yaklaşımdır. Eğer iki yemek arasında seçimi sorulursa, ev sahibinin ulaşması daha yakın ve ona daha hafif geleni tercih et­melidir. Sünnete uygun olan da budur. Rivayete göre "Allah Resu­lü (sav) iki şey arasında serbest bırakıldığında, kolay olanı seçer­di".[53]

A´meş, Ebu Va´il´den şunu nakletmiştir: Bir dostumla Selman´ı (ra) ziyarete gittik. Bize arpa ekmeği ve ceriş tuzu ikram etti. Dos­tum, ´Şu tuzda kimyon olsaydı ne güzel olurdu´ dedi. Selman (ra) bunun üzerine evden ayrıldı ve temizlik aracını rehin vererek kim­yon aldı. Yemeği bitirdiğimizde dostum şöyle dedi: Verdiği rızkı bi­ze yetiren Allah´a hamdolsun! Bunun üzerine Selman (ra) şöyle de­di: Eğer sana verilen rızık yetseydi, temizlik aracım rehincide ol­mazdı!

Eğer kişinin dostu, çok aşina ve yakın ise ona her hangi bir ye­mek önermesinde bir mahzur yoktur. Nitekim İmam Şafii (ra), ko­nuğu olduğu Za´ferani´ye böyle bir öneride bulunmuştur. Şafii, Bağ­dat´ta ona misafir olmuştu. Cuma namazı için evden birlikte çıkı­yorlardı. Namaza gitmeden önce, Za´ferani neler hazırlaması ge­rektiğini bir kağıda yazarak hizmetçisine veriyordu. Şafii bir gün hizmetçiyi çağırdı ve elindeki listeye baktıktan sonra, sevdiği bir yemeği ilave etti.

Za´ferani eve gelip de yemekleri kontrol ettiğinde kendi yazdır­madığı yemeği görünce şaşırdı ve hizmetçisine sordu. Hizmetçi du­rumu kendisine bildirince ´Listeyi getir* dedi. Listede Şafii´nin ey yazısını görünce sevindi ve o kadar hoşuna gitti ki, cariye olan hiz­metçisine, ´Allah rızası için seni azat ettim´ dedi. İmam Şafii´nin bu hareketinden duyduğu mutluluk, o cariyenin azat edilmesine vesi­le olmuştu. Bu olay üzerine onun adı, Bağdat´ın batı kısmındaki Babü´ş-şa´îr´deki büyük girişe verilmiş ve o girişin adı Derbü´z-Za´feranî olarak bilinir olmuştur.

Kişinin her hangi bir yiyeceği canı çeker ve dostundan onu rica ederse bunda bir sakınca olmaz. ´Canının çektiği bir şeyi ona bildirerek hazırlatmasında da bir mahzur yoktur. Böyle bir ricayı kar­şılamanın faziletine dair bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlar­dan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim bir dostunun arzusu­nu tedarik ederse, kendisine mağfiret olunur".

"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Mümin kardeşini mutlu eden kimse, Allah Teala´yı da mutlu etmiş olur".

Abdullah b. Zübeyr vasıtasıyla Cabir´den (ra) şöyle rivayet edil­miştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim din kardeşinin ca­nının çektiğini ona verirse Allah Teala ona bir milyon hasene yazar, onun bir milyon günahını siler, onu bin derece yükseltir ve onu üç cennetin meyveleriyle besler: Firdevs cenneti, Adn cenneti ve Huld cenneti".

Yemekten sonra dişleri temizlemek güzel bir alışkanlıktır. An­cak bunu, diğer insanların gözü önünde yapmamak gerekir. Elleri, tas içinde yıkamanın bir mahzuru yoktur. Balgamı tas içine boşat­mak, edebe uygun değildir. Bu meyanda Sahabe-i Kiram´dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Enes b. Malik (ra) Sabit el-Benani ile bir­likte yemek yemişti. Yemekten sonra ellerini yıkaması için Sabit´e su tası uzatıldı. Sabit, bundan imtina etti. Bunun üzerine Enes (ra), ´Bir kardeşin sana ikramda bulunduğu zaman, onu kabul et, sakın geri çevirme! O bu ikramı Allah rızası için yapar!´ dedi.

Harun Reşid, Ebu Muaviye ed-Darir´i (ed-Darîr=görme Özürlü) yemeğe davet etmişti. Ebu Muaviye ellerini yıkamak için tasa uzattı. Elini dökülen su ile yıkadıktan sonra Harun Reşid, ´Ey Ebu Muaviye! Suyu kimin döktüğünü biliyor musun?´ dedi. O da, ´Hayır ey müminlerin emin!´ dedi. Harun, ´Müminlerin emiri!´ dedi. Ebu Muaviye buna şöyle karşılık verdi: Böyle davranmakla ilmi ve ilim ehlini yüceltmiş oldunuz! Siz ilmi yüceltip ilim ehline değer verdi­ğiniz gibi Allah Teala da sizi yüceltsin ve değer versin!

El yıkamak için su döken hizmetçinin ayakta durmasını mek­ruh görürüz. Suyu oturarak dökmesi daha güzeldir. Aynı tasta iki veya üç kişinin aynı anda el yıkayarak suyun bir anda toplanması daha güzeldir. Tevazünün gereği de budur. Kendine başına olan bi­rinin el yıkadığı tasa sümkürmesi ve elini ağzını yıkadıktan sonra ağzını temizlemesinde mahzur yoktur.Halife Ömer b. Abdülaziz (ra) şehir valilerine gönderdiği bir ta­limatta şöyle demiştir: Sofradan kalkanlar için el yıkamak maksa­dıyla konulan taslar, iyice dolmadan kaldırılmasın. Sakın yabancı­lara benzemeyin! îbni Mesud´un da (ra)bu konuda şöyle dediği ri­vayet edilmiştir: Ellerinizi hep beraber aynı tasta yıkayın ve ya­bancıların adetlerini benimsemeyin.

Dişlerin arasında kalan yemek artıkları asla yutulmamalıdır. Bu, bir tür hastalıktır ve mekruh görülmüştür. Dişleriyle geveleye-bildiklerini yutmasında mahzur yoktur. Dişler iyice temizlendikten sonra, ağız güzelce çalkalanmalıdır. Ehli Beyt´ten bu konuda bir hadis nakledilmiştir.

Yemek bittikten sonra şöyle demelidir:

"Elhamdü lillahillezî et´amenâ ve sekânâ ve kefânâ ve âvânâ Seyyidenâ ve Mevlânâ kâfâ min külli şey´in ve lâyekfı minhu şey´ün, et´amte min cû´in ve emmente min havfin, lekel hamdü ve eveyte min yetmin ve hedeyte min dalâletin ve ağneyte min ayletin lekel hamdü hamden kesîren dâimen tayyiben nâfVan mübâreken fihi kemâ Ente ehluhû ve müstehıkkuhû, allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âlihî ve et´ımnâ tayyiben ve´sta´milnâ sâlihan, ic´alhu avnen lenâ alâ tâ´atike ve ne´ûzü bike en nestetne bihl alâ ma´âsîke!

Bize yediren, içiren, yeten ve kucaklayan Efendimiz ve Mevla-mız Allah´a hamdolsun! Her şeye yeten ve hiç bir şeyin kendisine yetmediği (Allahım)! Açken doyurdun, korkudan uzak tuttun, hamd Sana´dır! Sahipsizken kucakladın, yoldan çıkmışken yol gös­terdin ve kimseye muhtaç etmedin, Sana hamdolsun! Bol, sürekli, güzel, faydalı ve en değerli hamd Sana olsun! Sen ona layık ve onu hakedensin! Allahım! Muhammed´e ve O´nun yakınlarına salat et! Bize temizinden yedir ve güzel amel nasip et! Yediğimizi Sana kul­luğumuzda yardımcı kıl! Ondan aldığımız güçle Sana isyan etmek­ten Sana sığınırız!"

Dostlarla birlikte yemek yemede üç fazilet mevcuttur. Cafer b. Muhammed´in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dostlarınızla bir sofraya oturduğunuzda olabildiğince uzun oturun. Çünkü o, dünya­daki ömürlerinizden sayılmayan bir süredir.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sof­rası önünde açık olan kimseye, o kaldırılıncaya kadar melekler salat etmeyi sürdürürler". Hasan el-Basri´nin de (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: Kişi, kendisi, anne babası ve onlar dışındakiler yap­tığı bütün harcamalardan dolayı hesaba çekilir. Bunun tek istisna­sı, din kardeşlerini yemeğe çağırdığında yaptığı harcamadır. Allah Teala, bunun hesabını sormaktan haya eder.

Horasan alimlerinden biriyle ilgili olarak şöyle bir hadise nak­ledilmiştir: O, dostlarını yemeğe davet ettiği zaman, türlü yemek­lerden, kuru meyvelerden ve hububat yemeklerinden onsekiz kilo ağırlığında yemek sunardı. Yemeği bu kadar bol tutmasının sebebi sorulduğu zaman şöyle demiştir: Allah Resulü´nün (sav) şöyle bu­yurduğu bildirildi: "Dostlar yemeklerini bitirip kalktıkları zaman, o yemekten artanları yiyen kimse hesaba çekilmez". Ben de size böyle bol yemek hazırlıyorum ki arta kalanları -hesaba çekilme en­dişesi olmaksızın- kendimiz yiyelim.

Selef-i Salih´ten bir zatın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ki­şi, dostlarıyla beraber yediği yemekten dolayı hesaba çekilmez. Bu yüzdendir ki bazıları cemaatle birlikte çok yerken, yalnız yedikle­rinde az yemeyi tercih ederdi. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kul, şu üç şeyden dolayı hesaba çekilmez: Sahur ye­meği,iiftar yemeği ve din kardeşleriyle beraber yediği yemek.

Eğer davet sahibinin, artan yemekleri yeme yönünde bir niyeti yoksa, yenilebilecek kadarından fazlasını hazırlamak bize göre mekruhtur. Bu gibi durumlarda yemekten geriye bir şey bırakılma­ması daha güzeldir. Yemekten bir kısmının artması hususunda da­vet sahibi de ailesinin fertleri de müstesna tutulmamıştır. Aksi tak­dirde, sunulan yemeğin artması yönünde bir niyet olduğu anlaşıla­bilir. Yapmacıklık ve gösteriş maksadıyla yemeği tamamen yeme­mek de güzel bir davranış değildir. Kendisine yemek ikram edilen kişi böyle bir yaklaşım sezerse, vera´ bakımından yemeği tamamen yemesini müstehap görürüm. Eğer yemek, bir kısmı yenilsin diye sunulursa, yapmacıklık ve gösteriş gündeme gelir ki vera´ sahiple­ri buna asla tevessül etmezler. Takva ehli de bu tür bir yemeği ye­meyeceklerdir. Çünkü ev sahiplerinin ne kadarım yemelerini arzu ettiklerini bilmeleri mümkün değildir.

Ibni Mesud´un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yemeğiyle övünen kimselerin davetlerine katılmaktan menedildik. Sahabe´den bir topluluk da, yemeğiyle övünen kimselerin sofrasında ye­mek yemeyi mekruh saymışlardır. Dostlarına bu niyetle ikramda bulunan kimsenin davranışı da mekruhtur. Çünkü böyle davran­makla hoş görmeyecekleri bir şeyi ikram ederek onları kandırmış olmaktadır.

Öte yandan, dostlara ikram edilen yemek, Allah rızası için su­nulmuş bir şeydir. Dolayısıyla onda istisnaya gitmek veya bir kıs­mının geri dönmesini beklemek, dilenciye vermek üzere bir somun veya başka bir şeyi getirmek için eve girip onu getirdiğinde dilen­cinin gittiğini görmesi üzerine onu tekrar içeri götüren kimsenin davranışına benzer. Bu tür davramş, mekruh görülmüştür. Dilen­ciye vermek üzere evden çıkartılan bir şey, bir daha o eve girmeme­lidir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Kişi bu tür bir yiyecek veya eş­yayı, başka bir dilenciye vermek üzere ayrı tutmalıdır.

Hadis ehlinden bir zat, dostlarıyla yemek yediği zaman, bir so­mun kala yemekten kalkar ve onu yanında ayrı tutardı. Seyyar b. Hatim de, herhangi bir mecliste sofra kurulduğu zaman bir kaç lokma ve ardından, ´Benim payımı ayırın´ derdi. Yine bir gün, bir cemaatle beraber yemek yiyordu. Tatlı geldiği zaman takkesini çı­kardı ve ´Payıma düşeni buna koyun´ dedi.

Davetli dostların yemeklerini dağıtmadan önce, hane halkının paylarını ayırmak gerekir. Böylelikle yemeğin artması noktasında herhangi bir düşüncenin doğması engellenmiş olur. Çünkü bu mek­ruhtur. Belki yemekten hiç bir şey artmayacaktır. Bu da ev halkını sıkıntıya düşürecek, rızıklarını azaltacak ve yemek ikramıyla ka­zanılacak sevaptan daha ağır bir vebal yüklenilmiş olacaktır. Çün­kü böyöle bir durumda ev halkına zarar verme ve onlara eziyet et­me sözkonusudur. Böyle bir hataya düşen kimse, asıl vazifesini ih­mal etmiş olur. Davet sahibi, ancak yemelerim istediği yemekleri sunmalı ve yenilebilecek kadarıyla yetinmelidir. Bu konuda orta yol, sünnet ile fazileti birleştirmektir.

Rivayete göre Allah Resulü´nün (sav) sofrasında yemek arttığı asla vaki olmamıştır. Çünkü onlar, her konuda ihlaslı davranırlar­dı. Misafirlere, yetecek kadarını ikram eder, iyice acıkmadan yeme­ğe oturmaz, canları istiyorsa yemeyi bırakarak arttırmaz ve yetin­meyi bilirlerdi.

Yemeğin yetecek kadar ikram edilmesiyle ilgili söylediklerimi­zin arkasında yatan hakikat; sünnet-i nebevi gereği yemek arttır­maktan sakınmaktır. Yemeğin artması maksadıyla bolca ikram edilmesinin ardında da güzel bir niyet olabilir. Buna daha önce işa­ret etmiştik; dostların yemeğinden artan kısım, yenilmesi halinde hesaba çekilmeyeceği vaadedilmiş bir yemektir.

Toplulukla beraber olan biri, yemek servisinin geciktirilmesini istememelidir. Çünkü orada yemeğe acilen ihtiyacı olan biri bulu­nabilir. Ancak servisin ertelenmesi üzerinde görüş birliği etmişler­se, bu durumda da daha erken verilmesi istenemez.

Bir yanda kılınmamış bir namaz, diğer yanda da hazır bir ye­mek bulunduğu zaman şöyle yapılır: Canlan yemeği istiyor ve na­maz vakti de geniş ise yemek öne alınır. Yemeği pek arzu etmiyor­larsa veya namaz vakti iyice darsa, o takdirde namaz öne ahnır. Sofrada uzun süre oyalanma endişeleri olduğu zaman da namazı öne almaları daha doğru olur.

Yemeği yerde oturarak yemek müstehaptır. Allah Resulü (sav), kendisine yemek getirildiği zaman onu yere koyar ve diz kırıp otu­rarak yemeğini yerdi. Bu konuda şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: Taslanarak yemek yemem! Ben bir köleyim ve kölelerin yediği gibi yer, kölelerin oturduğu gibi otururum".[54]

Allah Resulü (sav) yemek için muhtemelen diz kırarak ve sağ ayağını dikip diğerinin üzerine oturmuştur. Günümüze dek Arap-lar´m sofradaki oturma biçimleri böyledir.

Yemeği tepside yemek de sünnettir. Kişi, sofrası için güzel azık düzmelidir. Azıkların en güzeli ise takvadır.

Bize göre yüksek sofralarda yemek yemek mekruhtur. Çünkü Selef, yemeğin ellerin hizasından yukarıda olması hoş görmezdi. Bu, sonradan çıkmış bir bidat olup tevazuya da uygun değildir. Enes b. Malik (ra) Allah Resulü´yle (sav) ilgili olarak şöyle buyur­muştur: Allah Resulü (sav) yüksek sofrada ve küçük tabaklarda ye­mek yemedi. ´Peki siz nasıl yerdiniz?´ diye sorulunca da şöyle cevap verdi: Biz tepsi üzerinde yerdik.[55]

Denildi ki: Allah Resulü´nün (sav) irtihalinden sonra görülen ilk adetler şu dördüdür: Yemek masaları, elekler, çöven ve sofrada doy­ma. Çovenle temizlik yapan kimse, işe sağ elini yıkadıktan sonra ağzım yıkamakla başlar, kuru çöveni sol avucuna koyup ağzını yı­kadıktan sonra iyice temizler ve ardından sol avucundaki çöveni ıs­latarak ellerini yıkar. Avuçlarını tekrar tekrar yıkamaz. Bu, vakar ehlinin tercih ettikleri temizlenme şeklidir.

Bir çok çeşit yemeğin bulunduğu bir sofrada, hafif olanla başla­mak gerekir. Daha hafif, daha güzel, daha güzel ise yemeye daha uygundur. Örneğin hem tirid, hem de kebap varsa, kebabla başla­mak daha doğru olur. Çorbayı da yemekten önce yemek gerekir. Arapların adetleri bu şekildedir. Böyle yaparak açlığı en güzel şe­kilde bastırmak ve rızkı da layık olduğu şekilde almak mümkün­dür. Yemeğin bu usule uygun olarak yenmesi, kazanılacak ecri art­tırıp yenilen miktarı azaltır. Hafif yemekten sonra ağır bir yemek yenecekse, yenilecek miktar elbette daha az olur.

Ehli dünya olarak nitelenen kimseler, yemeğe ağır çeşitlerden başlarlar. Böylelikle daha çok yemek ve şehvetlerini azdırmak maksadını güderler. Onlar, hafif yemeklere pek uzanmazlar. Böyle­ce daha hafif ve daha güzel olandan çok az nasiplenmiş olurlar. Bu ise, ahiret ehli nezdinde müstehap görülmemiştir. Davette birden fazla yemek sunulacak ise, bunların hepsinin bir yerde toplanması gerekir. Davetlilere mümkün olduğunca bilmedikleri yemekler su-nulmamalıdır.

Davette tek bir yemek türü bulunuyorsa, sadece o sunulur ve herkes onunla yetinir. Böylesi durumlarda ikinci bir yemeğin bek­lentisine girmek doğru değildir. Şeyhlerimizden biri, kendi şey­hinden şunu nakletmişti: Şamlı bir dostum, bana bir tür Şam ye­meği getirmişti. Kendisine, ´Bu yemek biz Iraklılarda en son su­nulacak yemektir´ dedim. ´Evet, bizde de öyledir* dedi. Yanında yi­yecek başka bir şeyi bulunmamasından çekindiğimi görünce şöy­le dedi: En son Iraklı bir zatın evinde topluca yemekte idik. Çeşit çeşit yemekler sundu. Hepsinden azar azar alıyor, arkasından ge­lecek olanı bekliyorduk. En sonunda ellerimizi yıkamamız için su tası getiriliverdi ve başka yemek sunulmadı. Bu yemeği onun için şimdi yiyorum.

Tasavvuf ehlinden latife yapmayı seven bir şeyh şöyle demişti: Allah Teala bedensiz başlar yaratmaya muktedir olamaz mıydı? Bu söz üzerine o akşam yemek yiyemedik. Bir çokları, sahur yemeğini de kuru ekmekle geçiştirdiler.

Davet edilen kimseler, bütün yemeklerden yiyebilmeli ve sofra ancak bundan sonra kaldırılmalıdır. Davet ve yemek adabının ge­reği budur. Davette sunulan yemekler arasında bazıları, kişinin gö­zünde bazılarından daha lezzetli olabilir. İşte bu nedenle, yemekle­rin tamamı insanlara sunulmadan sofrayı toplamaya girişmemek gerekir. Karnı henüz doymamış biri, beğendiği yemeği sonda bul­duğu zaman yeterince yiyemediği için sofradan yarı aç vaziyette kalkabilir.

Bir dostumuz, sufîlerden es-Setturi´nin başından geçen şöyle bir hadise anlatmıştı. es-Setturi, ehli dünyadan birilerinin sofrasına misafir olmuştu. O, biraz cimri bir mizaca sahipti. Sofraya kızarmış bir deve konuldu. Davetliler etleri parçaladıkça, es-Setturi´nin yü­reği daralıyordu. Dayanamayıp, ´Hey hizmetçi, şunu içeri götürün, biraz da çoluk çocuk yesin´ dedi. Onun bu isteği üzerine deve içeri taşındı. Süfyan-ı Sevri (ra) devenin arkasından gitmek üzere ayağa kalktı. Ev sahibi, ´Nereye ey Ebu Abdullah?´ deyince, ´Çocuklarla be­raber yemeye´ dedi. Bunun üzerine ev sahibi utandı ve misafirlerin doyuncaya kadar yemeleri için devenin getirilmesini emretti.

Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: Her kim birini yemeğe davet eder ve onun davete icabet etmemesini temenni ederse, o kimse de davete icabet etmezse davet sahibine bir günah yazılır. Eğer icabet ederse iki günah yazılır. İlk durumda günah yazılmasının sebebi şudur: Bu tür bir davette bulunan kimse, kalbinde bulunmayanı diliyle söyleyen biridir. Yapmacık bir davranış sergilemekte ve sa­mimi olarak yapmak istemediği bir fiil için övülmek istemektedir. Bu yüzden de kendisine bir günah yazılmaktadır.

iki günah yazılmasının sebebi ise şudur: Burada davet edilen kimsenin, davete icabet etmesi, onun için ikinci günahı teşkil et­mektedir. O, sözkonusu din kardeşini aslında istienmeyen bir şeyi yapmaya zorlamıştır. İçyüzünü bilmesi halinde raddedeceği bir işi yapmasına ön ayak olmuştur. Zahirde sergilediği tavırla ona karşı dürüst davranmamıştır. Çünkü o kardeşi kendisinin davete davete gelmesini arzu etmediğini bilse, oraya gidip onun yemeğini yeme­yecektir. Bu, davet sahibinin insanlar görsün-duysun diye yaptığı türden samimiyetsiz bir davettir. Bu da onun için ikinci bir günah olarak yazılacaktır.

Eskiler, yemek yerken yanlarına gelen biri olduğunda, yemeği­ni paylaşmasını istemedikleri bir kişi olduğunda onu sofraya davet etmezlerdi. Aksi takdirde gösterişte bulunmaktan ve o kimseleri hoşlanmayacakları bir şeye zorlamış olmaktan çekinirlerdi.

Bir topluluk Semir Ebu Asım´a misafir olmuştu. Semir, zahid bi­riydi. Onlar geldiğinde yemek yiyordu. Misafirlerine şöyle dedi: Borçlanarak almamış olsaydım sizi de buyur ederdim. Seleften bir zat, yapmacıkhk ve üzerine vazife olmayanı yapmaya girişmeyi (=te-kellüf) açıklarken şöyle demiştir: Kendi yemediğiniz bir şeyi dostu­nuza yedirmeniz tekellüftür. Kalite bakımından ve fiyat bakımından kendi başınıza iken yemediğiniz veya yiyemediğiniz şeyi, misafirini­ze de ikram etmeyin. Aksi takdirde tekellüfe düşmüş olursunuz.

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: İnsanlarla dargın durulmasının sebebi, genellikle yapmacık ve zorlama davranışlardır. Her hangi biri dostu tarafından davet edildiği zaman, ona şirin görünmek için kendini zolayacak bir takım hazırlıklarda bulunan kimse, elbette onun tekrar gelmesini istemez. Selef-i Salih´ten bir zat, gelen misa­fire evde hazır ne varsa onun ikram edilmesini tavsiye etmiş ve bu­nun dostluğun devamlılığı ve ev sahibinin hoşnutluğu bakımından daha faydalı olacağım bildirmiştir.

Seleften bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Evime dostla­rımdan hangisi gelirse gelsin umursamam. Çünkü onlar için ken­dimi zora sokmanı. Evde hazır ne varsa ikram ederim. Hazır olma­yan şeyleri sunabilmek için kendimi zorlasaydım o zaman dostla­rımdan bıkar, tekrar gelmelerini pek istemezdim.

Şeyhlerden biri şunu anlatmıştır: Dostlarım içinde birine ken­dimi çok yakın hisseder ve ziyaretine sık giderdim. Ama o, her de­fasında kendini zora sokacak hazırlıklar yaparak bana şirin görün­meye çalışırdı. Bir gün kendisine şöyle dedim: Şimdi sana soraca­ğıma açık cevap ver! Evde kendi başınıza iken de bana sunduğunuz türden yemekler yiyor musunuz? ´Hayır!´ dedi. Bunun üzerine şöy­le dedim: Kendi başımıza iken biz de size sunduğumuz yemekleri yiyemiyoruz. Peki neden sizde ve bizde buluştuğumuz zaman aynı şekilde davranmayıp kendimizi zora koşuyoruz? Bundan sonra ya birbirimizi ziyareti keseceğiz, ya da kendi başımıza ne yiyorsak mi­safirlikte de onu yiyeceğiz!

Dostum bu tavsiyemi benimsedi ve kendisini ziyarete gittiğim­de, evlerinde olanı ikram etmeye başladı. Belki de bu sebeple, dost­luğumuz çok uzun süreli oldu.

Yemeğe davet edilen kimsenin maiyetinde bir veya birden fazla insan varsa, yanındaki kimseyi veya kimseleri belirtmelidir. Bu, sünnetin ve edebin gereğidir. Eğer tek başına veya adlarıyla belli kimselerle birlikte davet edilmiş, bir kişi de arkalarına takılmışsa, o kimseyi davet sahibine bildirmelidir. Davet sahibi izin verirse oraya girmesinde bir mahzur olmaz. Aksi takdirde girmemelidir. Sünnetin gereği de budur.

Bir topluluk adına bir kimse davet edilmiş ve onlarla ilgili hu­suslar ona havale edilmişse, davete katılmadan önce ev sahibine katılacak sayıyı bildirmelidir. Böylelikle gerekli hazırlığın yapılma­sına imkan tanınmış olur. Genel bir davet olmaksızın birini çağıran kimse, davete kimlerin katılacağını ona bildirmelidir. Çünkü o da­vette karşılaşmak veya görüşmek istemediği bir kişi bulunabilir. Her hangi bir bilgi verilmediği zaman, kişi tek başına davet edilmiş olduğunu da sanabilir. Çünkü yemek bir yakınlık ve ilişkidir. Her­kes önüne gelenle yakınlaşmak ve ilişki kurmak istemez. Özellikle de toplumun önde gelenleri için bu geçerlidir.

Birinin meclisinde yemek yerken bir dilencinin yemek isteğine muhatap olan kimse, davet sahibinin izni olmaksızın hiç bir şey ve­remez. Aksine davet sahibinden müsaade isteyerek esas verenin o olmasını temin eder. Eğer davet sahibinin izni olmaksızın vermiş-se, sevabı davet sahibinin, vebali de onun olur.

Konuyla ilgili olarak Ebu´d-Derda´dan (ra) şu hadise rivayet edilmiştir: Kendi sofrasında yemek yiyen biri, izni olmaksızın bir dilenciye yemek verdiğinde ona şöyle demiştir: Bu hareketinle be­ni zengin ettin! Yaptığın işin sevabı benim, vebali senin oldu!

Benzer biçimde, her hangi bir yere davet edilen kimse davet sa­hibinin iznini almaksızın üçüncü bir şahsı çağırmamalıdır. Yakan dostlarını davet eden biri, eve tanımadığı biri geldiği zaman yemek

için onlarla beraber oturmayabildiği gibi o kimsenin ayrılmasını veya tek başına yemesini de isteyebilir.

Şeyhlerimizden biri Haleften bir zatla ilgili olarak şöyle bir ha­dise nakletmişti: O, sufi dostlarından bazılarını yemeğe davet et­mişti. Avamdan biri de davetliler arasında eve girdi ve onlarla bera­ber yemeğe oturdu. Davet sahibi, onun elini tuttu ve sofradan uzak­laştırdıktan sonra şöyle dedi: Bu, yakın dostlarımız için hazırladığı­mız bir sofradır. Yanlarına başka birinin girmesi yakışık almaz. Ar­dından o şahıs için ayrı bir yemek hazırlattı ve onu ayrı bir odada oturttu. Hareketindeki kabalığı da bu şekilde telafi etmiş oldu.

Yemek yerken içeri her hangi biri geldiğinde sofrayı kaldırmak sünnete uygun değildir. Vakar sahiplerine de bu tür davranış ya­kışmaz. Çünkü gelen şahsın yemeğe ihtiyacı, yiyen kimseden çok daha hayati olabilir ve Allah Teala tarafından sınanmak için gön­derilmiş de olabilir.

Bir din kardeşinizi yemeğe davet ederken bir veya iki kez söyle­meniz gerekir. Bunun ötesinde ısrar etmek uygun değildir. Bu şekil­de ısrarla çağırmanız mekruh görülmüştür. Nitekim bu anlamda şöyle denmiştir: Din kardeşinize sıkıntı verecek bir ikramda bulun­mayın! Üç kezden fazla davet etmeyin! Israrın sınırı, üç ve daha faz­la defa çağırmaktır. Bu, kesinlikle edep ve terbiyeye uygun bir dav­ranış değildir. Rivayete göre, Allah Resulü (sav) de her hangi bir ko­nuda üç kez çağrılıp cevap vermediğinde bir daha çağnlmazdı.

Hasan b. Ali (ra) şöyle demiştir: Yemek, üzerine yemin edilme­yecek kadar önemsizdir. Bir keresinde şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Üzerinde iddiada bulunulmayacak kadar önemsizdir! Bu söz, müminin mümin üzerindeki hakkının büyüklüğüne işaret eden ve­ciz bir sözdür.


Konu Başlığı: Ynt: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:30:12
Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: Bir kardeşiniz size geldiğin­de, ´Yer misin?´ veya ´Bir şeyler hazırlayayım mı?´ demeyin! Eviniz­de olanı ona ikram edin! Yerse ne âlâ, aksi takdirde kaldırın! Ha­san el-Basri (ra) ve Abdullah b. Mübarek (ra) öğle veya akşam ye­meklerini yiyecekleri zaman dış kapılarını açar ve o esnada biri ge­lirse, yemeği onunla birlikte yerlerdi. Kimisi de evin hol kısmında oturur ve kapıyı açık bırakırdı. Yoldan geçen herkesi yemeğe buyur ederdi. Yemek daveti hususunda Selef-i Salih´in izledikleri yol bu îdi; yemek yiyecekleri zaman kapılarını ardına kadar açar, zengin fakir demeden yoldan geçen herkesi sofraya davet ederlerdi.

Tabiun´dan bir zat şöyle demiştir: En hayırlılarınız, yemekleri­ni avluda yiyen, tabaklan en geniş ve kaymakları en tatlı olanlar­dır! En şerlileriniz ise, yemeği kapalı yerde yiyen ve tabakları kü­çük olanlardır!

Her kim birini yemeğe davet ederse ve en iyisinin onunla bera­ber yemek yememek olduğunu bildiği halde onunla yemeğini pay­laştığında mekruh işlemiş olur. Kişi, davet edenin sözünün altında­ki hakiki etkeni bildiğinde, onun yemeğini yememelidir. Eğer haki­ki anlamda bilmiyorsa, sözün zahirinden haraket ederek yemeğini yiyebilir. Bu noktada su-i zanda bulunmaya mahal vermemelidir.

Bir yolculukta adamın biri Ahnef b. Kays´ı yemeğini paylaşma­ya çağırmıştı. Ahnef, ´Belki sen de arızlardansın´ dedi. Adam, ´On­lar da kimdir?´ diye sorunca Ahnef şu cevabı verdi: Gönülden yap­mamalarına rağmen halk tarafından övülmek isteyenler!- Bu söz üzerine adam sükut etti. Ahnef de onun davetine icabet etmedi.

Süfyan-ı Sevri (ra) bir adamla yürüyordu. Adamın evinin kapı­sına geldiklerinde, ´Buyrun bir şeyler yiyelim! dedi. Süfyan, ´Sora­cağım şeye lütfen doğru cevap ver! Kalbine hangisi daha sevimli geliyor? Kalmam mı, yoksa gitmem mi?!´ dedi. Adam sükut etti. Süfyan da eve girmeyerek oradan ayrıldı.

Kişi, çok yakın dost olduğu ve yemeğini yemesinden hoşlanaca­ğını yakinen bildiği kimsenin yemeğini onun izni olmaksızın yiye­bilir. Aralarındaki derin sevgi, iznin yerini alır. Muhammed b. Va­si´ ve arkadaşları, Hasan el-Basri´nin (ra) evine girer ve buldukla­rını yerlerdi. Onlar yemek yerken Hasan (ra) gelirse çok sevinir ve şöyle derdi: Biz de böyle yapardık!

Rivayete göre Hasan el-Basri de (ra) semtindeki bakkaldan di­lediği gibi yer, bir sepetten incir, bir diğerinden fıstık alır yerdi. Ha-şim el-Evkas kendisine, ´Ey Ebu İshak, adamın malını izinsiz yi­yorsun? Olur mu?´ dediğinde şu cevabı vermiştir: Bre gafil, Allah Teala´nın şu ayetini hiç okumadın mı? "Sizin de eşlerinize yahut ço­cuklarınıza ait evlerinizden, babalarınızın evlerinden, annelerini­zin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeşlerini-zin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtar­ları size bırakılmış sahip çıkmanız istenen yerlerden ve dostlarını­zın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61)

Hasan el-Basri (ra) ayetteki ´dost´ kelimesini şöyle tarif etmiş­tir: ´Dost´, nefsin huzur bulup kalbin itmi´nan bulduğu kimsedir. Böyle birinin yemek için izin istemesine gerek yoktur.

Süfyan-ı Sevri´nin evine bir grup gelmişti. Onu evde bulamadı­lar. Bunun üzerine kapıyı açarak içeri girdiler ve tepsiyi indirdiler. Ardından yemek hazırlayıp yemeye başladılar. O esnada Süfyan eve geldi. Onları bu halde görünce şöyle dedi: Sağolun, bana Se­lefin ahlakını hatırlattınız! Onlar da böyle yaparlardı.

Birkaç kişi, Tabiun´dan bir zatı ziyaret etmişti. Evinde yiyecek bir şey yoktu. Bunun üzerine çok samimi bir komşusunun evine gitti. Komşusu evde yoktu. Eve girdi ve pişmiş yemek bulunan bir tencere ve taze ekmek gördü. Bunları alarak evine götürdü. Yeme­ği ve ekmeği misafirlerine ikram etti. Bir süre sonra komşusu eve dönüp yemek dolu tencereyi ve ekmekleri göremeyince ev halkına sordu. Onlar da, olup biteni anlattılar. O da, ´İyi etmiş!´ dedi. Kar­şılaştıklarında da şöyle dedi: Can dostum! Eğer misafirlerin tekrar gelirlerse, yine aynısını yapabilirsin!

Allah Resulü (sav) de, Berire´ye (ra) tasadduk ettiği etten onun izni olmaksızın yemiştir. Ama O, Berire´nin (ra) bunu bilmesi halin­de çok sevineceğini iyi bilmekte idi. O, Berire´nin (ra) pişirdiği eti yedikten sonra şöyle buyurmuştur: "Sadaka yerine ulaştı; onun için sadaka, bizim için de hediye oldu" [56] Yine O, başka bir vesilede şöyle buyurmuştur: "Adamın adama elçisi onun iznidir". Yani, onun elçisini görmek, girmek için izin verildiğini gösterdiği için tekrar izin istemek gereği kalmaz.

Allah Resulü´nün (sav) fiilleri üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkan hakikatlardan biri de şudur: Bir adamın, onunla beraber ye­mek yemenizden hoşlanmadığını hissettiğiniz zaman onunla ye­mek yemeyin. Sözle müsaade etmiş olsa dahi, yememeniz daha uy­gundur.

Konuyla ilgili bir diğer misal de şu hadisedir: Seleften bir zat, birilerini yemeğe davet etmişti. Ama elçi, davetlilerden birini bula­mamış ve geç bir zamanda haber vermişti. Vakit iyice ilerlemiş ol­duğu için davetliler evden ayrılmışlardı. Sonradan haberi olan kişi eve yine de gitti. Kapıyı çaldı. Davet veren kişi kapıya çıkarak, ´Bir arzunuz mu var?´ diye sordu. O da, ´Beni yemeğe davet etmişsin, geç öğrendim, şimdi gelebildim´ dedi. Ev sahibi, ´Ama davetlilerin hepsi ayrıldılar* deyince geç kalan, ´Onların yediklerinden artan bir şey yokmu?´ diye sordu. Adam da, ´Hayır* dedi. Teki kırıntı da mı yok?´ deyince, ev sahibi ´Hiç bir şey kalmadı!´ dedi. Geç kalan, ´Öy­leyse tencere diplerini alayım´ dedi. Ev sahibi, ´Hepsini yıkadık´ de­yince, Allah´a hamd ederek oradan ayrıldı.

Davete geç kalan bu zata, niçin bu kadar ısrar ettiği soruldu­ğunda şöyle demiştir: O kimse, bir ihsanda bulunmuş ve davetini belli bir niyetle yapmıştır. Sözkonusu zatın yukarıda gösterdiği zil­let ve alçalma hali, nefsinin izzet ve kibir derecelerinden iyice sıy­rıldığım göstermektedir. O, bu hali ile Ebul-Kasım el-Cüneyd´in hocası İbnul-Küdeyni´ye benzemektedir. Bir gün delikanlının biri ona, babasının davetini ulaştırmıştı. Çocuğun babası, bîr davette onu dört kez dışarı atmış, ama o her defasında yine gelmişti. Bun­lar, tevhid ile itmi´nan bulmuş ve Mevla´dan gelen imtihan ve bela­ları sebepleriyle müşahede edebilen nefslerdir. Tevazu ile yoğrul­muş ve zillet ile ezilmiş bu kimselerin nefsleri, ferdlere mahsus yal­nız bir yolun yolcusu, enderlere mahsus mücerred bir halin ehlidir.

Kibirli kimseler ise davetlere icabet etmezler. Bazılarına göre bu, izzet-i nefsle bağdaşmayan hareketlerdendir. Onlardan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben hiç bir davete icabet etmem! ´Niçin?´ diye sorulduğunda ise şu cevabı vermiştir: Yufka ekmeği beklemek züldür! Kibir ehlinden bir diğerinin ise şöyle dediği nak­ledilmiştir: Ellerim başka birine ait tabağa uzandığında boynum da onun önünde eğilmiş olur!

Kibir ehli içinde, hakir gördüğü yoksulların davetlerine katıl­mayıp gözünde büyüttüğü zenginlerin davetlerine katılmaktan şe­ref duyan kimseler de vardır. Ehli dünya içinde bazıları da, ancak kendi seviyelerinde olan kimselerin davetlerine icabet eder ve da­ha aşağıda gördüğü kimselerin davetlerine katılmazlardı. Bütünbunlar, Allah Resulü´nün (sav) sünnetine aykırı yaklaşımlardır. O, kara bir kölenin davetine icabet ettiği gibi, yoksul birinin yemeği­ne de katılırdı.

Allah Resulü´nün (sav) konuyla ilgili hadislerinden biri şöyle­dir: Ne kötü yemektir o! Yoksulları dışlayıp zenginlere verilen ziya­fet yemeği![57] Yine O, davete icabet konusunda şöyle buyurmuştur: "Her kim davete icabet etmezse, Allah Teala´ya isyan etmiş gibi olur".[58]

Hüseyin b. Ali (ra) yol kenarında insanlardan dilenen bir yok­sullar grubunun yanından geçiyordu. O esnada, kumun üzerine yaydıkları bir takı ekmek parçalarını yiyorlardı. Hüseyin (ra) bine­ği üzerinde yanlarından geçerken, onlara selam verdi. Onlar da se­lamına mukabele ettiler ve ´Haydi Allah Resulü´nün kızının oğlu! Bizimle bir şeyler ye!´ dediler. O da, ´Peki! Muhakkak Allah kibirle-nenleri sevmez!´ dedikten sonra bineğinden indi ve onlarla beraber yere oturdu. Yemeklerini paylaştıktan sonra veda ederek bineğine bindi ve yoluna devam etti.

Bu hadisenin başka bir rivayetinde şöyle bir fazlalık vardır: Hü­seyin (ra) onlara, ´Ben size icabet ettim, siz de bana icabet edin´ de­miş, onlar da ´Peki´ demişlerdi. Bunun üzerine onları günün belli bir vaktinde yemeğe davet etti. Hüseyin´in (ra) evine gittiklerinde onun tarafından sıcak bir şekilde karşılanıp sofraya oturtuldular. Ardından da Hüseyin (ra), ´Ey Vâzât! Bugüne dek biriktirdiği ni­metleri getir ve sofrayı donat dedi. Cariye de, evdeki en kıymetli yi­yecekleri getirerek çok güzel bir sofra hazırladı. Sofra iyice bezen-dikten sonra Hüseyin (ra) de yoksul misafirleriyle beraber yemeğe başladı.

Ibnü´l-Mübarek (ra) dostlarına evinde bulunan hurmaların en kıymetli olanlarını ikram eder ve şöyle derdi: Kim daha fazla yer­se, ona çekirdek başına bir dirhem vereceğim! Sonra da fazla yiyen­lerin çekirdeklerini sayarak, bir o kadar dirhem verirdi.

Öğüt ehlinden bir zat şöyle demiştir: Yemek davetlerine katıl­mamın tek sebebi, bana cennet sofralarını hatırlatmasıdır. Çünkü oraki sofralar da, sıkıntı ve tasaya gerek kalmaksızın önünüze ko­nulacaktır. İşte bu nedenledir ki dostların toplu yemekleri hakkın­da şöyle denilmiştir: Yakınlık ve birbirlerine yeterlik buîunan dost­ların biraraya geldikleri sofra, dünyadan sayılmaz!

Sufllerden bir zat şöyle derdi: Ancak şu kimsenin davetine ica­bet edin ki o, siz yemek yerken sadece kendi rızkınızı yediğimizi ve sunduğu yemeğin kendisine tarafınızdan bırakılmış bir emanet ol­duğunu düşünür, emaneti kabul ettiğiniz için de kendisine iyilik et­tiğinize inanır!

İşte bu, davet sahipleri"arasında arif olanların ulaştıkları bir mertebedir. Davet edilenler arasında arif olanların derecesi ise esas davet edenin; el-Evvel, El-Mücîb, el-Ahir, el-Mu´tî, el-Bâtua, er-Râzık, ez-Zâhir olan Allah Teala olduğunu bilir. Sufilerden bazı­ları, dostlarını bu anlama gelecek şekilde imtihan etmişlerdir.

Bu çerçevede şöyle bir hadise anlatılmıştır: Adamın biri, sufi imamlarından birini, arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmişti. Müridler sofradaki yerlerini alıp yemeği beklemeye başladıkları za­man, şeyhleri çıkarak şöyle dedi: Bu davetin sahibi olan adam, sizi davet ettiğini ve yemeğini yiyeceğinizi sanan biridir. Bu yaptığında ona şahit olamayan kimseye burada yiyeceği yemek haramchrr Bu­nun üzerine bütün müridler ayağa kalktılar ve evi terkederek o kimsenin yemeğini yemeyi helal görmediler. Çünkü o kimseyi yap­tığı bakımından reşid olmayan bir çocuk hükmünde değerlendirdi­ler. Şeyhin sofraya oturmasının sebebi, onunla ilgili bu şahitliğin, kalbinde henüz sübut bulmamış olmasıydı. Onun bakışı, söz ve an­lamı tam olarak idrak edemediği için bu gecikme olmuştu.

Bir din kardeşiniz sizi yemeğe davet ettiğinde, bu davete katıl­manın onu çok mutlu edeceğini biliyorsanız, nafile orucunuzu aç­manızda bir mahzur yoktur. Bu bilginin kesinliğinden emin değil­seniz, yani size sadece ´Seninle yemek yemekten mutlu ederim´ de­mişse, buna inanmanız ve hüsnü zan sahibi olarak buna hareket etmeniz gerekir.

Eğer bu konuda kesin bir bilginiz yok ve o da, bunu telaffuz et­memişse, nafile orucu bozmanız bize göre mekruh olur. Çünkü oruç, niyete dayalı bi ibadettir. O tür şaibeli bir davette ise önceden niyet mevcut değildir. Böyle bir durumda oruç daha faziletli olmaktadır. Kardeşinizin sofrasındaki yemek tirid bile olsa, oruçla ilgili niyet, salih bir niyettir ve kolay kolay bozulmamahdır.

Surîlerden biri, oruçlu olmadığı günlerde yemek yiyeceği za­man, cemaatla birlikte yemeyi tercih eder ve hem yediğini, hem de orucunu denklerdi.

Ibni Abbas´ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hasenatın en faziletli olanlarından biri de, aynı meclisi paylaşanların birbirlerini zorlamalarıdır. Her hangi bir topluluğa belli bir yemeği yedirmek is­temeyen kişi, bu yemeği onlara açmamalı ve anlatmamahdır Ken­disi o yemekten yemiş olsun veya olmasın böyle davranmalıdır.

Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: Kendiniz yiyip ailene yedir­mek istemediğiniz bir yemeği, onlara anlatmayın ve yanınızda bu­lundurmayın.

Ameller niyetlere göredir. Buna göre, her hangi bir davete ica­bet eden müslümanın yedi tür niyeti olur. Herkes için niyet ettiği geçerlidir. Davete icabet etmek de bir tür ameldir. Davete icabetiy-le dünyevi bir çıkar elde etmeye niyet eden kimse için niyet ettiği dünyalık sözkonusudur. Davete icabet ile, ilahi rızayı esas alan uh-revi yarara niyet eden kimse için de ahiretlik sözkonusudur. Görül­düğü gibi davete icabet de, niyete göre değerlendirilen bir ameldir.

Davete icabet eden kimsenin kalbinden geçirdiği bir niyeti yok­sa veya her hangi bir illet sebebiyle fesada uğramışsa Allah Teala kendisine salih bir niyet nasip edinceye kadar beklemelidir. Her halükârda amellerin en faziletlilerinden biri sayılan davete icabet, niyetlerin en güzelini gerektirir. Ondan elde edilecek hasenat da bu niyete göre artacak veya eksilecektir.

Niyet, arzu ve hevadan arınmış olduğu zaman, kul da davette muhtemel günahlardan korunacaktır. Aksi takdirde oyun ve eğlen­ceden ibaret olacak, dünya kapılarından birini açmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Nefsin arzularını tatmini ve mide boşluğu­nun doldurulmasından öte gitmeyecektir. Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Kimin hicreti dünyaya ise ona ulaşır. Herkesin hicreti, hicret ettiği şeyedir".

Davete icabette bozuk bir niyete sahip olan kimse, bundan do­layı vebal yüklenir. Niyeti bulunmayan kimse de, olabilecek sevap­tan mahrum kalacaktır.

1. İcabetle ilgili niyetlerin ilki Allah Teala´ya ve Resulü´ne (sav) itaattir. Bu niyetin dayanağı, Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğu­dur: "Davete icabet etmeyen kimse, Allah´a ve Resulü´ne isyan et­miştir".[59]

2. İkinci niyet, Allah Resulü´nün (sav) sünnetini ikame etmek­tir. Bunu da şu hadis-i şerifte görmekteyiz: "Kurâ´a bile davet edil-sem icabet ederdim".[60] ´Kura´, Medine´nin birkaç mil ötesinde bir beldedir. Allah Resulü (sav) bir defasında Ramazan orucunu orada açmış ve namazı seferi hükümlerine göre kılmıştır. Başka bir ha­diste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Zirâ´a (=bir arşın) bi­le davet edilsem icabet ederdim".

Görüldüğü üzere bu hadiste, en yakındaki davete dahi icabet et­menin gereği vurgulanmaktadır. İlk hadis ise, uzaktan gelen dave­te icabetin gerekliliğini teyid eder mahiyettedir.

Tevrat´ta veya diğer semavi kitaplardan birinde şöyle denildiği bildirilmiştir: Bir mil git; hasta ziyaret et! İki mil git; cenaze teşyi et! Üç mil git; davete icabet et! Dört mil git; bir din kardeşini ziya­ret et! Bu ifadede, davete icabetin hasta ziyaretinden ve cenaze teş-yiinden daha uzak bir mesafeye konması, onun bu ikisinden daha faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü davete icabette, yaşayan birinin hukukuna riayet ve bir davet sahibine cevap vermek sözko­nusudur.

3. Üçüncü niyet, Din kardeşine değer vermektir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Mümin kardeşine değer veren, Allah Teala´ya de­ğer vermiş gibi olur". Hasan (ra) ve Ata´dan (ra) rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kime di-lenmeksizin bir şey gelir ve onu reddederse, Allah Teala´nın verdi­ğini reddetmiş olur".[61]

Daveti reddetmek, bağışı geri çevirmekle aynı hükümdedir. Al­lah Teala´dan nakledilen kudsi bir hadis de bu esasa dayanılarak açıklanmaktadır. Sözkonusu hadiste Allah Teala Kıyamet günü ku­luna şöyle buyurmaktadır: "Aç kaldım Beni doyurmadın! Kul, ´Sen alemlerin Rabbi iken Seni nasıl doyurabilirim?´Allah Teala da şöyle buyurur: Müslüman kardeşin aç kaldığında karnını doyurmadın. Onu doyurmuş olsaydın, Beni doyurmuş olurdun!"

Bu hadisin zahiri/görünen anlamında müslümanm ne derece büyük bir saygınlığa layık olduğu vurgulanmakta ve Allah Teala onu Kendi yerine koymaktadır. Batıni/görünmeyen anlamında ise davete icabet eden kimseye, onu doyurma noktasında Allah Te-ala´nm manevi yardımı ima edilmektedir. Davete icabet etmeyen kimseler için bu tür yardım da sözkonusu olmamaktadır. Böylelik­le o, kendini dahi doyuramayan biri olmaktadır. Davete icabet et­meyen müslümanların hali budur. İyi düşünün!

4.Dördüncü niyet, mümin kardeşi sevindirmek, davete katıl­mak suretiyle mutlu etmektir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Re-sulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir mümi­ni mutlu ederse, Allah Teala´yı mutlu etmiş gibi olur".

5.Beşinci niyet, davete icabet etmeme halinde yaşayacağı kalbî tasayı ve nefsî kaygıyı gidermektir. Davete katılmayan kişi, hak­kında ileri geri konuşulacağı, türlü zanlar yürütüleceği gibi evham ve kaygılara kapılabilir. Hakkındaki iyi veya kötü her türlü zannı gidermek, kalp ve kafasındaki tasaları gidermek için davete icabet etmeli ve kendini bu tür gizli sıkıntılardan korumalıdır.

6.Altıncı niyet, davetine icabet etmek suretiyle kardeşini ziya­rette bulunmak. Kişi, davete icabet etmek suretiyle dostunu ziya­ret etmeye de niyetlenebilir. Böylelikle nafile bir amelde daha bu­lunmuş olur. Allah rızası için ziyaretleşmenin fazileti, O´nun dost­luğunun (=Velâyetullâh) bununla kazanılması ve Allah için sevi-şenlerin en önemli alametlerinin karşılıklı ziyaretleşme oluşu hu­susunda birçok bilgi mevcuttur. Ziyaretin bu türüyle ilgili olarak iki şart koşulmuştur: 1. Karşılıklı olarak Allah için harcamak; 2. Ziyaretleşmeyi Allah rızası için yapmak. Yemek türü davetlerde bu iki şarttan ilki olan harcama tahakkuk etmektedir. Davete katılan da Allah için ziyarette bulunma şartını tamamlamaktadır.

7.Yedinci niyet, şu hadiste beyan edildiği üzere gerçekleşir: "Davete icabet tevazudandır". Kibir ehlinin, davetlere icabet etme­yişlerini sebepleriyle açıklamıştık.

Bunlar, amelinde muvaffak kılman kullar için davete icabette sahip olmaları gereken yedi kalbî ameldir. Davete icabetinde varolan sevap vaadinden ziyadesi ile faydalanmak isteyenler bu yedi niyetle amel etmelidirler.

Aşırı derecede ihtiyaç sahibi olan bir fakir, evinde yemek yiye­bilmek için dostlarından birinin evine davet edilmeksizin gidebilir. Bu, iki şarta bağlıdır:

1.Yiyecek namına hiç bir şeyinin bulunmaması;

2. Yiyeceği o yemekle dostunun sevap kazanmasına niyet et­mek.

Dostunun yemeğini yemeye giden kimse, bu hareketiyle ona se­vap kazandırmış olur. Bu, iyilik ve takva üzere yardımlaşma ifade eden bir davranıştır. Ayrıca, yoksula yedirmeye teşvik babında de­ğerlendirilmesi de mümkündür. Bu şekilde bir dostunun yemeğini yemeye giden şahıs, diğer fakirlerden farksızdır. Çünkü dostu, onun gerçek halini bilmemektedir. Bilmesi halinde, ona yemek ik­ram etmenin kendisini çok mutlu edeceği aşikârdır. Yemeğe giden kişi, dostunu mutlu etmesinden dolayı da Rabbi katında sevap ka­zanmaya adaydır.

Selef-i Salih´ten bir topluluk böyle davranmışlardır. Bu çerçeve­de Seleften çeşitli bilgiler nakledilmiştir. Bunlardan birinde, Avn b. Abdullah´ın üçyüz altmış dostu olduğu ve her gün onlardan birine misafir olduğu bildirilmektedir. Bir diğerinin ise otuz dostunun ol­duğu, her günü ayrı bir dostunda geçirdiği bildirilmiştir.

Selef, bu ulvi ahlaka çok değer verir bunu, kazanç peşinde koş­maktan daha önemli görürdü. Onların kazançları, kardeşlerinin kazançları idi. Bu tarz yaşayanlar, kazanç ve birikim ardında koş­mazlardı. Dostlarının onlarla ilgili salih bir niyeti olur ve onlar da kendilerinden bunu rica ederlerdi. Görecekleri yardım ve barınma­yı da onlara taksim ederlerdi. Selef için, amellerin en faziletlisi buydu. İhtiyaç sahipleri, dostlarının davetlerine icabet etmek ve evlerinde kalmak suretiyle onlara değer verirlerdi.

Said b. Ebi Arube, evine gelen dostlarına yemek ikram etmez, her şeyi açığa koyar, hiç bir yeri kapalı tutmayarak dilediklerini di­ledikleri gibi almalarını sağlamaya çalışırdı. Mutfağında et varsa et, tatlı varsa tatlı, her şey açıkta dururdu. Eşya ve giyeceklerle il­gili olarak da böyle yapardı. Evindeki her şey, açıkta ve görülüp alı­nabilecek şekilde dururdu. Said´in evine giden bir dostu, etten bir parça keser, kızartıp yer veya bulduğu başka bir katıkla ekmek yerdi. İsteyen, açıkta duran elbiselerden dilediğini alır ve giyip gi­derdi. Bunlar Said´in evinde serbestti. Dileyen dilediğini yer veya giyerdi.

Dostunun evinde süreklilik üzere kalanlar da vardı. Bunlar, dostlarının gösterdiği bir odada yaşarlardı. Evi kendi evleri gibi gö­rür, vakitlerinin çoğunu evde geçirirlerdi. Ulemadan bir zat şöyle demiştir. İki yemek vardır ki müslüman bunlardan dolayı hesaba çekilmez: Sahur yemeği ve değer verdiği dostlarının evinde yediği yemek.

Bir topluluğun yanında yemek yiyen kimse şöyle demelidir: Ye­meğiniz oruçlular için iftar olsun, hayır sahiplerine nasip olsun ve melekler de sizlere sal at etsin! Başka bir rivayette ise şöyle denme­si tavsiye edilmiştir: Öyle bir kavmin salatı üzerinize olsun ki on­lar günahkâr değil hayırseverdirler, azgın değildirler, geceyi na­mazla gündüzü oruçla geçirirler! Sahabe-i Kiram yemeklerini ye­dikleri kimselere böyle derlerdi. [62]


Konu Başlığı: Ynt: Yemekle İlgili Mekruh Ve Müstehaplar Hakkındadır
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 09 Ocak 2010, 16:45:15
Yemekten Sonra El Yıkamak



Çoğu kimse, yemekten sonra el yıkamayı edebine uygun olarak ya­pamaz. Yemek yemenin sünnetleri iyi bilinmediği gibi, el yıkama adabı da pek iyi bilinmez. Ellerini çövenle yıkayan kimse, yemek yerken kullandığı üç parmağını yıkayarak başlar. Ardından kuru çöveni sol avucuna koyarak dudaklarının üzerinden gezdirmelidir. Ağzını parmaklarıyla güzelce yıkamalıdır. Dişlerinin iç ve dış yüz­lerini de güzelce temizlemelidir. Damak ve dil de iyice yıkanmalı­dır. Bu temizliğin peşinden parmaklar su ile yıkanmalıdır. Kalan kuru çövenle, parmakların iç ve dış kısımları güzelce ovularak te­mizlenmelidir.

Bundan sonra ağza bir daha çöven konulmamalıdır. Temizlikte iki kez yeterlidir. Davetine gelen dostların ellerini yıkayacak kim­se, ellerine temiz su döker. Bu, edebin gereğidir. Davet sahiplerinin sürekli daha güzel olam aramaları, bu gibi davranışlarında kendi­ni gösterir. Riayet ehlinin edebi gözetmeleri de bu şekilde açığa çı­kar. Konuyla ilgili olarak ariflerden bir zat şöyle demiştir: Dostla­rını yemeğe davet edip en güzel yiyecekleri sunan, ardından tathlar ikram eden bir kişinin, ellerini ve ağızlarını yıkamaları için mi­safirlerine tuzlu su ikram etmesi, adabı gözetme ve inceliklere ri­ayette gösterdiği kusura bağlanır. [63]


Yiyecekler Ve Yemek Adabıyla İlgiili  Rivayetler



Konuyla ilgili hadis ve haberlerin bir kısmını bu faslın muhtelif yerlerinde eksiği ve fazlasıyla zikrettik. Bunlarda Selef-i Salih´in sünnetlerini ve Araplar´ın yemekle ilgili örf ve adetlerini gördük. Bu nakilleri, konuyla ilgili söylediklerimizin aralarına serpiştirdik.

İshak b. Nüceyh, Ata b. Meysere vasıtasıyla Ebu Hüreyre´den (ra) şunu rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sofra­dan düşeni yiyen kimse, rahatlık içinde yaşar ve çocukları bakı­mından afiyette olur".

Said b. Lokman, Abdurrahman el-Ensari vasıtasıyla Ebu Hü­reyre´den (ra) şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: Pazarda yemek yemek aşağılıktır". Bize göre bu, garib bir isnaddır. İşin aslı, bu sözün Tabiun´dan İbrahim en-Neha´i ve başkalarına ait olmasıdır. Cüveybir, Dahhak´tan, o Nizal b. Sebere vasıtasıyla Ali´den (kv) şunu nakletmiş tir: Allah Teala, yemeğe tuz ile başlayan kimseyi yetmiş türlü beladan uzak tutar. Günde yedi acve hurması yiyen kimse de midesindeki canlıları öl­dürür. Günde yirmi bir adet kırmızı kuru üzüm tanesi yiyen de be­deninde hoşuna gitmeyen bir şey görmez.

Et, et yapar. Tirid, Araplar´ın en çok bilinen yemeğidir. Sürü hayvanlarının etleri karnı büyütüp kalçaları genişletir. İnek eti ra­hatsızlık kaynağı iken inek sütü şifadır. İnek sütünden yapılma te­reyağı da birçok derdin devasıdır. Hayvan yağları da bir tür deva­dır. Nefslerin en çok şifa buldukları yiyecekler yaş hurma ve balık­tır. Bunlar, vücudun yağlarını eritirler.

Kuran okumak ve dişleri misvaklamak, balgamı bitirir. Uzun yaşamak isteyenler taze gıdalar yemeli, kadınlarla az birlikte ol­malı ve borçlanmamalıdırlar.

Emirlerin hayatlarıyla ilgili anlatılan olaylar arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Haccac, tabip Benâdik´a şöyle demişti: Bana, gereğini yapıp saymakla uğraşmayacağım bir tavsiyede bulun! Benâdık şunları önerdi: Evleneceksen genç kızla evlen, etin iyice doğ­ranmış olanını ye, pişmiş yemeği iyice gevşemeden yeme, hastalı­ğın olmaksızın ilaç içme, sadece olmuş meyve ye, yediğin her şeyi iyice öğüt, bir yemeğe çağrıldığında ardından içme, içtiğinde de ar­kasından bir şey yeme, büyük ve küçük abdestini fazla tutma, gün­düz yediğinde uyu, gece yediğinde ise uykudan önce yüz adım dahi olsun yürü.

Filozofun biri de kitaplarda yeralmış hikmetli bir tavsiyede bu­lunmuştur. Bu tavsiye, maktu´ hadis olarak da rivayet edilmiştir. Ebul-Hattab b. Abdullah b. Bekir tarafından rivayet edilen bu hik­metli söz şudur: Kendine mahsus bir hastalığı olan kimse tedavi ol­mamalıdır. Nice deva vardır ki kullananda başka hastalıklar çıkartır.

Bir başka filozof ise şöyle demiştir: Gücün hastalığa yettiği ka­dar devadan uzak dur. Bir başka söz de şöyledir: İlaç içmek, elbise­yi sabunla silmek gibidir. Sabun elbiseyi temizler, ama iz bırakır.

Büyük filozof Hipokrat´m da şöyle dediği rivayet edilmiştir: De­va yukarıdan, dert ise aşağıdandır. Derdi karnında, göbeğinin üst kısmında olan kimseye ilaç içirilir. Derdi karnın altında olan kim­seye ise lavman yapılır. Derdi, aşağıdan da yukarıdan olmayan kimseye ilaç içirilmez. Eğer derdi tesbit edilmeden ilaç içirilirse, sıhhat halinde yan etki yaparak hastalığa neden olur.

Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Damarı kes­mek kanı temizlemek, akşam yamağını terk ise yaşlılıktır. Araplar şöyle derdi: Öğle yemeğim bırakmak, kalça yağlarını eritir. Biri de şunu söylemişti: Tabipler yemek esnasında içmemi yasak ettiler. Araplar, yemekle ilgili şöyle bir deyim kullanırlardı: Akşamı ye yü­rü, öğleyi ye uzan!

Büyük abdestin tutulması konusunda bir filozof şöyle demiştir: Yemek, mideden altı saatten önce çıktığında mide bakımından hoş değildir. Orada yirmi dört saatten fazla kaldığında ise mide için za­rarlıdır. Küçük abdestle ilgili olarak da şöyle denilmiştir: Mecra­sından taşan nehir nasıl çevresine zarar verirse, tutulan küçük ab-dest de bedene öyle zarar verir. Mafsallarda oluşan kulunçların, ye­li tutmaktan kaynaklandığı söylenmiştir.

Şeyh Ebu Talib şöyle demiştir: Hikmet ihtiva eden kitaplardan birinde şunu okumuştum: İşler, şu dördü ile düzen bulur:

1. İştah olmadıkça yemek yenmemesi;

2. Kadının kocasından başkasına bakmaması;

3. Krala itaat edilmesi;

4. Tebaaya adaletle hükmedilmesi.

Romalı filozoflardan birine, ´Yemek için en uygun vakit hangisi­dir?´ diye sorulmuştu. O da şöyle cevap vermiştir: İradesi kuvvetli olan için tam olarak acıktığında, iradesi kuvvetli olmayan içinse bulduğunda! Başka bir yerde de, kişinin irade kuvveti arttıkça ar­zu ve şehvetlerinin eksildiği söylenmiştir.

Kisra, huzurunda oturanlara şunu sormuştu: İnsanda en zarar­lı huy nedir? Mecliste oturanlar, ´Fakirlik´ dediler. Kisra da, ´Cimri­lik, fakirlikten daha beterdir! Çünkü fakir bulamaz. Cimri ise, bul­duğu halde yiyemez!´ dedi. Şişman görünen birine, ´Nasıl şişmanla­dın?´ diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Acılı yemek, soğuk içmek, sol yanıma yaslanmak ve bana ait olmayanı yemekle! Dengeli ya­pısı olan başka birine de, ´Nasıl böyle dengeli bir vücuda sahip ol­dun?´ diye sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi: Az düşünmek, sakin yaşamak ve hasır üstünde uyumakla!

Hikmet ehlinden bir zat, gördüğü şişman birine şöyle demişti: Üzerinde azı dişlerinle dokuduğun bir kadife görüyorum, nedir o? Adam şöyle karşılık verdi: Halis un ve taze keçi eti yer, gümüş ku­pa dolusu menekşe suyu içer ve ketenden yapılma elbiseler giye­rim. Kilolarım bu yüzden olsa gerek!

Bir Arap atasözüne göre, yemek yiyen birini gören kimse, aç ol­masa ve yemeği düşünmese dahi onu gördükten sonra yemek yeme ihtiyacı duymaya başlar. el-Esma^ şunu nakletmiştir: Hikmet eh­linden bir zat oğluna Öğüt verirken şöyle demişti: Ey oğul, öğle ye­meğini yemeden evden çıkma! Aynı tavsiye, çarşı pazara çıkan için de yapılabilir. Dışarı çıkmadan bir şeyler atıştıran kimse, iştahını daha kolay bastıracak ve insanlarla karşılaştığında yemekten da­ha rahat uzaklaşabilecektir.

Hilal b. Mücessem bu konuda şöyle bir beyit okumuştur:

Mide az doluyken şişirmene gerek kalmaz, Sakınman da günahlara fırsat bırakmaz!

Sufilerden biri, çarşıda bir şeyler yiyerek yürüyordu. Kendisine tanınan bir şahsiyetti. ´Çarşıda nasıl yersiniz?´ diye sorulunca şöyle cevap verdi: Allah afiyet versin! Ben çarşıda acıktığımda evde ye­rim. ´Bir mescide falan girip yeseniz daha doğru olmaz mı?´ denildi. Buna da cevaben, ´Sırf yemek için Allah´ın evlerinden birine gir­mekten haya ederim´ dedi. Ona göre yemek yemek, dünya kapıla­rından birine girmekti.

Başka bir yerde de, çarşı pazarın kaçanların sofraları olduğu söylenmiştir. Oralarda kalanlar, hizmetten kaçtıkları için çarşı pa­zarda oturanlardır. Konuyla ilgili olarak ibni Ömer´in (ra) şöyle de­diği rivayet edilmiştir: Bizler Allah Resulü´nün (sav) devrinde hem yürür, hem de bir şeyler içerdik.

Tıp ehlinden biri, terlemenin iki durumu olduğunu, sağlıklı bi­ri için zararlı, hasta biri içinse yararlı olduğunu beyan etmiştir. Terlemeye karşı ilaç çare olmadığında, kişi sıhhatini kazanacak de­mektir.

Arap şairlerinden biri, konuyla ilgili olarak şöyle bir beyit oku­muştur:

Nice tedbir vardır ki kul için derttir,

Derdi uzaklaştırmanın yolu az yemeye devam etmektir.

Lokman´ın (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Her kim yüksek ateşe yakalanırsa, hoş olmayan bir iş yaptığından kesinlikle emin, helal rızık yediği hususunda da şüphede olur. Bu konuda şöyle de­nirdi: Gerçek tabip, krallara perhiz tavsiye edip onları değişik lez­zetlerden meneden değil, onları dilediklerini yapmakta serbest bı­rakıp siyasetlerini bunun üzerine şekillendirendir. Böylelikle be­denleri de istikamet bulacaktır. Hicaz´ın şehirlilerinden biri, bir be­deviye, ´Ne yer, neyi yemezsiniz?´ diye sormuştu. Bedevi, ´Yavrulu deve dışında yürüyen gezen herşeyi yeriz´. Bunun üzerine şehirli şöyle dedi: Yavrulu develer, sizden kurtulduklarına sevinsinler!

Allah Resulü (sav), Suhayb´m (ra) gözleri ağrırken hurma yedi­ğini görmüştü. Kendisine, ´Gözün ağrırken nasıl hurma yiyebiliyor-sun?´ diye sordu. Suhayb (ra), ´Ey Allah Resulü! diğer tarafımla yi­yorum´ dedi. Kasdettiği, ağrımayan sağ gözü tarafı idi. Bu cevap Al­lah Resulü´nün (sav) hoşuna gittiği için tebessüm etti[64]


Perhiz Ve Az Yemekle İlgili Rivayetler



İsmail b. Ayaş, Şurahbil b. Müslim´den şunu nakletmiştir: Ebu´d-Derda (ra) dedi ki: Şunlar, din için ne kadar da kötü yardımcılar­dır: Zayıf bir kalp; Geniş bir karın ve sertleşmiş bir kamış. Hikmet ehlinden birine, hangi yemeğin daha temiz ve güzel olduğu sorul­muştu, ´Açlık daha iyi bilir!´ dedi. Bu sözden anlaşılan, yemeğin an­cak açlık halinde yendiği zaman güzel olduğudur. Yine aynı zat şöy­le demiştir: Katığın en güzeli, açlıktır.

el-Atebi de şöyle demiştir: Ubeydullah, Medineliler´den birine şöyle demişti: Dostum sizin fikıhçılarınıza öyle şaşıyorum ki, onlar bizim fakihlerimizden çok daha ince düşünceliler! Sizin avamınız da bizim avammımızdan daha zarif ve nazikler. Sizin delileriniz bi­le bizimkilerden daha ince düşünceliler! Diğeri, ´Neden biliyor mu­sun?´ diye sorunca Ubeydullah, ´Hayır1 dedi. Medineli de konuşma­ya başladı: Bunun sebebi, bizimkilerin açlık halidir. Görmez misi­niz ki ud bile içi boş olduğu için çok güzel bir ses çıkartıyor!

Abdullah b. Zübeyr, Hasan b. Ali´yi yemeğe davet etmişti. Ha­san (ra) davete dostlarıyla birlikte katıldı. Beraberindekiler oturup yemeklerini yediler. Hasan (ra) yemek yemedi. Neden yemediği so­rulduğuna ise, oruçlu olduğunu ve oruçlu için hediye verilmesi ge­rektiğini ifade etti. Oruçluya verilecek hediyenin ne olduğu sorul­duğunda ise, *Yağ ve buhurdanlık/tütsü´ dedi.

Denilir ki: Sürme ve yağ, Allah Teala yakınlaşma vasıtaların­dan biridir. Aynı şekilde süt de etlerden biri gibidir. Misafir için meyve ve güzel konuşma, konukseverliğin iki türünden biridir. Oruçlu olup yemeğe katılıp yemeyen kimse için en giyişi güzel ko­kudur. Bu da onun azığıdır.

Abdurrahman b. Ebu Bekre Muaviye´nin masasında idi. Muavi-ye, onun lokmalarım görmüştü. Akşam olduğunda Ebu Bekre tek başına onun yanma gitti ve şöyle dedi: Oğlunun bugün yaptığını beğendin mi? Muaviye, ´Onun gibisinde hastalık bulunmamalıdır* dedi. Ebu Bekre, ´Oğlun sarhoş oluncaya kadar yemeye devam etti´ dedi. Muaviye´nin cevabı çok sert oldu: Eğer şu an ölse, cenaze na­mazını kılmazdım! Bu ifadede geçen ´beşem´ kelimesi, şaraptan do­ğan sarhoşluk benzeri bir sarhoşluk anlamına gelir.

Araplar´ın en tanınmış hakîmi el-Hars b. Kelde, kullanıldığı hastalık bulunmayan ilaç hangisidir? sorusunu ´perhiz´ diye cevap­lamıştır.

Yunanlı filozof Galinos´a, ´Yemeği az mı yersiniz?´ diye bir soru sorulmuştu. Galinos şöyle cevap verdi: Ben yaşamak için yerim! Başkaları ise yemek için yaşarlar!

Yiyeceklerle ilgili sözlerden biri de şudur: Mideye giren şeylerin en faydalısı nar, en zararlısı ise tuzludur. Tuzluyu azaltmak, nara fazla yemekten daha iyidir. Görüldüğü gibi, faydalı olsa bile her hangi bir yiyeceği fazla yemek kınanmış, zararlı olanı azaltmak da Övülmüştür.

Abdülmun´im b. İdris, babası vasıtasıyla Vehb b. Münebbih´ten şunu nakletmiştir: Vehb oğluna tavsiyelerde bulunurken şöyle de­mişti:

´Ey oğul, tuvalette fazla oturursan vücudunun ateşi başına doğ­ru yükselir ve hem basura yoi açar, hem de ciğeri tahrip eder. Tu­valete ağır ağır otur ve aynı şekilde kalk! Kenef kapısı için de ay­nısı geçerlidir´

Jiaccac, meclisinde oturanlara şöyle bir soru sormuştu: Yorgun­luğu en çabuk gideren şey nedir? Biri, ´Hurma yemek´; bir başkası, ´Hamama gitmek´; bir diğeri, ´Cinsel münasebette bulunmak´, baş­ka biri, ´Kulak deldirmek´ dedi. En sonunda Haccac şöyle dedi: Yor­gunluğu en çabuk gideren şey, tuvalete gitmektir.

Anlatıldığına göre, adamın biri demir pasını hamur yaparak yutmuştu. Pas, adamın midesinde uzun süre kalınca ağrı yapmaya başlamıştı. Gittiği tabip kendisine mıknatıs yüklü bir pamuk par­çası yutturdu. Pas, mıknatısın etrafında toplandı ve büyük abdes-tiyle beraber vücuttan çıktı.

el-Esma´î, Cafer b. Süleyman´dan şu sözü nakletmiştir: Filozof şu görüştedir: Et üstüne et yemek, yırtıcı hayvanları bile öldürür. Ebu Cafer bunu söyledikten sonra şunu ilave etti: Cariyemiz, bir defasında şöyle dedi: Bir ceylanımız vardı. Önüne konulan bir ha­murdan yemişti. Yemesiyle birlikte karnı şişti. Onu kesmek zorun­da kaldık. Karnım açtığımızda kanla dolu olduğunu gördük.

Meşhur tabip Yunus bu olay üzerine şöyle demiştir:

İnsan da aşırı yiyip şitiği zaman başına böyle bir dert gelebilir. Çok yiyen kimsenin kalbi, kanla dolar.

el-Esnıa´î, Basra valisi Cafer´in aşırı yemek yiyen ve yemeğin ardından istifra ederek midesini boşaltan birine şöyle dediğini nak­letmiştir: Böyle yapma! Çünkü mide, ineğin ota alışması gibi kus­maya alışabilir. Bu da içinde yemek tutamamasına yol açan kötü bir itiyaddır.

Bir zattan şu husus nakledilmiştir: Tabiplerden birine, kötü ko­kuya ne yapılabileceği sorulmuştu. O da, ´Kötü kokunun çaresi, iki üç hafta boyunca arpa unuyla yoğrulmuş kuru üzüm yemektir

Tabipler şöyle demişlerdir: Bir suyun yumuşaklığına hükmet­menin yolu, çabuk kaynayıp çabuk soğumasıdır. Güneşe bakan bir kaynaktan çıkıp sola doğru akan kırmızı topraktan ve kumdan ge­çen su yumuşak olur. Ebu Talib, konuyla ilgili rivayet edilen hik­metli sözlerin bununla bittiğini söyler.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mi­safirlerinize ekmek ikram edin! Allah Teala onu gökten indirmiş­tir". Ekmeğin bereketleri sayılmayacak kadar çoktur. Ekmeğin ya­nında katık aranmaması, her türlü yemeğin onunla beraber yen­mesi, tuz, sirke ve sebzenin ekmekle beraber yenilebilmesi, sofra­nın altına konulmaması ekmeğin nimetlerinden bazılarıdır. Her hangi bir şey için tabak olarak kullanılmaması, her hangi bir şeyin ona yaslanmaması da ekmeğin nimetlerindendir. Ancak onun üze­rinde hazırlanan bir şeyi yemekte mahzur yoktur.

Yemeğin sünnet ve adabından biri de; bir topluluk yemeğe da­vet edildiğinde içlerinden birinin gelmemesi halinde onun için ye­meği bekletmemektir. Geldiği zaman o da yiyebilir. Bunun sebebi; yemek ortada iken sofrada bulunanların yemek haklarına duyulan saygının, olmayan birini beklemekten daha öncelikli olmasıdır. Beklenen kişi, yoksul biri ise, ona izzet-i ikramda bulunmak için beklenebilir. Böylelikle kalbinin kırılmaması sağlanmış olur. Bek­lenen kimse zengin biri ise ve sofrada bekleyenler de fakir iseler, zenginin beklenmesi gerekmez.

Bu gibi bir durumda zengini beklemek, Allah Resulü´nün (sav) şu hadisi sebebiyle günah sayılmıştır: ´Temeğin en kötüsü, zengin­lerin çağrılıp yoksulların terkedildiği ziyafet yemeğidir".[65]Görüldüğü gibi bu hadiste, zenginlere tahsis edilen bir yemek, bu özelli­ğinden dolayı ´kötü´ olarak nitelenmiştir. Yemeğin bizzat kendisinin kötülenmesi mümkün değildir. Burada kötülenen, böyle bir davet­te bulunan kimselerdir. Onlar, zenginleri çağırıp fakirleri ihmal et­mek suretiyle ´kötü´ olarak nitelenmeyi haketmişlerdir.

´Günah yemekleri´ olarak nitelenen yemekler de iki türdür: 1. Cenaze sahiplerinin ağıt yakanlar, ağlayanlar ve bu işte onlara yardım edenler için hazırladıkları yemek. Bu yemeği yemek mek­ruh ve nehyedilmiştir. Cenaze evine, yemek yapamayacaklarını dü­şünerek yemek götürmek ise sakıncasız görülmüştür. Bu tür ye­mekleri yemek caizdir. Çünkü bu, iyilik ve takva üzere yardımlaş­ma ifadelerinden biridir. Ancak bunda ağıt için mezarların kenar­larına oturulması ve oralarda oyalanılarak yemek yenilmesi gibi bir maksat güdülmemelidir. O zaman yine mekruh olur.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Cafer b. Ebi Talib´in (ra) ölüm haberi geldiği zaman, ailesi cenazeleriyle meşgul oldukları için yemek hazırlayamamışlardı. Ben de, ´Onlara yemek götürün´ dedim." Bundan da anlaşılmaktadır ki cenaze evi­ne yemek götürmek sünnettir.

Yemeğe davet edilen kimse, davet edenin evinde aşağıdaki beş husustan biri bulunduğu zaman, davete icabet etmeyebilir. Davete katılmamasında da hiç bir mahzur bulunmaz. Bu beş husus şun­lardır:

1. Yemekten sonra içki içilmesi; içki içildiğini orada anlasa da yine ayrılabilir.

2. Evin döşemesinde ipek veya atlas kullanılmış olması;

3. Tabakların altın veya gümüşten olması;

4. Duvarların Kabe gibi kumaşlarla örtülmüş olması;

5. Duvarda veya bir şeyin üzerinde dikili olarak canlı resmi bu­lunması;

Her hangi bir davete giden kimse, bu hususlardan birini gördü­ğünde oradan ayrılabilir. Eğer davete katılır ve o evde oturursa, on­ların fiillerine iştirak etmiş olur.

Ahmed b. Hanbel (ra) bir yemeğe davet edilmişti. Arkadaşlarıy­la berabet davetin verildiği eve gitti. Sofraya oturduğunda gümüş bir tabak gördü. Derhal sofradan kalktı ve evden ayrıldı. Arkadaşlan da onunla beraber evden çıktılar. Evdeki gümüş tabak sebebiy­le davet sahibinin yemeğini yemekten imtina ettiler. İmam Ahmed b. Hanbel, bir defasında da kırbanın başında gümüşten bir kapak gördüğü için davetten ayrılmıştı.

Ahmed b. Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi´den şunu naklet-miştir: Ebu Abdullah´a bir davete giden kimsenin, hangi sebepler­den dolayı oradan ayrılabileceğini sormuştum. Şöyle dedi: Ebu Ey-yub, davetli gittiği evin duvarlarında örtü gördüğü için oradan ay­rılmıştı. Huzeyfe (ra), gittiği bir evde gördüğü Acem işi bir giysiden dolayı davetten ayrılmış ve şöyle demişti: Kim bir kavmin elbisesi­ni giyerse, o onlardandır.

Ebu Abdullah´a şöyle bir soru sorulmuştu: Gidilen davette, gü­müş eşya görüldüğünde oradan ayrılmak gerektiğini düşünür mü­sünüz? O da, ´Evet, oradan çıkılması gerektiğini düşünürüm´ dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştik: Dostlarımızdan biri, ´Kur´an´m yaratılıp yaratılmadığına dair fitne´ çıkmadan önce bizi yemeğe davet etmişti. Biz de Affan´ın evine sık sık giderdik. Bir ke­resinde gümüş bir tabak gördüm. Derhal evden çıktım. Büyük bir topluluk da beni izledi. Bu olay, ev sahibini çok üzmüştü.

Bir defasında Ebu Abdullah´a şunu sormuştuk: Yemeğe davet edilen kimse, orada başı gümüşten bir sürmelik görse ne yapması gerekir? Şöyle cevap verdi: Sürmelik, kullanılan bir eşyadır. Kulla­nılmayan şeyler bulunduğunda oradan ayrılın. Bu konuda ruhsat verilen şeyler, kapı sürgüsü ve benzerleridir. Çünkü bunlar, basit şeylerdir. Bir keresinde cibinliğin hükmünü sormuştum. Mekruh gördüğünü belirtti. ´Peki atmam gerekir mi?´ diye sorduğumda, bunda bir beis görmediğini ifade etti.

Ebu Abdullah´a şunu söylemiştik: Adamın biri, bir topluluğu ye­meğe davet etse ve yemekte gümüş bir kupa veya ibrik getirilse, davet edilenlerden birinin bu kupa veya ibriği kırmasının hükmü nedir? Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel (ra) bunun caiz olduğunu belirtti.

Ebu Bekir el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah´a şöyle bir soru sordum: Yemeğe davet edilen biri, orada atlas örtü görse, üstüne oturabilir mi? Şöyle cevap verdi: Oradan ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) de bu tür yerlerden ayrılmışlardır. Abdullah b. Mesud´un da (ra) bu tür mekanları terketti-ği rivayet edilmiştir. ´Peki ev sahiplerine bunu söylemesi gerekir mi? dediğimde, ´Evet, bunun caiz olmadığını bildirmelidir dedi; ´İçinde atlas Örtüler bulunan bir eve çağrılan kimse ne yapar?´ diye sorduğumuzda ise şöyle cevap verdi: Öyle bir eve girmeyin, öyle bir ev sahibi ile beraber oturmayın!

Ebu Abdullah´a, ´Gittiği evde cibinlik bulunduğunu gören kim­se ne yapmalıdır?´ diye sorulduğunda cibinlik kullanmanın mekruh olduğunu bildirmiştir. Başka bir yerde ise cibinliğin gösterişten ibaret bir tül olup, ne soğuktan, ne de sıcaktan muhafaza etmedi­ğini söylemiştir. Kendisine şunu sormuştuk: Bir yere davet edilen kimse, perdenin üzerinde bir takım resimlerin bulunduğunu görse ne yapmalıdır? ´Onlara bakmamalıdır* dedi. ´Peki bakabilir mi?´ di­ye sorduğumuzda, ´Eğer yapabiliyorsa onları söker* dedi.

Ebu Abdullah´a, ´Üzerinde ayetler yazılı perde bulunan bir eve davet edilen kimse ne yapmalıdır?´ diye sorulmuştu. Bunu mekruh gördüğünü belirtti ve şöyle dedi: Dikili bir şeyin üzerine olduğu gi­bi, perdenin üzerine de Kur´an yazılmaz!

Yeni bir ev kiralayan kimsenin, evin duvarlarındaki resimleri kazımasının hükmü sorulduğunda Ebu Abdullah şöyle demiştir: O resimleri kazıyabilir. Bir defasında da şunu sormuştum: Hamama gittiğimde duvarda başı bulunan bir resim görsem, baş tarafını ka­zıyabilir miyim? Ebu Abdullah, ´Evet!´ dedi.

Cevizin saçılarak verilmesinin hükmüyle ilgili olarak da şu bil­gi nakledilmiştir: Ebu Husayn, Halid b. Mesud´dan nakletti ki: Ebu Bekir el-Mervezi şöyle dedi: Ebu Abdullah´ın evine gittiğimde, oğ­luna çocuklara dağıtmak üzere ceviz almasını tembih ettiğini gör­düm. Cevizleri sayarak dağıttı ve onların üzerine doğru saçmayı mekruh gördüğünü belirtti. O, cevizleri saçarak vermeyi ´talan´ ola­rak nitelerdi.

Haşim b. el-Kasım dedi ki: Muhammed bize şunu anlatmıştı: Talha ve Zübeyr (ra) düğünlerde bir şeyler saçmayı mekruh görür­lerdi. Ceviz ve şeker havaya saçılması mekruh olan yiyeceklerden­dir. Yine o şöyle demiştir: Ebu Abdullah´a ekmeği ve mayayı kesme­nin hükmünü sormuştum. Bunda bir mahzur olmadığını söyledi ve kesilen parçanın asıla ait olduğunu ifade etti.

Beş kişinin davetine icabet edilmez. Her hangi bir davete çağrı­lan kimse, oraya gidinceye kadar davet sahibi hakkında bilgi sahi­bi olmasa, gittikten sonra ayrılmasında bir mahzur yoktur. Bu beş zümre şunlardır:

1. Bidatçiler;

2. Zalimlerin yardakçıları;

3. Faiz yiyenler;

4. Fış­kı açık olan günahkârlar;

5. Malının ekseriyeti haram olup ticari İlişkilerinde günaha düşmekten sakınmayanlar.

Allah Resulü´nün (sav) bu meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak takva sahibinin yemeğini yeyin!" [66]Çünkü takva sahibi, yenilen yemeğin helalliğini sizin yerinize araştıracaktır. Onun yemeğini yerken, yemeğin kaynağını sormanız gerekmez, î&kva sahibi, yemek vereceği zaman, bunu iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma olarak görür. Yemeği de, Allah Teala´ya taat ve kullu­ğa devam etmek için yardımcı olarak değerlendirir. Allah Teala´nm buyruğuna uygun olarak o kardeşini kendi iyiliğine ortak eder.

Günahkâr ve zalim birinin yemeğim yediğinizde ise, zalimlerin yardakçılarından biri olursunuz. Bu iki zümreyle yemeği paylaş­manız, tabii olarak buna yol açacaktır. Bunu, İbnü´l-Mübarek´e so­ru soran terzinin kıssasında görmüştük. Terzi, İbnül-Mübarek´e gelerek, sultanın elçileri için elbise diktiğini, bu işinden dolayı za­limlerin yardakçısı olarak nitelenip nitelenemeyeceğini sormuştu. Ibnü´l-Mübarek ona şu cevabı vermişti: Sen, zalimlerin yardakçısı değilsin! Bilakis zalimin ta kendisisin! Zalimin yardakçısı, senden iğne iplik alanlardır!

Zünnun el-Mısri (ra), İbnül-Mübarek´in (ra) üstteki tavrından bile daha keskin bir vera´ göstermiştir. Konuyla ilgili olarak Zün-nun´un bu tavrından daha uç bir misal görmedik. Sultan, avamın anlayamadığı gizli ilme dair söylediği bir sözden dolayı Zünnun´u hapse attırmıştı. Sultan, hapsettirmesine rağmen günlük yemeğini gönderiyordu. Ama Zünnun,. yemeği el sürmeden geri gönderiyordu. Günlerini hiç bir şey yemeden geçiriyordu. Zünnun´un Allah için din kardeşi olduğu bir bacısı vardı. İplik eğirdiği yerde yaptığı yiyecek­leri hapishaneye götürüyor ve gardiyana vererek Zünnun´a gönderi­yordu. Gardiyan da, kadıncağızın yemeklerini alıp Zünnun´a götürüyor ve o kadından geldiğini kendisine bildiriyordu. Zünnun, onun yemeklerini de yemiyordu.

Zünnun, bir süre sonra hapisten çıktı. Yaşlı kadın, onunla kar­şılaştığında gönderdiği yemekleri yemediği için sitem ederek şöyle dedi: Sana gönderdiğim yemekleri kendi el emeğimle kazandığım paradan hazırladığımı bilmiyor musun? Zünnun şöyle cevap verdi: Bana helal rızık gönderdiğinden hiç bir kuşkum yok! Ama onu ba­na ulaştıran gardiyan zalim biriydi. Yemeği işte bu yüzden geri çe­virdim!

Rivayete göre Kûfeli tüccarlardan biri, yerel bayramlardan bi­rinde Ali´ye (kv) altın bir tabak içinde hurma tatlısı ikram etmişti. Ali (kv) tabağı geri çevirmiş ve şöyle demişti: Tatlıyı reddetmemin sebebi, tatlının kendisi değil sunulduğu kaptı.

Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her kim haram bir lokma yerse kırk gün boyunca kalbi katılaşır. Her kim de kırk gün helal lokma yerse, dünyada zühd sahibi olur, Allah Teala´yı kalbine dahil eder ve dili hikmetle konuşmaya başlar.

Seleften bir zat şöyle demiştir: Kulun helalinden yediği ilk lok­ma, Allah Teala´nın geçmiş günahlarını bağışlamasına vesile olur. Bir diğeri ise şöyle demiştir: Her kim helal rızık arama noktasında kendini zillet makamına yerleştirirse, onun günahları kış günü dö­külen yapraklar misali dökülür. Sehl (ra) uçsuz bucaksız diyarlar­da dolaşan ve kendilerini buna adayan seyyahlar hakkında şöyle derdi: Bir seyyah bir beldeye gidip şüpheden dolayı hiçbir şey yiye­mediği için açlığa tahammül eder, geceyi de aç olarak geçirirse, o belde halkının bütün iyi amelleri terazide onun kefesine konulur.

Sultan tarafından yemeğe zorlanan veya şüpheli bir şeyi yeme­ye mecbu tutulan kimse, ne yapıp edip bir mazeret bulmalı, halin­de tam bir değişiklik göstermeli, yiyecek olursa da asla gönüllü davranmamalı, lokmasını büyütmemeli, çok yememeli, ânı kurta­racak kadar yemeli ve kendini helak etmekten endişe duymalıdır. Konuyla ilgili bir hadiseye tanık olmuş biri şöyle bir hadise an­latmıştı: Horasan´da ilim ehli şahit seçicilerden (=müzekkî) bir zat vardı. Bu zat, şahitlerden birinin şahitliğini reddetmiş ve buna ge­rekçe olarak da sultan tarafından zorlanması sonucu onun sofra­sında yemek yemesini göstermişti. Şahit, ´Ama sultan beni yemeğe zorlamıştı´ deyince o zat şöyle demişti: O olayı iyi biliyorum. Senin şahitliğini reddetmem; sultanın sofrasında yemek yemenden dola­yı değildir. Sofrada gönüllü olarak oturduğunu ve lokmaları da bü­yük büyük aldığını gördüm. Şahitliğini işte bu nedenle reddettim!

Sultan, aynı zatı kendi malından yemeye zorlamıştı. Bunun üzerine sultana ve onun avanesine şöyle dedi: İki şeyden birini se­çin: Ya emrettiğiniz maldan yerim, ama ondan sonra ne şahit seçi­cilikte bulunur, ne adil şahitleri ayırır, ne de liyakatsiz şahitleri reddederim! Ya da emrettiğiniz maldan yemem ve işimi yapmaya devam ederim!

Sultan ve adamları bu teklif karşısında bir süre düşündüler. Benzeri zor çıkacak böyle bir adama ihtiyaçları vardı. Hakimlerin, adalete uygun karar verebilmesi için bu adam çok gerekliydi. Niha­yet onu kendi halinde bırakmayı daha uygun gördüler. O da, sulta­nın malından yemekten kurtulmuş oldu. Ama sultan, o zat ile be­raber çalışanları da zorladı. Onlar, Nisabur´dan Buhara´ya getiril­miş kimselerdi. Hayli uzun olan hadiseyi bu kadar anlatmakla ye­tiniyoruz. Lafızları farklı da olsa, hadiseden çıkarılacak ders açık­ça ortadadır.

Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: Şüpheli şeyleri yemek hususun­da el elden kısa, lokma lokmadan küçük olmalıdır. Sefere çıktıkla­rında ´helaller1 hakkında konuşmuştu. Kendisine, ´Ey Ebu Nasr, siz nereden yiyorsunuz?´ diye sorulunca tebessüm etti.

Seri es-Sekatî (ra) ise şöyle demiştir: Şüphelerin terki konusun­da çok da sabırlı davranamıyoruz! Zühri de Mervan oğullarıyla be­raberliğinden dolayı kınandığı zaman şöyle demiştir: Size hakikati söyleyeyim! Maalesef arzularımıza iyice teslim olduk, elimizdekiler yetmeyince onlara açılmak zorunda kaldık!

Akıl sahipleri için konuyla ilgili olarak söylenecek söz budur! Kuşkusuz Allah Teala en iyi Bilen´dir.[67]